Çünkü hiç hazır olmadığım bir yaza girmek üzereyim ve çünkü geçen kışın soğuklarında, şimdi senin rüzgârlı bir tepesinde uyuduğun bu kentteki son sevdiklerim, beni, sevdiğim için öldürdüler!
Bazen kendi evini terk etmesi gerekir insanın. Tası tarağı toplayıp ardına son bir defa bile bakmadan çekip gitmek. Çünkü ağır geldiğini hissedersin bazı evlere, insanların sana “gitse de kurtulsak” gözüyle baktığını. Bunu fark ettiğin ama …
O kafatası, o gizli yürek, kanın Hiç görmediğim o yolları, Düşlerin o yeraltı dehlizleri, o Protheus, O iç organlar, o ense, o iskelet. Onların hepsiyim ben. Garip ama, Bir kılıcın, önce altına, sonra külrengine, Sonra da hiçliğe dönüşerek batan Yapayalnız bir güneşin de anısıyım ben. Limanda yavaş yavaş yaklaşan gemileri Seyreden biriyim. O az bulunur kitaplar, Zamanla aşınan gravürler de; Göçüp gitmiş ölüleri kıskanan da ben. İşin daha garibi bir evin bir köşesinde Bu sözcükleri ağ gibi ören o adam olmam.
Güçlü parmaklıkların ardında pars Tekdüze yürüyüşünü sürdürecek Kara bir kuyum, hüzün ve tutsaklık Olan yazgısına (kendisi habersiz). Binlercesi gelir geçer ve binlercesi Geri döner, ancak tek ve sonsuzdur Ölümcül Pars, Yunanlının düşüne giren Ölümsüz Akhilleos’un tasarladığı yolu tasarlarken, ininde. Çayırlardan ve dağlardan habersiz, Titreşen iç organları Kör boğazını doyuracak geyikleriyle. Gökyüzü boşa değişir durur. Herkesin Payına düşen yolculuk önceden belirlenmiştir.
Tek yıldız kalmayacak gecede. Gece kalmayacak. Ben ölürken dayanılmaz evren de tüm varlığıyla ölecek benimle, Sileceğim piramitleri, madalyaları, Kıtaları ve yüzleri. Sileceğim geçmişin birikimini. Toz edeceğim tarihi, tozu toz. Son günbatımını seyrediyorum şimdi. Son kuşu dinliyorum. Kimseye hiçbir şey bırakmıyorum.
Antelo kırlarında, 90’lara doğru Tanımış babam onu. Belki değişmiştir Unutulmuş bir iki önemsiz sözcük. Tek bir yönüyle anımsıyordu onu: Esmer sol elinin üstündeki Çizik çizik pençe izleri. Çiftlikte Herkes payına düşeni yapardı: Biri terbiyeci, öteki sığırtmaç, Berikinin üstüne yok kement atmada Simón Carbajal da jaguar avcısı. Dadanacak olsa sürülerine bir jaguar Ya da karanlıkta kükreyişi duyulsa, Carbajal dağlara çıkardı iz sürmeye. Bıçağını, köpekleri alıp giderdi. Sonunda onu çayırda kıstırırdı. Üstüne salardı köpeklerini. Sarı renkli Canavar üstüne atılır onun Adam da pelerinini sallardı sol koluyla Hem kalkanıydı bu avcının hem de Çığırtkan kuşu. Apak karnı bir an Boşlukta çakardı korumasız. Hayvan Çeliğin içine gömülüşünü duyardı ölümüne. Dövüşleri ölümcül ve sonsuz olurdu. Hep aynı jaguarı öldürüyordu avcı, O ölümsüz hayvanı. Çok da şaşırmayın Bu yazgıya. Sizinki de aynı benimki de, yalnızca bizim jaguarın çok değişik halleri var kılık değiştiriyor hiç durmadan. Adı bir an nefret oluyor, bir an sevda, bir an alın yazısı
Hicret’in ardında beş yüz yıl. İran kendi minarelerinden çöl mızraklarının saldırısını seyretti, Nişapurlu Attar da bir güle baktı sessiz sözcükler söyleyerek dua eden biri değil de, düşünen biri gibi: “Kırılgan küren elimde. Ve zaman büküyor ikimizi de, biz farkında olmadan, bu akşam saatinde, unutulmuş bir bahçede. Senin tüy gibi gövden havada nem içinde. Kokunun yoğun ve sürekli yayılışı yaşlı ve yıpranan yüzüme yükseliyor. Ama ben seni bir düşün katmanları arasında ya da bu bahçede bir sabah görmüş olan o çocuktan çok daha uzun bir zamandan beri tanıyorum. Güneşin beyazlığı senin olabilir, ayın yaldızı ya da zafer kazanmış kılıçtaki kurumuş kırmızı kan lekesi de. Ben körüm, bir şey de bilmiyorum. Ama gidilecek daha çok yol olduğunu ve her şeyin eşyanın sonsuzluğu olduğunu görüyorum. Sen müziksin, ırmaklar, gökler, saraylar, meleklersin, Ey sınırsız, gizdeş sonsuz gül, sonunda Tanrının benim ölü gözlerime göstereceği.
Sigmund Freud ünyanın entelektüel hayatında önemli bir rol oynadı öyle ki tıpkı Bernard Shaw neredeyse bir insan olmanın ötesine geçti. O medeniyetin evriminde somut bir tarihsel yer verebileceğimiz kültürel bir güç oldu. Freud, psikanalizin tarihi konulu bir araştırmada, kendisi hakkında şöyle konuşmuştur; “Beni Kolomb’la, Kepler’le, Darwin’le karşılaştırdılar ve beni bir kötürüm ilan ettiler.” Bugün bile onu bilimsel bir maceraperest olarak gören birileri vardır. Gelecek onu Bilinçaltı’nın Kolomb’u olarak göklere çıkaracak.
Yalnızca Cathay’e yeni bir geçiş arayışında olan Kolomb yepyeni bir kıta keşfetmişti. Ruhsal sağaltım biliminde yepyeni bir yöntem bulmaya kalkışan Freud, insan zihninin gizli kıtasını keşfetti. Freud, bizi çocukluğumuza ve ırkımızın geçmişine bağlayan özel içsel güçlerimizi önümüze serdi. Psikanalizin ışığında ilk kez insan doğasının sırrını anlayabildik. Birkaç kez Freud’un konuğu olma şerefine eriştim. Her seferinde bana büyüleyici kişiliğinin birdenbire ortaya çıkıp gizlenen yeni pırıltılarını sergiledi.
G.S.Viereck-1927
“Yetmiş yıl, yaşamı neşeli bir tevazu içinde kabul etmeyi öğretti bana.” Konuşan kişi Profesör Sigmund Freud’du, ruhun yeraltı dünyasının büyük Avusturyalı kaşifi. İsmi psikanalizin temel ilkeleri ile çok yakından bağlı olan trajik Yunan kahramanı Ödip gibi, Freud da Sfenkse cesurca karşı çıktı. Ödip gibi o da onun sırrını çözdü. En azından hiçbir ölümlü, insan davranışının gizini açıklamaya Freud kadar yaklaşmadı. Galileo astronomi için ne ise Freud da psikoloji için odur. Bilinçaltının Kolomb’udur. Freud yeni bakış açılarının önünü açtı, yeni derinlikleri dile getirdi. Bilinçaltımızın levhalarında yazılı kayıtlardaki gizli anlamı deşifre ederek, yaşamımızdaki herşeyin başka herşeyle olan ilişkisini değiştirdi.
Söyleşimizi Freud’un Avusturya Alplerinde bir dağ olan ve Viyana sosyetesinin biraraya gelmekten hoşlandığı Semmering’deki yazlık evinde gerçekleştirdik. Psikanalizin babasını en son Avusturya başkentindeki gösterişsiz evinde görmüştüm. En son ziyaretimden bu yana geçen birkaç yıl alnındaki çizgileri çoğaltmıştı. Bu onun kuru solgunluğunu yoğunlaştırmıştı. Yüzü sanki acı çekiyormuş gibi gergindi. Konuşmasındaki eski ama hafif bir pelteklik beni uyarana kadar; uyanık aklı, boyun eğmemiş ruhu ve kusursuz bir nezaketi vardı.
Öyle görünüyor ki üst çenedeki habis bir hastalık bir ameliyatı gerektirmişti. O zamandan beri Freud, konuşmasını kolaylaştırmak için mekanik bir icat takıyordu. Kendi başına bu gözlük takmaktan daha kötü bir şey değildi. Metal cihazın varlığı ziyaretçilerinden çok Freud’u utandırıyordu. Biri onunla konuşmaya başladıktan çok sonra güç bela farkediliyordu. İyi günlerinde farkedilmesi mümkün değildi. Ama Freud’un kendisi için sürekli bir sıkıntı kaynağıydı.
“Mekanik çenemden tiksiniyorum çünkü mekanizma ile verdiğim mücadele çok değerli gücümün çoğunu tüketiyor. Bununla birlikte hiç çenem olmamasındansa mekanik bir çenem olmasını tercih ederim. Var olmayı yok olmaya tercih ederim” dedi psikanalizin babası ve şöyle devam etti: “Tanrılar biz yaşlandıkça yaşamı daha da tatsızlaştırarak, belki de bize merhamet etmekte. Böylece en sonunda ölüm bize, taşımak zorunda olduğumuz birçok ağır yükten daha tahammül edilebilir görünür”.
Freud kaderin ona herhangi bir kişisel bela yüklediğini kabul etmeyi reddediyordu. Usulca şöyle dedi, “Neden özel bir kayırma umayım? Açığa çıkan tüm marazlarıyla birlikte herkes yaşlanır. Yaş bir insanı orasından, başka birini burasından vurur. Yaşın esintisi daima hayati bir yere yerleşir. Nihai zafer daima Fatih Kurtçuk’undur.
Dışarıda, dışarıda ışıklar, dışarıda heryerde!
Ve her bir ürperişin sonunda
Oluşan perde,
Şiddetle esen bir fırtınanın
Araladığı tabut örtüsü.
Ve donuk ve solgun melekler,
Oyunun adının ‘İnsan’ın’ felaketi oluşuna
İsyan eden,
Ve kahramanın Fatih Kurtçuk olduğunu
Açıklayan, onaylayan melekler”
İnsan beyni araştırmacılarının üstadı konuşmasını şöyle sürdürdü, “Ben evrensel düzene karşı isyan etmem. Buna rağmen yetmişime merdiven dayadım. Yeterli besleniyorum. Pek çok şeyin keyfini çıkarıyorum; karımın ve çocuklarımın refakatleri, günbatımları. Baharda bitkilerin büyümelerini izlerim. Zaman zaman dost bir eli kavrarım. Beni neredeyse anlamış olan bir insanla bir iki kez karşılaştım. Daha ne isteyebilirim ki?”
“Ünlüsünüz” dedim ona. “Çalışmanız her alandaki literatürü etkiledi. İnsanlık sizin sayenizde hayata ve kendisine artık farklı gözlerle bakıyor. Ve kısa bir süre önce yetmişinci yaşgününüzde -sizin kendi üniversiteniz haricinde!- tüm dünya sizi onurlandırmak üzere birleşti.”
“Eğer Viyana Üniversitesi beni resmi olarak tanımış olsaydı, beni yalnızca utandırmış olurdu. Beni ya da doktrinimi kabullenmelerini gerektirecek hiçbir neden yok çünkü ben yetmiş yaşındayım. Ondalıklara hiçbir mantıksız önem vermiyorum. Ün bize ancak öldükten sonra gelir ve açık konuşmak gerekirse ölümden sonra neyin geleceği beni ilgilendirmiyor. Ölümden sonra gelen şöhretle ilgili hiçbir emel taşımıyorum. Alçakgönüllülüğüm bir erdem değil.”
—Adınızın yaşayacak olması size hiçbir şey ifade etmiyor mu?
Yaşayacak olsa bile, ki yaşayıp yaşamayacağı asla kesin değil, hiç mi hiç ilgilenmiyorum. Çocuklarımın kaderiyle çok daha fazla ilgileniyorum. Umarım hayatları çok zor olmaz. Onların hayatını kolaylaştıramadım. Savaş benim mütevazı servetimi, bütün hayatım boyunca biriktirdiklerimi neredeyse silip süpürdü. Bununla birlikte, bereket versin ki, yaş o kadar da ağır bir yük değil. Devam edebilirim! Çalışmaktan hala keyif alıyorum.
Evin büyük bahçesinin içindeki küçük bir patikada bir aşağı bir yukarı yürüyorduk. Freud duyarlı elleriyle yeni çiçeklenmekte olan bir çalıya şefkatle dokundu. “Bu tomurcukla, öldükten sonra başıma gelecek herhangi bir şeyden çok daha fazla ilgileniyorum” dedi.
—O zaman siz her şeye rağmen esaslı bir karamsarsınız?
Hayır değilim. Hiçbir felsefi düşünüşün hayatın basit taraflarından aldığım keyfi kirletmesine izin vermiyorum.
—Kişiliğin ölümden sonra herhangi bir formda devam ettiğine inanıyor musunuz?”
Bu konuya hiç kafa yormadım. Yaşayan herşey ölür. Neden varlığımı sürdüreyim ki?
—Bir biçimde geri dönmek istemez miydiniz, toz halinden yeniden birleşerek bir bütün haline gelmek? Başka bir deyişle, ölümsüz olma isteğiniz yok mu?
Samimiyetle hayır. İnsan davranışının tamamının altında yatan tüm bencil dürtüler biliniyor olsaydı, insan geri dönmek için en ufak bir arzu duymazdı. Bir çemberin içinde dönüp duran hayat yine aynı olurdu. Dahası Nietzsche’nin deyişiyle, şeylerin ebedi tekrarı bize dünyevi kılıklarımızı yeniden giydirse bile, hafızanın yokluğunda bu ne işe yarar? Geçmiş ile gelecek arasında hiçbir bağ kurulamaz. Benim ne düşündüğüme gelince, sonsuz hayat musibetinin en sonunda sona ereceğini bilmek bana tamamıyla yetiyor.Hayatımız zorunlu olarak bir dizi uzlaşmadan, ego ve onun çevresi arasındaki hiç bitmeyen mücadeleden ibaret. Hayatı gereğinden fazla uzatma isteği bana saçmalığı çağrıştırıyor.
—Meslektaşınız Steinach’ın insan varoluşunun döngüsünü uzatma çabalarını onaylamıyor musunuz?”
Steinach hayatı uzatmak için herhangi bir girişimde bulunmamıştır. O sadece yaşlılıkla savaşıyor. Kendi bedenlerimizdeki güç rezervlerinden faydalanarak, dokunun hastalığa karşı direnmesine yardım ediyor. Steinach ameliyatı zaman zaman kanser gibi, nahoş biyolojik hastalıklara yol açabiliyor. Yaşamı çok daha yaşanılabilir kılıyor. Ama onu yaşamaya değer kılmıyor.
Daha uzun yaşamak istememiz için hiçbir sebep yok. Ama mümkün olduğu kadar düşük bir rahatsızlık düzeyinde yaşamak istemek için çok nedenimiz var. Oldukça mutluyum çünkü ağrı sızı çekmediğime, hayatın küçük zevklerine, çocuklarımın ve çiçeklerimin varlığına şükrediyorum!
—Bernard Shaw yıllarımızın çok az olduğunu iddia ediyor. Shaw insanın, eğer isterse, iradesini evrim güçleri üzerinde kullanarak, insan ömrünün süresini uzatabileceğini düşünüyordu. İnsan türünün tanrılar kadar uzun ömürlü olabileceğini düşünüyordu.
“Bu mümkün,” diye yanıtladı Freud, “ölümün kendisi biyolojik bir zorunluluk olmayabilir. Belki de ölmek istediğimiz için ölüyoruzdur.
“Aynı insana duyulan aşk ve nefret bile içimizde aynı anda hüküm sürer, dolayısıyla hayatın bütünü de kendisini koruma arzusuyla, ikircikli bir kendisini yoketme arzusunu birleştirir. Nasıl ki gerilmiş bir paket lastiği eski haline dönme eğilimindeyse, bilinçli ya da bilinçsiz yaşayan tüm cevherler cansız varoluşun tam ve mutlak ataletine geri dönmek için can atarlar. Ölüm arzusu ile yaşama arzusu içimizde yanyana yaşar. “Ölüm, Aşk’ın eşidir. Birlikte dünyayı yönetirler. “Haz İlkesinin Ötesinde” adlı kitabımda verdiğim mesaj buydu.
“Psikanaliz başlangıçta Aşk’ın hayati önem taşıdığını varsayıyordu. Bugün artık biliyoruz ki “Ölüm” de en az onun kadar önemli. Yaşayan her varlık, içindeki yaşam ateşi ne kadar yoğun yanarsa yansın, biyolojik olarak Nirvana’yı arzular, “yaşamak denen hummanın” sona ermesi için yanıp tutuşur, cennete kavuşmak için hasret çeker. Bu arzu belki gereksiz lakırtılarla gizlenebilir. Ama hayatın nihai amacı kendi tükenişidir!”
“Bu özyıkım felsefesi” diye feryat ettim. “Özkıyımı meşrulaştırıyor. Mantıksal olarak Eduard von Hartmann tarafından öngörülen dünyanın kendini öldürmesi fikrine kadar ulaşıyor.”
“İnsanlık intiharı tercih etmedi çünkü insanlığın varoluş yasası, nihai amacına doğrudan giden güzergahtan hoşlanmaz. Yaşam kendi varoluş döngüsünü tamamlamalıdır. Her normal varlıkta, yaşama arzusu ölüm arzusunu dengelemeye yetecek kadar güçlüdür, buna rağmen ölüm arzusu en sonunda gücünü kanıtlar. Ölümün bize kendi istencimizle geldiğine dair bir hayalle oyalanabiliriz. Ölümü dize getirmemiz mümkün, ama bağrımızdaki müttefikini mümkün değil. Bu manada her “Ölüm”ün gizli bir intihar olduğunu söylerken haklı olabiliriz,” diye ekledi Freud gülümseyerek.
Bahçe serinleşti. Söyleşimize çalışma odasında devam ettik. Masanın üzerinde Freud’un kendi muntazam elyazısıyla yazılmış bir yığın müsvedde gördüm. “Ne üzerine çalışıyorsunuz?” diye sordum.
“Bir amatör analizi savunması yazıyorum, amatörler tarafından deneyimlenen bir psikanaliz süreci. Doktorlar, lisanslı doktorlar dışındaki insanların analiz yapmasını yasaklamak istiyorlar. Tarih, o eski hırsız, her buluştan sonra kendini tekrarlar. Doktorlar başlangıçta her yeni hakikat için mücadele eder. Ve ardından onu tekellerine almaya çalışırlar.”
—Alaylılardan çok destek alıyor musunuz?
En iyi öğrencilerimin bazıları amatör.
—Kendi başınıza çok pratik yapıyor musunuz?
Elbette. Şu sıralar, çok zor bir vaka üzerine çalışıyorum, çok ilginç yeni bir hastanın psişik çatışmalarını çözümlüyorum. Gördüğünüz gibi kızım da bir psikanalist…
Tam o anda Bayan Anna Freud arkasında kendisini izleyen hastasıyla göründü. Hastası açıkça Anglo-sakson özellikler taşıyan, onbir yaşındaki bir delikanlıydı. Bu çocuk tamamen mutlu, kişiliğindeki çatışmadan ya da karmaşadan tamamen bihaber görünüyordu. “Hiç kendinizi analiz ettiniz mi?” diye sordum Profesör Freud’a.
“Elbette. Bir psikanalizci düzenli olarak analiz etmeli kendini. Kendimizi analiz ederek, başkalarını daha iyi analiz edebiliriz.Psikanalizci Yahudilerin günah keçisi gibidir. Ötekiler günahlarını psikanaliste yüklerler. Sırtına yüklenen bu rolden sıyrılabilmek için psikanalistin sanatını en son noktasına kadar icra etmesi gerekir.”
“Bana hep şöyle gelmiştir, psikanaliz onu deneyimleyen herkeste zorunlu olarak Hristiyanlığın merhametli ruhunu tetikleyecektir. Psikanalizin insan hayatında anlamamızı sağlayamayacağı hiçbir şey yoktur. “Tout comprendre c’est tout pardonner (Her şeyi anlamak, her şeyi affetmektir)” dedim Freud’a.
“Tam tersi” diye kükredi Freud, çehresi bir Yahudi peygamberinin öfkeli sertliğinin izlerini taşıyordu. “Her şeyi anlamak, herşeyi affetmek anlamına gelmez. Psikanaliz bize yalnızca nelere katlanabileceğimizi değil, aynı zamanda nelerden kaçmamız gerektiğini öğretti. Nelerin kökünü kazımamız gerektiğini anlattı. Bilgiden hiçbir biçimde günahı hoşgörmemiz gerektiği sonucunu çıkaramayız.”
Freud’un onu terk eden takipçileriyle neden böylesine keskin olarak tartıştığını, onların ortodoks psikanalizin emin yolundan ayrılışlarını neden affedemediğini birdenbire anlayıverdim. Dürüstlük anlayışı ona atalarından kalan bir mirastı. Bu mirastan gurur duyuyordu, kendi ırkıyla gurur duyduğu gibi.
Bana açıklamaya başladı, “Benim dilim Almanca. Kültürüm, edindiğim beceriler Alman. Entelektüel olarak kendimi bir Alman olarak görüyordum, ta ki Almanya’da ve Alman Avusturya’da gelişen anti-Semitik ayrımcılığı farkedene kadar. O zamandan beri, artık kendimi bir Alman olarak görmüyorum. Kendimi bir Yahudi olarak adlandırmayı tercih ederim.”
Bu yorum bende bir tür hayalkırıklığı yarattı. Freud’un ruhunun çok yükseklerde, her türlü ırk ayrımcılığının ötesinde, bir yerde yaşaması gerektiğini düşünüyordum, öyle ki hiçbir kişisel garez ona ulaşamasın. Ama onun korkunç öfkesi, dürüst hiddeti onu çok daha sevimli bir insan yapıyordu.
Aşil eğer öyle bir topuğu olmasaydı, çok daha hoşgörüsüz biri olabilirdi! “Sizin de kompleksleriniz olduğuna, yani sizin de kendi ölümünüze ihanet ettiğinize memnun oldum Herr Profesör” dedim.
“Komplekslerimiz zaaflarımızın kaynağıdır; ama aynı zamanda sıklıkla gücümüzün de kaynağı olurlar” diye karşılık verdi Freud.
“Kendi komplekslerimin neler olduğunu çok merak ediyorum!” dedim.
“Ciddi bir analiz en az bir yıl sürer,”diye yanıtladı Freud. “Hatta iki yıla ya da üç yıla kadar uzayabilir. Sen hayatının uzun yıllarını aslan avcılığına adadın. Yıl be yıl kendi kuşağının önemli şahsiyetlerinin, hepsi senden daha yaşlı olan erkeklerin peşinden koştun. Aralarında Roosevelt, Kayzer, Hindenburg, Briand, Foch, Joffre, George Brandes, Gerhart Hauptmann ve George Bernard Shaw ve daha niceleri vardı.”
—Bu benim işimin bir parçası.
Ama bu aynı zamanda senin tercihin. Ünlü adam bir semboldür. Arayışın kalbinin arayışıdır. Ünlü adamların babanın yerini almasını istedin. Bu babanın kompleksinin bir parçası.
Freud’un açıklamasını sert ve ateşli bir biçimde inkar ettim. Ama üzerine düşününce, bunun içinde bir gerçeklik payı olabilir gibi geldi bana, onun patavatsız iddiası karşısında kendimden şüpheye düştüm. Beni ona yaklaştıran şey de aynı dürtü olabilirdi,
“Geçmişe doğru arayışını senin şu Gezgin Yahudi’nin içinde genişlettin. Daima Adam Arayan oldun,” diye ekledi Freud.
Karanlık çöktü. Benim için bir zamanlar Hapsburg imparatorluğunun payitahtı olan şehre giden trene binme vakti gelmişti. Freud benim ayrılışımı izleyebilmek için, karısı ve kızıyla birlikte dağdan ayrılıp şehre geri dönen yoldaki basamakları tırmandı. Bana veda ederken sıkıntılı ve üzgün baktı. “Beni karamsar biri olarak gösterme,” dedi son bir kez el sıkışırken. “Dünyayı hor görmüyorum. Dünyayı küçümseyici ifadeler kullanmak onunla kur yapmanın, izleyiciler ve alkışlar kazanmanın bir başka yöntemidir! Hayır, ben karamsar değilim, çocuğum, karım ve çiçeklerim olduğu sürece karamsar değilim! Çok şükür çiçeklerin ne bir karakterleri ne de karmaşıklıkları var” diye ekledi gülümseyerek:
Bir süre sonra “Kendi kalbime senin gözlerinle bakabilecek kadar uzun bir süre burada kalabilmek isterdim” dedim. “Belki de dışarıdan nasıl göründüğümü görseydim, Medusa gibi korkudan ölürdüm! Ama korkarım ki psikanalizde çok tecrübeliyim. Sürekli olarak içinden geçenleri tahmin ederim ya da tahmin etmeye çalışırım.”
“Hastanın olan biteni idrak etmesi analizi engellemez. Aksine bu durum zaman zaman insanın işini kolaylaştırabilir.”
Psikanalizin üstadı bu bakımdan, incelemeleri altında olan hastanın kendi kendine yaptığı çağrışımlara sinirlenen pek çok yandaşından farklıydı.
Psikanalistlerin çoğu Freud’un “serbest çağrışım” yöntemini uyguluyordu. Hastayı ne kadar aptalca, ne kadar müstehcen, ne kadar yersiz ya da alakasız görünse de aklına gelen herşeyi söylemesi için yüreklendiriyorlardı. Sözde önemsizmiş gibi duran ipuçlarını izleyerek, hastaların sığınaklarına dadanan psişik ejderhaların izini sürebiliyorlardı. Hastanın etkin iş birliği arzusundan hoşlanmıyorlardı çünkü araştırmalarının yönü hastaya bir kez aşikar olduğunda, onun sırlarını saklamak için savaşan isteklerinin ve direnişlerinin psişe avcısına bilinçsiz olarak izini kaybettirebileceğinden korkuyorlardı. Freud da bu tehlikeyi kabul ediyordu.
“Zaman zaman düşüncelerimizi ve duygularımızı şekillendiren süreçler hakkında daha az şey bilseydik daha mı mutlu olurduk diye merak ederim” diye sordum Freud’a, “Psikanaliz her hissi ait olduğu kompleks öbeğine doğru izlerken, yaşamı en kuytu gizine kadar soyar. Kalbimizde bir vahşiyi, bir suçluyu ve bir yaratığı sakladığımızı keşfederek çok daha neşeli olmayız.”
“Hayvanlarla ne alıp veremediğiniz var?” diye yanıt verdi Freud. “Ben hayvanların toplumunu insan toplumuna kat be kat tercih ederim.”
—Neden?
Çünkü onlar çok daha basitler. Kendi entelektüel ve psişik mekanizmaları için çok yüksek olan bir medeniyetin standartlarına uyum sağlama girişiminin neden olduğu bölünmüş kişilik, parçalanmış ego dertlerinden muzdarip değiller. Vahşi de, tıpkı hayvan gibi, acımasızdır ama medeni insanın ahlaksızlıklarını da gereksinmez. Ahlaksızlık insanoğlunun ona sınırlar koyan bir toplumdan aldığı intikamdır. Bu kindarlık, profesyonel reformcu ve işgüzara hayat verir. Vahşi kellenizi uçurabilir, sizi yiyebilir, size işkence yapabilir ama medeni bir toplumu oluşturan ve yaşamı çoğu zaman katlanılmaz kılan biteviye iğnelemelerden kurtarır.
İnsanın en rahatsız edici hareketleri ve belirleyici özellikleri, hilekarlıkları, korkaklığı, saygısızlığı bu karmaşık medeniyete yetersiz uyum sağlamasından kaynaklanmaktadır. Bunların hepsi içgüdülerimiz ile kültürümüz arasındaki çatışmanın bir sonucudur.
“Bir köpeğin kuyruğunu sallarken ya da hoşnutsuzluk içinde havlarken yaşadığı basit, dolambaçsız, yoğun duygular nasıl da daha hoştur! Köpeğin duyguları antik çağlarda yaşamış kahramanlardan birini hatırlatır” diye ekledi Freud nazikçe. “Köpeklerimize bilinçsiz olarak Aşil ve Hektor gibi antik kahramanların isimlerini vermemizin nedeni de bu olsa gerek.”
“Benim köpeğim de,” diye araya girdim, “Ajax isminde bir Doberman Pinscher.” Freud gülümsedi. “Onun okuma yazma bilmediğine çok memnunum” diye de ekledim. “Psişik travmalar ve Ödip kompleksleri hakkındaki görüşlerini acı acı havlayabilseydi, bu durum onu evin daha az istenen bir üyesi yapardı kuşkusuz!
— “Siz bile Profesör, varoluşu çok karmaşık buluyorsunuz. Hatta bana göre bizzat siz kısmen de olsa modern medeniyetin karmaşıklarından sorumlusunuz. Siz psikanalizi hayatımıza davet etmeden önce, çok nahoş komplekslerin savaşçı evsahipliğinin kişiliklerimize hükmettiğini bilmiyorduk. Psikanaliz hayatımızı karmaşık bir yapboza çevirdi.”
“Psikanaliz katiyen hayatı basitleştirmez,” diye yanıtladı Freud. “Analizden sonra yeni bir senteze ulaşırız. Psikanaliz başıboş dürtülerin labirentini tekrar oluşturur ve onları ait oldukları makaranın etrafına sarmaya çalışır. Ya da metaforu değiştirecek olursak, psikanaliz insanın kendi bilinçaltının labirentlerinden çıkmasına yardımcı olacak ipucunu verir.”
—Oysa ki yüzeyde insan hayatının daha öncesinde asla bundan daha karmaşık olmadığı varsayılıyor. Ve her yeni gün siz ya da öğrencileriniz tarafından ortaya atılan yeni bir fikir, insan davranışı sorununu çok daha karmaşık ve çok daha çelişkili bir hale sokuyor.”
Psikanaliz en azından yeni bir gerçeğe asla kapısını kapatmaz.
—Bazı öğrencileriniz sizden daha ortodoks, bu zamana kadar ağzınızdan çıkmış olan her söze sıkı sıkıya bağlı kalıyorlar.
“Hayat değişiyor. Psikanaliz de değişiyor,” dedi Freud. “Yeni bir bilimin sadece başlangıcındayız.”
—Bana öyle geliyor ki kurmuş olduğunuz bilimsel yapı çok detaylı ve karmaşık. Kurduğunuz bilimin sabit ve bütünleyici parçaları – ‘yerdeğiştirme’ teorisi, ‘çocuk cinselliği’ teorisi ve ‘rüya sembolleri’ teorisi ve benzeri teoriler – oldukça kalıcı olacak.
Buna rağmen, yeniden tekrarlıyorum, daha yolun başındayız. Ben sadece bir acemiyim. Gömülü anıtları toprağın derinliklerinden eşelemekte başarılıydım. Ama benim bir kaç tapınağı keşfettiğim yerde başkaları koca bir kıta keşfedebilir.
—Hala en çok vurguyu seks üzerine yapıyorsunuz?
Size kendi şairiniz olan Walt Whitman’ın sözüyle yanıt vereceğim: “Eğer seks eksikse, her şey eksiktir.” Bununla birlikte, size daha önce açıklamış olduğum gibi bugün hazzın ‘ötesinde’ yatan diğer şeye, yani ölüme, hayatın inkarına neredeyse eşit bir vurgu yapıyorum. Ölüm arzusu bazı insanların, yokoluşun bir basamağı olarak acıdan neden hoşlandıklarını açıklıyor! Bütün insanlar huzurun peşindeyken, şairlerin neden bu çatışmaya şükrettiğini de açıklıyor.
Orada hangi tanrı olursa olsun
Hiçbir hayat sonsuza dek sürmez
Ölüler asla dirilmez
Yorgun akan ırmak bile
Dönüp dolanıp
Denizin güvenli sularında son bulur
“Shaw da sizin gibi sonsuza dek yaşamak istemiyor,” dedim, “ama o sizin tam tersinize seksi yavan buluyor.”
Freud gülümseyerek yanıt verdi, “Shaw seksten anlamaz. Aşk kavramıyla uzaktan yakından en ufak bir ilgisi yoktur. Onun oyunlarının hiçbirinde gerçek bir aşk hikayesi yoktur. Belki de tarihteki en büyük tutku olan Sezar’ın aşk hikayesiyle alay eder. Kasten, kötü niyetle Kleopatra’yı tüm ihtişamından yoksun bırakır ve onu önemsiz bir genç kıza indirger. Shaw’ın aşka karşı tuhaf tavrının ve tüm insan ilişkilerinin birincil tetikleyicisini inkarınının nedeni, onun psikolojisine içkindir. Ki bu inkar onun kadar muazzam bir entelektüel donanıma sahip birinin oyunlarının dünya çapında ün kazanmasına engel olmuştur. Shaw’ın bizzat kendisi yazdığı önsözlerden birinde mizacındaki münzevi doğrultuyu vurgulamıştır. Pek çok hata yapmış olabilirim ama seks içgüdüsünün baskın olduğunu vurgularken hiç hata yapmamış olduğumdan neredeyse eminim. Çünkü seks içgüdüsü çok güçlü, medeniyetin töreleri ve kuralları ile en sık o çatışıyor. Kendi kendini savunan insanoğlu seksin ağırlıklı önemini yok sayma arayışındadır. Rusçayı kurcalayacak olursanız, bir atasözü şöyle der, Tatar bel altında yaratılmıştır. Herhangi bir insan duygusunu analiz edin, duyguyu seksin alanından dilediğiniz kadar koparın, emin olun ki biryerlerde birincil tetikleyiciyi keşfedeceksiniz, o tetikleyici ki hayatın kendisi sürekliliğini ona borçludur.”
—Bu bakış açısını tüm modern yazarlara giydirmeyi kesinlikle başardınız. Psikanaliz edebiyata yeni yoğunluklar kattı.
Psikanaliz de edebiyat ve felsefeden çok şey aldı. Nietzsche ilk psikanalizcilerden biridir. Onun sezgilerinin bizim keşiflerimizin habercisi olma boyutları oldukça şaşırtıcı. Hiç kimse insan davranışının ikili güdülenmesini ve haz ilkesinin sürüp giden bu salınımın üzerindeki diretmesini onun kadar derinlikli olarak tanımamıştır. Onun Zerdüşt’ü şöyle der:
Keder
Gözyaşı: Gider!
Ama Haz sonsuzluğu arzular
Hiç sönmeyen, derin sonsuzluğu
—Psikanaliz Avusturya ve Almanya’da Amerika Birleşik devletlerinde olduğundan daha yaygın tartışıldı belki ama buna rağmen edebiyat üzerine etkisi muazzam oldu.
Thomas Mann ve Hugo von Hofmannsthal bize çok şey borçludur. Schnitzler büyük ölçüde benim gelişimimi takip etmiştir. Benim bilimsel olarak ortaya koymaya çalıştığım şeyleri şiirsel olarak ifade etmiştir. Ama o takdirde, Dr. Schnitzler yalnızca bir şair değildir, aynı zamanda bir bilim adamıdır.
“Siz,” diye yanıtladım, “yalnızca bir bilim adamı değil, aynı zamanda bir şairsiniz.” Ve konuşmaya şöyle devam ettim, “Amerikan edebiyatı psikanalize batmış durumda. Rupert Hughes, Harvey O’Higgins ve diğerleri sizin çevirilerinizi yapıyorlar. Artık psikanalizi belli bir biçimde kullanmayan yeni bir roman bulmak pek mümkün görünmüyor. Oyun yazarlarından Eugene O’Neill ve Sydney Howard size çok şey borçlular. Örneğin Gümüş Sicim yalnızca Odip kompleksinin oyunlaştırılmış halidir.”
“Biliyorum,”diye yanıtladı Freud. “İltifatlarınıza müteşekkirim ama ben Amerika Birleşik Devletleri’ndeki kendi ünümden korkuyorum. Psikanalize Amerikan ilgisi çok da derinlere gitmiyor. Yaygın kitleselleşme, ciddi araştırma yapmadan yapay kabullenmelere yol açıyor. İnsanlar sadece sinemadan ya da basından öğrendikleri ifadeleri tekrarlıyorlar. Onu papağan gibi tekrarlayabildikleri için psikanalizi anladıklarını hayal ediyorlar! Psikanalizin Avrupalı merkezlerde daha yoğun olarak çalışılmasını tercih ederim.
“Amerika beni resmi olarak tanıyan ilk ülke oldu. Avrupa’da hala dışlanıyorken, Clark Üniversitesi bana fahri bir unvan bahşetti. Bununla birlikte, Amerika psikanaliz çalışmalarına çok az özgün katkıda bulunmuştur.
“Amerikalılar zekice genellemeler yapan insanlardır, ama nadiren yaratıcı düşünür olabilirler. Dahası, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki ve aynı zamanda Avusturya’daki tıp tekelleri alanı ele geçirmeye çalışıyorlar. Psikanalizi yalnızca doktorların eline terketmek onun gelişimi açısından ölümcül olacaktır. Psikanalist için tıp eğitimi çoğunlukla bir avantaj olduğu kadar dezavantajdır da. Eğer kabul görmüş belli bilimsel uzlaşımlar öğrencinin zihninde çok derin bir biçimde kabuk bağlarsa, tıp eğitimi bir dezavantaja dönüşür.”
Freud her ne pahasına olursa olsun gerçeği söylemek zorundaydı! Her ne kadar hayranlarının çoğu orada olsa da, kendisini Amerika’ya dalkavukluk etmek için zorlayamazdı. Hatta yetmişine merdiven dayadığı şu günlerde bile kendini, onu şu anda bile yalnızca hasetle kabullenebilen tıp mesleği ile barış ilan etme noktasına getiremezdi. Tavizsiz dürüstlüğüne karşı Freud nezaketin ruhuydu. Bütün önerileri sabırla dinliyordu, röportajcısını yıldırıp sindirmek için asla çaba göstermiyordu. Huzurundan bir armağanla, bir misafirperverlik yadigarı ile ayrılmayan pek az konuk vardır!
Karanlık çöktü. Benim için bir zamanlar Hapsburg imparatorluğunun payitahtı olan şehre giden trene binme vakti gelmişti. Freud benim ayrılışımı izleyebilmek için, karısı ve kızıyla birlikte dağdan ayrılıp şehre geri dönen yoldaki basamakları tırmandı. Bana veda ederken sıkıntılı ve üzgün baktı. “Beni karamsar biri olarak gösterme,” dedi son bir kez el sıkışırken. “Dünyayı hor görmüyorum. Dünyayı küçümseyici ifadeler kullanmak onunla kur yapmanın, izleyiciler ve alkışlar kazanmanın bir başka yöntemidir! Hayır, ben karamsar değilim, çocuğum, karım ve çiçeklerim olduğu sürece karamsar değilim! Çok şükür çiçeklerin ne bir karakterleri ne de karmaşıklıkları var” diye ekledi gülümseyerek:
“Çiçeklerimi seviyorum. Ve mutsuz değilim -en azından başkalarından- daha mutsuz değilim.”
Trenimin düdüğü gecenin içinde acı acı öttü. Araba beni hızla istasyona götürdü. Sigmund Freud’un gri kafası ve hafifçe eğilmiş silüeti uzakta ağır ağır kayboldu.
Ödip gibi Freud da Sfenks’in gözlerinin içine dik dik ve derinden bakmıştı. Canavar her yolcuya bilmecesini sorar. Cevabı bilmeyen gezgini yakalar ve hızla kayalıklara fırlatır. Ama ortadan kaldırdıklarına, sırrını çözenlere olduğundan çok daha şefkatli olabilir.
Ahmet abi, güzelim, bir mendil niye kanar, diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar, mendilimde kan sesleri.”
Edip Cansever’in bir Ahmet Abi’si vardı bir zamanlar. İşçi bir babanın oğlu olan ve Kayseri’de, memleketinde Komünist Ahmet diye tanınan “Ahmet Gayretli” (1926 – 25 Mart 2015). Ahmet Gayretli’ye ithaf edilen şiirdir “Mendilimde Kan Sesleri”.
Peki, kimdir bu Ahmet Gayretli…
Erdal Öz, cezaevinden çıktıktan sonra Edip Cansever’le görüşmek ve “Mendilimde Kan Sesleri” şiirinde geçen Ahmet Abi’nin kim olduğunu öğrenmek ister. Bir fırsatını bulur, doğruca Kapalıçarşı’ya, Edip Cansever’in antikacı dükkânına gider. Edip Cansever her zamanki gibi basık tavanlı üst kattaki çalışma masasının başındadır.
Kapalıçarşı’dan Bebek’e geçerler. Cam kıyısında bir masaya otururlar. Balık, salata, rakı… Erdal Öz’ün çok özel bir soru soracağının farkındadır. Sözü döndürüp dolaştırıp “Mendilimde Kan Sesleri”ne getirir. Şiirden bölümler okur. Edip Cansever hem şaşırır hem sevinir.
Bir ara bu Ahmet Abi’nin kim olduğunu sorar Erdal Öz. “Tanımak ister misin?” der Edip Cansever. Hesabı isterler. “Kalk, seni Ahmet Abi’ye götüreceğim.” der. “Şimdi mi?” “Kalk!” der. Kalkarlar.
Edip Cansever küçük bir motor kiralar. Motorcu’ya, “Göksu’ya götür bizi,” der. İstanbul Boğazı’nı hiç konuşmadan motorun patpatlarıyla geçerler. İki yanlı yalıların arasından Göksu koyuna girerler. İskeleye yanaşırlar. Atlarlar motordan. Edip Cansever Ahmet Abi’yi sorar. “Bugün hiç görünmedi, evindedir.” der, kayıkçılardan biri.
Yürürler. Dik bir yokuşu tırmanırlar. Yokuşun tam tepesinde alçak taş duvarlı küçük bir avlunun önünde dururlar. Avluda kocaman beyaz bir sandal, avlunun ötesinde de küçücük tek katlı sıradan bir ev.
“Ahmet Abi” diye seslenir Edip Cansever. Kapıdaki zile basar. Avlunun içindeki küçük evin kapısı açılır. Bir hanım çıkar kapıya. “Ahmet Abi evde mi?” der Cansever. Kadın, Edip Cansever’i tanır. “Edip, canım, sen misin?” deyip gelir, kapıyı gıcırtıyla açar, sarılır Cansever’e. “Gelin gelin, Ahmet evde” der. İçeriye, “Ahmet, bak kim geldi!” diye seslenir.
Karşılarında uzunca boylu, yapılı, yanık yüzlü Ahmet Abi belirir. Sarılırlar. Edip Cansever, Erdal Öz’le Ahmet Abi’yi tanıştırır. Ahmet Abi onları bahçeye buyur eder. “Durun hele!” der, içeri almaz onları. Girip iskemlelerle çıkar gelir. “Hanım, hemen bir masa hazırla!” diye seslenir.
Az sonra toprak avluda küçük tahta bir masanın başındadırlar. Önce rakıyla su gelir. Üç beyaz bardağı havaya kaldırıp tokuştururlar. Karısı, tez elden masayı beyaz peynirle, domatesle, salatayla donatıverir. Erdal Öz, aklına gelen şu dizeleri okur: “Ve sana Ahmet abi / uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki / sofranı kurardı / elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı…”
Ahmet Abi, heyecanlanır. “Yav, kimsin sen arkadaş, tanıtsana kendini!” der. O zaman, Erdal Öz’ün cezaevinden yeni çıktığını, uçak kaçırma suçuyla uzun süre hapis yattığını, Denizler’le buluştuğunu, onlarla buluşup notlar aldığını anlatır Edip Cansever. Ahmet Abi’nin Erdal Öz’e bakışı bir anda değişir. Güveni artar. Konu, Denizler’e, sonra Mahirler’e gelir. Mahir Çayan’la Hüseyin Cevahir, cezaevinden kaçmış, sonra Maltepe’de kıstırılmıştır. Hüseyin Cevahir acımasızca öldürülmüş, Mahir Çayan ağır yaralanmıştır. Kızıldere’ye ölmeye gider gibi giden Mahir Çayan’ın ölümüyle iyice sarsılmıştır. Söz, Kızıldere’ye, Mahir’e gelince Ahmet Abi öfkelenir. “Eşşoğlu eşekler!” der. “Var mıydı, o kadar yakışıklı ölmek yani? O cezaevinden kaçmayı başardınız. Ulan ne diye mahalle aralarında dolaşıp saklanırsınız. Ulan, burada Ahmet Abi’niz ne güne duruyor? Gelecektiniz, bulacaktınız Ahmet Abi’nizi, sonrası kolaydı. Ahmet Abi’niz atacaktı sizi takasına, ver elini Karadeniz. Ne asker yakalardı sizi ne polis. Kurtulacaktınız. Ne diye apartman aralarında kabadayılık yaptınız? Takır takır taradılar sizi! Yazık değil mi ulan bizlere? İçimiz kan ağlıyor şimdi.”
Erdal Öz, Ahmet Abi’nin gözlerinde beliren iki damla yaşı hiç unutmaz.
Ahmet Abi, 1951’de TKP tutuklamalarında hapis yatmış, çıktıktan sonra da her 1 Mayıs gözaltına alınmış, bir “eski tüfek”tir. Edip Cansever Ahmet Abi’yi Çiçek Pasajı’nda bir içki sofrasında tanımış, hem anlattıklarından hem kişiliğinden çok etkilenmiş ve onu şiirine taşımıştır. “Mendilimde Kan Sesleri” bir kavga şiiri değil, genç ölümlerden artakalan yaranın etkili bir biçimde aktarıldığı bir ağıttır. Darmadağın edilen gencecik insanların adına yazılan Mendilimde Kan Sesleri, “sosyalist gerçekçi” bir şiir de değildir. O günlerde ve sonraları, içinde “Deniz, Mahir, Ulaş” sözcüklerinin sıkça geçtiği “sosyalist gerçekçi” pek çok şiir yazılır; ancak bunlardan hiçbiri Edip Cansever’in şiiri kadar, okurun içini acıtmaz.
Sıddık Akbayır
“Gülemiyorsun ya, gülmek Bir halk gülüyorsa gülmektir Ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet Abi.”
Aşağı yukarı iki yılı geçkin zamandır doksanların başında Ali Hüsrevoğlu’nun tanıştırdığı birkaç kez ancak görüştüğümüz sonra izini kaybettiğimiz, kaybolduğumuz Ahmet Gayretli’ye, yani “Kızıl Ahmet’e” gitmeye onu tekrardan bulmaya çalışıyordum. (1926-25 Mart 2015) Bundan yedi-sekiz ay önce bulduğumuz adresin peşinden gitmemiz sonuç vermedi, onun evi yerine karşımıza başka birinin evi çıktı ve Ahmet Gayretli o eski apartmanda hiç yaşamamıştı. Bunun Ahmet Gayretli’ye dönük koruma ya da yalnızlaştırma temelli bir tavrın sonucu olduğunu ise ancak ölümünden sonra aynı apartmana varınca anlayabildim.
Bu arada ben kaç rakı masasında Edip Cansever’in kitabını çıkarıp “Mendilimde Kan Sesleri”ni yüksek sesle okudum bilmiyorum. Bunu Ahmet Gayretli ve bizdeki imgesinin son insanlığı olarak kabul etmeliyiz. Üç-beş yıl boyunca sürekli Ahmet Gayretli’nin hayaletinin aramızda dolaşması bizi konuşmaya çağırması rakı masalarında tutması elimize Edip Cansever’in şiir kitabını tutuşturması bize çok iyi gelmişti
En başa gidelim… Doksanların başında Ali Hüsrevoğlu yani dünyanın Felaket Ali’si, Ahmet Gayretli’yi bulup getirip Talas’taki güneş görmez evin oturma odasına orda da sehpanın üstüne yerleşmiş rakı tepsisinin sağına oturttuğunda çok şeyden haberli bile değildim.
Ahmet Gayretli eski tüfeklerden biriydi ve hala öyleydi. Ondan da önemlisi gelecek düşüncesine ve dünyayı değiştirmeye inanmış bir sosyalistti. Gesi Bağları’nı ve Ali Dağı ezgisini kaidesiyle ve tam bir sakinlikle o yaşta söyleyebilen biriydi. (Sonra yine öğrendik ki, ezgiler konusunda epeyi bir birikime ve ezbere sahipti.) Öyleydi ve bunun hikâyesi de vardı. Ahmet Gayretli 1951 TKP tutuklamalarından sonra Harbiye Askeri Cezaevinde ve başka cezaevlerinde Ruhi Su, Vedat Türkali gibi dönemin sol sanatçıları ile yatmıştır. O yıllarda Ali Hüsrevoğlu’nun anlattığı doğruysa Ahmet Gayretli bir ezgiye başladığında Ruhi Su saygıyla susar ve dinlermiş.
Hatırda tutulması gereken asıl ayrıntı ise Ahmet Gayretli ve arkadaşlarının Adana’ya sevkidir. Hepsi birbirine zincirlidir, bileklerine kan oturmuştur ve Hasan dağı tüm heybetiyle karşılarındadır. Ruhi Su ünlü “Hasan dağı Hasan dağı /Eğil eğil, eğil bir bak/ /Sıkıyor zincir bileği / Jandarmada din iman yok /…/ Gidiyor kalktı göçümüz / Gülmez, ağlamaz içimiz/ İnsan olmaktı suçumuz/ Hasan Dağı, insan olmak /…/ Koçhisar üstünden bora / Gülek bir karanlık dere / Sıradağlar sıra sıra/ Çukurova ana toprak” ezgisini o sevkiyatın etkisiyle yazıp, besteleyip söylemiştir.
Bu Ahmet Gayretli’nin Edip Cansever’in Mendilimde Kan Sesleri’nin konusu Ahmet Abi olduğunu bilen biliyorsa da bizim için daha ortalıkta yoktur ya da çok sonradan öğrenilmiştir. Ali Hüsrevoğlu ile ben iyi kötü şiir karalıyor olsak da böyle bir bahis üçümüzün arasında geçmemiştir. Aslında bu biraz da Ahmet Gayretli’nin mütevazılığı ile ilgilidir belki de Ali Hüsrevoğlu’nun anlattıklarından Ahmet Abi’nin hikâyesine sıra gelmemiştir. Geçmiş gün Ahmet Abi’nin eski tüfekliği daha çok bizim ya da benim ilgi duyduğum yanı olmuş ve sözü hep orada tutmuş da olabiliriz.
O gecenin ve tek fotoğrafının ardından belki yalnız belki yine Ali Hüsrevoğlu ile Ahmet Gayretli’yi ziyaret etmişliğim oldu. Sonra devlet bir gün beni -yıl 1993’tür ve güzdür- Sarız’a memur etmiştir, sürmüştür. Bundan sonrası Mendilimde Kan Sesleri’nin anlamını ve kime yazıldığını öğrenmekle ve Ahmet Gayretli’ye tekrardan ulaşma arzusuyla geçmiştir. Telefon defterindeki numara bu noktada hiçbir şey yapmamıştır. Kavaklı Petrol’ün etrafında dolanmalar da bir şey yapmamıştır. Sonrası ise öyle konuşup sonra da bugün gelen ölüm haberiyle tamamlanmıştır. Kayseri’li “Kızıl Ahmet” ölen yoldaşlarının yanına sessizce yine yoldaşları tarafından uğurlanmıştır.
Ama ondan önce Mendilimde Kan Sesleri anlattığım hikâyeyle benim Edip Cansever okurluğuma da bağlı olarak şiirlerin daha da en önüne geçmiştir. Çünkü ortalıkta ölüm haberi yoktur ve Ahmet Abi bir yerlerde yaşamaktadır. Bir şeyler daha bulur çıkarırım diye yineliyorum: yan yana geldiğimizde biraz saygıdan biraz da Ali Hüsrevoğlu’nun ortamdaki etkisinden olacak ki pek bir şey konuşma şansımız olmadı ya da öyle oldu diye hatırlıyorum. Yaşlı sesiyle söylediği ezgileri saymazsak daha çok Ali Hüsrevoğlu’nun ve rakının belirlediği bir ortamda o da bir kez bulunduk. Belki bir belki iki kez evine gitmişliğimiz oldu ama orda da neler konuştuğumuz neler anlattığımız konusunda pek bir düşünce sahibi değilim ya da hatırlamıyorum.
Sonra anladım ki artık aynı şehirde yaşıyor olmak aynı şehirde yaşamak olmuyor. Çünkü anladık ve yaşadık ki şehirler artık yalnızca alışveriş yapılan yerler olup çıkmış. Biz direndiğimizi sansak da buna pek karşı koyamamışız ya da karşı koysak da pek bir şey yapamamışız, geri çekilip durmuşuz ve dünyayı öylece bırakmışız.
Hem kendimizi hem de bir başkasını böylelikle yalnız bırakmışız demek istiyorum. Şehirler ve orda yaşayan ahaliler için bunun artık bir şey yapılamaz ve yaşayıp yaşamadığımız kuşkulu hale gelmiş bir acı olduğunu söyleyeceğim. Kuşkulu diyorum çünkü günümüz dünyasında duyduğum ve yaşadığım sandığım hiçbir şeyden emin değilim. Kuşku dediğim şeyin gerçekten kuşku olup olmadığını da bilmiyorum.
Yalnızlıkla birkaç arkadaşın hatırladığı ve arayıp sorduğuyla ölüp gitmenin en azından Ahmet Gayretli’nin tercihi olduğunu dünyayı bunu yaşamak için değiştirmeyi arzu ettiğini ve bunun için mücadele ederken cezaevlerine düştüğünü ve yıllarca yattığını, sürgünlere gittiğini, devletin kara listesine girdiğini sanmıyorum.
Dünyanın bize sunduğu bizim bir şey yapamadığımız, yapsak da sonuç alamadığımız gerçek budur. İnsanın iyi bir gelecek düşü sonunda ve bir kez daha onun yalnızlığının öyle yaşayıp ve ölüp gitmesinin nedeni olmuştur. Dünyanın bize önerdiği ve dayattığı tabii budur ama gelecek / devrim düşü olanların birbirini yalnız bırakması başka bir şeydir. Edip Cansever’in Mendilimde Kan Sesleri şiiri bahsinde bağışlanmayı istediğim asıl mesele de budur.
Halim Şafak Evrensel / 29 Mart 2015
İnsan yaşadığı yere benzer
“Fabrikalarında çalıştım, hapishanelerinde yattım memleketimin… Memleketimi sevdim, insanlarını sevdim ama beni çok yıprattılar, hâlâ da seviyorum memleketimi. Hırsızı sevmem, uğursuzu sevmem. Alın teriyle, namusuyla çalışan insanları ve ağaçları severim.”
İnsan yaşadığı yere benzer
Tarihe 1000 Canlı Tanık Çocukluğum Kayseride geçti. Biraz sıkıntılı yıllardı. Babam işsizdi. Bu yıllar sıtma yıllarımdır. Doktora gidilmezdi, daha çok kullandığımız kocakarı ilaçlarıydı. Tavşan pisliği toplanır, sidik içirilir, dalak kesilirdi. Muska ve ip bağlanırdı sıtmaya karşı. Bal sürüyorlardı şuraya, bıçakla sonra sıyırıyordu hoca okuya okuya. Ona dalak kesmek denirdi. Daha çok muska yazılırdı… Doğa ve toprağa bağlıydı yaşam. Kadere, alın yazısına bağlıydı her şey. Baskılarla büyüdük. Dini baskılar, ahlaki baskılar, devlet otoritesi şunlar, bunlar… Bu korkular içinde yoğrulduk geldik. Annem her Anadolu kadını gibiydi, okumuş yazmışlığı yoktu. Zaten bizim dönemimizde okuryazar çok azdı. Askerden bir mektup gelir, okuyacak adam ararlardı, ev ev gezip. Sonra çocukluk dönemimde Kayseri’de otomobil filan da yoktu… Bir tek Amerikan Kolejinin arabası vardı, o yola çıktığı zaman mahalleye haber gelirdi Atsız araba gelmiş diye; hadi hurra, arkasından yamalı entariler koşardık… Kayseri’nin doğru dürüst ekim toprağı yoktur. Kayserililer onun için hep dışarı giderlerdi. Sonradan Sümer Bez Fabrikası yapılırken, babam orda iş buldu, yaşantımız biraz daha düzeldi… Babamın siyasi düşünceleri yoktu. Hangisi ona iş verdiyse onu tutardı.” Gençlik yıllarında halkevleri ile tanışan Ahmet Gayretli, halkevi temsil kolu başkanlığı yapar. “Dağcılık, köycülük kolları, saz kolu da vardı. Vedat Nedim Törün İmralının İnsanları diye bir piyesini sahneye koyduk. Sol bir eserdi.” O günlerde Kayseri Emniyet Müdürlüğünün hakkında hazırladığı rapor siciline işlenir. Ortaokuldan mezun olur ve sanat okulunun teknik resim bölümüne devam eder. Ardından Eskişehir Tayyare Fabrikasına girer. “İlk üç ay eğitimden sonra fabrikaya alıyorlar, işte orda hem mesleğini hem de askerliğini yapıyorsun, çalışıyorsun. Almanlar tarafından kurulmuş Tayyare Fabrikası. Almanlar İkinci Cihan Harbinde kullandılar o tayyareleri. Büyük bir fabrikaydı, 3 bin kişiye yakın insan çalışıyordu. Bu dönemde iktisadi durumumuz biraz daha düzeldi.”
Kendisi gibi işçi bir babanın ilk çocuğu olarak 1926 yılında Kayseride doğar. 1938 yılında İstiklal İlkokulundan mezun olur. Ortaokul eğitiminin ardından sanat okuluna devam eder. Resme olan yeteneği Eskişehir Tayyare Fabrikasında teknik ressam olarak çalışmasına neden olur. Halkevlerinde başlayan siyasallaşma süreci, askerliğini yaptığı Tayyare Fabrikasında tutuklanmasıyla ivme kazanır. Ankarada işçi olarak çalışmaya başladığı dönemde gözaltına alınır. 1951 yılında TKP operasyonunda tutuklanıp Harbiye Askeri Cezaevine gönderilen onlarca insandan biridir artık. Son bir yılı Adana Cezaevinde olmak üzere dört-beş yılını demir parmaklıklar arkasında geçirir. Cezaevi dönemini Malatyada yaşanan sürgün yılları izler. Sürgünden dönüşünde 33 yaşındayken evlenir. Üç çocuğu olur bu evlilikten. Ne var ki “komünist” damgası, düzenli bir işe girmesine engeldir. Tabelacılık ve cezaevinde geliştirdiği fotoğraflardan resim yapma becerisi ile kazanır hayatını. Edebiyata ve okumaya meraklı olan Gayretli nin Kaynak ve Yedigün dergilerinde yayımlanmış şiirleri var. Halen Kayseride eşi, oğlu ve geliniyle birlikte yaşıyor. “Resimler: cezaevleri / Resimler: özlem / Resimler: eskiden beri / Ve bir kaşın yukarı kalkık / Sevmen acele / Dostluğun çabuk…” (*) dizelerinde şair Edip Cansever tarafından ölümsüzleştirilen Ahmet Gayretli ile Kayserideki evinde görüştük. Tayyare Fabrikasında çalışırken komünizm propagandası yaptığı gerekçesi ile mahkemeye sevk edilir. “Bir gün, bir arkadaşla gelirken işte, karşı ufuk kızarıyor, ne güzel bir renk demişim. Bir de bu gülün çocuklar, eğlenin demişim. Ey Lenin dediler sonra. Bunun gibi şeyler yüzünden mahkum oldum. Ben (Vladimir İliç) Leninin kim olduğunu bilmiyordum. Hapishanelerde öğrendim ben gerçeği. Orda 11-12 ay yattım, dokuz ay ceza yedim, çıktım. Biraz askerliğim kalmıştı, onu sonra tamamladım.” Askerlik dönüşü memleketine, Kayseriye döner. “İşim gücüm yok, iş de vermiyorlar, aforoz edilmiş gibisin. Halk arasında komünist deyince umacı gibi görüyorlar: Korkunç, gözü kanlı, tırnakları uzun, acayip biri… Bir sandık ardiyesi tuttum, orda tabela yazıyorum. Türkü söylerim çalışırken ara sıra, gelir, şöyle uzaktan bakarmış etraftakiler. Bu nasıl komünist be, türküsü bizim türkümüz diyorlarmış. Mesela bana soruyor biri: Komünist misin? Valla olamadım ki, haggadan da bir komünist çok özverili olmalı, bir defa bilgili olmalı, insanı sevmeli, bir komünist bölüşmesini bilmeli derdim. Bir defa mimlenmişim. Ondan sonra Ankarada bir lastik fabrikasında iş buldum ve kalıp atölyesinde ustabaşılık yaptım. Ankarada partiye yani yeni bir teşkilata girişim var. İkinci yakalanışım partiye iştirakten oldu. İşte Ankarada yakalandıktan sonra, İstanbula gönderildik. Büyük bir tevkifattı o, Türkiyedeki en büyük sosyalist harekete karşı yapıldı.” 1951de, o tarihlerde gizli faaliyet gösteren Türkiye Komünist Partisi (TKP), tarihinin en kapsamlı tutuklamalarından birini yaşar. ABD’de ve Türkiyede tırmanan antikomünist kampanyanın bir sonucu olarak 21 Ekim 1951de başlayan operasyonlar iki yıl sürer. Ankara, İstanbul ve İzmir illerinde TKP üyesi oldukları gerekçesi ile tutuklananların pek çoğu iki yıl süren mahkeme sürecinin sonunda hüküm giyer. Öte yandan operasyonun sonucunda TKP’nin faaliyetlerinde uzun süreli duraksama yaşanır. İşte o günlerde Ahmet Gayretli de tutuklanır.
“İstanbulda Sansaryan Hanı diye eski polis müdüriyetine gittik önce. Orası ta Osmanlı zamanından kalma bir polis müdüriyetidir. Çok şerefsiz bir yer orası. İlk üç ay hücrede kaldım. Tabutlukta da kaldım, zaten bir gün tabutlukta kaldın mı ayakların tutuluyor. Polis ekibi de çok korkunçtu. Fazla konuşamazsın, sesli konuşamazsın, kızarlar. Param da yok, yemek de yok, yalnızca dört parça ekmek verirlerdi. Zamanında bir adam attılardı pencereden. Kendi kendini attı dediler, zabıt tuttular. Geceleri bütün o Sansaryan Hanındaki motorlar çalışıyor, radyolar açılıyor alabildiğine bar bar bağırıyorlardı, dayak atarlardı geceleri. Allah, peygamber sesleri kulaklara gelir, insanın asabını bozardı. Korkunç günler yaşadık. Üç aydan sonra gönderdiler Harbiyeye (askeri cezaevi). Harbiyede üç sene kadar kaldım. 6-7 Eylül hadisesi çıktı, sene 55te filan, büyük taşkınlıklar oldu. O günlerde topladıkları çapulcuları da getirdiler Harbiyeye.” Üç yılın sonunda Adana cezaevine sevk edilir: “Hiç unutmam bizi Adana cezaevine götürüyorlar. Bir akşamüstü, Fatihte bir jandarma karakolu var, oraya getirdiler önce bizi. Yüzbaşı çıktı otobüsün merdivenine, seslendi, talimat verdi, zincirlediler bizi. Sallana sallana bir gecede Koçhisar’a geldik. İkide bir de direksiyon kaçırıyordu şoför. Benzinliğe çektik, adam uykuya yattı, biz de ordayız. O yüzbaşı “sakın zinciri oynatmayacak, açmayacaksınız” dedi ya varıncaya kadar açmadılar zincirleri. Zincirler oturdu, ellerimiz şişti, kan bile çıktı bileklerden. Orda bizi su dökmeye çıkardılar, bir adam uyur, birimiz çişe oturur, yani abdest edecek, eller kelepçeli, o kalkıyor, öbürü oturuyor, böyle bir gece geçirdik. Neyse işte, adam uyandı, yola çıktık. Gece yarısı, Hasan Dağına dikilmiş ay, Ruhiye de ilham geliyor, o zaman söylüyor işte böyle: Hasan Dağı, Hasan Dağı, eğil, eğil, bir bak, sıkıyor zincir bileği, jandarmada iman yok, hiç insaf yok. Bir ay doğdu, ışıdı yarama değdi, kelepçe derimi soydu, Hasan Dağı derdimiz çok… 39 saatte indik. Herkes perişan. Hapishanenin avlusuna indirdiler, çömeldik böyle… Bir süre sonra isyan çıktı hapishanede. Öyle bir korkunç oluyor yani eğer kitle bir şeye kızarsa yapamayacağı yok. Biz de isyanı destekledik. 30 tane dilekçeyi parlamentoya gönderdik… Hapishane müdürü bir kulüp kurdu, benden de kulüp için amblem yapmamı istedi. Tuttum şöyle iki tane el yaptım da, ortasında bir top, şuralarında kelepçe sallanıyor… Hapishanede bizi sevdiler, saydılar. Bazılarının dilekçelerini, konuşmalarını yazardık. Herkes bildiğini bir öğretmen gibi birbirine aktarırdı. Orda yetiştik. Vedat Türkali ve pek çok arkadaş vardı.” Eğlenini “Ey Lenin” anladılar “Malatyaya sürgüne gittim daha sonra, 20 ay kaldım orada. Param yok, kimse para göndermedi. Malatyadaki insanlarla kaynaştım. O zaman örgütlü mörgütlü bir şeyim yoktu. Yalnız kitaplarım vardı. Kitap verir, kitap okuturdum, böylece bir çevre edindim.” İki yıl sonra Kayseriye döner. Evlenmeye karar vermiştir: “Şehirden kız vermediler. Sosyalist insana karşı büyük tepki vardı. Akrabalarım şimdiki ailemi buldular. Eşimin babası (ileri) görüşlü bir adamdı. O da (içerde) yatmış. Bilmiş beni, O da iyi bir dünya istiyor, ben de istiyorum demiş. Aldım ailemi, öyle iyi de anlaştık ki buraya kadar geldik. Çevrem genişledi, insanlar benden kaçmaz oldu, beni anladılar. Çoluk çocuğa karıştım. Başlangıçta tabela yazardım. Sonra sanayiden bir dükkan tuttum. Karnımız doymaya başladı.” Son sözlerini 42 senesini verdiği siyasi yaşamının genel bir değerlendirmesine ayırıyor: “Siyasi düşüncelerim hiç kaybolmadı. Bir örgüte bağlı çalışmadım. Pek çok sosyalist tanıdım.Yalnız entelektüel çevre çabuk bozuluyor bunu gördüm. Emekçi az bilir ama sağlam inanır. Okumuş çevre bozuldu çünkü menfaatlerini tepemediler. İşçi sınıfının hiçbir şeysi yoktur, zincirinden başka. Siz daha gençsiniz, ben gelmişim 78 yaşına, ben görmiycem ama güzel günler gelecek, onu göreceksiniz. İnsanlığın başka türlü yaşamasına imkan yok çünkü. Artık o dönüşme zamanı gelmiştir.”
Milliyet / 02.05.2004
Mendilimdeki Kan Sesleri şiiri, Edip Cansever ve Ahmet Gayretli’nin birlikte geçirdikleri bir İstanbul gecesinden sonra kaleme alınmıştır.
Mendilimde Kan Sesleri
Her yere yetişilir, hiçbir şeye geç kalınmaz ama çocuğum beni bağışla, Ahmet abi sen de bağışla.
Boynu bükük duruyorsam eğer içimden böyle geldiği için değil, ama hiç değil. Ah güzel Ahmet abim benim, insan yaşadığı yere benzer, o yerin suyuna, o yerin toprağına benzer, suyunda yüzen balığa, toprağını iten çiçeğe, dağlarının, tepelerinin dumanlı eğimine, Konya’nın beyaz, Antep’in kırmızı düzlüğüne benzer, göğüne benzer ki gözyaşları mavidir, denizine benzer ki dalgalıdır bakışları, evlerine, sokaklarına, köşe başlarına öylesine benzer ki, ve avlularına (bir kuyu halkasıyla sıkıştırılmıştır kalbi) ve sözlerine (yani bir cep aynası alım-satımına belki) ve bir gün birinin bir adres sormasına benzer, sorarken sorarken üzünçlü bir ev görüntüsüne, camcının cam kesmesine, dülgerin rende tutmasına, öyle bir cıgara yakımına, birinin gazoz açmasına, minibüslerine, gecekondularına, hasretine, yalanına benzer, anısı ıssızlıktır, acısı bilincidir, bıçağı gözyaşlarıdır kurumakta olan, gülemiyorsun ya, gülmek bir halk gülüyorsa gülmektir, ne kadar benziyoruz Türkiye’ye Ahmet abi.
Bir güzel kadeh tutuşun vardı eskiden dirseğin iskemleye dayalı, -bir vakitler gökyüzüne dayalı, derdim ben. – Cıgara paketinde yazılar resimler, resimler; cezaevleri, resimler; özlem, resimler; eskidenberi, ve bir kaşın yukarı kalkık, sevmen acele, dostluğun çabuk, bakıyorum da şimdi o kadeh bir küfür gibi duruyor elinde.
Ve zaman dediğimiz nedir ki Ahmet abi, biz eskiden seninle istasyonları dolaşırdık bir bir, o zamanlar Malatya kokardı istasyonlar, Nazilli kokardı ve yağmurdan ıslandıkça Edirne postası, kıl gibi ince İstanbul yağmurunun altında esmer bir kadın sevmiş gibi olurdun sen, kadının ütülü patiskalardan bir teni, upuzun boynu, kirpikleri…
Ve sana Ahmet abi, uzaktan uzaktan domates peynir keserdi sanki, sofranı kurardı, elini bir suya koyar gibi kalbinden akana koyardı, cezaevlerine düşsen cıgaranı getirirdi, çocuklar doğururdu ve o çocukların dünyayı düzeltecek ellerini işlerdi bir dantel gibi. O çocuklar büyüyecek, o çocuklar büyüyecek o çocuklar…
Bilmezlikten gelme Ahmet abi, umudu dürt, umutsuzluğu yatıştır, diyeceğim şu ki yok olan bir şeylere de benzerdi o zaman trenler, oysa o kadar kullanışlı ki şimdi, hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse çocuklar, kadınlar, erkekler, trenler tıklım tıklım, trenler cepheye giden trenler gibi, işçiler, Almanya yolcusu işçiler, kadınlar, kimi yolcu, kimi gurbet bekçisi, ellerinde bavullar, fileler, kolonyalar, su şişeleri, paketler, onlar ki, hepsi bir tutsak ağaç gibi yanlış yerlere büyüyenler. Ah güzel Ahmet abim benim, gördün mü bak, dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar ve dağılmış pazar yerlerine memleket, gelmiyor içimizden hüzünlenmek bile, gelse de öyle sürekli değil, bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün, o kadar çabuk, o kadar kısa, işte o kadar.
Ahmet abi, güzelim, bir mendil niye kanar, diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar, mendilimde kan sesleri.
Edip Cansever, Mendilimde Kan Sesleri (Sonrası Kalır, I, Bütün Şiirleri)
Ey insanlar! Kulağım şu kabileden birine âşıktır Bazen kulak gözden önce âşık olur Bana, “gözlerini görmüyoruz senin” dediler; onlara dedim ki: Kulak da göz gibidir. Kalbe, olan şeyleri gösterir.
Beşşâr b. Burd
Beşşâr âmâ bir şairdir. Bir gün mecliste kulağına bir cariyenin sesi gelir. Cariye Cerir’in “Huri gibi parıldayan gözler bizi öldürdüler sonra da diriltmeden gittiler” diye başlayan şiirini inşat etmektedir. Beşşar bunun üzerine mezkur mısranın yer aldığı şiirini yazar ve bir akrabasıyla gönderir. Böylece Arap edebiyatının en güzel aşk şiirlerinden biri ortaya çıkar.
Duymak, çok duymak eziyor beni. Yeni, bilinmedik bir sayrılık da olabilir bu. Bilmiyorum ki. Eziliyorum sadece. Uyumsuzluğum (dışa vuramadığım) yiyip tüketiyor kupkuru ruhumu. Biraz soluk almak için, kuramsal olmamak koşuluyla, ne yapabilirim acaba? Hiçbir sey gideremiyor susuzluğumu. Hiç, hiçbir sey..
İçmek yoruyor artık. Eskiden içkiye koşardım, kafamı kovardım dünyamdan. Şimdi?
Kimseyi ortak etmek istemedim sıkıntılarıma. Hiç değilse uzun süre böyle yaşadım. Ama.. Belki.. Neden bir çaresi olmasın bunun?
Kürkümü severek giyiyorum. Ve hep aklıma geliyor inceliğin, inceliklerin. Ankara sendin. Özlemle arayacağım o kısa günleri.
Şimdi dışarda bir bakır düştü. Mayraba olabilir, bir sahan kapağı, bir buhurdanlık olabilir. Bazen sesler duyarım Boğazın tepelerinde. Bir çekiç sesidir. örneğin. O kadar yaşlıdır ki, kaplar her yanı, doldurur kulaklarımdan geçerek uçsuz bucaksız yüzölçümümü. Eninde sonunda bir çekiç sesi. Kimbilir kim bir kayayı ikiye bölüyor ya da bir tekneyi kalafatlıyordur. Rüzgarsız bir balıkçı kayığımı temizliyordur az ötede. Pulların da sesi vardır. O kadar güzeldir ki pullar, zarfların üstünde tutsak, sürgünde gibi alışılmış acılarımı solur. Pullar… Düzeltemiyorum hayatımı. Neresinden çeksem, öteki yanı bozuluyor.
Gel İstanbul’a. Konuşmadan dolaşalım. Tepelere çıkalım tepelere, uçmayı duymak için. İnimdeyim, dükkanın üstünde. Şiir, belki biraz şiir.
Bir ağaç sürüsünün üstünden Çok ağaçlı bir ağaç sürüsünün üstünden Kesilmiş limon dilimleri gibi düşüyor güneş Votka bardağımın içine Benim olmayan bir sevinç duyuyorum.
Kesiyorum durduğumuz yeri ortasından Ey görünüş! seni bir yerinden hiç anlamıyorum Dibimde değil ayaklarımın, damarlarında Derinliğini orda tutan, orda harcayan Uçsuz bucaksız bir uçurum.
Zamanla değil, bir yerde Benim olmayan bir şeyle yaşlanıyorum Geçiyorum ilk şeklimi tüketerekten Ağır ağır yanan bir tuğla harmanını Billurdan sarkaçlarıyla.