Ayça / Akgün Akova
sevgilin “çukulata götürelim,” derken 
sen “oyuncak alalım,” diye tutturdun, 
“nasıl olsa bi’ gün bebeleri olacak di mi?” 
“ya çocuk istemezlerse,” dedi seninki kaşlarını kaldırarak 
valla haksız da değil, baksana dünyaya neler ettiğimize 
“aaaa,” dedin, “necla üç çocuk istiyor, 
kardeşsiz büyüdü ya, yokluğunu biliyor” 
her zaman böylesindir, 
kanije kalesi gibi savunursun düşüncelerini 
“birinden biri kısır çıkarsa,” diyerek bir olta daha attı karşı taraf 
“o zaman evlat edinirler gül yüzlü bi’ bebeyi,” dedin kızgınlıkla 
ve oyuncakçıya daldın tutup sevgilinin elinden 
içeride kağıttan evler, ışıklı atlıkarıncalar 
tavanlara asılan uçaklar ve adamım şarlo 
burnu sivilceli cadılar ve top oynayan kurbağalar 
aynı rafta yan yana 
lahana bebeklerin önüne gelince aralandı 
çocukluğunun tül perdesi 
23 nisan’larda uçuşan çiçekli eteğin 
denize girmeye çalışan daracık sokaklar 
otlar üzerinde yavru bir tırtıl olarak yuvarlandığın bahçe 
neyse, 
babannenin ölmeden birkaç gün önce 
sen uyurken yanına bıraktığı 
bebeğin ikiz kardeşini görünce 
yağmura durdu gözlerin 
bak aramızda kalsın, ama ağlayınca hindistan’a benziyorsun 
sen benim pakistan olduğumu biliyor musun ayça desem 
şiirin içine coğrafya girecek 
adlarını sevdiğim ama görmediğim şehirler 
buenos aires 
kopenhag 
rio de janeiro 
lizbon ve 
semerkant girecek 
ağlayınca çaldıran savaşı’nda yaralanan bir ata benziyorsun 
sen benim yavuz sultan selim’in seyisi olduğumu 
biliyor musun ayça desem 
şiirin içine kanlı nalların tarihi girecek 
uygarlığa ne katkısı olduğunu bilmediğim savaşlar 
dandanakan 
miryokefalon 
sırpsındığı ve 
otlukbeli girecek 
ağlayınca incisini düşüren bir istiridyeye benziyorsun 
sen benim gökyüzünü düşleyen bir denizyıldızı olduğumu 
biliyor musun ayça desem 
şiirin içine okyanuslar girecek 
düşündükçe ürperdiğim iç denizler 
mercan adaları 
denizatları 
ve ferit edgü’nün 
her okuyuşumda 
içimdeki taşraya 
deniz kokusu taşıyan sözcükleri girecek: 
“demirlediğimiz koyların çoğunda, demiri atar atmaz, 
daha çıma almaya vakit bulamadan, kıçtan takma bir motorla, 
genellikle iki çocuk yaklaşıp halatlarımızı alır 
ve bir ağaca ya da kayaya çımamızı bağlarlar. 
sonra dönüp sorarlar: 
bir istediğiniz var mı? su, sebze, içecek, balık….? 
bir seferinde, bir böcek istedim. çok geçmeden getirdiler. 
bir seferinde bir ahtapot istedim. iki ahtapot getirdiler. 
aynı gün incir ve üzüm istedim. 
günbatımına doğru bir sepetin içinde 
asma ve incir yaprakları üzerine dizilmiş 
renk renk incir ve üzüm getirdiler. 
yolculuğun sonuna yaklaşmıştık. 
bir akşam vakti, 
tekneye gene yaklaşıp sorduklarında, 
isteyecek hiçbir şeyim yoktu. 
bir denizkızı istedim. 
gittiler ve bir daha görünmediler.” 
ağlayınca kumsalı içine çeken bir denizkızına benziyorsun 
sen o iki çocuktan birinin ben olduğumu biliyor musun ayça desem 
şiirin içine gizli aşklar girecek 
ki girmesin de 
biz oyuncakçıya geri dönelim 
çünkü gözyaşlarını silerken sen 
toz oluverdi sevgilin 
zil çalan maymunların arasına baktın yok 
oyuncak ayılarla oynamaya mı gitmiş, baktın yok 
plastik böceklerin kutularına baktın yok 
onu ararken rastladığın 
tahta atın 
yelelerini okşadın ve öptün gözlerinden 
“hoop n’oluyo,” dedi arkandan sevgilinin sesi 
“burda bi’ aslan varken bi’ beygire mi aşık oldun” 
sıkıp dişlerini dönerken ona doğru sen 
gördün sana çevrilmiş tabancayı 
silah uzmanlarının titiz bir oyuncak tasarımı mı desem 
şeytan içine şiir doldurur mu desem 
ama o 
“bunu alalım necla’lara,”dedi, “plastik mermi de atıyo’muş,” 
sırıtarak ekledi, “sonra, her eve gerekli bu zamanda” 
sevgili ayça 
fırlattığın tabanca yerini bulmadı ama 
aşk defterinden sildin o anda hergeleyi 
şimdi tahta atı armağan paketi yaptırırken yeni sevgilin için 
dinliyorsun oyuncakçıya söylediklerimi 
“kendisini kırmayan çocuğa aşık olur oyuncak 
ve değil mi ki aşk 
oyuncak sanıp yatağımızda sakladığımız 
içi bencillik dolu bir silah”
Akgün Akova
 
                
                                                                











