Sessiz Saat

Göç yollarında yanıldım hepsi bu
Gölgemle dolaştım biteviye
Kuşlarım topluca sonsuzu uçurdu
Bağışladım kanatlarımı dost diye diye

Dalgınlığımı çiğniyorum şu sıralar
Yenik askerlerle paylaşıyorum suyumu
Kelepir pazarlarda kırgın tezgahtar
Top top hüzünler satmaktan yoruldu

Uykusuzum uykusuzum uykusuzum
Çanlarınızda uğuldayan bir kibir
İçimin çatlaklarına sızıyor tadım tuzum
Ölüyü ağlatma seanslarınız başlayabilir

Sünepe bir ressamın elinde şimdi
Üç günlük ömrümün son rötuşları
Bulutlar hışımla göğsüme indi
Soluğum ürkütmüyor yokuşları

Yenice sürüldüm bahar katından
Kazandı savaşı yeldeğirmeni
Kirli galoşlarından sıyrıldığın an
Ölüm, ey sessiz saat, sobeledim seni

Ahmet Günbaş

sessiz+saat Sessiz Saat

Bumerang

Ankara’yı bir geçsem
Karaşın gurbetime doğru

Geçtiydim
Erzurum’du
25 yaşımdı esen
Kıştı kinini kustu
hakiayaz tonunda
“Beni bir avcı vurdu”
tüfek çattı postumda

İlk kez bir istasyonda yağmalandım
Bulutfirak
Sivas’tı
Delik deşikti trenlerim
Anladım kafebentmiş aşk
infilâk etmeden kalbim
Hüznüm birden boyumu aştı

Eğri bir hançerdi Kızılırmak
keskin ağıtlarla bilenen
Sevdamın yorgun atları
azgın sularla yarıştı

Van’dı Iğdır’dı Artvin’di Kars’tı
Yakmıştı çubuğunu cümle serüven
Ağrı’yla oturmadık diz dize
Demini almadı daha söyleşiler
Aras’ı ağlattılar günler bulandı
geçip gittiler “namert köprüsünden”
Kalınca akarlardı Dicle’yle Fırat
hırçın bir tarihin vadisinden

Yollarım kaldı yayan yapıldak
Dostlarım kaldı gönül dolusu
Elimin altındaydı Trabzon Rize
Tortum’un gizemli serin uğultusu
inerdim düşlerimde tirşe bir denize
elmas kıyılarını okşayarak

Ben hiç sınır çiğnemedim
Dağlara çıkarmadım şiirimi
Konsaydım Harran’ın göğsüne
yağmurun sesiyle konardım
Halay başlarında alırdım yerimi
Uzun havalarda konaklardım
Toprağın diliyle gülümserdim
göçkünlüğün belalı ülkesine

Ankara’yı bir geçsem
Ah bir köpürsem bendime
Azıcık havalansam
dönüp geliyorum kendime

Ahmet Günbaş

Az%C4%B1c%C4%B1k+havalansam+d%C3%B6n%C3%BCp+geliyorum+kendime Bumerang

Lirik Serseri

I.
Bütün eskilerim kaldı üzerimde
Melodikam
ve titrek soluğum
Akıp gitti son çağıltı
Çekip aldım çocukluğumu
mızıklanmış oyunlardan
Yoksun diye

Yanıtsız mektuplara söz yetiştiriyorum
Bir şiir kapımı çalıyor durmadan
Yoksulluk
o yitik gençlik
ömrümü dişlese de
beni aşk kanatırdı çıktığım her seferde
Körfezine aşina karasevdalı çocukluğumu
s ı ğ d ı r a m a z d ı m
hiçbir limana

II.
Bütün eskilerim kaldı üzerimde
Arar oldum kalbime değen ilk kurşunu
Kırgın düş izleriyle o lirik serseri
Yol kesen karanfil / Gülümseyen eşkıya
Herkese bir fotoğraf çıkaran albümünden

Bütün eskiler kaldı üzerimde
Bir yandan yağmur bir yandan gece
İnceden inceye günlerden beri

Ahmet Günbaş
lirik+serseri Lirik Serseri

Akşam üstü rüyası

Şimdi gemiler geçer uzaklardan
Gönlüm güvertede sereserpedir.
Işıklı geceler, saz sesleri, peynir ekmek
Ne biletim ne param ne dostum var
Pır pır eder yüreğim bakındıkça…
-Uyan Turgut um, garibim, uyan
Bura Terme’dir.

Terme köprüsünden kamyonlar geçer,
Irgatlar üç orada beş burada konuşurlar
Bir gece başlar, yarı siyah, yarı kırmızı
Cigaramı yakar evime dönerim…
-Gidin gemiler, gidin
Vardığınız yerlere selam edin
Gün olur bütün kaygılardan uzak
Ben de gelirim…

Turgut Uyar

aksamustu+ruyasi Akşam üstü rüyası

Cem’âh Süreya

                                    “Kan yok kelimelerin altında cemal süreya
                                     Kanın altında kelimeler kazısan okunacak”

                                                                             Hayriye Ünal

I
Yeni şeyler söylemenin eski tadı yok Cem’âh abi
adı Güzelleme de olsa içadı âh-ı güzel şiirlerin
güle günâh hohlasan, sapına şiir dolasan da alan yok
sahi, gül de artık şiirden sayılmıyor bak
Mardin mızıkası susmuş bir yas uzakta
Kars’ın üstüne karı kan bir kış çökmüş nicedir, okunmuyor
türkülerde ağlamanın öksüzü bir adressizlik Tunceli
haklısın ‘kan var bütün kelimelerin altında’ halâ
iki güvercinin arası ters dönmüş Üvercinka gibi
senden sonra kadın da, aşk da ölüm gibi bir şey Cem’âh abi!

II
Ama iyi ama kötü kimse artık şiirden ölmüyor
bir dize daha söylesem sanki her şey düzelecek
iki adım iki kalp söylüyorum bak,
düzelen bir şey yok Cem’âh abi
kimse kimsenin içini ellemediğinden mi ne
herkes herkese hiç kimse bilesin
iyilerin tanınmış kırmızılarda bordolaşması
ne kötü be Cem’
al
abi!

III
Şiir diye bir uğuldama,
ölüm diye bir ufalanma var galiba Cemal abi
sen sessiz korkunç upuzun ölmüş de ölmemiş gibisin ya
orda, Kulaksız’da-
bağışla, ağlamam geçmiyor ne yapsam
sesimi kar soğuğunda yıkasam da!

“Sesim tanınmaz bir çocuk sesi.”

Hüseyin Alemdar

bir+dize+daha+s%C3%B6ylesem+sanki+her+%C5%9Fey+d%C3%BCzelecek Cem’âh Süreya

Kedi Ağlaması

                                 Tek Vuruş şairine

Kendini yalnızlıkla açıklama yalnızlık bitti
yaşın kırkı devirmişse kalbin de bir kedidir unutma
ve birer patidir artık ellerinin her biri
kafayı iki el arasında tutmaya yenilgi denir
içine döktüğün her ağlama yüzündeki çizilmedir

Kendini aşkla mevsimleme aşk bitti
yarısından sonra her şey günahtır nasılsa
de ki vekâleten sevdim, vekâleten evlendim, vekâleten öldüm
ısısı parmakta sönen nikâha devr-i kış denir
insan tanrı cümlesidir en iyi kendinde gizlenir

Kendini mesafelerle anlamlandırma mesafeler bitti
kim “Hüseyin” dese dönüp bakma artık-mesafeler apse
zaten kalp pası diyorlar boşluk denen her şeye nedense
göğsünün çukurunda boğulana sürç-i lâl âdem denir
sonunu üç kez yazan için yaz bile gücenmedir

Kendini şu dört şeyle çağrıla hayata (ne de olsa abimsin)
1) adını unutana kalbini hatırlatma-hayat murdar, anla!
2) bir tek bahtına ağlayan kadınlarda kal ve gençliğini affet
3) canlı tut tef’ini daima, herkes biraz çocuktur her yaşta!
4) düştüğün her hatırada doğrul ve kendine çiçek ver

Kendini kederle ölçümleme keder de bitti
kendinin kedisi aynalara bakma aynalar renksiz unutma
bak, kızımların doğru söylediği yaştayız
kanın tene bağırmasına paranoya denir
kıskanma! ölüm de pekâlâ süslenir

Sahi, ağladın mı!.. Her canlı ağlamaz ki
-sensiz siyah bir ömrün kendine eğimiyim
içinde kalbi olan ağlar ancak başka ne deyim!

Hüseyin Alemdar

de+ki+vek%C3%A2leten+sevdim+vek%C3%A2leten+evlendim+vek%C3%A2leten+%C3%B6ld%C3%BCm Kedi Ağlaması

Akşam Mûsıkîsi

Kandilli’de, eski bahçelerde,
Akşam kapanınca perde perde,
Bir hâtıra zevki var kederde.

Artık ne gelen, ne beklenen var;
Tenha yolun ortasında rüzgâr
Teşrin yapraklarıyle oynar.

Gittikçe derinleşir saatler,
Rikkatle ve yavaş yavaş ve yer yer
Sessizlik daimâ ilerler.

Ürperme verir hayâle sık sık
Her bir kapıdan giren karanlık
Çok belli ayak sesinden artık.

Gözlerden uzaklaşınca dünyâ
Bin bir geceden birinde gûyâ
Başlar rü’yâ içinde rü’yâ

Yahya Kemal Beyatlı

aksam+musikisi Akşam Mûsıkîsi

Öte

inadı tuttu, astı suratını
yüzü büyük ormana dönük
gitti çitlerin dibine oturdu hayat
oralı olmadım
gölgeye çektim ben de masamı
kıyısına iliştim, eski çalılıklara baktım

o sırada çaldı telefon
yerli malı haftası’nda şiir okuyan çocuk
anlattı durdu
söylemedim ona yüzünü unuttuğumu
sesin mandalina kokuyor da demedim
dedim ki
kirlenmiş bir yakayla dolaşma ortalıkta

sonra ağzı kırık şişelerden esanslı gazozlar içtim
göğüs cebi mendilli ceketler giydim
daha birçok şey
işte, çekirdek yerken çıkardığım sesler falan
düğmelerimi çapraz iliklediğim günler

birden babam öldü
gitti biraz daha öteye oturdu hayat
ben de bir şeyler yaptım
masamı topladım
boncuklu suyla yıkadım telvesi kurumuş fincanı
döküp durdum dalgınlığıma
avcumda bulduğum çayı

başka bir şey, ölüm belki de
sarıyordu beni yavaş yavaş geriye

daha da öteye gidecekti,
bana bak dedim hayata
yukarı çıkan merdiven
iniyor aşağıya da

Nuri Demirci

birden+babam+oldu Öte

Sivriada Geceleri

Bir nisan akşamı, yola çıkmıştık. Geceyi o yanıp yanıp sönen ışıklar adasında geçirecek, sabah erkenden su üstü karagözüne çıkacaktık.Niyetimiz daha erken yola çıkmaktı ya. Hava bir tuhaftı. Uzakta fırtına bulutuna da benzer sis vardı. Bir gündoğrusu bu sisi temizleyiverdi.
Bu sefer de gündoğrudan bir kara bulut gelip yağmurunu boşalttı. Sonra gökyüzünü boydan boya kaplayan bir ebemkuşağı görünce Kalafat:
– Selamet, dedi. Basalım artık. Hava düzeldi demektir. Kalafat’a göre fırtınalar atlatılmıştı.
Gökyüzündeki bu yedi renk, sükûna işaretti.Yola çıktığımız zaman, deniz dümdüzdü. Ebemkuşağı zaman zaman gözümüzden silinip tekrar ortaya çıkıyordu. Sanki dünyanın kuruluşundan bir gün yaşıyor gibi gidiyorduk.Arkama baktım. Bu sefer de Çamlıca sırtlarında bir iki bulut peydahlanmıştı.
– Poyraz geliyor, Kalafat, dedim.
– Gelsin, dedi. Gün batmadan Oksiya’dayız.
– Fener erken yandı galiba? dedim.
– O gece gündüz çakar be! dedi. Sivriada’nın bir mil açığında, sağımızdan hafif hafif bize yetişmeye çalışan poyraz kabarıverdi.Kalafat, kayığın burnunu poyraza çevirdi. Sivri’yi solumuzda bırakıp açılıyorduk.
– Neden böyle çekiyorsun küreği? dedim.
– Böyle çekmesem nasıl düşeriz Sivri’ye, dedi. Şimdi akıntıya verdik miydi sandalın burnunu, kürek çekmeden mağaranın önündeyiz.Sahiden de öyle oldu. Sular bizi tam mağaranın önüne getirdi. Sandalın burnunu mağaraya soktuk. Bekledik. Kalafat kepçeyi daldırıyor, kocaman karidesler tutuyordu.Birden durdu. Yanımızdaki çocuğa,
– Baksana, Sotiri, dedi, ayı balığı geldi galiba, bir ses duydum.Çocukla beraber kıçta oturmuştuk. Dönüp baktık: On kulaç ötemizde terli, şişman bir zenci çocuğu gözleriyle fok, bize bakıyordu.Baktı ve daldı.
– Orada mı? dedi Kalafat.Sotiri:
– Daldı, dedi.
– Yine çıkar. Mağarada geceler. Keyfi kaçtı oğlanın, biz var diye…Bu ihtiyar münzevi, senelerden beri buralarda. Bırakmış uzak denizlerini, yüzlerce karısını, binlerce çocuğunu, basmış gelmiş Marmara’nın bu Sivriada’sına…Güneş batıyor, martılar haykırıyor, karabataklar sudan çıkmış, ıslak kanatlarını kaldırabilmek için deli gibi çırpınıyorlar. Ayı balığı yeniden büyük bir sesle çıkıyor, büyük bir nefesle tekrar dalıyor. Martılar geliyor, karabataklar gidiyor. Akşam büyük bir vaveyla içinde vahşi, kırmızı; dalgalar esmer kayaları dövüyor.Mağaranın içinde Kalafat, kıpkırmızı lekelerle sular içinde hâlâ karides avlıyordu.
– Sotiri! diye haykırdı birdenbire. Sen livarı hazırla da şu karidesleri koyalım. Kıçaltında bir tane daha var. Ama, iyi bak, üstünün bezi delik olmasın. Sotiri, kayığın içinde batmış güneşin bir parçası gibi kımıldadı. Siyah kafası ve kırmızı elleriyle, mavi gözleriyle, kaya, deniz, güneş, balık, renk ve kokusuyla ayaklarımın dibinde kıçaltına doğru uzandı.Kalafat kepçeyi başüstüne koydu ve kendisi de mağaranın deliğinden fırladı:
– Ulan Sotiri, bulamadın mı öteki livarı? Ver şimdilik oradan çapçağı, dedi.
Çapçağı ben uzattım. Sotiri kıçaltından boğuk boğuk:
– Bulamıyorum livarı usta, diyordu.Mağarayı ayı balığına bırakıp Sivri’nin Yassı’ya bakan kıyısına çıktık. Sandalı çakıla çektik. Sotiri ile Kalafat, çalı çırpı aramaya gittiler. Ben kıyıda beyaz çakıllara oturdum. Üç adım ötemde, akşamın şimdi gövermiş renklerine doğru kırmızı bacaklarını sallayan bir martıya daldım.Martı arkaüstü yatmıştı. Kırmızı ördek ayakları ara sıra havayı dövüyordu. Ne oluyor, diye martıya doğru gittim. Hayvanın gözleri açıktı. Güzel kafası da ara sıra sallanıyordu. Sotiri, sırtında kıyıya düşmüş boş bir portakal sandığı ile tepemde gözüküverdi.
– Ne oluyor bu martıya, Sotiri? dedim.
– Ölüyor be! dedi, ne olacak?
– Sahi ölüyor mu?
– Yok, yalandan. Ölüyor işte…Sotiri, portakal sandığını, geceyi geçireceğimiz iki kaya arasına fırlattı. Tekrar Kalafat’a yetişmek üzere kayalara tırmandı. Bir martı, bir nisan akşamında sırtüstü uzanmış, hâlâ ölmeye çalışıyordu. İçimi bir keder yaladı. Yanından ayrılamıyordum. Martının kafasını ellerime almıştım. Bir avuç deniz suyu getirip ağzına damlattım. Şiddetle kafasını salladı. Bir titredi. Ve öldü. Yassıada’nın ışıkları yandı. Uzaktan bir taka geçti. Keyfim kaçmış, üzgün, ağlamaklı gibiydim. Canım bir taraftan acı bir türkü söylemek çekiyordu.Onlar ateşi yakıp topladıkları midyeleri bir teneke üstünde pişirirlerken ben hâlâ martının yanı başındaydım.
Kalafat:
– Ne oluyorsun be? dedi. Şair misin, ne boksun?
– Martı öldü de… dedim.
– Martı da ölür, dedi. İnsan ölmüyor mu?Dünyanın yaradılışındaydım şimdi, insanın ilk zamanlarını yaşıyorduk. Onlar avlıyorlardı, ateş yakıyorlardı. Ben martıya ait bir mersiye yazmış ateşin karşısında okumak üzereydim.Bütün kabile halkı bana kızmıştı.
– Bu herif çalışmayacak mı? Oturup kayalara düşünecek mi? Martı ölmüş. Onu seyredip bize masal mı anlatacak?Gündüz güneşin içinde böyle söyleyenler, gece olup da kütükler, çalı çırpı yanınca, öbür tarafta rüzgâr, denizi homur homur söyletirken, martılan hâlâ deli gibi bağrışırken ben bir türkü, martının ölümünün türküsünü tutturacaktım. Çalışanları bir üzüntü, bir garipseme, bir birbirine sokulma hissi saracaktı. Sonra bu hal belki de işe yaramaz adamın bir vazifesi olarak tanınacaktı. Bir iki gün ağ tamir edecek, balık tutacak, beceremeyecek, fakat akşamları da onlara üzülüp sevinme arzuları veren türküler söyleyemeyecektim.
– Ne susarsın be herif? diyeceklerdi. Hani bülbül gibi öterdin geceleri?.. Ertesi sabah beni balığa çıkarken uyandırmayacaklardı. Bırakacaklardı kendi halime.Kalafat:
– Ee, dedi, anlat bakalım şu martının ölümünü…
– Martı, dedim, üç adım ötemdeydi. Güneş yeni batmıştı. Doğudan bir mavi karanlık ağır ağır kayalara, çakıllara, çakıllardan vücuduma sinmeye başlamıştı.Kalafat’la Sotiri birbirlerine bakakaldılar:
– Ee, sonra? dediler.Utandım, sustum.Ateşin kenarına koyduğum midyeyi aldım. Biraz limon sıktım. Bir lokma ekmekle attım ağzıma. Sotiri yanı başıma uzanmıştı. Gözleri uyku içinde, yüzüme dikilmişti. Yine,
– Ee, sonra, dedi. Kalafat’a baktım. Gözlerini kapamıştı.
– Dinliyor musun Kalafat? dedim.Cevap vermedi. Sotiri ondan tarafa döndü. Dikkatle baktı:
– Uyudu, dedi, bana anlat.
– Ölen martıyı tanıyordum, dedim. Hani iki hafta önce ölen Tahir’in martısıydı. Başka türlü bir martıydı o. Ötekiler gibi bağırmazdı. Bir kayanın tepesine çıkar, oradan Tahir’in sandalını gözlerdi. Uçardı doğru Tahir’in sandalına. Surattan da anlardı kerata. Tahir somurtkan adamdı. Pek keyifsizse gelir, sandalın kıçına otururdu. Yemlerin kafasını, kılçıklarını, bekçi balıklarını, ince izmaritleri Tahir fırlatır, ona atardı. Ara sıra konuşurlardı da. Ne Tahir onsuz, ne o Tahir’siz yaşayabilirdi. Üç gün sırt sırta rüzgâr esse, Tahir de balığa çıkmasa, martı tenezzül edip de çöp mavnalarına doğru kanat çırpmazdı. Tembel miydi, şair miydi bilmem ki?.. Hikâyem güzel olmuyordu. Farkındaydım. Ama yavaş yavaş açılacaktım: Ateş kor kesilmişti. Ay çıkmıştı.
Baktım Sotiri’ye: Kafası düşmüş, o da uyumuştu. Ben bütün gece uyumadım. Martılar simsiyah, ayın altında dolaşıp durdular: Sabaha karşı iskele sancak ışıkları ile durgun suları bize doğru atan bir vapur geçti. Aman ne güzeldi bu vapur sabaha karşı. Kalafat’ı uyandırdım. Vapuru gösterdim:
– Ne güzel, bak, Kalafat, dedim.
– Sen sahiden kaçıkmışsın! dedi.Kafasını bir iki defa salladı. Bir daha vapura baktı. Bir daha salladı. Yırtık paltosuna girip kayboldu.

Sait Faik Abasıyanık

sivriada+geceleri Sivriada Geceleri

Ben İki Kişiydim O Yaz/ Göl Mevsiminde

ben iki kişiydim o yaz/ göl mevsiminde
tek tek ve bütün
birisi sendin kesin
içimdeki boşluğu aşarak
yerinde kullanılan onurlu bir sözcük gibi
kuruluyordun cümlelerime
imgeler değildi artık hamağımı sallayan
incelten zamanı
ve büyüten geceyi geceden öteye
geceden ötesi
nar çiçeği sabahlara taşınan
tetiği çekilmiş yaşamdı

ben iki kişiydim o yaz/ göl mevsiminde
birisi sendin kesin
birisi sıyrılmıştı kendisinden çırılçıplak
-çıplaklık gelişimizde ve gidişimizde vardı
ölmeye başlardı her şey daha ilk adımında-
çıplaktık… kendimizdik…
başlangıcı olmayan masallarda
çiğnenmiş kimlik ve kişiliklerimizden uzak
korkuyorduk… yalnızdık şaşkın ve şaşırtıcı
bir basmada desendik… tek tek ve bütün
tenimize güller döşerdi güneş turuncu adımlarıyla
genç kız nefesi kadar sıcak
sıcaktı hazirandı yazdı
çıplaktık… zamanı atmıştık eski bir giysi gibi sırtımızdan
zaman yoktu…

zaman yoktu belki de…
mine çiçekleri miydi zaman/ kısa ve dolu
damarlarımızda yavaş yavaş akan
bazan susar kendini örterdi kendisiyle
zaman yoktu/ belki de
anılardı… anılarda yüzlerdi
ıslak kayıp bir kent gibi suda
sazdı göl mevsiminde zaman
taş binalardı iri tokmaklı kapılardı
zaman durmuştu İznik’te
belki de zaman yoktu
ama ben iki kişiydim o yaz/ göl mevsiminde
birisi sendin kesin
birisi kendini yaratıyordu sil baştan…

Emre Gümüşdoğan

emre+gumusdogan Ben İki Kişiydim O Yaz/ Göl Mevsiminde