Kayıp ve Yas -2

Bu yazı, bir fikri takip yazısıdır.

31 Mart seçimlerinin hemen ardından kişisel ve toplumsal kayıpları irdelemeyi amaçlayan yazımda yer alan iddia ve saptamaların yenilenen İstanbul seçimleri sonrasında gözden geçirilmesidir.

O gün gidenin ardından bu dünyada kalan kişiler açısından kaybın ağırlığını belirleyen kaybedilenin kimliğidir demiştim. Yitip giden geride kalan kişiler için ne kadar önemliyse, onlar için ne kadar fazla bir değer taşıyorsa kaybın acısı o kadar katlanır diye eklemiştim.

Anlaşılan o ki İstanbul, ekonomik ilişkiler açısından muktedir için kaybedilmesi göze alınamayacak kadar önemli ve siyaseten yitirilemeyecek kadar değerliymiş.

Aşk değil tutkuymuş yani. Başka birisiyle paylaşılamayacak kadar hırsmış. Başkasına layık görülemeyecek kadar kibirmiş…

Ama biliyoruz ki aşk ne kadar özgürlükse, tutku o kadar esarettir. Aşkın öznesi, tutkuda nesneye dönüşür. Mülke ve mülkiyete tabi kılınıp boğulur. An gelir “Ya Benimsin Ya Kara Toprağın” hezeyanıyla öldürülmeye bile kalkışılır.

Oysa aşk -tutkunun aksine-, aşığın gitme ihtimalini ilk günden kabul ederek, onu her gün kaybetmemeye çalışmaktır. Maşuğun kendisinde eriyip kaybolmasını isteyen bir teklik histerisi karşısında, bir imkânsızlık düşü olarak iki kalarak biz olmaktır aşk.

Aşk, aşıktan bağımsız olarak maşuğun bir özne olarak yaşama hakkını tanımaktır. Bu hakka saygı göstermektir. Ve günü geldiğinde kendisinin gideceğini bilip “Ben Ölürsem Sevdiceğim Sağ Olsun” diyebilmektir.

Ama kendisinden başka kimseleri sevemeyen narsistler asla aşık olamazlar. Olsa olsa kendi tutkularının esiri olurlar.

Çünkü narsistler kendilerinden başka hiçbir şeye değer vermezler. Paramparça olmuş egoları nedeniyle kendilerinden başka hiç kimseyi görmezler. Gözleri, tıpkı nehirde akseden yüzüne aşık olan Narkissos gibi sadece kendilerine dönüktür.

Başarı ve yeteneklerini abartırlar, sınırsız zekâ ve güç üzerine hayaller kurarlar. Kendilerinin eşi bulanmaz özellikte birisi olduğuna inanırlar. Ancak bu özelliklerinin herkes tarafından fark edilemeyeceğini düşünerek sınırlı ve değişken bir arkadaş grubuyla temas ederler. Hiç kimsenin kendilerinin derinliğini anlayamayacaklarını zannettiklerinden dolayı çevrelerindeki insan grubunu sürekli değiştirirler. Çünkü beğenilmek, çok beğenilmek, hep beğenilmek isterler. Kendilerine yönelecek en ufak bir uyarı ve siteme dahi tahammül edemezler. Her zaman kişileri ve olayları kendi çıkarları için kullanmaya çalışırlar. Tahmin edilemeyecek kadar pragmatistirler. Her şeyi, her başarıyı, her mevkiyi hak ettiklerini düşünürler. O hak ettikleri hedefe ulaşmak için her yolu kendileri için hak olarak görürler.

Empati yapamazlar. Tuz buz olmuş egoları nedeniyle kendilerinden başkasını hissedemezler. Başka bir kişinin gözlerinden dünyaya bakamazlar. Başka insanların ihtiyaçlarını zerre kadar önemsemezler. Ama herkesi kıskanırlar.

Hasettirler. Küstahtırlar.

Onlar için öteki’nin tek anlamı, öteki olarak kendilerinden başka bir değer olması değil, tam aksine muktedirliklerinin kanıtı olarak ele geçirilecek bir hedef olmasıdır sadece. Her hedef gibi ele geçirildikten sonra anlamsızlaşan ve ona ihanet edilen bir hedef…

Ne hazin ki ele geçirilecek hiçbir hedef onların egolarının kırılganlığını onaramayacaktır.

Onlar bedensel yok oluşa kadar ruhsal iğdiş edilmişliğin ıstırabıyla hem kendilerine hem de muktedirlikleri oranında çevrelerine elem vereceklerdir.

Bilelim ki, her faşizmin altında patolojik bir narsisizm ve pek çok kişi tarafından paylaşılmış patolojik bir narsistik dava saklıdır.

Şok ve İnkâr

7 Nisan 2019 günü benlikte travmaya neden olan her kayıp bir “şok” ile başlar. Kişi duyduğuna, gördüğüne, apaçık ortada duran gerçeklere inanmaz. Gerçekliği anlamsız biçimde reddeder diyerek reddedişin çoğu zaman rasyonel gerekçelerle de açıklanamayacağını yazmıştım.

Tıpkı muktedirin rasyonel gerekçelerle açıklanamayacak biçimde İstanbul seçimlerine itiraz etmesi ve hukuk dışı bir kararla seçimi iptal ettirmesi gibi.

Oysa ortada apaçık bir gerçek vardı: İstanbul gönlünü başka bir hırsıza kaptırmıştı.

Onca zamandır havuza dönüştürülmüş medya aracılığıyla her gün fırça yemekten, bir ergen gibi atılan triplerden, her yerde hep aynı yüzü görmekten, herkesin hain ilan edilmesinden bıkıp usanmıştı.

Daha önemlisi yeni aşık, ona başka bir dille seslenmekteydi. O da bu sese kulak vermişti. Birlikte biraz zaman geçirerek onu daha yakından tanımak istiyordu.

Aşığın, maşukun bu halini anlaması ve gerçeği kabullenmesi gerekiyordu. Hem belki bu flörtten beklediğini bulamayacaktı İstanbul. Dahası aşığın yaşayacağı kayıp ve özlem duygusu, aşkın insanı insanileştirdiği gibi muktedire de ölümlü bir fani olduğu gerçeğini yeniden hatırlatabilirdi. Onu yeniden insani vasıflara kavuşturabilirdi.

Olmadı: kibir ve tutkusu izin vermedi. İstanbul da bir daha geri dönmemek üzere terk etti muktediri.

Çökkünlük

Her kaybın ardından gözlenen çökkünlük dönemi 31 Mart sonrasında fazla değildi oysa. Ne de olsa yarışın sonucunu foto finiş belirlemişti.

Yani maşuğun gönlü tümüyle kaymamıştı yeni aşığa.

O gün itibariyle aşığa düşen olanı biteni layıkıyla değerlendirmekti. Nefret söylemleri ve hain suçlamalarının nedenlerini ortaya koymak, yüzyıldır yok sayılmak istenen bir halkın temsilcileriyle yeniden temaslar kurmak ve tanzim kuyruklarında ekmeğinin derdine düşmüş insanların önünde sergilenen israf ve şatafattan dolayı özeleştiri vermek gerekiyordu.

Eğer herşey yitip gitmediyse, eğer İstanbul’a gerçekten sevdalanılmışsa ayakta kalabilmek ve yaşayabilmek için neyi değiştireceğini bulmak, ötekini suçlamaktan vazgeçip sahici bir yüzleşmeyle yanlışlarını düzeltip hayata devam etmek şarttı.

Ancak yapılan bunun tam aksiydi.

Oysa bu dünyada çivi çiviyi sökmedi hiçbir zaman. Soylu’ların öfke ve nefret kusan dili hiçbir yaraya derman olmadı hiçbir zaman.

Ama gelin görün ki sadık emanetçi tarafından sürdürülen kısacık bir icraatın içinden molasının ardından bildiğimiz yüzyıllık oyunlar sahneye konuldu. Ahlâk, etik, onur kavramları maşuğu elde etme pahasına insafsızca çiğnendi.

Aslında doğruyu ifade etmek gerekirse başka da bir yol kalmamıştı onlar için. Çünkü insani sınırları çoktan aşmışlardı. Gezi’de bu ülkenin geleceğini yok etmeye kalkışmışlar, bıyıkları terlememiş çocukların annelerini miting meydanlarında yuhalatmışlar, ölüme bile saygısızlık ederek bir annenin cenazesini yedi gün sokaklarda bekletmişlerdi.

Adına Türkiye denilen bu ülkede siyasi iktidarın sınırsız öfkesinden nasibini almayan hiç kimse kalmamıştı.

Memleketin tamamında esen korku rüzgârlarının aksine muktedirin katında yatlar, katlar, çekler, köprüler ve binbir yolla aktarılan milyon dolarlık rakamlar uçuşmaktaydı.

Hayat kimileri için çekilmez oldukça, kısıtlı bir çevre için o oranda güzelleşmekteydi. Ülke içeride ve dışarıda zora ve zorluklara gark oldukça, kimileri için o oranda sefa katlanmaktaydı.

İstanbul seçimlerinin yok yere iptal edilmesi tüm bunların üzerine eklenen bir damlaydı sadece. Milyarlarca damlanın üzerine eklenen son bir damla…

Gelin görün ki an geldiğinde bir damla hayatın tüm akışını değiştirir. İstanbul örneğinde olduğu gibi maşuk, aşığın değişmeye gönüllü olmadığını, aksine kendisini kandırmaya ve bu sayede elinde tutmaya çalıştığını fark etti. Ancak bu tutum herşeyden önce maşuğun aklına, fikrine, zekâsına, onuruna ve sevgisine hakaretti. Bu nedenle aşığa temelden ve esastan bir hayat dersi oldu 23 Haziran.

Muktedirin yaşadığı şeddeli yenilginin yarattığı şokun çökkünlüğü bir önceki ile kıyaslanamaz büyüklükteydi artık.

Maşuk, kastre ederek fallik gösterenini kesmişti. Kibirini ve gücünü ayakları altına almıştı tutkusuna yenilenin…

Osman Elbek

KİTAPLARIN VAKT-İ MERHUNU

Mesut bir ömür, hiçbir yangın felâketini görmemeliydi.

Muhteşem bir ömür, okunmuş kitaplarının bir tanesini kaybetmemeliydi. Eski kitaplarımızın hepsi yanımızda kalmalıydılar. Dostlarımız, kendilerine okunmak üzere verdiğimiz kitapları iade etmeliydiler. Kütüphanemizin bütün kitapları muhafaza edilmeliydi.

Her kitap doğduğu, yaşadığı devrin mânâsı ve hâfızası sayılır. Her okuduğumuz kitap, yaşamış olduğumuz bir zaman, düşünmüş olduğumuz fikirler, duyduğumuz muhabbetler demektir. Onları, ömrümüzün parçaları gibi duyarız. Bir zaman geçtikten sonra, bütün bu kitaplar birer hâtıra sayılır. Görülen gözler, duyulan bir ses ve bir telâffuz hususiyeti gibidir.

Bunun için, hepsi de, her zaman gözlerimizin önünde olmalıdırlar.

İlk mektep kitapları, ilk şiirler, ilk romanlar, ilk tarihler ömrümüzde en mühim bir devri açarlar. Belki bütün kitaplar arasında bizi âdeta büyülemiş olanlar, ilk gençlik zamanlarımızda okuduğumuz, ilk beğendiklerimiz ve muharrirlerini üstad saydıklarımızdır. Bilhassa çocukluk zamanlarımızın kitapları en eski hatıralarla dolu kutular gibidir. Bu kitapları karıştırırsak renkleri, kâğıtları, kapları ile bize hâlâ maddeden bir tesir yapmakta olduklarını görürüz.

Edebiyat-ı Cedide’nin kırmızı kaplı ve isimleri beyaz yazılı kitaplarından ilk beş tanesi: Hüseyin Cahid’in “Hayatı Muhayyeri, Tevfik Fikret’in “Rubab-ı Şikeste” si, Halid Ziya’nın “Bir Yazın Tarihi” ile “Aşk-ı Memnu”u, Hüseyin Cahid’in “Hayal İçinde”si sanki gözlerimden evvel basılmışlardı. Gözlerim açılır açılmaz bunları gördüm. Ancak bu kitaplardan sonrakilerini muasırlarım saymıştım.

Sonra, yine, Hüseyin Cahid’in bir küçük hikâyesinde: “Fransızca sarı kaplı kitaplar” diye bahsettiği ilk okuduklarımla öyle bir istina peyda etmiştim ki hâlâ bunların renklerini, şekillerini görür görmez o zamanların tatlarını ve hazlarını duymağa koyulurum.

Çocukluk hatıralarımız, bazı günlerimize hâlâ karışır, ilk okuduğumuz kitapların kahramanlarını hayatımız boyunca hatırlarız. Bazı kitapların isimleri hatıramızda kalır da, yazanların adları unutulur. Bir gün “Zavallı Necdet”i hatırlar ve o kitabı okumak isteriz. 

Bütün bu yeni doğmuş kitaplar, baharın kelebekleri gibi, bahar çiçeklerine doğru, rengârenk uçuşmağa koyulurlar. Fakat, mevsimleri geçince, hemen hepsi de kaybolur ve yine başka bir mevsim gelince, yine başka kelebekler gibi, uçuşmağa başlarlar. Bu kitaplar, şekilleri ve renkleriyle, tatil ayları, deniz saatleri, mehtap geceleri, sabah kuşları, şiir tatlariyle toplaşır, karışır ve hâfızamızda, bütün bunları artık biribirlerinden ayıramayız. Haklarındaki hükümlerimizi ne kadar değiştirmiş olursak olalım, kütüphanedeki bu kitapları karıştırıp onları renk ve şekilleriyle tekrar görür görmez, hislerimiz bakımından, yine tesirleri altında kalırız.

Yeni şairlerden ziyade, eski şairleri okumağı severiz. Bazı kitaplar vardır ki, bunları ancak bir tek cümlesini bulmak için tekrar karıştırırız. Bazılarım bir bakışta bertaraf ederiz. Bazan da onların içindeki eski zaman seslerini duyar gibi mütehassis oluruz. 

Kütüphanemizin pek kullanmadığımız bir köşesindeki bu raflarda, daha hiç okumadığımız şiir, hikâye, roman, tenkid, tarih, seyahatname, din ve felsefe kitapları bulunabilir. Bütün bu kitapların şimdi hemen hepsini okumağa imkân bulamayız. Fakat bu kitapların bir gün okunabilmesi için şimdiden bir ihtimal imkânı hazırlanır. Bilmediğimiz tesirler altında, okumak ihtiyacımızın evvelden tahmin edilmeyen sebeplerinin de değişmesiyle onlara yaklaşabiliriz. Muharrirler, kitap isimleri ve mevzuları karışarak geçmiş zamanlarla birleşerek bazan da duyulmamış bir meraka kapılabilir, senelerden sonra, herhangi bir gün veya bir gece, bazan bir kitabı, bazan da bir başkasını okumak ihtiyacını duyabiliriz. Ve denilebilir ki, mukadderat her kitabı bir vakt-i merhun için saklar. Zamanla hazırlanıp nihayet onu okumak ihtiyacını duyup kendisini aradığımız kitabı derhal yerinde bulmak için de hepimizin az çok böyle bir kütüphaneye ihtiyacı vardır.

Heva ve hevesimiz, şiirimiz ve şuurumuz, hüznümüz ve neşemiz, hülyalar ve rüyalarımız, dualar ve ilâçlarımız, soğuk veya sıcak, yağmur veya rutubet, günler ve geceler her şeyi karıştırarak, o zamana kadar duymadığımız bazı şiirleri duymak, bazı hikâyeleri dinlemek, bazı mevzuları deşmek, bazı hikâyeleri düşünmek isteğiyle önümüzde kapalı duran bazı kitapları, gözlerimiz önüne açabiliriz.

Mevcut kitaplar, her zaman bir okumak imkânı saklar. Bazan artık bir satır olsun yazmak ihtiyacını duymadığıma emin olacağım gelir. Fakat hiçbir zaman artık okumak istemediğime tamamen inandığım olmamıştır. 

İnsanın bazan meyus ve yapayalnız kaldığı günler vardır. Kendini tamamen kitapsız ve dostsuz bulur. Bomboş gibi doğan bazı sabahlar çölde bir mezar yalnızlığı duyulur. O zaman yeni baştan bir kitap, yeni baştan bir mekân ve makam aramağa başlarsınız. Ve anlarsınız ki bugün, o kitabın günüdür. Anlarsınız ki, her kitabın bir vakt-i merhunu vardır.

Abdülhak Şinasi Hisar

OKUMAK TESELLİSİ

Bir gün, bir dostumla, sevdiğimiz bir şairin cenaze merali siminde bulunuyorduk. O: Kaybettiğimiz bu şâir o kadar çalışkandı ki, gece gündüz okurdu” diyince, ben hayret içinde kalmıştım.

Evet, okumak, bazan, muhakkak çalışmaktır. Fakat her zaman çalışmak mıdır? Tecrübelerime göre, okumak, çok kerre çalışmak sayılamaz. Okumak, bilhassa bir faaliyet değil, mutavaattır. Bir külfet, bir zahmet olan çalışmak, okumak değil, yazmaktır. Yazmak, düşünmek, hesap etmek, karar almak, muhakeme etmek, nâdim olmak, tashih etmek, hüküm vermek, yani birçok fikir amelesiyle uğraşmaktır. Okumak, bilâkis, sadece bir kolaylıktır. Kitaplarımızı, etrafımızda en tatlı tembellik âlât ve edevatımız gibi hazırlanmış duyarız. Okumak, yorgunluktan kurtulmak, dinlenmek, kendini unutmak, yaşadığımız zamanlara nispetle daha masûm bir zamana ermek, istediğini düşünmek ve istemediğini düşünmemek, gönül eğlendirici bir devre geçmek, müstesna bir muhitin sükûnuna varmak, başka bir tarihe dalmak, hülâsa okumak bir hodkâmlık, bir kurtuluş, bir zevk, bir vuslat, bir inzivaya varış, toprağımızdan uzaklaşarak bir aya yükseliş, bir nevi morfin kullanmak gibidir. Istirahatli bir sükûtun sükûnunu duymak ve bilhassa, bir teselliye kavuşmaktır. 

Zaten en büyük rahatlık, tabiatımızın ihtiyacını tatmin edebilmektir. Hemen her tabiatın ihtiyacı başkadır. İçki sevenler daima içmek isterler, içen, hasta veya sıhhatli, neşesiz veya neşeli, muttasıl içmek ve sarhoş olsa da yine içmek ister. Kumarbaz gece gündüz oynamak, kime rast gelse onunla oynamak ister. Artık kaybedecek bir şeyi kalmasa da oynamak ister. Okumak ihtiyacını duyan da her gün ve her gece, memnun veya meyus, muttasıl okumak ihtiyacındadır. Eli altında, her zaman, bir kütüphane bulunmalıdır. Tiryaki, yeni sigarasını bitmek üzere olan sigarasiyle yaktığı gibi, o da, elindeki kitabın bittiği dakikada yeni bir kitaba başlamak ister. Okumak, bir iptilâdır. 

Tabiatımın hastalıkları, ömrümün rahatsızlıkları, uyku saatlerimin uykusuzlukları ile, ben de, uzun zaman, kitapları birer ilâç gibi kullanmak zorunda kalmıştım. Kitapsız yatamazdım. Yatağıma girerken, uykularıma varmak için, denize atlar gibi, bir kitaba dalardım. Birini elime alır, onu bitirirken, bir başkasına başlardım. Etrafımı bir kütüphane ile kuşatmıştım. Ruhumla hastalığım, rahatsızlıklarım ve karşımdaki hakikat arasına bir siper koymuş gibi, muttasıl okumaktan başka bir şey yapamıyor, bu suretle o kadar tembelleşmiş oluyordum ki herhangi başka bir işe girişmek şöyle dursun, en basit bir şey, hattâ bir iki satırlık bir mektup yazmak istemiyor, yazamıyordum. Zamanımı ve hayatımı unutmak isteyerek, okumak sayesinde, şahsıma taalluku olmıyan bir âlemle alâkadar olmak ihtiyacını duyuyordum. Muttasıl, his ve fikirlerle dolu kitapları okuyor, şair, hikâyeci, romancı, ahlâkçı, münekkid, filozof, seyyah, tarihçi, bütün yazarların hayat konserlerini dinliyor ve bu sayede kendimi unutabiliyordum. 

Bütün dünya nimetleri arasında bu kitapları saymamak kadar nankörlük olamaz. Bu kitaplar, çocuk oyuncakları değil, mucizeleriyle, dünya hâdiseleri arasında, en mühim olanlardandır. Dünyada asıl yegâne dostlarımız olan ve ömrümüzün hâlâ lezzetlerini duyuran bu kitaplar dünyanın asıl asaleti, insan ruh ve fikrinin en ince ve yüksek tezahürleridir. Dünya edebiyatının en çok sevdiğimiz bu kitaplarından bazılarını okumamış olsaydık, hayatımızın en büyük zevklerinden birçoklarını duymamış ve mahrum kalacağımız bu zevkleri başka hiçbir suretle telâfi edememiş olacaktık. 

Beğendiğimiz ve sevdiğimiz bütün bu kitapların diyarı, yeryüzünde en eski zamanlardan beri büyülenmiş bir cennet bahçesi teşkil eder. Şark ve Garp iklimleri var ve bunların kendilerine has kitapları vardır. Her kitap bir hususî iklim, bir devir mahlûkudur. Hepsinin toprakları, suları, meyvalan, çiçekleri, kuşlan, tatları vardır. Bu bahçede, hâlâ en eski zamanların meymenetleri duyulur. Ta ilk ömürlerin şarkıları işitilir. En eski üstadların huzurlarına girilir. 

Dünyanın en derin sözleri, bazı şairlerin mısralarıdır. Bunlar bütün dünya çiçeklerinin usareleri nispetinde bin nevbahar kokularını birden dökecek kadar kuvvetli duyulan birer mânadır. Dâhi şairler, peygamberler gibidirler. Birer din yahut birer tarikat kurucusudurlar. Muhtaç olduğumuz en büyük tesellileri veren din kitapları gibi onlar da kitaplarının mucizeleriyle, şiirlerinin tarikatlarına girmiş olurlar. Hazreti Mevlânâ için: “Nîst peygamber veli dâred kitâb!” denilmişti. Yunus Emre, bir Bektaşilik velisiydi. Mu’tekidler Fuzulî divanını açmakla tefe’ül ederlerdi. Victor Hugo, büyük bir şiir kitabından sonraki ikisini de ikmal edince kendi şiir tarikatını tetvic edeceğini söylemişti. En büyük şairlerin âhenklerinde din mâbedlerinin musikileri duyulur. Hâlâ Mevlevî âyinlerinde neylerle kudümler konuşur. Fuzulî’nin “Menem ki kafile sâlâru kârbân-ı gamam” terci-i bendinde mâbed erganunlarının çıktırdığı sesler işitilir gibidir.

Bütün bu kitapların, ayrı ayrı zamanlarda ihtiyaçlarını duyarız. Filozoflar, insan ruhunun mantık ve ahlâk gayelerini toplar. Zamanlar, dinler, felsefeler geçer ve yeniden her şey ölçülür, değişir ve tekerrür eder.

Tarihçiler, dünya hâdiselerini, en mühim vak’aları tekrar anlatmak ihtiyacını duyarlar. Dünyada büyük imparatorluklar kurulur, yıkılır. Tarih hâlâ eski zamanların yeni bir hâtırası, yeni bir izahı, yeni bir yâdıdır, öyle ki, onu her gün okusak yeni dersler alacaktık.

Dünyayı dolaşmak ihtiyaciyle doğmuş büyük seyyahlar, Evliya Çelebi gibi, iptidaî şartlar içinde bile, seyahatlerini tamamlıyarak, neler gördüklerini naklederler. Ve Pierre Loti gibi, bütün dünya yollarında tesadüf ettikleri her manzaranın bir resmini çizerler.

Hikâyeciler, Binbirgece Masalları gibi, dünyanın bütün gün ve gecelerini hâlâ daha naklederler. Çocuk masalları, hakikat masalları, hülya masalları, eski zaman masalları birbirlerine karışır. Romancılar, dünyanın en meşhur adamları arasına, kendilerinin dünyaya getirdikleri insanları karıştırırlar. Bu, tarihin bildiği insanlar arasında, meselâ Don Quichotte yok mudur? Shakespear’in kahramanları yok mudur? En meşhur âşıklar arasında da Leylâ ile Mecnun yok mudur? Fuzulî’nin aşk uğrunda fedakârlık hisleri ve Nedim’in gönül maceraları tatlarını dünyada olduklarından daha fazla duymazlar mı? Bazı saraylarda en güzellerinden nice kadınlar hazırlanmışlardır. Bazı yerlerde sefahat meraklısı nice insanlar kadın ticareti yapmaktadırlar. Fakat bütün bu maddiyat ile meşgul insanlardan ziyade bazı aşk romancılarının kitaplarında duyulan his, fikir ve tecrübeleri bu hisleri daha ziyade izah eder, onlardan daha ziyade canlı duyulur.

Ne olursa olsun, işte, parasızken zenginliğin kolaylıklarından istifade etmek, ümidi yokken bir imanın bahtiyarlığını duymak, hayret içinde kalınmışken bir felsefenin selâmetine ermek, okumak sayesinde mümkün olabilir. 

Zavallı beşeriyetin zaten bedbahtlıkla malûlken, dünyanın kullarının çoğu tesellisiz bulunurken birde okumak tesellisinden mahrum kalışları, düşündükçe, rikkatime dokunuyor. Onların iyi okumayı bilmedikleri anlaşılıyor. Bu kitapları okumakla bunca insanın, tedavi olmasalar da, büyük bir teselliye ulaşacaklarına inanıyorum.

Abdülhak Şinasi Hisar
Türk Yurdu der.; S.246, Temmuz 1955

Şarkılar Kitabı

— 1 —
Karanlık hayatımda çok önce
Parıldayan tatlı yüz,
Yitti gitti şimdi
Dört yanım gece.
Karanlıkta çocuklar
Gönülleri daralınca,
Bastırmak için korkuyu
Türkü söyler yüksek sesle.
Ben de çılgın bir çocuğum.
Sesim neşeli değilse de
Türküler çağırdım karanlıkta,
Korkumdan kurtuldum.

— 2 —
Öylesine üzgünüm,
Bilmem ki neye yormalı;
Hiç aklımdan çıkmayan
Eski bir masaldan olmalı.
Durgun yavaş akıyor Ren,
Hava serin, kararmak üzre;
Doruğu tepenin
Parlıyor akşam güneşinde.
Oturmuş yukarda
Güzeller güzeli bir peri;
Altın saçlarını tarıyor,
Işıl ışıl süsleri.
Bir yandan şarkı söylüyor.
Elinde altın tarağı;
Sesi öylesine güzel,
Öylesine tatlı.
Küçük teknesinde kayıkçı
Büyülenmiş, çılgın;
Tepede gözleri,
Değil farkında, kayaların.
Yuttu dalgalar kayıkçıyı,
Sandal battı;
Söyledi o şarkıyı,
Bunu Lorelei yaptı.

— 3 —
Kalbim üzgün, kalbim,
Oysa pırıl pırıl mayıs;
Yukarda, eski hisarın orda
Duruyorum ıhlamura yaslanmış.
Akıyor durgun, sessiz
Mavi dere, aşağıda;
Sandalda bir oğlan.
Ağzında ıslık, elinde olta.
Karşıda cana yakın,
Küçük, renkli görüntüler:
Evler, bahçeler, insanlar
Öküzler, çayırlar ve orman.
Çamaşır yıkayan hizmetçiler
Koşuşuyor çayırda;
Değirmen çarkından uçuşuyor elmaslar,
Uzak uğultusu kulaklarımda.
Gri, eski kulenin yanında
Bir nöbetçi kulübesi;
Gidip geliyor önünde
Bir er, kırmızı ceketli.
Selâm duruyor, omuzluyor,
Oynuyor tüfeğiyle,
Parlıyor güneşin kızılında silâh —
Ah, beni öldürseydi!

— 4 —
Ormanda dolaşıyor, ağlıyorum,
Ardıç kuşu yüksekte;
Sekiyor, ötüyor inceden:
— Neyin var, neden dertlisin?
Kız kardeşlerin kırlangıçlar
Söyler bunu, yavrum;
Ne güzel yerde yuva kurmuşlar:
Penceresinde sevgilimin.

— 5 —
Gece nemli, fırtınalı,
Gökte yok yıldız;
Hışırdayan ağaçlar, ormanda
Dolaşıyorum, yalnız.
Uzakta titrek bir ışık:
Issız kolcu kulübesi.
Gitmek istemiyorum,
Kasvetli içerisi.
Kör nine oturmuştur
Meşin koltuğuna gene;
Konuşmaz hiç, korkunç,
Benzer heykele.
Gezinir homurdanarak,
Kızıl saçlı oğlu adamın;
Fırlatır tüfeğini duvara.
Güler alaycı, kızgın.
Çıkrık önünde güzel kız
Islatır ipliğini gözyaşı:
Babasının köpeği iniler, sokulur,
Dizlerine sürünür başı.

—6 —
Ailesine sevgilimin
Rasladım yolculukta;
Sevindiler beni görünce
Küçük kardeş, anne, baba.
Sordular hatırımı: Nasılsın?
Eklediler sonra:
“ Hiç değişmemişsin,
Yüzün biraz solgun ama!”
Halaları, yengeleri sordum,
Bir sürü tanıdıkları;
Sonra minik köpeği,
Ne de sevimli havlardı.
Evlenmiş sevgilimi
De sordum bir ara:
Cevap verdiler sevinçli:
— Çocuğu oldu yakında.
Candan kutladım
Sesim fısıltı halinde.
Çok selâm söyleyin,
Tebrikler benden de.
Söze karıştı küçük kız:
— Ne güzeldi köpeğimiz, minik,
Büyüdü, kudurdu sonra,
Ren nehrine attık.
Hele güldüğü zaman,
Sevgilime benziyordu kardeşi;
Gözleri beni perişan eden
Tıpkı onun gözleri.

— 7 —
Balıkçı kulübesi yanında
Oturmuş, denize bakıyorduk;
Akşam sisleri
Göğe yükseliyordu.
Fener kulesinde
Yandı ışıklar;
Enginde, uzaktan
Bir gemi daha göründü.
Konuştuk fırtınadan, kazalardan,
Gemicilerin gökle su,
Sevinçle korku.
Arasında yaşadıklarından.
Konuştuk uzak kıyılardan,
Güneyden, kuzeyden.
Garip milletler,
Garip âdetlerinden.
Hoş kokular, parıltılarla Ganj,
Kocaman ağaçlar tomurcuk içinde,
Güzel sessiz insanlar diz çökmüş,
Lotüs çiçekleri önünde.
Kirli pasaklı Laponlar,
Yassı kafa, yayvan ağız, bodur;
Bir ateş çevresine çömelmiş,
Balık kızartır, bağrışıp durur.
Dinliyordu kızlar merak içinde,
Derken herkes sustu;
Gözden kayboldu gemi,
Karanlık bastı.

— 8 —
Dilber balıkçı kızı,
Çek kıyıya sandalı;
Elin elimde
Gel otur yanıma.
Koy kalbime başçağızım,
Telâşlanma, korkma;
Azgın denize her gün
Güveniyorsun ya!
Çalkanır, kabarır, yatışır,
Kalbim de denize benzer;
Onun da derinlerinde
Güzel güzel inciler.

— 9 —
Ay doğdu,
Dalgalarda ışınları;
Kollarımda sevgilim,
Kalbimizde çalkantı.
Dinleniyorum kumsalda,
Kollarında sevgilimin;
Bir şey mi duydun rüzgârda,
Ürperdi beyaz elin?
İşittiğin rüzgâr değil,
Deniz kızlarının şarkısı;
Kardeşlerimdi onlar,
Deniz çekip aldı.

— 10 —
Ayaklarında rüzgârın
Beyaz su pantolunu!
Kamçılıyor dalgaları azgın;
Kükrüyor, köpürüyor dalgalar.
Kararmış gökten boşanır
Sağnak halinde yağmur;
Sanki koca gece
Boğmak ister kocamış denizi.
Direğe tutunmuş martı,
Kısık çığlıkları;
Ürkmüş, kanat çırpıyor,
Sesinde felâket haberi.

— 11 —
Islık çalıyor, uğulduyor, gürlüyor,
Hora tepiyor fırtına;
Haydaa! Zıplıyor küçük gemi!
Katıldı gece de bu taşkınlığa.
Kuduran deniz şimdi
Sularla oluşmuş canlı bir dağ;
Burda siyah bir uçurum,
Yüksek beyaz bir kule orada.
Küfürler, kusmalar, dualar
Kamaradan taşmakta dışarı,
Sım sıkı yapıştım direğe,
Ah, evde olmak vardı!

— 12 —
Karanlık çöküyor, akşam,
Sis kaplıyor denizi;
Dalgalarda esrarlı bir hışırtı,
Bir beyaz kabarma sularda.
Çıkıyor ortaya deniz kızı,
Geliyor kumsalda yanıma;
Dolgun göğüsleri apak
Taşmış tül giysilerinden.
Kucaklıyor, sıkıyor kollarında
Acıtır gibi, beni —
Eziyorsun âdeta,
Güzel su perisi!
Sıkıyorum kollarımda
Ezer gibi seni;
Çok soğuk bu akşam,
Isınayım sana sarılayım da!
Ay bakıyor gittikçe solgun
Alaca bulutlar arasından;
Güzel su perisi
Gözlerin bulanıyor, yaşarıyor!
Bulanmıyor, yaşarmıyor gözlerim,
Zaten bulanıktı, yaşlıydı;
Çünkü denizden çıkarken
Bir damla su kaçtı.
Martıların çığlığı, ve deniz
Kabarıyor, çatlıyor kayalarda —
Güzel su perisi,
Kalbin çarpıyor çılgınca.
Kalbim çılgınca çarpıyor,
Çarpıyor çılgınca;
Sevgili insanoğlu,
Candan vuruldum sana!

— 13 —
Geçtikçe sabahları
Evinin önünden yavrum,
Penceredeysen eğer
Sevinçten uçar gönlüm.
Merakla bakar bana
Koyu kahve rengi gözlerin:
Hasta, yabancı adam.
Neyin var, kimsin?
Ben bir Alman şairi,
Bütün Almanyada meşhur;
En değerli isimler söylenince
İçlerinde benimki de bulunur.
Neyim mi var, küçük kız,
Almanyada çoklarında olan şey:
En ağır acılar söylenince
İçlerinde benimki de bulunur.

— 14 —
Engine doğru parlayan deniz
Akşamın son ışınlarında;
Konuşmadan oturuyorduk ıssız
Balıkçı kulübesi yanında.
Uçuşurken martılar
Sis çıktı, sular kabardı;
Tatlı gözlerinden
Sızarken gözyaşları.
Gördüm, düştü ellerine damlalar,
Diz çöktüm önünde;
İçtim beyaz avucundan,
Silindi gözyaşları.
O gün bugün eriyor gövdem,
Ölüyor ruhum, özlemler içinde —
Mutsuz kadın beni
Gözyaşıyla zehirledi.

 —15 —
Orda, o tepede
Hoş, zarif bir şato;
Üç güzel genç kız,
Aşkı onlardan tattım.
Öptü beni cumartesi Jette,
Pazar günü Julia,
Pazartesi Kunigunde
Boğuyordu az daha
Üç kızlar şatosunda
Salıya şenlik vardı;
Geldiler konu komşu
Hepsi atlı arabalı.
Ya ben, çağrılmadım ben,
Ayıp ettiler doğrusu!
Fısıldaştı hala, yeğen
Güldüler sezip durumu.

— 16 —
Enginde, ufukta
Sisli bir görüntü:
Kuleleriyle şehir
Akşam şafağına büründü.
Yaslı suda nemli rüzgâr,
Oynaşır menevişleri:
Kayıkçı kürek çekiyor
Üzgün, dertli.
Doğruluyor bir daha yerinden,
Gösteriyor sevgilimi,
Işınlar saçarak güneş,
Nerde yitirdiğimi.

— 17 —
Koca, esrarlı şehir
Selâm sana;
Sevgilimi bir zaman
Basmıştın bağrına.
Kuleler, kapılar, söyleyin
Hani nerde gülüm benim?
Göz kulak olun demiştim,
Hani nerde emanetim?
Kulelerin ne suçu var,
Kımıldayamazlardı yerlerinden;
Valizler kutularla sevgilim
Şehirden kaçarken.
Kapılar, ama onlar
Bıraktılar gitsin, sessizce;
Bir kapı her zaman boyun eğer,
Bir deli kız ona açıl deyince.

— 18 —
Gene eski yolumdayım,
Dost, âşinâ caddeler;
Derken sevgilimin evi…
Yok içinde kimseler.
Bu yollar ne darmış meğer,
Ne berbat şu kaldırım!
Çökecek başıma evler…
Kaçar gibi uzaklaştım.

— 19 —
Girdim o salonlara, bir zamanlar
Bağlılık yeminleri etmişti;
Sürünüyordu yılanlar
Gözyaşları dökülen yerlerde şimdi.

— 20 —
Sessiz gece, dinleniyor sokaklar.
Sevgilim şu evde otururdu;
Yerinde duruyor ev,
O gideli çok oldu.
Sokakta biri, gözleri göğe çevrili,
Uğuşturuyor ellerini, acısından;
Bana kendi yüzümü gösteriyor ay:
Ürperiyorum yüzüne bakarsam.
Aşkın acılarına niçin özenirsin,
Ey benim benzerim, solgun delikanlı!
Geçmişte bazı geceler
Ben burda kıvranmadım mı?

— 21 —
Biliyorsun daha sağım,
Nasıl rahat uyursun?
Tutacak gene öfkem,
Zincirimi kıracağım.
Bilir misin o eski şarkıyı:
Gelir hani ölü genç,
Alır gider mezarına
Sevgilisini, gece yarısı.
İnan bana, sevda gülüm,
Güzeller güzelim, sen:
Yaşıyorum, daha da güçlüyüm
Bütün ölülerden!

— 22 —
Uyuyor odasında genç kız,
Çekingen bakıyor ay, içeri;
Derken bir vals melodisi gibi
Şarkı, çalgı sesleri.
Pencereden bakayım,
Kimdir rahatımı bozan?
Bir iskelet, aşağıda
Şarkı söylüyor, çalıyor keman:
“Bir dans vadetmiştin bana,
Nerde verdiğin söz, tutmamak olmaz!
Mezarlıkta bir balo var bugün,
Gel gidelim, dans edelim biraz!”
Kız kaptırmış kendini.
Çekiyor onu bir kuvvet;
Şarkı söyleyip keman çalarak
Yürüyor önünde iskelet.
Çalıyor, hopluyor, zıplıyor,
Selâmlar dağıtıyor bir kuru kafa;
Takırdıyor kemikleri,
Ürpertiyor, ürkütüyor ay ışığında.

— 23 —
Karanlık rüyalar görüyordum,
Gözlerim resmine saplanmıştı;
Sevgili yüzü çok hoş
Canlanmaya başladı.
Dudakları çevresinde
Tatlı bir gülüş belirdi;
Sanki hüzün yaşlarıyla
Parlıyordu gözleri.
Aktı yanaklarıma yaş,
Gözlerimden benim de —
Ah, hiç inanamıyorum
Seni yitirdiğime.

— 24 —
Ben mutsuz Atlas! Taşımak zorundayım
Acılar dünyasını sırtımda;
Yüklenmişim katlanılmaz şeyi,
Kalbim kopacak âdeta.
Ey mağrur kalp, sen istedin!
Mutlu olmak diledin, sonsuz mutlu,
Ya da mutsuz alabildiğine, ey kalp!
İşte buldun mutsuzluğu

— 25 —
Yıllar gelip geçiyor,
Soylar mezara göçüyor;
Benim kalbimdeki sevgiyse
Duruyor olduğu gibi.
Bir daha görseydim seni,
Önünde diz çökseydim,
“ Madam, sizi seviyorum!”
Deseydim, ölseydim!

— 26 —
Bir düş gördüm: parıldayan
Ay ve yıldızlar üzgündü;
Çekti beni bir el, uzaklara
Sevgilimin şehrine götürdü.
Evinin önüne vardım,
Öptüm taş basamakları:
Değmişti etekleri kaç kez,
Değmişti minik ayakları.
Çok soğuktu taşlar,
Uzundu, soğuktu gece;
Bakıyordu ay-parlak
Solgun bir yüz pencerede.

— 27 —
Ne ister benden
Gözümde bu tek damla?
Karartıyor bakışımı,
Eski günlerden kalma.
Pırıl pırıl kardeşleri vardı,
Aktı gitti hepsi,
Acıların!, sevinçlerimle
Gecede, rüzgârda.
Acıları, sevinçleri
Kalbime gülümsemişlerdi
O mavi yıldızlar
Sis gibi onlar da eridi.
Aşkım, aşkım da boş bir soluk
Gibi dağıldı gitti;
Ey geçmişten kalan tek damla
Sen de ak git haydi!

— 28 —
Güzün solgun yanmayı
Bakıyor bulutlardan;
Kilise mezarlığında sessiz,
Rahip evi, bir başına.
Anne, İncil okumakta,
Oğul dalmış, ışıkta gözleri,
Uykulu geriniyor abla,
Konuşuyor kız kardeşi:
“Allahım, geçmiyor günler,
Burası ne de ıssız!
Birini gömmeye geliyorlar,
Bir şeyler görüyoruz.”
Anne, gözleri kitapta: “Yanılıyorsun,
Yalnız dört kişi öldü
Mezarlık kapısı yanına
Babanı gömdük gömeli.”
Esniyor büyük kız:
“Yanınızda açlıktan ölmek —
Konta gideceğim yarın,
Tutkundur o, zengindir pek.”
Başlıyor oğlan gülmeye:
“ Meyhanede üç avcı zilzurna,
Altın yapıyorlar.
Öğretecekler bana da.”
Anne, oğlanın zayıf yüzüne
Doğru sallıyor İncil’i:
“Allahtan korkmaz, utan.
Gidip haydut mu olacaksın!”
Pencerede bir tıkırtı.
Bir el, bir şey hatırlatmada:
Dışarda siyah cübbesiyle
Ölü baba.

— 29 —
Hava pek berbat:
Yağmur, kar, fırtına;
Oturmuş, karanlığa bakıyorum
Pencere kenarında.
Derken belirdi bir ışık,
Yürüyor yavaş, titrek
Bir annecik, elinde fener,
Geçiyor sokağı sallanarak.
Un, yumurta, yağ
Aldı her halde,
Sevgili yavrusuna
Çörek yapacak.
Kız evde uzanmış koltuğa,
Kırpıştırır ışığa uykulu gözlerini;
Dalgalanır tatlı yüzünde
Saçları altın rengi.

— 30 —
Aşkın acılarında
Helâk oluyormuşum,
Başkaları gibi ben de
İnandım sonunda buna.
İri gözlü bebeğim
Sonsuz sevdiğimi seni,
Aşkın kalbimi kemirdiğini
Sana her zaman söyledim.
Ama yalnızken konuştum
Bunları, ıssız odamda;
Sustum ah her zaman,
Seninle olunca.
Kötü ruhlar vardı
Bağlayan ağzımı;
Benim mutsuzluğum ah,
Onlar yüzünden şimdi.

— 31 —
Beyaz zambak parmakların
Öpebilsem bir daha,
Sıksam kalbimde, sessiz ağlayışlar
İçinde erisem gitsem sonra!
Duru menekşe gözlerin
Gece gündüz karşımda.
Bu tatlı mavi bilmecenin anlamı?
İçimde bir tasa.

— 32 —
Tutkunluğuna
Hiç mi bir şey demedi?
Aşkına bakışlarıyla
Hiç mi karşılık vermedi?
Gözlerine baktın da kızın
Hiç mi ruhuna inemedin?
Aziz dost, böyle işlerde
Hani eşek de değilsin!

— 33 —
Karşılıklı sevda; ama ikisi de
Gizledi ötekinden;
Bakıştılar haince
İçin için erirlerken.
Ayrıldılar, düşte gördüler
Ara sıra birbirlerini;
Farkında değildiler,
Çoktan ölmüşlerdi.

— 34 —
Size acılarımdan dert yanınca
Esnediniz, hiçbir şey demediniz;
Onlardan zarif şiirler çıkarınca
Övdünüz, iltifatlar ettiniz.

— 35 —
Şeytanı çağırdım, geldi,
Seyrettim hayranlıkla;
Ne çirkindi, ne kötürüm,
Sevimli, hoş bir adam,
Ömrünün en parlak yıllarında,
Candan, nazik, görmüş geçirmiş.
Usta bir diplomat,
Dinden, devletten konuşması yaman.
Solgun biraz, buna da şaşılmaz:
Sanskritçeyi ve Hegel’i öğreniyordu.
En sevdiği şair Fouque imiş hâlâ.
Artık eleştirmeyle uğraşmayacakmış,
Bırakmış bu işi tamamen
Nineciği Hekate’ye
Benim hukuk çabalarımı övdü,
O da uğraşmış eskiden.
Dostluğumdan pek memnunmuş;
Başını salladı, sordu bir ara:
Biz sizinle daha önce
İspanyol elçiliğinde tanıştık galiba!
Anladım, eski ahbabım,
Yakından yüzüne bakınca.

— 36 —
İnsanoğlu, şeytanla alay etme,
Kısadır ömrün yolu,
Ebedî lânetse
Ne hayal, ne kuruntu.
İnsanoğlu, öde borçlarını,
Uzundur ömrün yolu,
Arada borç ver, ödünç ver gene,
Hep verdiğin gibi.

— 37 —
Doğudan gelen üç kutsal kıral,
Sordular köylerde, kentlerde:
“ Bethlehem’e nereden gidilir,
Ey oğullar, ey kızlar?”
Ne gençler biliyordu, ne ihtiyarlar,
Kırallar yollarına devam ettiler;
Altın bir yıldızın peşinden gittiler:
Işıl ışıl gökte parlıyordu.
Yusuf’un evinin üzerinde
Durdu yıldız, kırallar içeri daldılar;
Dana böğürüyor, bebek bağırıyordu,
İlâhiler okudu üç kutsal kıral.

— 38 —
Yavrucuğum biz çocuktuk,
Küçük, şen iki çocuk;
Girerdik tavuk kümesine,
Samanlara sokulurduk.
Öterdik horozlar gibi,
Gelip geçenler
Duyunca sesimizi
Öten horoz sanırlardı.
Avlumuzdaki sandıklara
Sererdik bir güzel yaygı,
Dayardık döşerdik,
Evimizdi orası.
Yaşlı kedisi komşunun
Misafir gelirdi sık sık;
Buyurun, oturun, hoş geldiniz!
İltifatlar ederdik.
Sorardık hatırını.
Dostça ağırlardık;
O gün bugün birçok yaşlı kediye
Aynı şeyi yaptık.
Oturur, konuşurduk
Görmüş geçirmiş ihtiyarlar gibi;
Dert yanardık: Bizim zamanımızda
Her şey ne kadar iyiydi!
Muhabbet, sadakat, din iman
Kalmadı artık dünyada;
Kahve ateş pahası,
Kimde var ki para! —
Geçti gitti çocuk oyunları,
Her şey geçti gitti —
Para, dünya, o günler,
İman, sadakat, sevgi.

— 39 —
Kalbim daralmış, özleyerek
Anıyorum geçmiş zamanı;
Ferahtı henüz dünya,
İnsanlar rahat yaşardı.
Şimdi her şey alt üst sanki,
Bir eziklik, bir çöküntü!
Tanrı öldü yukarda,
Şeytan aşağıda ölü.
Kasvetli, bulanık her şey,
Soğuk, çürük, karman çorman;
Birazcık sevgi de olmasa
Ne yapardı insan?

— 40 —
Ay karanlık bulutlardan doğru
Pırıl pırıl süzülürken,
Aydın bir görüntü karşımda
Karanlık geçmişlerden.
Herkes güvertedeydi,
Gidiyorduk Ren’de gururlu;
Yaz yeşili kıyılar
Akşam güneşinde ışıldıyordu.
Oturmuştum düşünceli, güzel-şirin
Bir hanımın ayakları dibinde;
Oynaşırken altın kızılı güneş
Solgun sevimli yüzünde.
Lavtalar çalıyor, gençler
Şarkı söylüyordu, sevinçli;
Açıldı ruhlarımız,
Gök mavileşti.
Bir masalda gibi geçiyordu
Dağlar, şatolar, orman, vadi —
Parlar gördüm o güzel kadının
Gözlerinde ben bütün bunları.

— 41 —
Sevgilimi gördüm düşümde,
Yılgın, çileli bir kadın;
Solmuş çökmüş, eskiden
Benzeriydi baharın.
Bir çocuk kucağında,
Birini elinden tutmuştu;
Üstünde başında, bakışlarında
Belliydi kederi, yoksulluğu.
Kaykıla doğrula çarşıdan geçiyordu,
Birden beni gördü, baktı yüzüme;
Ona şunları söyledim,
İçim acıyla doldu:
“Gel, evime gidelim,
Bak, solgunsun, hasta…
Çalışır ederim,
Yer, içersin yanımda.
Çocuklara da bakarım,
Ne aç korum, ne açık;
Ama önce seni düşünmeliyim,
Zavallı, talihsiz çocuk!
Seni sevmiş olduğumu
Söylemem hiç sana,
Ancak öldüğün vakit
Ağlarım mezarında.’’

— 42 —
Aziz dost! Neye yarar,
Boyuna söylersin, bu beylik şarkı?
Hep kuluçkada mı olacaksın,
Altında eski sevda yumurtaları?
Ah bu sürekli gözetleme!
Çatlar kabuklar, civcivler çıkar,
Cik cik, kanat çırpar, uçuşurlar, ve sen
Kapatırsın onları bir kitapçık içine.
— 43 —
Sabredin,
Eski kederlerin ezgilerinden
Bazıları duyuluyorsa hâlâ
En yeni şarkılarda.
Bekleyin, erir gider zamanla
Acılarımda yankı, ve açar
İyileşmiş kalplerde yeniden
Şarkılardan bir bahar.
— 44 —
Kullanıp aklımı, bütün çılgınlıklardan
Vakti artık, kurtulmanın;
Bir aktör oldum bunca zaman,
Seninle komedi oynadım.
Gösterişli kulisler boyalıydı
Eski, romantik stilde;
Şövalye pelerinim sırmalı
Duygularım pek ince.
Saçma sapan çocukluklardan
Artık arınıyorum ya,
İçimde gene de mutsuzluk,
Şimdi de komedi oynuyorum âdeta.
Allahım, geçenleri içimden,
Varmadan bilincine, şaka gibi söyledim;
Ben kendi bağrımdaki ölümle boğuşurken.
Ölen savaşçı rolündeydim.
— 45 —
Kıral VVisvvamitra’da
Ne dur var, ne durak;
Savaşır, çile çeker, niyeti
W asischta’nın ineğini almak.
Ah, kıral Wiswamitra,
Öküzsün sen, öküzün biri!
Savaşlar, çileler, bunca eziyet
Bir inek için, öyle mi?
— 46 —
Üzme kendini, kalbim,
Katlan kaderine;
Kışın senden aldığını
Bahar verir gene.
Güzel daha bu dünya,
Şurda ne kaldı?
Durma sev, kalbim,
Her hoşlandığını.
— 47 —
Sen bir çiçeği andırıyorsun,
Güzel, temiz ve duru;
Ne zaman baksam sana,
Kalbim hüzünle dolu.
Koysam ellerini başına,
İçimde dua eden bir duygu;
Tanrı bağışlasın seni
Güzel, temiz ve duru.
— 48 —
Yavrum, bu senin felâketin olurdu;
Sevgili kalbinde benim için
Parlamasın aslâ aşk ateşi.
Diye çalıştım doğrusu.
Ah, pek de kolay başardım diye bunu,
İçimde ince bir hüzün;
Bazan düşünürüm hani,
Beni hiç mi sevemezsin?
— 49 —
Gece yatağa girerim,
Düşer başım yastığa;
Sevimli tatlı görüntü
Belirir karşımda.
Rahat uyku gözlerimi
Kapar kapamaz daha,
Girer düşlerime
Bu hayal, yavaşça.
Sabahları rüya ile beraber
Eriyip gitmez hem öyle;
Kalbimde bu sefer,
Bütün gün gene benimle!
— 50 —
Minik ağzı kırmızı,
Tatlı, aydınlık gözleri;
Sevgilim, küçüğüm,
Düşünüyorum hep seni.
Ne uzun kış akşamı!
Yanında olsam, yanına otursam
O küçük, âşinâ odada
Sohbet etsem seninle!
İsterdim dudaklarıma bastırmak
Narin, beyaz ellerini;
Islatmak gözyaşımla
Narin, beyaz ellerini.
— 51 —
Kar yığılsın dışarda,
Kopsun bora, fırtına,
Takırdasın pancur, cam,
Ne yerinme, sızlanma…
Sevdiceğlm kalbimde,
Gönlümde bahar sevinci.

— 52 —
Kimi Meryem’e hayran,
Kimi ermişlere;
Güzel güneş, yalnız sana
Tapmak isterim bense.
Öp beni, şâd et beni,
Kızların içinde en güzel güneş,
Güneşin altında en güzel kız,
Lütfeyle, kerem eyle!
— 53 —
Solgun yüzüm sana duyurmuyor mu
Aşk yüzünden çektiğim acıları?
Sanki mağrur ağzımdan beklediğin.
Bir yalvarma çığlığı.
Ah, öyle onurlu ki bu ağız,
Öper, şakalaşır sade;
Eğlenir, takılır, alay eder
Ölürken ben ıstıraplar içinde.

— 54 —
Aziz dost, âşıksın,
Çilesinde yeni acıların;
Kararırken kafanın içi,
Aydınlanmada kalbin.
Aziz dost, âşıksın,
İtiraftan kaçınsan da,
Görüyorum bağrındaki yangın
Gömleğinden dışa vurmada.
— 55 —
Seninle olmak istedim,
Yanında dinlenmek;
Çok işin varmış,
Bırakıp gittin.
Dedim ki: “ Ruhum,
Kalbim senin tamamen!”
Kahkahayla güldün
Bir reverans yaparak.
Çoğalttın daha da
Duyduğum acıyı, aşktan;
Çok gördün sonunda
Bir veda öpücüğünü.
Yok, öldürmem kendimi,
Pek kötü bile olsa durum!
Evvelce de geçti bunlar,
Benim başımdan, gülüm!
— 56 —
Gözlerin safir senin,
Şirin, baygın gözlerin,
Ah, üç kez mutludur o adam,
O gözler sevgiyle selâmladıysa.
Pırlantadır kalbin senin,
Soylu ışınlar yansıtan.
Ah, üç kez mutludur o adam,
Işıkları sevginin, ona yansıdıysa.
Yakuttur dudakların senin,
Olamaz daha güzelleri.
Ah, üç kez mutludur o adam,
O dudaklar seni sevdim dediyse.
Tamsam o bahtiyar adamı,
Ah, bir bulsam,
Yeşil ormanda yalnız her halde
Olurdu mutluluğundan.
— 57 —
Sevda sözleriyle yalandan
Kalbine bağladım kendimi;
Dolandım kendi ipliklerime,
Şaka ciddîye döndü.
Çok haklısın gerçi,
Eğlenerek uzaklaşırsan benden;
Yaklaşır cehennemin güçleri,
Kıyarım canıma, cidden.
— 58 —
Dünya da, hayat da kırık kopuk —
Bir Alman profesöre gideyim bari.
O bilir hayatı birleştirmeyi,
Akla yakın bir sistem çıkarır sonra,
Başında takye, sırtında hırka,
Tıkar, yamar dünyadaki delikleri.
— 59 —
Kafa yordum uzun zaman,
Ölçtüm biçtim gündüz gece;
Bana bu kararı aldıran,
Güzel gözlerin, ne çare.
Baygın, zeki gözlerinin
Parladığı yerdeyim —
Hiç aklıma gelmezdi
Tekrar seveceğim!
— 60 —
Bu gece onlarda toplantı var,
Evleri ışık içinde.
Aydınlık pencerede, yukarda
Kımıldayan bir gölge.
Bir başıma, karanlıkta, aşağıda,
Görmüyorsun beni;
Bakman imkânsız daha da
Karanlık kalbimden içeri.
Yaslı kalbim seviyor seni,
Seviyor ve parça parça
Titriyor, kanıyor
Sen görmüyorsun hâlâ.
— 61 —
Bütün çektiklerim
Tek söze dökülseydi,
Şen rüzgâr güle oynaya
Alıp götürseydi.
Acı dolu o sözü
İletseydi rüzgâr sana;
Duysaydın her saat,
Duysaydın her yerde.
Yumunca uykulara
Geceleyin gözlerini;
En derin düşlerine,
Sözüm peşinden gelirdi.
— 62 —
İnciler, elmaslar,
İnsan ne dilerse hepsi elinde senin,
Gözlerin en güzeli sende —
Gülüm, daha ne istersin?
O güzel gözlerine bir ordu
Kurdum ben de şarkılardan,
Ölümsüz şiirlerdesin —
Gülüm, daha ne istersin?
O güzel gözlerinle
Ne çok acı çektirdin,
Öldürdün, bitirdin beni —
Gülüm, daha ne istersin?
— 63 —
İlk seven, mutsuz da olsa,
Bir tanrıdır bence;
İkinci kez sevenler,
Ümitsizse bu sevgi, aptaldır.
Ben böyle bir budala, karşılıksız aşka
Tutuldum yeniden;
Güneş, ay gülüyor, yıldızlar beraber,
Ben de gülüyorum — bir yandan ölürken.
— 64 —
Bana öğüt verdiler, akıl verdiler,
Şereflere, şanlara boğdular beni;
Bekle hele! dediler,
Sözde korudular beni.
Böyle koruyadursunlar,
Yetişmeseydi bir yiğit,
Destek olmasaydı bana,
Geberirdim açlıktan.
Mert adam! Aç bırakmadı beni!
Hiçbir zaman unutamam!
Ne yazık, öpmem imkânsız onu!
Ben’im çünkü bu adam.
— 65 —
Bu kibar gence
Hayran olunsa az ne kadar;
Sık sık ziyafet çeker bana
İstridye, şarap, likör.
Zarif ceket, pantolon mum gibi,
Daha da hoş kıravat;
Uğrar her sabah,
Hal hatır sorar bana.
Yaygın şöhretimden söz açar,
Zarifliğim, nüktelerim;
Hamarat, işgüzar
Hizmetime koşar.
Geceleri toplantılarda
Yüzünde hayranlık,
Kibar hanımlar önünde
Okur yüce şiirlerimi.
Ah ne bahtiyarlık,
Böyle bir genç bulmak hâlâ;
Gün gün iyiler
Yok olurken çağımızda.
— 66 —
Tanrı olmuşum düşümde,
Gökyüzüne kurulmuşum;
Çevremde melekler
Överler şiirlerimi.
Çil çil liralar isteyen
Pastalar yiyormuşum, şekerlemeler;
Âlâ içkiler içiyormuşum,
Yok hiç borcum kimseye.
Ama canım sıkılıyordu çok,
Yeryüzünde olsam diyordum;
Tanrı olmasaydım
Şeytan olurdum.
Sen uzun boylu melek Cebrail,
Düş yollara, var git,
Aziz dostum Eugen’i
Al getir gökyüzüne!
Kurullarda arama,
Şarap bardağı başındadır;
Kiliselerde arama,
Matmazel Meyer’in yanındadır.
Açtı kanatlarım melek,
Uçtu yeryüzüne doğru;
Buldu getirdi yukarıya
O haylaz dostumu.
Hey ahbap, tanrıyım ben, tanrı,
Yeryüzü benim emrimde!
Söylemez miydim sana, bir şeyler
Olacağım günün birinde!
Mucizeler yaratıyorum her gün,
Hayran ol, sen de seyreyle!
Eğlen, sevin bugün, bak
Berlin’i mutlu edeyim de!
Sokaklarda kaldırım taşları
Bölünsün ikiye,
Her taşta taze, parlak
Bir istridye.
Bir limon yağmuru, şebnem gibi
Serpilsin üzerlerine,
Aksın oluklardan
En âlâ Ren şarabı.
Ne kadar sevinir Berlin’liler,
Başlarlar atıştırmaya;
Sayın yargıçları mahkemenin,
Habire içerler.
Ne kadar sevinir şairler,
Bu şölen sofrasında tanrıların!
Teğmenler, subay adayları
Yalarlar sokakları.
Teğmenler, subay adayları
En akıllıları bunlar;
Her gün olmaz bugünkü mucize.
Diye düşünür dururlar.
— 67 —
Temmuzdu, ayrılmıştım sizden;
Geldim aylardan ocakta.
O zaman çok sıcaktı, siz sereserpe,
Şimdi üşüyorsunuz, donmuş hattâ.
Giderim gene yakında, ve dönerim yeniden;
Gene bulurum sizi; ne terli, ne üşümüş.
Yolum geçer yattığınız mezarlıktan,
Kalbim yoksul, perişan.
— 68 —
İtti güzel dudaklar, güzel kollar itti,
Sarmışken sım sıkı, uzağa beni!
Bir gün daha kalmak isterdim, atlarıyla
Posta tatarı çıkageldi.
Hayat budur, yavrum! Feryattır boyuna,
Vedalaşmadır, ayrılıştır sürekli!
Koparıp atmadı mı kalbimi kalbin,
Alıkoyabildi mi gözlerin beni?
— 69 —
Bütün gece ışıksız
Posta arabasında yol aldık,
Yaslanarak birbirimize
Gülüştük, şakalaştık.
Sabah, yavrum, bir de baktık
Aşk, gözleri kör o yolcu
Oturmuyor mu aramızda,
Şaşırdık, kaldık.
— 70 —
Hay Allah, nereye yerleşti
Bu çılgın âşifte;
Söverek yağmura yağışa
Koşuyordum şehrin sokaklarında.
Meyhane meyhane
Arandım durdum,
Kaba saba garsonlara boş yere
Bir bir sordum.
Derken onu pencerede gördüm,
El etti, çağırdı, gülüşü mutlu.
Kızım, ben nerden bilirdim senin
Bu şahane otelde olduğunu?
— 71 —
Esrarlı rüyalar gibi
Evler uzun bir sıra;
Sessizce yürüyorum,
Sarılmışım paltoma.
Katedral kulesinde saat
Demin vurdu on ikiyi;
Hoşluğu, güzelliği, öpüşleriyle
Bekliyor beni, sevgili.
Yol arkadaşımdı ay,
Fenerim oldu dostça;
İşte evinin önündeyim,
Sevinçle seslendim yukarıya:
“Çok teşekkür, eski dost
Aydınlattın yolumu;
Seni fazla tutmayayım,
Götür başka yerlere nurunu!
Bulursan bir sevdalı,
Dertli bir aşk garibi.
Var git onu teselli et,
Eskiden beni ettiğin gibi.”
— 11 —
Evlendik, diyelim karımsın,
Herkes kıskanır seni;
Zevkler, hazlar, güzelim,
Geçer günlerin sevinçli.
Diyelim şirret çıktın,
Sabırla katlanırım;
Ama şiirlerimi beğenmezsen,
Senden ayrılırım.
— 73 —
Akpak omuzlarına
Yasladım başımı,
Gizlice dinleyebilirim
Kalbinin özlemini.
Mavi üniformalı süvari erleri
Eorular çalarak giriyorlar kapıdan;
Canımın içi sevgilim
Yarın ayrılacak benden.
İstersen yarın bırak beni,
Bugün henüz benimsin ya;
İki kat mutlu olayım
O güzel kollarında.
— 74 —
Mavi üniformalı süvari erleri
Borular çalarak çıkıyorlar şehirden;
İşte geldim, sevgilim, getirdim sana
Bir gül demeti.
Bir patırtı, bir kıyamet!
Bir felâket, savaş kıtaları!
Hattâ senin küçük kalbinde
Kimler konaklamadı!
— 75 —
Ben gençlik yıllarımda da
Aşk ateşinden
Çektim bazı acılar.
Fakat odun pahalıdır,
Ve ateşin sönmek istemesi
İnan ki, iyidir.
Düşün bunu, genç güzel kız,
Bırak aptalca ağlamayı,
Aşkın saçma kaygılarını bırak.
Hayatın kurtuldu ya.
Unut eski sevdayı,
İnan ki, kollarımda.
— 76 —
Gerçekten düşman mısın bana böyle,
Değiştin mi büsbütün sahi?
Herkese söyleyeceğim,
Bana ettiklerini.
Ah ey nankör dudaklar
Nasıl kötülersiniz,
Sizi o günlerde
Aşkla öpen birini?
— 77 —
Ah, gözler o gözler gene,
Bir zamanlar selâmlardı beni candan;
Dudaklar o dudaklar,
Hayatımı tatlandıran.
Ses de o ses, bir zaman
Doyamazdım duymaya!
Yalnız, ben eski ben değilim,
Değişmiş döndüm yurduma.
Beyaz, güzel kollarla
Sarılm ış sım sıkı, sevdalı
Yatıyorum şimdi onun yanında
Neşesiz, tasalı.
— 78 —
Siz beni binde bir anladınız,
Ben de öyle, çok az, sizi;
Çirkeflerde buluştukça yalnız,
Anlıyorduk hemen birbirimizi.
— 79 —
Hadımlar beğenmediler
Ben şarkıya başlayınca;
Sızlandılar, dediler:
Senin sesin kalın, kaba.
Nazlı, sırça, incecik
Seslerini yükselttiler;
Kristal gibi ezgiler
Söylediler nazik, kibar.
Aşk özlemlerini şakıdılar,
Aşkı, boşalısları;
Sanat hazzıydı bu, bayanlardan
Aktı sel gibi gözyaşları.
— 80 —
Salamanca surlarında
Hava yumuşak, ılık;
Yanımda sevgili Donna,
Yaz akşamı geziyorduk.
Güzelimin ince beline
Kemer olmuş kolum benim;
Göğsünün mağrur dolgunluğu
Üzerinde mutlu elim.
Esti geldi ıhlamurlardan
Çekingen bir mırıltı, ne çare;
İlerde değirmenin deresi
Korkulu hayaller fısıldadı kalbe:
“Ah, Sennora, bir sezgi:
Gün gelir, sürerler beni buradan;
Salamanca surlarında
Biter gezintiler o zaman.”
— 81 —
Komşumdur Don Henriquez,
Güzel Adam da derler ona;
Yan yana odalarımız,
İnce bir duvar arada.
Salamanca hanımları hayran:
Mahmuz şakırdatarak, bıyık burarak,
Yanında köpekleri
Caddelerden geçtikçe o.
Ama sessiz akşam saatleri
Kapanır odasına bir başına,
Gönlünde tatlı hayaller
Ellerinde gitar.
Tıngırdatır telleri titreyerek,
Dalar hülyalarına —
Gitar gıcırtıları, sayıklamalar
Bir mahmurluk verir bana.
— 82 —
Daha ilk bakışmada sesinden, gözlerinden
Kanın kaynadı bana, anladım;
Annen olmasaydı, zalim annen,
Hemen öpüşürdük sanırım.
Yarın gene bu şehirden ayrılırım,
Savuruyor kader beni oradan oraya;
Ben giderken pencereden bakar kumralım,
Ben de onu selâmlar, bakarım yukarıya.
— 83 —
Güneş doğdu dağların ardından,
Kuzu çıngırakları, uzakta;
Sevgilim, kuzucuğum, güneşim, mutluluğum
Görseydim seni bir daha!
Umarak, aranarak bakıyorum yukarıya —
Buralardan gidiyorum, hoşça kal, yavrum!
Boşuna! Kımıldamıyor perdeler;
Uyuyor — görür mü ki beni rüyasında?
— 84 —
Halle’de pazar yerinde
İki büyük aslan.
Ah yazık, sizi nasıl
Uysallaştırdılar!
Halle’de pazar yerinde
Dev gibi bir adam.
Elinde kılıcı, kımıldamıyor.
Taş kesilmiş korkudan.
Halle’de pazar yerinde
Bir koca kilise.
Genç yaşlı şehir halkı
Orada dua etmede.
— 85 —
Çökmüş yeşil çayırlara, ormana
Akşam karanlığı yazın;
Mavi gökten altın ay
Serpiyor nurların.
Ötüyor cırcırlar dere boyunda,
Sularda bir kıpırdanış;
Yolcu bir şıpırtı duyuyor,
Ve sessizlikte bir soluk alış.
Orda, yıkanıyor derede
Güzel peri bir başına;
Parıldıyor kolları, ensesi
Akpak, güzel, ay ışığında.
— 86 —
Çöktü yabancı yollara gece —
Kalbim hasta, ayaklarım yorgun;
Derken aktı sessiz bir rahmet gibi,
Tatlı ay, gökten senin nurun.
Tatlı ay, ışınlarınla
Kovuyorsun gecenin dehşetini;
Akıp gidiyor kaygılarım,
Toplanıyor gözlerimde çiy.
— 87 —
Bunaltıcı bir gün hayat,
Serin bir gece ölüm.
Karanlık basıyor, uyku basıyor,
Gün boyu fena yoruldum.
Yatağımın üzerinde bir ağaç,
Dallarında şakıyan bir bülbül, yeni.
Duyuyorum düşlerimde bile,
Şakıdığı katıksız sevgiyi.
— 88 —
Söyle nerde o güzel sevgilin?
Güçlü, büyülü alevler
Tatlı, hoş sarmışken kalbini,
Ona ne şiirler söylerdin!
Söndü gitti o alevler,
Kalbim soğuk, üzgün, bulanık;
İçinde aşkımın külleri,
Bir kap, bir vazo bu kitapçık.


Heinrich Heine
Çeviri: Behçet Necatigil


Lord Byron

Yaşadıklan sırada, birinci ve ikinci kuşak Romantikler arasında en ünlü şair, daha doğrusu özellikle Avrupa’da tek ünlü şair, Lord Byron’du. Goethe, Byron’un ölümünden bir yıl önce, kendi yanında ancak Byron’a yer verebileceğini söylemişti. 1 859’da bir Ingiliz edebiyatı tarihi yazan tanınmış Fransız eleştirmeni Hippolyte Taine, William Blake’in adım bile anmazken, Wordswonh’ü, Coleridge’i ve Keats’i bir iki türnceyle başından savarken, Byron’a upuzun bir bölüm ayırmıştı. Kendi ülkesinde de Byron’a duyulan hayranlık akıl almaz boyutlara varmıştı. Gerçi onu beğenmeyenler vardı. Alay ederek, ondan “Lord Hazretleri” ya da “Soylu Lord” diye söz eden, çağın en önemli eleştirmeni Hazlitt, şiirlerinin basmakalıp düşünceler ve duygulardan oluştuğunu söylemiş ve onu bir “sublime coxcomb” (yüce bir züppe) diye tanımlamıştı. Deneme yazarı Charles Lamb mektuplanndan birinde, Byron’un kişiliğinden hiç hoşlanmadığım, şiirlerini de pek beğenmediğıni açıkladıktan sonra, “he is great in so little a way” (o kadar küçük bir biçimde büyüktür ki o) diye eklemişti. Keats ölmek üzere deniz yoluyla ltalya’ya gittiği sırada, Byron’un bir fırtınayı betimlemesini tam okurken, bindiği gemı gerçek bir fırtına ya tutulunca, Byron’a içerleyerek şöyle demişti “This is paltry originality which consists in making solemn things gay and gay things solemn and yet it will fascinate thousands” (Ciddi şeyleri alaya almak, alay edilecek şeyleri ciddiye almaktan başka bir şey olmayan emipüften bir özgünlük onunkisi; ama binlerce kişiyi büyüleyecektir gene de). Bu tür bir öz-günlük gerçekten de o sırada büyülüyordu binlerce kişiyi. Oysa her zaman büyük bir yapıt sayılacak olan Don]uan ve Ch ilde Harold’un bazı bölümleri bir yana, Byron bugün pek okunmaz. Oteki Romantık şairler sürekli incelenirken, onu inceleyen yazılar da çok az sayıdadır.

Wordsworth, Coleridge, Shelley ve Keats’in yazdıklarında, bir şiirın gerçekten şiirsel sayılmasını sağlayan özellikler çok belirgindir Byron ise, bu özelliklerden yoksundur genellikle. Onun gerçek yetenekleri Don ]uan gibi alaycı, şakacı, hafif şairlerinde meydana çıkar Gelgelelim Byron yüce ve şiirsel sayılan ağırbaşlı yapıtları sayesinde, yani yanlış nedenlerden ötürü uzun süre beğenilimiştir Oysa T. S. Eliot’un da belirttiği gibi, onun bu ağırbaşlı yapıtları, çoğunlukla kulağa hoş gelen, ama anlam derinliğinden yoksun, sıradan şıirlerdir. Şiirin yoğun olmasını, özümsenmiş olmasını isteyenleri hayal kırıklığına uğratır Byron. Çünkü onun şiirlerini özümserneye kalkarsak, pek bir şey kalmaz elimizde.

Byron’un bu görülmedik ününün gerçek nedeni, şiirleri değil, renkli yaşamının ve çarpıcı kişıliğinin. o yaşarken de, öldükten sonra da herkeste büyük bir merak uyandırmasıdır. lşte bu yüzdendir ki, onun şiirleri üzerine değerli sayılabilecek incelemeler çok enderken, yaşamı üzerine şimdiye değin yığınla kitap yazılmıştır ve hala da yazılmaktadır Çeşitli skandallara adı kanşan, ama Yunanıstan’ın bağımsızlığı uğruna otuz altı yaşında can verecek kadar yiğitlik gösteren; topal ama dünya güzeli olan; tüm Avrupa’da neredeyse Napoleon kadar adı geçen bu Ingiliz lordunun çekiciliğine karşı koymak, anlaşılan çok güç geliyor yaşamöyküsü yazarlanna. Bu yaşamöykülerini okuyanlar da, Byron’un kendisini şiirlerinden daha ilginç buluyorlar herhalde. Şiirlerini okuyacaklan yerde, meraklı bır romanmış gibi, onun yaşamöyküsünü okumayı yeğ tutuyorlar Herkesin yaşamının biraz roman olduğu söylenir, ama Byron’un yaşamı herkesinkinden daha fazla romandır Bu yüzden de öteden beri romanlara konu olmuştur. Örneğin, Lady Caroline Lamb 1 8 1 6’da , yani Byron ölmeden çok önce Glenarvon adı metelik etmeyen bir roman yazdı. Bu roman l 865’te The Fatal Passian (Uğursuz Tutku) adıyla yayımlandı. Lady Lamb, Byron’a öyle çılgınca aşıktı ki, söylendiğine göre, l 824’te Byron’un şatosuna yakın bir köye götürülen cenazesiyle bir rasiantı sonucu karşılaşınca, temelli aklını yitirmişti. Thomas Love Peacock gene Byron’un ölümünden önce çıkan alaycı Nightmare Abbey’ye (Karabasan Manastın) ve Vıctoria Çağı’nın en ünlü başbakanı Benjamin Disraeli l837’de yayımladığı Venetia’ya, Byron’dan esinlenen kişiler sokmuşlardı. Günümüzde bile Derek Marlowe, Byron ile Shelley’nin Leman gölü kıyısında geçirdikleri ilginç yazı, Byron’un genç hekimi Dr. john Polidori açısından anlatan A Single Summer with L.B. (L.B. ile Bir Tek Yaz) adında bir roman yazdı.

Romantikler arasında en benmerkezci ve en öznel şair olan Byron, kendi kişiliğini ya da kendi kişiliği olarak benimsenmesini istediği belirli bir tipi her şiirinde işleyerek, “Byronic Hero” (Byron’vari kahraman) dediğimiz çok renkli bir insan portresi çizmişti. Byron’vari kahraman ikiyüzlü bır toplumun haksızlığına uğrayıp, insanlarla tüm ilişkilerini kesmiş, yalnızlığı seçmiştir. Soylu ve gururludur. Hiç kimsenin bilmediğı ve bilemeyeceği bir giz yüzünden korkunç acılar ve vicdan azabı çeker; yani eski deyişle “muzdarip bir ruhtur”. Hem herkesi hor görür ve dünyaya meydan okur, hem de birkaç kişiye derin bir sevgi besIeyecek kadar duyarlı dır. Çevresini saran giz havası ve kişisel çekiciliği sayesinde karşılaştığı her insanı büyülemektedir.

lşin en ilginç yanı şudur ki, Byron kendi yarattığı bu tipe elinden geldiğince benzeyebilmek amacıyla, kısa süren ömrü boyunca büyük bir çaba göstermiş, benzerneyi başarmıştır da. Onun şiiri yaşamının bir ürünü değil de , tam tersine, yaşamı şiirinin bir ürünüdür sanki. Byron bu konuda o kadar ileri gitmiştir ki, belki de hiçbir zaman işlemediği korkunç bir günahı işlediği havasını isteyerek ya da istemeyerek yaratmış; tıpkı Byron’vari kahramanlar gibi, gerçekten de toplum dışına atılmıştır bu yüzden. Recollections of the Last Day s of Shelley and Byron’u (Shelley ile Byron’un Son Günleri Uzerine Anılar) yazan Trelawny’ye bakılacak olursa, Byron öldüğü yıl, gerçekten işlediği çok az sayıda günaha değil, şimdiye değin daha çok günah işlemediğine pişman olduğunu söylemişti. Demek ki, Byron şiirlerindeki başkişilere -Manfred’lere, Lara’lara, Conrad’lara ve öteki gizemli suçlulara- daha çok benzeyebilme fırsatını kaçırdığına üzülüyordu. lşin asıl olumsuz yanı, bu değişik kişilerin, küçük ayrıntılar bir yana, hep aynı kişi olmalarıydı. Öteki Romantikleri önemsemezken Byron’a hayran olan Taine bile , onun gibi büyük bir şairin hayal gücünün böylesine sınırlı olmasına, hep aynı başkişiyi çizmesine hayıflanır.

Çağımızın büyük şairi T. S. Elıot, acı çeken insanla yaratan sanatçı arasında kesin bir sınır çizmiş; sanatçı ne kadar az kişisel olursa, o denli değer kazanacağı görüşünü savunmuştu. Byron ise, bunun tam tersini yaparcasına, şiirlerinde kendi kişisel duygularını, kendi kişisel acılarını sömürüyormuşçasına bir yol seçmiştir kendine . lşte bu yüzdendir ki, T. S. Eliot, Byron’un yaşamında da, şiirlerinde de lanetlenmiş bir Satan rolüne soyunmasını, hatta neden lanetlerrmesi gerektiğini neredeyse kanıdareasma bir tutum benimsemesini ayıplamaktan kendini alamaz; onu sahnede oynadığı rolün aynını özel yaşamında da oynamak için büyük çaba harcayan bır oyuncuya benzetir. Gerçekten de Byron, Matthew Arnold’un “La Grande Chartreuse” şiirinde dediği gibi, Avrupa’nın bir ucundan öteki ucuna “the pegeant of his bleeding heart” (kanayan yüreğinin gösterisini) sergilemektedir.

Thousands counted eveıy groan,
And Europe made his woe her own.

Binlerce hişi iniltilerini birer birer sayıyor,
Avrupa onun nederini hendi hederi biliyordu.

Arnold’un bu dizeleri yazarken, kendini böyle sergilediği için Byron’u T. S. Eliot gibi ayıpladığını sanmak yanlış olur. Çünkü Victoria Çağı’nın bu ünlü şairi ve eleştirmeni, Byron’un şatosu Newstead Abbey üzerine yazdığı başka bir şiirde , şairin derdini bir “titan agony” (titan’lara özgü bir can çekişme) sayar ve böylesine yüce bulduğu bir acının gözler önüne serilmesini ayıplamak aklından bile geçmez.

Bu durum karşısında, çözümlenmesi gereken bir sorunla karşılaşırız: Byron gözler önüne serdiği bu yüce acılan gerçekten duymakta mıydı; kanıyar görünen yüreği gerçekten kanıyar muydu? Yoksa Byron poz mu yapıyor, rol mü oynuyordu. Bir çok eleştirmene göre , Byron yaşamında da, şiirlerinde de, yüzünü değişik ve çok çarpıcı maskelerle örterek, gerçek kişiliğini her zaman gizlemiştir. Byron’viiri kahramanı yaratırken, hep kendinden söz eder gibi şiirler yazmıştır; ama Jean-Jacques Rousseau’nun Confessions’da içini döktüğü anlamda, hiçbir zaman sır vermemiş, gerçekten içini dökmemiştir. lşte bu yüzdendir ki, Byron’un yığınla yaşamöyküsü olduğu halde, bunlarda yazılanlara güvenemeyiz; çünkü yüzüne değişik maskeler takarak yaptığı monologlar olabilir bunlar da. Gerçek kişiliğini olduğu gibi yansıtmak açısından ancak Memoirs’larına (Anılar) güvenebilirdik belki. Ne yazık ki, bunları yakın arkadaşı lrlandalı şair Thomas Moore’a bırakmış, Moore da bilinmeyen bir nedenden ötürü Byron’un anılarını yakıp yok etmişti.

Asıl adı George Gordon olan Byron, 22 Ocak 1 788’de dünyaya geldi. Lord unvanını taşıyan yakın bir akrabasının ölümü üzerine, Byron adı ve lord unvanı ona geçti. Böylece on bir yaşındayken Lord Byron oldu. Soyunda kurallara ve yasalara karşı çıkmış belalı adamlar vardı. Örneğin dedelerinden biri, düelloda ailesinden birini öldürmüş, Lordlar Kamarası’nda cinayet suçuyla yargılanmıştı. Byron lord unvanını aldıktan sonra da, neredeyse yoksul diyebileceğimiz koşullar altında, çok mutsuz bir çocukluk geçirdi. “Mad Jack” (Deli Jack) denilen babası, annesınin malını mülkünü çarçur ettikten sonra, hamile eşini ve henüz doğmamış çocuğunu bırakıp gitmiş, yabancı ülkelerde içkiden ölmüştü. Annesi oğlunu durup dururken hırpalayan, durup dururken şımartan, öfkeli, dengesiz bir kadındı. Küçük lordun doğuştan topal oluşu ve bu yüzden duyduğu aşağılık kompleksi, bu mutsuz çocukluğu büsbütün güçleştirınişti. Sonraları yazdığı The Deformed Transformed (Biçim Değiştiren Sakatlar) adlı oyununda, annenin oğluna, “I was bom so, mother” (Ben öyle doğdum, anne) deyişi; Byron’la kötü huylu annesi arasında çocukluğunda geçen tatsız salınelerin bir yankısı olabilir.

Byron ancak yüksek sınıftan gelen çocukların gidebileceği okullardan biri. olan Harrow’da okuduktan sonra, on yedi yaşındayken Oxford’a gitti ve 1808’de diplomasını aldı. 1809 ile 1811 yılları arasında Avrupa’da uzun bir yolculuğa çıktı. lngiliz gençlerinin üniversiteyi bitirdikten sonra İtalya’da bir tur atmaan geleneği vardı. Ama Byron Italya’yla yetinmeyip, lspanya’ya , Portekiz’e, Yunanistan’a, Arnavutluk’a ve Türkiye’ye de gitti.

Byron sakatlığı yüzünden çocukluğunda koşamadığı için kendini yüzmeye vermiş, deniz sporlarının hiç önemsenmediği bir çağda iyi bir yüzücü olmuştu. Türkiye’ye yolculuğu sırasında, suyun son derece soğuk ve akımıların çok ters olmasına karşın, Çanakkale Bağazı’nı Avrupa’dan Asya’ya bir saat on dakikada yüzerek geçmesinden ikide bir söz eder, bu başarısıyla müthiş gururlanırdı. Hatta kendi söylediğine göre, şiirlerinden neredeyse daha önemli sayardı bunu. “Written after Swimming from Sestas to Abydos” ( Sestas’dan Abydos’a Yüzdükten Sonra Yazılmış) adlı bir şiirde de değinmişti bu konuya. Bu şiirde, Leander’in karşı kıyıdaki sevgilisi Hero’ya kavuşabilmek amacıyla “aşk uğruna, kendisinin de şan uğruna” (“swam for love as I for glory”) yüzdüğünü; sonunda Leander’in boğulduğunu, kendisinin de hastalandığını alay edercesine söyler ama, bu marifetiyle ne denli övündüğü bellidir.

Byron l810’da 12 Mayıs’la 24 Temmuz arası kaldığı Istanbul’a hayran oldu. O sıralarda yazdığı bir şiirde ,

Mightiest in the list of Jame
That glorious city still shall be

Ünlüler listesinde en başta gelecek
O görkemli kent her zaman

der. 28 Haziran l810’da annesine Istanbul’dan yazdığı bir mektupta da kentimizi uzun uzun över: Avrupa’nın büyük bir bölümünü ve Yunanistan’! görmüştür. Ama Istanbul kadar güzel ne bir doğa görünümüyle , ne de bir sanat yapıtıyla karşılaşmıştır şimdiye değin. Süleymaniye, Aya Sofya’dan daha güzeldir ve koskocaman selvilerle (“enormous cypresses”) dolu Türk mezarlıklan “the loveliest spots on earth” (dünyanın en güzel yerleridir) En ünlü yapıtı Don] uan’ın beşinci ve altıncı bölümleri de Istanbul’da geçer ve bu arada Byron yine över kentimizi. Byron bu yolculuktan dönüşünde Lordlar Kamarası’nda resmen yerini aldı. Ama bu törenden sonra , oraya gitse gitse bir iki kez gitti herhalde. l8l2’de yirmi dört yaşındayken Childe Harold’un ilk iki bölümünü yayımlayarak, aklın alamayacağını kadar ünlü oldu ansızın (1) Bu ün Byron’un lordluğuna ve yakışıklılığına eklenince , lngiliz yüksek sosyetesınin kadınları çtidırmaya başladılar. Lady Caroline Lamb gibi, erkek kılığına girip peşine düşenler, onu elde etmek için büyüler yapanlar, onu öldürmekle tehdit edenler bile çıktı. Gerçi Gericoult’un Lord Byron portresi Byron’un eşcinsel eğilimle- Fransa, Montpellier, Fabre Museum 685 ri de olduğu artık kanıtlanmıştır. Örneğin, üniversitede öğrenciyken, kilise korosunda şarkı söyleyen bir gence büyük bir tutku duymuş, bu çocuğun dünyada en çok sevdiği insan olduğunu söylemişti. Öldüğü yıl ona hizmet eden yakışıklı Yunan gencine de aşırı bir sevgi göstermişti. Ama bunlar platonik kalmış ilişkiler olabilir. Çünkü Byron’un asıl düşkünlüğü kadınlaraydı. “lt is unlucky we can neither live with nor without these women” (ne yazık ki, ne şu kadınlarla yaşayabiliyoruz, ne de onlarsız) derdi. Her görende hayranlık uyandıracak kadar güzel bir yüzü olması, aşk alanında başarılarını bir hayli kolaylaştırıyordu. Byron günün birinde arkadaşı john Hobhouse’a, herkesin onun sakat ayağına baktığını söyleyince , Hobhouse hiç kimsenin onun başından başka bir yerine bakmadığlnı bildirmişti. Gerçekten de bu baş , Byron’un topallığını ununuracak kadar güzeldi. Walter Scott içinden aydınlanmış, saydam mermerden bir vazoya bemetmişti onun tenini ve böyle bir güzelliğin ancak düşlerde görülebileceğini söylemişti. Coleridge ve Southey de ömürlerinde gördükleri şairterin en ya kışıkiısı bulmuşlardı onu Stendhal, Byron’un görkemli başından söz etmiş; onun kadar güzel ve etkileyici bir insan görmediğini, bir dahinin resmini yapmak isteyen bir ressamın onun portresini yapması gerektiğini ıleri sürmüştü. Ne gariptir ki, Byron’un yüzünü itici ve anlamsız bulan tek kişi, onu ömründe görmemiş olan T. S. Eliot’dur. Byron’un ölümünden uzun yıllar sonra dünyaya gelen bu ünlü şair, Byron’un “o şişmiş yüzünü” (“that pudgy gace”), “şehvet düşkünlüğünü gösteren o gevşek ağzını” (“that weakly sensuat mouth”), yüzündeki “o huzursuz ve boş ifadeyi” (“that restless trivialıty of expression”) ancak “acayip” diye niteleyebileceğimiz bir tiksintiyle anlatır ve Byron’un yüzünü yeteneksiz bir aktörü n yüzüne benzetir. Ama Eliot ne derse desin, Byron güzeldi; güzelliğin i korumaya da kararlıydı. Şişmanlamaya eğilimi olduğunu bildiğinden, neredeyse aç kalacak kadar az yemek yer; boks gıbi, enerji harcatan sporlar yapar; yiyip yiyip de gene ince kalmalanna belki içerleyerek, yemek yiyen kadınlara bakmaya katlanamazdı. Victoria Çağı’nın ünlü romancısı Thackeray, 184l’de yazdığı “Memorials of Gormandizing” (Oburluk Konusunda Anılar) adlı çok sevimli denemesinde , tatlı tatlı alay eder Byron’un şişmanlama korkusuyla: “Ah w hat a poet Byron would have made had he taken his meals properly and allawed himself to grow fat'” (Ah ne şair olurdu Byron, eğer düzenli yemek yeseydi ve kendini koyverip şişmanlasaydıt)

XII. yüzyılda gerçek bir manastır olan şatosu Newstead Abbey’yi elden çıkarmaması için (Byron Ingiltere’den temelli aynidıktan sonra bu şatoyu satmak zorunda kalacaktı) bazı dostları, varlıklı bir kızla evlenınesini salık veriyorlardı Byron’a. Byron da l81 2’de tanıştığı Anne lsabella Milbanke’ı beğenmiş, onunla evlenmek istemişti. Ama kız o sıralarda yüksek sosyetenin tüm kadınlarının müthiş şımarttıkları genç lordu reddetmişti. Bunun üzerine Miss Milbanke, Byron’un iyice gözüne girmiş, şairin onunla evlenme kararı pekişmişti. Bu genç kız çok iyi eğitim görmüştü; felsefeye ve özellikle matematiğe çok meraklıydı. (Bu merakından ötürü Byron daha sonraları “Princess of parallelograms”) diye alaycı bir ad takacaktı ona.) Byron, Miss Milbanke’a hiç de aşık değildi aslında; ama onu beğeni yar, bu kız sayesinde derlenip toparlanacağma, peşine takılan kadınlardan kunulacağına inanıyordu. Byron’la Anne lsabella, Ocak l815’te evlendiler. Evlenir evlenmez de. birlikte yaşayamayacakları meydana çıktı. Görünürde hiçbir neden yokken, Byron kansına son derece kötü davranıyor, ondan öyle nefret ediyordu ki, karısı Byron’un resmen delirdiğine inanmıştı. Ancak bir yıl ve birkaç ay süren bu evlilikren ve Augusta Ada adlı kızlarının doğumundan sonra, Lady Byron eşini bıraktı. O sıralarda boşanmak neredeyse olanaksızdı, ama yasal ayrılmalar olabiliyordu. Lady Byron da böyle bir yasal ayrılmanın gerçekleşmesini sağladı. Bunun üzerine Byron büsbütün dengesiz bir tutum içinde kıyametler kopardı; karısına kin duyduğu halde, onunla barışmaya uğraştı. Lady Byron’a çok acı mektuplar ve şiirler yazdı. Örneğin, Eylül 181 6’da Lady Byron’un hasta olduğunu duyması üzerine, kadıncağıza lanetler yağdırdıktan sonra, “l have had many foes, but none like thee” (çok düşmanım oldu, ama hiçbiri senin gibi değildi) diye bır şiir yazdı; karısının yüreğindeki “cold treason”dan (soğuk hainlikten) söz etti; onu, eşi Agamemnon’u öldüren Clytemnestra’ya benzetti.

Byron kansına cephe almıştı ama, Londra’nın yüksek sosyetesi de Byron’a cephe almıştı. O kadar ki, Byron kendi yurttaşlan için, “I prefer hating them at a distance” (onlardan uzaktan nefret etmeyi yeğliyorum) diyerek l816’da Ingiltere’den ayrıldı. Artık ancak ölüsü geri getirileeekti ülkesine . Gitmeden önce de şöyle dedi: “If what was whispered and muttered and murmured was true, I was unfit for England; if false, England was unfit for me.” (Eğer fısıldanan, homurdanan, ınırıldanan doğruysa, ben Ingiltere’ye layık değilim; eğer yanlışsa, Ingiltere bana layık değil.) Bu “fısıldanan, homurdanan, mırıldanan”, Byron’un baba bir kız kardeşi Augusta Leigh’yle cinsel ılışki kurduğu dedikodusuydu herhalde. Byron’un babasının ilk evliliğinden doğan Augusta, ondan dört yaş büyüktü. Yüzleri bırbirine çok benzeyen iki kardeş, uzun zaman ayrı kalmışlardı. Mutsuz bir evlilikten sonra kocasından ayrılan Augusta’nın üç çocuğu vardı. Lady Byron ayrılma sırasında açık konuşup, verdiği kararın nedenlerini açıklasaydı, böyle bir söylenti ortaya çıkmazdı belki de. Ama her nedense bu konuda çok suskundu. Augusta’yla ilişkisini de kesmemişti. Tam tersine , ona öteden beri hayranlık duyan görümcesiyle sık sık görüşüyordu. Hatta Byron’a bir mektubunda bu duruma değinen Shelley, iki kadının dostça ılişkilerinın, Byron’a karaçalınmasını önleyecegini yazdı.

Gelgelelim ünlü Uncle Tom’s Cabin (Tom Amcanın Kulübesi) romanının yazan Amerikalı Mrs. Beecher Stowe’a göre, 1856’da ölmek üzere oldugunu sanan Lady Byron, bu ensest öyküsünü ıtiraf etmişti. Mrs. Beecher Stowe da, kendisine anlatılanlan 1869’da Amerikan dergilerinde yayımladı. Yıllar sonra Astarte’nin basılmasıyla, bu dedikodu büsbütün alevlendi. Astarte, Byron’un Manfred adlı şiirinin başkişisinin sevdigi, kendisine tıpkı benzeyen kadının adtydı. Byron’un kızı Ada, Lovelace ailesinden biriyle evlenmişti ve şimdi Byron’un torunlanndan Lord Lovelace, dedesini ensestle suçlayan bu kitabı ortaya atıyordu. 192 1 ‘de bu lord un ölümünden sonra da, dul eşi Lady Lovelace, Byron’la kız kardeşinin mektuplanndan oluşan yeni belgeler vererek, Astarte’yi yeniden yayımladı.

Bir iki eleştirmen, şairi aklama çabasına giriştiler o sırada. Örnegin, Samuel C. Chew 1 924’te yazdıgı Byron in England’da (Byron lngiltere’de) Lucrezia Borgia’ya bir deginme dışında , bu otuz bir mektupta anormal sayılabilecek bir duygunun en küçük bir izi olmadıgını ileri sürdü. John Drinkwaıer 192 5’te yazdıgı Byron – A Conflict’ıe (Byro n – Bir Çatışma) ensestin yüzde yüz kanıtlanmadıgı görüşünü savundu. Ne var ki, Byron’un yaşamöyküsünü yazanların neredeyse tümü -bu arada R. L Bellamy, Sir john Fox, Andre Maurois , Ethel Mayne ve daha birçokları- ensesli, hatta Augusıa’nın son çocugu Medora’nın Byron’dan olabilecegini kabul ettiler. Işin en ilginç yanı, Byron’un bilinçli ya da bilinçsiz olarak, böyle bir olasılıgın akla gelmesi için özel bir çaba gösterircesine davranmış olmasıdır. Örnegin, Manfred’in başkişisi, hiç kimseye söylemedigi, söyleyemeyecegi korkunç bir günah işler. Cain’in kız kardeşi aynı zamanda onun karısıdır. The Bride of Abydos’daki (Abydos Gelini) Zuleika, aşırı bir sevgiyle sevdigi kardeşi Selim’in, onunla kardeş degil de kardeş çocugu oldugunu sonradan anlar vb. Byron ömrü boyunca toplumun benimsedigi kurallara savaş açmış, aslında oldugundan daha ahlaksız görünmek için özel bir çaba harcamış m. Insan ilişkilerin de tabuların en büyüğü ensest olduğuna göre, gerçekte suçsuz olsa bile, Byron’un bu günahı ışlemiş izlenimini vermek istemesi olasılığını da göz önünde tutmak gerekir bize kalırsa.

Byron bir daha geri dönmernek üzere Ingiltere’den aynidıktan sonra İtalya’nın çeşitli kentlerinde, özellikle Venedik’te, Ravenna’da, Pısa’da oturdu. O sıralarda sık sık görüştüğü Shelley’nin bir mektubunda anlattığına göre, Byron eğlenceye aşırı düşkün bir yaşam sürüyor , sokak kadınlanyla bile düşüp kalkıyordu. Ne var ki. Teresa Guiccioli’yle tamşması sayesinde bu anlamsız yaşamdan kurtulup mutlu olduğunu, gene Shelley’nin bir mektubundan öğreniriz. Tanıştıklan sırada on sekiz yaşında olan Teresa, altmış yaşındaki kocasından ayrı yaşayan, iyi yetişmiş, aklı başında bir kızdı. Lady Byron’un yapamadığını başanp, Byron’u derledi topladı. Beraberliklerinde doğru dürüst evliliklere özgü saygıdeğer bir hava vardı ve herkes bu beraberliğı öyle doğal karşılamıştı ki, Teresa’mn çok daha sonralan evlendiği Fransız soylusu , eşinin geçmişiyle övünüyor, onu yabancılara “Lord Byron’un eski sevgilisi” diye tanuıyordu. Byron’un ölümünden kırk dört yıl sonra Teresa, Lord Byron]uge par !es Temoins de sa Vie (Yaşamının Tanıkları Tarafından Değerlendirilen Lord Byron) adlı bir kitap yazdı. Ne yazık ki, Teresa bu bin sayfadan uzun kitapta Byron üzerine gerçek bilgi vermeden, onu öve öve göklere çıkarınakla yetinir sadece.

Byron, Teresa’nın erkek kardeşlerinin ve ailesinin etkisıyle, ltalya’nın siyasal durumuna büyük ilgi duydu. Hatta ltalya’da cumhuriyet kurmayı amaçlayan gizli bir örgüt olan Carbonari yandaşlarıyla ilişki kurduğu için, ltalyan hafiyeleri onu izlemeye başladı. Gerçi Byron, Shelley türünde bir devrimci olmamıştı hiçbir zaman; ama zorbalığa kesinlikle karşı koyan gerçek bir liberaldi. Ulusların da, kişilerin de özgürlüğü, Byron’un içtenlikle ciddiye aldığı ender konulardan biriydi. Bu özgürlük tutkusu tüm şiirlerinde görülür.

Işte bu tutku yüzünden Byron, Yunanistan’ın Osmanlı lmpartorluğu’na karşı verdiği bağımsızlık savaşına katıldı; bu savaşa katıldığı için de , bu konuda bilgisi olmayan kişilerce Türk düşmanı sanıldı. Oysa Byron Türklere düşman değil, özgürlüğe tutkundu sadece. Eğer bir Yunan Imparatorluğu olsaydı da, Türki ye bu imparatorluğun sınırları içinde bulunup bağımsızlığı uğruna savaşsaydı, Byron mutlaka Türklerden yana çıkardı o zaman. Kaldı ki, şiirlerini ve mektuplarını okuyanlar, Byron’un Yunanlılardan çok Türkleri beğendiğini hemen anlarlar. Gerçi kültürlü tüm Avrupalılar için olduğu gibi, Byron için de eski Yunanistan, Avrupa uygarlığının beşiğiydı; ama çağdaşı Yunanlıların fena halde yozlaşmalarından, çevırdikleri dalaverelerden, onu dolandırdıklarından sık sık yakınırken, Türkleri sürekli över. Örneğin, ilk yolculuğu sırasında yazdığı Mayıs 1810 tarihli mektupta, Türklerin Ingilizler gibi gevezelik etmeyen, az konuşan, aklı başında insanlar olduğunu anlatır. Aynı tarihlerde annesine bir rnektubunda, Türklerı çok vakur bulduğunu söyler: ‘That dignity which I fınd universal among the Turks” (Türklerin tümünde gördüğüm o vakar). Eylül 18ll’de kız kardeşine bir rnektubunda, gene Türklerin yanına dönmek istediğinden söz ederken, “I believe I shall turn Mussulman in the end” (sonunda Müslüman olacağım galiba) diye şakalaşır. l823’te , ölümünden birkaç ay önce kız kardeşine Yunanıstan’dan gönderdiği son mektubunda, Hatagee (Hatçe olsa gerek) adlı dokuz yaşında bir Türk kızını evlat edinip eğitmek niyetini açıklar (Byron’un cümle günahı arasında sübyancılık yoktur). Bu küçük kız, Byron’un Yunanlıların elinden kurtardığı )irmi sekiz Türk tutsağından biriydi ve ağabeylerini Yunanlılar öldürmüştü.

Byron’un Childe Harold’un ikinci bölümüne ekiediği uzun not, Türklere karşı tutumunu belirtmek açısından ayrıca ilginçtir: Byron Türk! erin kendilerinden söz etmekten hoşlanmadıklarını bir kez daha belirttikten sonra, “Moslem Country Gentlemen” (kırsal bölgenin Müslüman centilmenleri) diye tanımladığı ağaları över; onlardan daha onurlu ve dost insanlar bulmanın yolu olmadığını söyler. Bu arada Arnavutluk’ta tanışrığı Ali Paşa’dan, oğlu Veli Paşa’dan ve Atina Valisi dediğı Süleyman Ağa’dan ne denli hoşlandığım anlatır. Türklerin para işlerinde son derece dürüst olduklarına, kendi çıkarlarını hiç gözetmediklerine, oysa Yunanlıların onu hep aldatmak istediklerine değinir. Türklerin Yunanlılardan üstün olduklarını belirterek ve “onlar” sözcüğünün altını çizerek, şöyle der: “They are not treacherous, they are not cowardly, they do not bum heretics , they are not assassins, nor has an enemy advanced to their capital” (Onlar hain değildirler, onlar korkak değildirler, onlar dinsel inançlarına ters düşenleri yakmazlar, onlar katil değildirler ve onlann başkentine hiçbir düşman yanaşamamıştır). Türklerin, sultanları ülkeyi yönetemeyecek hale gelmedikçe sultanlarına, engizisyon gibi yöntemlere başvurmadan da Tanrı’ya bağlı kaldıklarını söyler. Aya Sofya’yı Istanbul’un bir simgesi olarak kullanan Byron’a bakılacak olursa, eğer Türkler Aya Sofya’dan atılırlar da onların yerine Ruslar ya da Fransızlar geçerse, böyle bir değişikliğin Avrupa yararına olacağı çok kuşkuludur. Byron Türklerin hiç de bilgisiz olmadıklarını; Ali Paşa’nın on yaşındaki tarunu Mahmud’un, ona Avam Kamarası’nda mı, yoksa Lordlar Kamarası’nda mı yer aldığını soracak kadar iyi eğitildiğini; Türklerin, Ingilizlerden farklı olarak, yalnız paşa torunlarını değil, yoksul çocukları eğitıneye de özen gösterdiklerini; dinsel konularda son derece hoşgörülü olduklarını anlatır.

Demek Türkleri beğenmektedir ama, bağımsızlıkları uğruna savaşanlar Yunanlılar olduğundan, onlardan yana çıkar. Temmuz l 823’te ltalya’dan Yunanistan’a gider ve dokuz ay sonra, yani Nisan l824’te otuz altı yaşındayken hastalanıp Missolonghi’de ölür. Harold Nicholson, Byron’un ölümünün yüzüncü yılında yayımladığı Byron: The Last Joumey’de ( Byron: Son Yolculuk) şairin Yunanistan sefenni, ilkin biraz alay ederek, daha sonraları ona yakınlık, hatta hayranlık duyarak anlatır. Byron’un özgürlük uğruna ölmesi, ona karşı olumsuz bir tutum benımseyen çağdaşları arasında da saygı uyandırmıştı. Örneğin, Byron’u bir züppe bilen, çağın en önemli eleştirmenı William Hazlitt, The Spırit of the Age’de (Çağın Ruhu) onu fena halde hırpaladığı sırada ölüm haberini almış ve denemesini şöyle bitirmişti: “Lord Byron is dead. He alsa died a martyr to his zeal in the cause of freedom, for the last and best hopes of men. Let that be his excuse and his epitaphl” (Lord Byron öldü. Özgürlük davası uğruna, insaniann son ve en güzel umutları uğruna kendini feda ederek öldü.) “I would not even feed your worms” (sizin kurtlarınızı bile beslemek istemem) diyen şair, ölüsünün Ingiltere’ye gönderilmesine pek istekli olmazdı herhalde; ama cenazesi Ingiltere’ye gönderildi gene de. Westminster Kilisesi’nin başrahibi, Byron’un orada ünlü şairlerin köşesinde gömülmesine razı olmadı. Newstead Abbey de satıldıgı için, Byron şatosuna yakın bir köyde topraga verildi.

Byron’un fazlasıyla dagdagalı, fazlasıyla hareketli ve heyecanlı kısacık ömrü ne karşın, vakit bulup da bu kadar çok yazabilmesi, insanda gerçek bir hayret uyandırır: Byron, Hours of Idleness (Tembellik Saatleri) ve Hebrew Melodies (Ibrani Ezgileri) gibi derlemelerde toplananların dışında yüzlerce kısa şiir ve üç uzun şiir, sekiz tiyatro oyunu ya da drama biçiminde şiir ve üç uzun taşlamayla, dört bölümlü, neredeyse iki yüz sayfa tutan Ch ilde Harold’u ve bin sayfaya yakın olan Don juan’ı yazdı. Son ve en degerli şiiri olan Don juan’ı en sona bırakıp, öykü anlatan uzun şiirlerine ve öteki yapıtianna geçmeden önce, yalnız Ingiltere’de degil, tüm Avrupa’da tanınmasını; kendi dedigi gibi, bir sabah u yanıp ansızın ünlü olmasını saglayan Childe Harold’u ele alalım.

Byron asıl adı Childe Harold’s Pilgrimage olan bu şiiri, dokuz dizelik Spenserian stanza’larla yazdı. tık iki canto 181 2’de, üçüncüsü 1816’da , dördüncüsüyse 1 818’de çıktı. Şiirin başlangıcında, tıpkı Byron’a benzeyen soylu genç Harold, kendi ülkesindeki anlamsız ve boş yaşamdan bezerek, yabancı ülkeleri görmek ister. tık iki canto’da, gene tıpkı Byron gibi, İspanya’ya, Portekiz’e ve o sıralarda kimselerin pek bilmedigi Yunan adalarına ve Amavutluk’a gider. Üçüncü canto’da, Belçika’dan, Ren nehrinden ve Alp daglarından geçer. Gördügü yerlerde, Ispanya savaşı ya da Waterloo meydan savaşı gibi tarihsel olayları, Napoleon ya da Rousseau gibi ünlü kişileri anunsar bu arada. Dördüncü canto’da Byron, Harold maskesini yüzüne takmaktan vazgeçip, dogrudan dogruya kendi adına konuşarak, ıtalya’yı anlatır; Venedik’ten, Floransa’dan, Roma’dan ve geçmişte oralarda yaşayan Dante, Petrarca, Michelangelo, Galileo, Machiavelli, Boccaccio gibi ünlü kişilerden söz eder. Böylece Chil de Harold şiir biçiminde bir seyahatnamedir bir bakıma . Ne var ki, Byron çevresine ve dogaya bakıp, gerçekten gördüklerini anlatmaz genellikle. Gördügü yerlerden çok, kendi kişiligine, kendi dertlerine ve düşüncelerine deginmenin yolunu bulur her zaman.

Örneğin, üçüncü wnto’da, Waterloo Savaşı’nın arifesinde verilen baloda top seslerinin duyulmasını, baladan ayrılan binlerce genç subayın ölüme gidişini, Napoleon’un yenilgisini ve acı alınyazısım anlatırken, kendi aşk serüvenlerine değinmelerde bulunur. Bu canıo’nun başında ve sonunda da, ancak birkaç aylık bebekken gördüğü ve bir daha göremeyeceği kızı Ada’ya sevgisini dile getirır . Dördüncü canıo’nun başlangıcı çok ünlüdür:

I stood in Venice, on the Bıidge of Sighs;
A palace and a pıison on each hand.
I saw from out the wav e her structure lise
As from the stroke of the enchanter’s wand.
A thousand years their cloudy wings expand
Araund me, and a dying glory smiles
O’ er the far times, when many a subject land
Looked to the winged Lion’s marble piles
Where Venice sate in state, throned on her hundred isles.

Venedik’te durdum, Içini Çekenlerin Koprüsü’nde,
Bir yanda saray, bir yanda hapishane.
Sulann içinden kentin çıktığını gördüm,
Bir büyücünün sihirli değneğinden yükselircesine.
Binlerce yıl bulutumsu kanatlannı açıyor
Çevremde; ve can çekişen bir gorkem gülümsüyor
Ta geçmiş lerde. O sıralarda kôle olan nice ülke
Kanatlı aslanın mermer desteklerine bakardı
Yüzlerce adasının üstünde taht kuran Venedik’e.

Ne var ki, bu nesnel belimlerneden birkaç kıta sonra, Byron gene kendi benliğine geri dönüp, sürgün yaşamını seçmesinin nedenlerini anlatır.

Okuyucular Byron ile Childe Harold’u nasıl olsa hemen özdeşleştirmişlerdi. Bu çarpıcı kişiliğe bir de Ege adalarının ve Osmanlı İmparatorluğu’nun romantik dekoru, Byron’un ilgimizi her an ayakta tutan bir ustalıkla konudan konuya atiarnası ve coşkulu bir şiirsel hava katılınca, Childe Harold’un çekiciliğine karşı koymanın yolu kalmamıştı. T. S. Eliot, Byron’un “narrative” şiirlerini yani koşuklu öykülerini, Childe Harold’dan üstün bulur. Çocukluğunda bayıldıgı bu öyküleri çekinerek ele aldığını, ama yeniden okuyunca çok beĞendigini, bu türde ancak Chaucer’in Byron’dan üstün olduğunu söyler. Ama bu doğru bir deĞerlendirme degildir bize kalırsa; çünkü bu öyküleri artık fazlasıyla melodramatik bulur, Childe Harold’u ise, Don ]uan’dan sonra Byron’un en deĞerli yapıtı sayarız.

Koşuklu öykü türünde Byron’dan önce en çok ragbet edilen yazar, Walter Scott’tu. Ama Scott’un şiir biçiminde öyküleri kendi ülkesi lskoçya’nın geçmişiyle ilgiliyken, Byron kendine dekor olarak Dogu Akdeniz’in bilinmeyen ülkelerini seçti. Üstelik Byron kahramanlık serüvenleriyle yetinmeyip, Scott’un pek önemsemediĞi, önerusediği zaman da pek beceremedigi tutkulu aşk öyküleri ekledi bu serüvenlere. O zaman dogal olarak, lskoçyalı şairin pabucu dama atıldı. Byron’un şiirleri yepyeni hazlar verdi okuyuculara.

Ilk iki şiirinin adından ötürü Byron’un bu tür şiirlerine ‘Turkish Tales” (Türk Öyküleri) denilir. Her ikisi de l8l3’te yayımlanan bu iki şiir, The Giaour: A Fragment of a Turkish Tale (Cavur Bir Türk Öyküsünden Bir Parça) ve The Bride of Abydos: A Turkish Tale’dir (Abydos’lu Gelin Bir Türk Öyküsü). Mayısta basılan The Giaour öyle merak uyandırmıştır ki, yılın sonuna degin, yani yedi ay içinde sekiz baskısı yapılmış ve bu arada Byron eklemeler yapıp, şiiri altı yüz seksen beş dizeden bin üç yüz otuz dört dizeye çıkarmıştır. Bir hayli karışık olan bu öykünün başkişisi Hıristiyan oldugu için, Türkler ona Gavur derler. Bu Gavur, (Türk adlarında Byron’un ımlasını veriyoruz) Hassan adlı bir Türkün haremindeki kızlardan Leila’yı baştan çıkarmanın yolunu bulur. Birlikte tam kaçacakken, Hassan onları yakalar, Leila’nın sıkı sıkı baglanıp denize atılmasını buyurur. Gavur ise, Hassan’a pusu kurup onu öldürerek, bogulan Leila’nın öcünü alır. Oykü bölük pörçük olarak, kimi zaman Türk balıkçılarının anlattıklarından, kimi zaman da bir manastıra sıgınan Gavur’un papaza günah çıkarmasından anlaşılır. Sevdigi kadının canına kıyanı cezalandırmak için kan döktügüne hiç mi hiç pişman olmayan bu asık suratlı ve gurur! u Gavur, “flery passion” (ateşli bir tutkuyla) yanan solgun yüzüyle, yere dikili “his evi! eye” (kötü gözleriyle), cehennemden yeni çıkmışçasına mutsuz halleriyle , Byron’vari kahramanın ilk ömeğidir. Şair doğu havasını daha da renktendirrnek için, birçok Türkçe sözcük kullanır öyküsünde: Örneğin “caique”, “bairam”, “jerreed” (cirit), “Rhamazan”, “salam”, “ataghan” (yatağan), “Franghestan”, “bismillah”, “chiaus” (çavuş), “calpac” (kalpak), “Alla Hu”, “gul” (gül), “divan”, “houri”, “peri”, “meJnun”, “Bey Oğlu”, “deli”, “bulbul” (bülbül), “galiongee” (kalyoncu) vb. “Korsee”, ‘comboloio”, “wil-walley” gibi kimi sözcüklerinse ne anlama geldikleri pek anlaşılmaz.

Iki canto’lu The Bıide of Abydos’da gavurlar yoktur. Olaylar sadece Türkler arasında geçer. Zuleika’nın babası Giaffir (Cafer olsa gerek) Paşa, kızını zengin Karasman (Kara Osman mı7) beyiyle evlendirmeye karar verince , kendilerini baba bir kardeş bilen ve birbirlerine aşırı düşkün olan Zuleika’yla Selim derin bir acı duyarlar. Derken Selim kardeş değil de, ancak kardeş çocuklan olduklannı açıklayarak, ensest tehlikesini ortadan kaldırır. Meğer Zuleika’nın babası, öz kardeşini öldürdükten sonra, yetim kalan Selim’i evlat edinmiştir. Artık birleşmelerine engel kalmayan Zuleika’yla Selim tam kaçacakken, Giaffir Paşa adamlarıyla onları yakalar ve Selim’in canına kı yar. Selim’siz yaşamaya dayanamayan Zuleika da derdinden ölür.

Byron’un bu iki öyküden bir yıl sonra, yani ısı 4’te yazdığı üç canto’lu The Corsair (Korsan), The Giaour’dan bile daha çok kapışıldı. Matbaadan çıktığı gün on bin nüsha satarak, o güne değin hiç görülmemiş bir rekor kırdı Ingiltere’nin kitap piyasasında. Ege Denizi’nde korsanlık yapan ve Byron’vari kahramanın çok tipik bir örneği olan Conrad, Seyd adlı bir Türk paşasının ona baskın yapacağını haber alır. Bunu önlemek için hemen harekete geçen Conrad, sevgilisi Medara’yla vedalaşır. (Medora, Byron’un kız kardeşmin en küçük çocuğunun adıdır ve daha önce de değindiğimiz bir söylentiye göre, Byron bu kızın babasıydı.) Conrad derviş kılığına girip, Seyd Paşa’nın karargahına gider. Bu arada emrindeki korsanlar, Türklerin kalyonlarını yakmaya başlarlar. Çıkan kargaşalıkta Conrad , Paşa’nın gözdesi Gulnare’yi ölümden kurtarır, ama kendi de yaralanmış ve tutsak düşmüştür. Conrad’a dakikasında aşık olan Gulnare, onun Seyd Paşa’yı uykusunda öldürmesini ister. Conrad uyuyan bır adam öldürmeye razı olmayınca, Gulnare bu ışi kendi yapar. Ama Conrad işlediği bu cinayet yüzünden Gulnare’yi suçlar ve sevgilisi Medara’ya bağlı kalır. Gulnare’yle Conrad korsanların adasına gelınce , Conrad’ın vurulduğunu sanan Medora’nın, ByTon’un bu romantik öykülerindeki çoğu kadınlar gibi derdinden öldüğü anlaşılır. Bunun üzerine Conrad kayıplara karışır; onun nerede olduğunu, yaşayıp yaşamaclığını kimseler bilmez.

Byron’un aynı yıl yazdığı iki canto’lu Lara’da , Conrad’ın ölmediği anlaşılır. Conrad Ispanya’daki şaıosuna dönünce Lara adını alır. Gulnare’ye gelince, o da erkek kılığına girip Lara’ya hizmet eder. Lara, Byron’vari kahramanların davranışlarını sürdürerek, hiç kımseciklerle konuşmaz, geceleri uyumaz, gizemlı dertler çeker. Karışık birçok olaydan sonra da bir çarpışmada yaralanıp, Gulnare’nin kollan arasında ölür.

The Corsair ıle Lam’nın olağanüstü merak uyandırmasının nedeni, bunlarda anlatılan tutkulu aşklardan ve heyecanlı serüvenlerden çok, okuyucuların Byron’la özdeşleştirdikleri başkişilerin çekiciliğiydi. Gerçi Byron, The Corsair’irı sunuş yazısında , Conrad-Lara’nın kendisi olmadığını söyledi ama, buna pek kimse inanmadı. Çünkü Byron’un, “that man of loneliness and mystery” (o yalnızlıklar ve gizemler insanı) diye tanımladığı korsan, Byron’un ta kendisidir -daha doğrusu kendi yüzüne takmak isıediği trajik bir maskedir: Conrad-Lara hiçbir duygusunu açığa vurmaz. Çok gururludur. Solgun yüzü, kıvırcık kara saçlarıyla da son derece yakışıklıdır. Çevresindeki herkesi hor görürcesine dudak bükünce “a laughing devi!” (gülen bir şeytana) benzer. Kaşlarını çatınca herkesin ödü kopar. Eskiden çok erdemli bir gençken, hayal kırıklığına uğrayıp, insanlara da, Tanrı’ya da savaş açmıştır Göze alamayacağı hiçbir cinayet yoktur (ama uyuyan bir adama kötülük edemez), insanlardan nefret ettiği ıçin vicdan azabı da duymaz. Ancak fakir fukarayı her zaman korur ve bir tek kadına bağlı kalır ölünceye dek. Çevresinde yarattığı gizemli hava , tıpkı Byron’un kendı çevresinde yaratmak istediği gizemli hava gibi, onun çekiciliğıni büsbütün artırır.

l816’da yayımlanan The Siege of Corinth (Korenı Kuşatması), gene Türklerle ilgilidir. Bu şiirde, l715’te Türklerin Korent’i Ve nediklilerın elinden almak için açtıklan savaş anlatılır. Türk ordusundaki komutanlardan biri ve şiirın başkişisi, yurttaşları tarafından haksız yere suçlandıg;ı için, Venedikliyken din deg;iştirip Müslüman olan Alp’tir. Alp sevdig;i kadının yalvarıp yakarmalarına karşın, Müslümanlıktan da, Türklerden de vazgeçmez. Şiirin sonunda Korent valisi baruthaneyi havaya uçurarak, kendi yurttaşlarını da, Türkleri de -Alp dahil- öldürür.

Gene l816’da yazılan Parisina, şimdiye deg;in ele aldıg;ımız koşuklu öyküler gibi Dog;u Akdeniz ülkelerinde deg;il, ltalya’nın Ferrara keminde geçer. Pek ilginç olmayan bu şiirde de kan gövdeyi götürür: Soylu Azo genç eşi Parisina’yla nikah dışı og;lu Hugo’nun seviştiklerini ög;renince, ensest saydıg;ı bu yasak aşkı cezalandırmak için kendi og;lunun başını kestirir.

Aynı yıl yazılan Beppo: A Venetian Story’de (Beppo: Bir Yenedik Oyküsü) Byron, bundan önceki şiirlerinın yog;un melodram havasından kurtulup , başyapıtı Donjuan’ı müjdeleyen, hatta küçük çapta bir Don )uan sayılabilecek olan çok neşeli ve alaycı bir öykü anlatır: Yıllardır ülkesinden uzak kaldığı için yaşayıp yaşamadığı bilinmeyen Beppo, kamaval sırasında Türk kıyafetiyle Venedik’e ansızın geri dönünce, eşi Laura’nın bir “cavaliere servente” yani ona hizmet eden resmi bir aşık edindiğini öğrenir. Ne var ki, bu durum üzerine kan gövdeyı götüreceg;i.ne, üçü birlikte kahve içip, işi tatlıya bağlarlar. Byron tıpkı Don]uan’da yaptığı gibi, Beppo’da da aklına geleni söylemek için, asıl konudan uzaklaşır zaman zaman. Bu arada, bundan önce yazdığıı melodramatik öykülerle alay etme fırsatını da kaçırmaz:

How quickly could I print (the world delighling)
A Grecian, Syrian or Assyrian tale;
And seli you, mixed with Westem sentimentalism,
Same samples oj the finest Orientalism.

Çabucak basabilirdim (dünyayı keyje bog,arak)
Bir Yunan, bir Suriye ya da bir Asur öyküsü;
Ve Doguculugun en nefis bazı örneklerini,
Batı duygusallıgıyla kanştınp satıverirdim sizlere.

l819’da yayımlanan Mazeppa, Beppo kadar eglenceli olmamakla birlıkte, ilk öykülerin melodram havasından uzaknr. XVI-II. yüzyılın başlangıcında, aslen Polonyalı olan Mazeppa , gençligınde başına gelen bir olayı anlatır: Mazeppa, Theresa adında bir genç kadına tutulur. Bu Theresa (tıpkı Byron’un bu şiiri yazdıgı sırada sevdigi Teresa Guiccioli gibi) kendinden otuz yaş büyük, üstelik kibirli ve aptal bir kontla evlidir. Bu kont, eşini Mazeppa’yla yakalayınca, ceza olsun diye delikanlının çınlçıplak soyunduktan sonra bir atın sırtına bağlanmasını ve atın kamçılanmasını emreder. At günlerce dörtnala koştuktan sonra düşüp ölür. Ölmek üzere olan Mazeppa’yı ise köylüler kurtanr.

Byron’un ölümünden bir yıl önce, l823’te yazdıgı dört canto’lu The lsland, or Clııislian and his Comrades (Ada, ya da Christian ve Arkadaşları) öteki koşuklu öykülerinden çok farklı bir dekor içinde , Pasifik Okyanusu’nda geçer ve l789’da Bounly adlı geminin tayfasının ünlü ayaklanmasından esinlenir. Byron’a göre, ayaklanmanın başlıca nedeni, tayfanın bir tek kez gördügü, ama hep özledigi Pasifik’teki güzel adada yaşama istegidir. Gemiciler gerçekten de mutlu olurlar o adada. Ne var ki, bir süre sonra bir savaş gemisi gelir ve bir teki dışında gemicilerin hepsi öldürülür.

Byron, sahnede hiçbir zaman boy göstermeyen bir aktördü bir bakıma. Öyle oldugu için de tiyatroya çok meraklıydı. Ama yazdıgı oyunların sekizi de degerli sayılamaz. Bunun nedeni de ortada: Byron kendi benliginden çıkıp başkalarıyla özdeşleşemiyor; onların düşüncelerini, duygularını, yaşantılarını yansıtamıyor; ştirlerinde oldugu gibi tiyatro oyunlarında da hep kendini anlatıyordu. Bu oyunlar “closet-drama” yani kitaplıklarda saklanıp ancak okunan türden oldukları için, sahneye de korıulmadılar.

Byron•un tiyatro oyunlarının en ünlüsü, l817’de yayımladığı, blank verse’le yazılan Manfred’dır. Şair mektuplarından birinde, oyunu özetledikten sonra, belki de numara yaparak, bu yeni yapıtını hiç begenmedigıni söyler. Ama onun oyunlarının en degerilisinin Manfred oldugu kuşku götürmez. Byron, Manfred’i “a d ramatic poem” (tiyatro oyunu biçiminde bir şiir) diye tanımlar. Gerçekten de Manfred, bir oyundan çok, başkişinin üç perde boyunca sürdürdüğü uzun bir monologdur: Toplumun dışladığı Manfred, Alp dağlarındaki şatosunda oturmaktadır. “The strong curse which is upon my soul”dan (ruhumdaki güçlü lanet) söz eden Manfred’in tek isteği unutmaktır. Neyi unutmak istediğini bılemeyiz. Ama Manfred, Byron’un baba bir kız kardeşi Augusta’yla ensest söylentisine değinircesine konuşur, sevdiği kadından söz ederken:

My bloadi The pure warm stream
Which ran in the vein of my father and in ours
When we were in our yoııth and had one heart
And loved each other as we should not love.

Benim kanım! Babamın ve bizim
Damarlanmızda akan tertemiz, ılık pınar;
Biz gençken, bir tek yüreğırniz varken,
Ve sevmememiz gerektiği gibi severken birbirımiZi.

Manfred daha sonraları, insanlardan hep uzak durduğunu, sevdiği tek kişinin her açıdan; biçimiyle, yüz çizgileriyle, gözleriyle, saçlarıyla, tıpkı kendisine benzeyen bir kadın olduğunu söyler. Marıfred’e hizmet edenlerden Manuel de şöyle der:

The only thing he seemed to love,
As he indeed by blood was bound to do,
The Lady Astarte his _ _

Sever göründüğü tek varlık
– Aslında kan bağlarıyla sevmesi de gereken ¬
Lady Astarte idi; onun …

Ne var ki, tam o sırada biri geldiği için, Manuel’in sözü yanda kalır; “onun kız kardeşi” türncesi ağzından çıkmaz. Ikinci perdenin sonunda, Byron’un başkişileri arasında kendisine ayrıca benzeyen Manfred, Astarte’yi ölüler diyarından çağırırken, yasak aşkıarına gene değinir: “The deadliest sin to love as we have loved” (Bizim sevdiğimiz gibi sevmek, günahların en öldürücüsüydü) der.

Byron 182l’de dört tiyatro oyunu birden yazdı. Bunlardan uç perdelik Cain’i , Ortaçağ dinsel oyunlarına özgü bir adla “mystery” diye tanımladı. Kabil, Tanrı’nın buyruklarına başkaldırarak kan döken -üstelik de kardeş kanı döken- ilk insan olduğuna göre, Byron onu ele alıp, elinden geldiğince kendine benzeyen bir kişiye dönüştürme fırsatını kaçıramazdı elbette. O yıl Venedik’ te oturan Byron, Cain’den sonra, kentin tarihiyle ilgili iki tragedya yazdı: Marina Faliero ve The Two Foscari (lki Foscari). Bunlardan birincisinde, XIV. yüzyılda Venedik tarihinın en ünlü suikastlerinden biri; ıkincisindeyse, baba oğul Foscariler’in başından geçen acı olaylar anlatılır. 182 1 yılının dördüncü oyunu, Asur kralı Sardanapalus adını taşır ve ötekilerden biraz daha ilginçtir. Sardanapalus çoğu hükümdarlar gibi uyruklarını savaşlara sürüp, kanlarını dökmek istemez. Bu yüzden de sevdiği kadın tarafından bile, “a king of feasts and flowers, and wine, and reve!” (şölenler, çiçekler, şaraplar ve eğlenceler kralı) olmakla suçlanır. Ne var ki, gerektiğinde savaşmasını bilir. Yenilgiye uğrayınca da , güzel kokulu odunlarla büyük bir ateş yaktırıp, kendi kendini yakar. 1822’de yayımlanan Heaven and Earth (Gökyüzü ve Yeryüzü) Cain gibi Kutsal Kitap’tan kaynaklanır ve Kabil’in lanetli soyundan gelen kadınların meleklerle sevişınesi konusunu işler. Aynı yıl yazdığı The Deformed Transformed, Kambur Arnold’un doğaüstü güçler sayesinde yakışıklı bir gence dönüşmesini anlatır ve Shelley’nın Byron’a açıkça dediği gibi, Goethe’nin Faust’unun kötü bir kopyasıdır. Son oyunu Werner or the lnheritance (Werner ya da Miras) şairin tiyatro alanında hiç de başarılı sayılamayacak bu deneylerinin belki en değersizidir.

Byron’un oyunlarını okuduktan sonra taşlamalarına geçen bir kişi, rahat bir nefes alır. Çünkü bir bakıma Romantık şairlerin en aşırı Romantiği sayılan Byron’un asıl başarılı olduğu tür taşlamadır. Byron’da garip bir çelişki vardı: Bir yandan kendi kişiliğini alabildiğince yüceltip sömürürken, bir yandan da Klasisizme özgü akılcı ve serinkanlı nesnellikten yanaydı. Yaşadığı çağda Neo-Klasikleri savunan tek kişiydi. Başyapıtı Don juan’da bunu bir kural olarak ileri sürdü.

Thou shalt believe in Milton, Dryden, Pope;
Thou shalt not set up Wordsworth, Coleridge, Southey.

Milton’a, Dıyden’e, Pope’a inanacaksın;
Wordsworth’ü, Coleridge’i, Southey)i örnek almayacaksın.

Wordsworth’le “words words” (laf !aD diye alay ederken, XIX. yüzyıl boyunca çoğunun şair bile saymadığı Pope’u “the most faultless of poets” (şairlerin en kusursuzu) diye övdü. Gelgelelim kafasıyla Neo-Klasik ama duygulanyla coşkulu olan Byron’un Romantik yanı da yadsınamazdı. Birbirine karşıt bu iki eğilimini Donjuan’da bağdaştırıp, Romantizm’ini denetim altına alınca, gerçekten büyük bir şair oldu. Byron yakın arkadaşı Thomas Moore’a, “Damn it, Tom, don’t be poetical” (Allah kahretsin Tom, şiirsel olma) dermiş. Bugün Don]uan’ı bunca beğenmemizin nedeni de, beylik anlamda “şiirsel” olmayışıdır.

Byron’un ilk taşlaması English Bards and Scotch Reviewers (Ingiliz Ozanları ve Iskoçyalı Eleştirmenler) 1 809’da, yani şair yirmi bir yaşındayken yayımlandı. Bu taşlama tümüyle kişisel bir öfkeden kaynaklanmaktaydı; çünkü Iskoçyalı Francis Jeffrey’nin yönettiği ünlü Edinburgh Review, Byron’un öğrenciyken yazdığı Hours of Idleness’deki şiirleri hor görüreesine eleştirmişti. Ne var ki, Byron sadece jeffrey’ye ve derginin öteki yazariarına çatmakla kalmadı, çağın irili ufaklı tüm şairlerine, bu arada Wordsworth, Colerıdge gibi büyük şairlere de saldırdı. Byron’un ölümünden iki yıl önce yazdığı The Visian of ]udgement (Tanrı’nın Huzurunda Yargılama Düşü) bu ilk taşlamadan çok daha ilginç ve eğlencelidir: Devletin resmf şairi olan Robert Southey, çok dalkavukça bir şiir yazmış; kötü bir kral, üstelik ömrünün son on yılını akıl hastası olarak geçiren III. George’un cennette törenle nasıl kabul edildiğini anlatmıştı. Southey bu arada Byron’a da çatmış; onu dinsiz ve ahlaksızca şiirler yazmakla suçlamış; muhbirlik ederek, “Satanic School”un (Şeytanın Grubu) başı saydığı Byron’un yargılanıp cezalandırılması gerektiğini ileri sürmüştü . Byron, Samhey’nin aynı adı taşıyan The Vision of ]udgement’ının son derece güldürücü bir parodisi olan şiirinde, eskiden ateşli bir devrimciyken döneklik edip özgürlükdüşmanı bir kralı öven Southey’yi de, övülen lll. George’u da rezil eder. Şiirin sonunda, Şeytanın cehenneme götürmek istediği kralı savunmak için ortaya atılan Southey, cebinden bir tomar kağıt çıkarıp, llL George’u öven şiirini okumaya başlar başlamaz, melekler kulaklarını tıkarlar, şeytanlar da sıkıntıdan uluyarak ortadan yok olurlar. Kendini tutamayan cennet bekçisi Ermiş Peter, Southey’yi susturmanın en kestirme çaresini bulur: koskocaman anahtarını başına indirip onu yere serer. Bu kargaşalıktan yararlanan lll. George ise, hiç kimse farkına varmadan cennete giriverir. Byron bu taşlamadan bir yıl sonra yazdığı The Age of Bronze’da (Bronz Çağı) Napoleon’u yenilgiye uğrattıktan sonra Rusya, Prusya ve Avusturya’nın kurduğu Kutsal Birliğe , tüm tutucu politikacılara, Ingiltere’nin yüksek sınıfına ve büyük toprak sahipteline çatar. Bu siyasal taşlama ilginç olmakla birlikte , The Visian of judgement kadar eğlenceli değildir.

Byron 18 19’da yayımlamaya başladığı başyapıtı Don ]uan’ ı tamamlayamadan öldü. Edebiyat tarihlerinde “an epic satire” (epic bir taşlama) diye tanımlanan bu şiir, sekiz dizelik “ottava rima” kıtalarıyla yazılıdır. On altı bölümden oluşur ve her bölümde yüzden, kimi zaman da iki yüzden fazla kıta bulunduğu için, şiir neredeyse bin sayfa tutar. Ama uzunluğuna karşın , “sürükleyici” diye nitelenen romanlar kadar rahat okunur ve genellikle kötü olan bu tür romanlardan kat kat eğlencelidir.

Byron’un Donjuan’ı, kişi olarak, ne Tirso de Malina’nın Don Juan’ına, ne Moliere’inkine, ne de Don ]uan deyince aklımıza gelen erkek tipine benzer; yani bir yığın kadını peşpeşe baştan çıkarmayı kendine iş edinen bir zamparayla hiç ilgisi yoktur. Gerçi başından birçok aşk serüveni geçer ama; o, kadınları değil, kadınlar onu baştan çıkarır genellikle. Byron’un Don Juan’ı, tıpkı Fıelding’in Tom jones’u gibi, ikiyüzlü bir toplumun kurallarına göre değıl, kendi doğal içgüdülerine göre davranır. Iyi yürekli ve duygulu olmakla birlikte, ona göz koyan kadınlara sırt çevirecek kadar erdemli olmaya kalkmaz. Derin tutkuları, büyük acıları, çapraşık sorunları, gizemli yanları olmayan, sevimli ama aslında sıradan bir gençtir. Yani Byron’vari tipiere hiç mi hiç benzemez. Ne var ki, bu genç adamın öyküsünü yorumlayan kişi olarak, Byron’un kendisi gene ön plandadır, gene sahne ışıklan altında-dır bu şiirde; ve Byron’un yorumlarını, Don ] uan’ın serüvenlerinden çok daha ilginç bulduğumuz için, bu şiirin başkişisi de gene Byron’dur bir bakıma .

Byron’un Donjuan’ı kaleme almaktaki amacı, kendi dediği gibi, “her konuda şakalaşarak” (“facetious about everything”) yaşadığı çağı taşlayan epik bir şiır yazmaktır. llyada Homeros’un çağına uygun bir e pik olduğu gibi, Don juan’ın da kendi çağına uygun bir epik olduğu görüşünü savunur. Genç ]uan ülkeden ülkeye yolculuk ederken başından geçen çeşitli serüvenler anlatıldığına göre , Don ]uan gülmece öğelerinin ağır bastığı ep ık bir şiire benzediği kadar, picaresque türde gerçekçi bir romanı da andırır.

T. S. Eliot, Byron’un en iyi anlarımn, şiirsel olmak için fazla çaba harcamadığı anlar olduğunu söyler haklı olarak. Beppo bir yana, koşuklu öykülerinde şimdiye değin gördüğümüz Byron, şiirsel olma çabası içinde dramatik pazlar takınan bir Byron’du. Oysa Don juan’da şairin karmaşık kişiliğinin bambaşka bir yanı, alaycı ve gerçekçi yanı ağır basar. Byron bu şiirde uyaklan bile güldürücü bir biçimde kullanır; uyaklann birbirini tutması için, kimı zaman sözcüklerle akıl almaz hakkabazlıklar yapar. TraJik görünen anlarda ansızın bir “anti-climax”a başvurur; yani beklenen dramatik durumun tam tersıni gözler önüne sererek, her şeyı şakaya dönüştürür. Ustelik Byron şiirsel bilinen anlatıma ve öteki şiirlerinde genellikle kullandığı dile hiç benzemeyen, her gün konu¬ �ulan Ingilizceyle yapar bütün bunları; en rahat ve en doğal biçimde, okuyucusuyla söyleşircesine yazar Donjuan’ı. Wordsworth gibi sadece her gün kullamlan sözcükleri kullanınakla yetinmeyip, sırasında parantezler açarak dilbilgisi kurallarım ve türnce yapılarını elınden geldiğince esnekleştirerek, konuşma diline özgü tempoyu yakalamanın yolunu bulur. Örneğin, birinci canto’da, Juan’ın annesi Donna Inez’in (bu kadıncağız, şairin eşi Lady Byron’un bir karikatürü olarak çizilmiştir) oğluna verdiği, ahlak açısından fazlasıyla darkafalı eğitimden söz ederken, şöyle der:

For my part I say nothing – nothing – but
This I will say – my reasons are my own –
That if I had an only son to put
To school (as Gad be praised that I have none)
‘Tis not with Donna Inez 1 would shut him up.

Bana gelince, hiçbir şey söylemiyorum -hiçbir şey ama
Şunu söyleyeceğim -özel nedenlerim de var
Eğer akula gönderecek bir tek oğlum olsaydı,
(Tannya şükür ki, yok) onu Donna lnez’in yanına hapatmazdım.

Byron’un konuşan bır insanın dilim çok bilinçli olarak yansumaya çalışugı, şöyle demesinden de anlaşılır:

1 rattle on exactly as I’ d talh
With anybody in a ride or walh.

Bir araba gezisinde ya da yurürhen herhangi biriyle
Tıpkı honuşurcasına gevezelik edip duruyorum.

İşte bu yüzdendir kı, Yeats, Byron’u gerçek konuşma dılini kullanan tek büyük lngıliz şairi sayar. Gene bu yüzdendir ki, onun en olumsuz anlamda Romamik buldugumuz koşuklu öykülerini ve tiyatro oyunlarını artık pek okumayan bizler, Don]uan’dan her zaman haz alırız.

Byron herkesin konuşurken yapugı gibi , çagrışımlarla -kimi zaman bilinçalu çagrışımlarla- mantık silsilesini hiç önemsemeden, asıl konudan uzaklaşır ya da bir konudan bambaşka bir konuya atlar. Bu “digression”lar, yani Byron’un anlattığı öyküyü bir yana bırakıp şundan bundan söz ettiği yerler, Don]uan’ın en ilginç parçalarıdır. Bunu kendi de bilir; ama üçüncü canto’da sözde ayıplar bu huyunu:

If / have any fault it is digression,
Leaving my people to proceed alone
While 1 soliloquise.

Bir husurum varsa, o da konudan uzahlaşmahtır;
Elimdeki kişileri kendi hallerine bırakır,
Tek başıma honuşurum.

T. S. Eliot, Don]uan kadar uzun bir şiirın bu sayede hiçbır zaman cansıkıcı olmadığını söyler. Çağımızın en değerli romancılanndan Virginia Woolf ise, Byron’un Don]uan’da aklına geleni söyleyerek, şimdiye değin hiçbır şairin uygulamadığı yepyeni bir yöntem geliştirdiğini belirtir. Ne var ki, Byron’un çağdaşlarından çoğu, bu yöntemi hıç beğenmedikleri gibi, Don ]uan’ı ahlaksız, hatta Wordsworth’ün sözüyle “rezil” (“infamous”) bir şiir olmakla suçladılar.

İlk canto’da, Donna lnez’in biricik oğlu juan’ın bilgili ve erdemli bir insan örneği olarak nasıl yetiştirildığini anlanlır. Ona cinsellik konusu dışında her şey öğretilir. Işte bu yüzden, ]uan on aln yaşına gelince, annesinın dostlarından Donna julia’mn karşısında duyduğu heyecamn niteliğini hiç anlayamaz. julia çok güzeldir, yirmi üç yaşındadır ve elli yaşında bir adamla evlidir. ( Byron bu arada, özellikle Ispanya gibi sıcak ülkelerde, bu genç kadına yirmi beşer yaşında iki koca vermenin daha doğru olacağını ileri sürer.) julia, juan’a fena halde tutulur ve onu baştan çıkarmanın yolunu bulur. Kıskanç koca julia’yla juan’ı yakalar. Bu skandal üzerine julia bir manasma kapatılır. juan’ın annesiyse, oğlunu bir gemiye bindirip uzaklara yollar. (Ne var ki, böylesine erdemli geçinen annenin, vaktiyle julia’mn kocasıyla ılişki kurup kendi eşini aldattığı anlaşılır bu arada.) Ikinci canto’da, juan’ın gemisi fırtına ya tutulur, juan’ı deniz tutar. Manasma kapanlan sevgilisine ölünceye dek bağlı kalacağına yemin ettikçe delikanlının mide bulannsının artması, Don]uan’da her zaman görülen güldürücü ayrınnlardan biridir. Gemi batınca bir cankurtaran sandalına bınilir. Kazazedeler açlıktan ölmemek için kimin yeneceği konusunda kura çekerler ve juan’a eşlik eden yaşlı özel öğretmen yenir. Cankurtaran sandalı bamktan sonra, çok iyi bir yüzücü olan juan’dan başka herkes boğulur. Bu arada Byron kendisinin de çok iyi yüzdüğümi, Çanakkale Bağazı’nı yüzerek geçtiğini bize bir kez daha bildırme fırsatını kaçırmaz. Bır Yunan adasına çıkan ]uan, orada Haıdee adlı çok saf ve güzel bir genç kıza aşık olur dakikasında. Üçüncü canto, evlilikle aşkın bağdaşmasının yolu olmadığı konusunda çok eğlenceli bir parçayla başlar. Haidee’nin babası korsan Lambro’nun adaya geri dönmesi yüzünden, juan’la yem sevgilısinın aşkı pek uzun sürrnez. Byron öfkeli babanın Juan’a ne yaptığını bize hemen anlatacağı yerde, öyküyü bir yana bırakır, daldan dala konarak, bambaşka konulara geçer. Dördüncü canto’da, korsan babanın delikanlının canını bağışiayacağını anlarız. Onu köle olarak satmak üzere gernilerinden birine bindirip adadan uzaklaştı m. Hamile kalan Haidee sevgilisinden ayrılmanın acısına dayanarnaz, çok geçmeden çıldırıp ölür. Byron, “but !et me change this therne which grows too sad” (ama fazlasıyla hazinleşen bu konuyu değiştireyirn) diyerek, ] uan’ın Istanbul’daki köle pazarında satışa çıkarılacağını bildirir. Istanbul’da geçen beşinci can to, kentin güzelliğinin betirnlenrnesiyle başlar. Derken bir harernağası, Juan’ı satın alıp, Boğaziçi’nde görkemli bir yalıya götürür. Orada Juan’a çok süslü kız giysileri giydirilir, başına bır peruka takılır. Bunun nedenini bir süre sonra anlarız. Meğer Sultan’ın eşi Gulbeyaz, Juan’ı köle pazarında gözüne kestirrniş, böyle bir hileyle harerne girebilrnesini sağlamıştır. Çok güzel genç bir kadın olan Gulbeyaz, juan’a sarıl ıp onu baştan çıkarmaya çalışır. Ne var ki, delikanlı bir köle gibi cinsel açıdan kullanılmayı erkeklik gururuna yedirernediğı için, ona ilkin karşı koyar. ]uan tam teslim o lacağı sırada, Sultan geceyi. geçirmek üzere harerne gelir. Altıncı canto’da, artıkjuana adını alan] uan, harernde yeterince yatak olmadığından, Dudu adlı güzel bir Gürcü kızının koynunda yatar ve olanlar olur. Durumu öğrenen Gulbeyaz fena halde öfkelenir. juan’ı da, Dudu’yu da bir çuvala koyup, Boğaz’ın sulanna atmalarını buyurur. Byron yedinci canto’da juan’ın akıbetini gene askıda bırakıp, Türklerin savundu klan, Rusların da ele geçirmek istedikleri Isınail kalesi çevresindeki çarpışmaları uzun uzun anlatır. Bu arada, “the no b le art of killing” (soylu öldürme sanatı) diye alaya aldığı savaşı eleştirir. Byron daha çok Türklerden yanayrnış gibi yazdığı halde, juan, kendi de bunun nedenini bilmeden Rus ordusu saflarında savaşır. Sekizinci canto gene savaşla ilgilidir. Ancak özgürlük uğruna verilen savaşlan hoş gören Byron, halkın egemenliğini savunur ve “ancak bir devrimin yeryüzünü cehmnemin kirinden kurtaracağını” (” revolution al one can save the earth from he ll’ s po ll ution”) söyler. ]uan iki Kazak’ın hunharca öldürrnek üzere oldukları on yaşındaki Leila’yı onların elinden alıp evlat edinır. Sekizinci canto’nun sonunda, kaçük Türk kızını da yanına alıp, habercı olarak gönderildıği Büyük Katerina’nın sarayına gider. Dokuzuncu canto’da Byron, Juan’ı gene bir kenara bırakır, siyasal konulan ele alır uzun uzun. Waterloo kahramanı olarak Ingilızlerce yüceltilen Wellington’u yerin dibine batırdıktan, Avrupa’da egemen olan tutucu güçlere, Rus Imparatorluğu’nun zorba yönetimine, Kral lV. George’a ve daha birçoklarına çattıktan sonra, juan’ın Petersburg’da çok beğenildiğini ve onu gözüne kestiren Büyük Katerina’ya teslim olmak zorunda kaldığını bildirir.

Dokuzuncu canto’dan sonra, Katerina, juan’ı diplomatik bir misyonla Ingiltere’ye gönderir. Böylece ]uan şiirin sonuna değin, küçük Leila’yla birlikte orada kalır. (Ne ilginçtir ki, birçok kişi -bu arada çok bilgili üç piskopos- onu Hıristiyan yapmak için uğraştığı halde , küçük kız direnir , Müslümanlığından vazgeçmez.) Yüksek sosyetenin tüm kadınlan juan’a bayılırlar ve bunlardan üçü -Lady Adeline, Aurora ve Duchess of Fitz-Fulke-onunla ayrıca yakından ilgi!enir. Ne var ki, bunlardan hangisinin sonunda delikaniıyı elde edeceği bilinmez. Çünkü Byron, Ingiltere’yi taşlamak amacına, juan’ın aşk serüvenlerinden daha çok önem verir şiirin son canto’lannda.

But now I anı going to be inınıoral; now
I nıean to show things as they really are

Ama şimdi ahlaksız olacağım; şimdi
Her şeyi göstereceğim olduğu gibi

diyerek, Ingiltere’ye egemen olan yüksek sınıfın kadınlarına ve erkeklerine , bunların anlamsız yaşamlarına, saçma gelenek ve törelerine, ikiyüzlülüklerine , ahlak kurallarını savunur görünürken yaptıkları ahlaksızlıklara veryansın eder. T. S. Eliot’un Doıı juan’ın en önemli bölümleri saydığı bu son canto’!arda, şairin amacı eğlendirmekten çok, eleştirmektir belki. Gelgelelim Byron Don juan’da, istese de istemese de eğlendiricidir her zaman.

Şiirin en sonundaki sahne ayrıca güldürücüdür; ]uan, Lady Adeline’ın şatosunda konuktur. Tıpkı Byron’un kendi şatosu Newstead Abbey gibi, eskiden bir manastır olan bu şatoyu, Lady Adeline’ın ailesi rahiplerin elinden zorla aldıklan günden beri, “Black Friar” (Kara Papaz) denilen bir hortlak oraya dadanmıştır. Geceleyin hortlak juan’ın yatak odasında görününce, delikanlının ödü kopar. Oysa Kara Papaz değil, delikanlıyı kovalayan soylu hatunlardan Duchess of Fıtz-Fulke’dur bu hortlak. Ve şiir Juan’ın belalı düşesle başbaşa kalmasıyla ansızın bitiverir.

Daha önce de açıkladığımız gibi, Byron Don]uan’da belirli bir öyküyü anlatmıyor, başkişisini ülkeden ülkeye götürerek, onun başına gelenleri ve binbir konuda kendi düşündüklerini gelişigüzel kaleme alıyordu. Don ]uan’ı basan Murray’ye 16 Şubat 1 821 ‘de yazdığı bir mektupta, daha neler anlatacağını açıklar: Juan açısından bunlardan hangisinin daha ağır bir ceza olacağını kestiremediği için, şiirin sonunda onun cehenneme mi düşeceğini, yoksa mutsuz bir evlilik mi yapacağını henüz kararlaştırmamıştır. Ama juan bundan önce tüm Avrupa’yı gezecek, Fransız Devrimi’ne katılacak, !talya’ da evli bir kadının resmi aşığı sayılacak, Ingiltere’de bir boşanmaya neden olacak, Almanya’da duygusal bir W ert her’ e dönüşecekti. Byron on ikinci canto’da, şiirine henüz başlamadığını, niyetinin yüz canla yazmak olduğunu söyleyerek şakalaşmıştı. Yeterince yaşasaydı, yüz olmasa bile daha birçok canla yazabileceğinden hiç kuşkumuz yok.

Mina Urgan
İngiliz Edebiyatı Tarihi

KÖR EDER SENİ MEFTUN OLDUĞUN IŞIK

Demir doğramacıda kaynak yapılırken , kaynağın ışığına bakılmaz demişti elbet, komşumuz Recep abi, yolda yürüyorduk birlikte, sabah 07:00’de geçerken almıştı beni.

İşe başlayacaktım. Heyecanlı mıydım, endişeli miydim hiç bilmiyorum. Anam “boş gezmesi iyi değil, bir iş olsa şakirtlik (çıraklık) eder, bir iş beller hiç olmazsa” diye sağa sola, komşulara rica etmiş. Recep abi de hanımıyla haber salmıştı, “patrona söyledim, tamam dedi, gelsin bizim tükanda çalışsın” diye…

Pazartesiydi, sabahtı. Dükkanı biz açtık, sonra başka dükkanlar…Daraba sesleri, selamlaşmalar, kilit şakırtıları ardından dışarıya taşınan saçlar, demirler, demir eşyalar…

İş elbisesini giyince her tarafı kara, kirli yağlı elbise içinde birdenbire ustaya dönüveren Recep abi: “Haydi bakalım patronun masasını sil, tükanı baştan aşağı süpür, önceden hafif sula ki toz olmaya ortalık, bunları her sabah gelir gelmez yapacaksın” dedi.

Orta okul 1.sınıfı geçmiştim, yaz tatilinin başıydı, çalışıp kazandığım haftalıkları biriktirecektim, ne alacağım konusunda ise hiçbir fikrim yoktu.

Videodaki demir doğrama (şimdilerde “ferforce”) atölyesinin tam karşısındaydı, benim çalıştığım dükkan kapanmış yerine gıcır gıcır bıçaklar satan bir bıçakçı açılmış, diğer bütün dükkanlar aynı, yıllar öncesinde olduğu gibi duruyor, insanlar değişmiş, ama kaynak ışıkları, bakırcılar çarşısının Hz. Davut zamanından beri hiç değişmeyen o kendine has gürültülü sesi aynı, elbiseler demir kiri yine…

Patrona su getiriyor, çay söylüyordum, ustamın “getir” dediği takımları getiriyor, ham demirin tut diye gösterdiği yerini tutuyordum, o da ya düzeltiyor ya da kaynak yapıyordu. Kulağının arkasında kirli bir kurşun kalem…Görseniz Recep Ustanın kulağının arasında bir kurşun kalemle doğduğunu sanırdınız. Çalıştığım süre boyunca hep özendim, ustanın o kendine has kalemli duruşuna.

İlk gün birkaç saat içinde kapkara olmuştu ellerim, demir karası…Öğlene doğru açlıktan midem kazınıyordu, arka taraftaki bakkaldan domates, salatalık, peynir, fırından sımsıcak pide aldırdılar, vay anasına acayip lezzetliydi. 

Üstüme başıma biraz demir karası sürmüştüm çok çalıştığımı zannetsinler diye.

Sürekli kaynak yapılıyordu, bizim dükkanda, sağda doldaki dükkanlarda…”Gardaş aman ha kaynağın ışığına bakma, gözünü alır” uyarısı çok söylendi aslında.

Üçüncü ya da dördüncü haftaydı galiba, inanılmaz parlak bir ışık saçılıyordu demirler birbirine kaynatılırken. Hala hoşuma giden tuhaf bir demir kokusu, eriyen kaynayan yanık bir demir kokusu… ve gözlerinizi alamadığınız, ama bakmamanız gereken güçlü bir ışık

Kaptırıvermiştim kendimi eninde sonunda. Bir süre sonra gözlerimde karaltılar, gittikçe artan bir iğne batması hissi ve acı… sonunda gözlerimi açamıyordum, gün ışığına bakamıyordum.
“Gözünü kaynak almış” dediler.

Ustam kızgındı: “La Memet sana kaynağa bakma demedim mi eşşoleşek, niye laf dinlemiysin olum”

Her ne olursa olsun bir kez büyüsüne kapılmışsan bir şeyin, bir dünya uyarsa da seni kar etmez, tutulmuşsundur bir kere…
Ve bazen bakmaktan kendini alamayıp kapılıverdiğin şey, seni kör eder. 

Gözlerimi aralamaya çalıştığımda diken gibi batan bir acı, gözlerimi kapatıp karanlığa sığındığımda biraz rahatlık…
Eve ustamla gittik dükkanı kapattığımızda. “Abla” dedi ustam anama “doktora gerek yok, patatesi al, yuvarlak doğra, yatarken gözlerine bağla, iki günde bir şeyi kalmaz, iyileşince tükana gönder”
Gözlerimde anamın tülbentiyle sarılı iki büyük patates, uyumuşum. Sabah sahiden hafiflemişti biraz, bir iki gün daha patatesli gözle uyku… ve derde deva patates…
Sonra mı? İş başı tabii…

Videodaki demir doğrama atölyesinin oradaydım, 11 yaşımda. İyi bir çıraktım.

Erimiş, yanık, kaynayan demir kokusu biliyordu bu anlattıklarımı , şimdi de siz…

Sevgi ve saygıyla

Mehmet Başkak

Sınır Üstündeki Ev

Eve taşındığımızın ikinci günüydü. Sağ yanımızda bir komşu var. Yol önlerinden geçiyor. Pencerenin önüne oturmuş bir yaşlı a-dam,

– Bu evi tutmasaydınız iyi olurdu, dedi. ihtiyara sert sert baktım:

–  Bizim bildiğimiz bir kiracı bir eve taşındı mı, konu komşu “güle güle oturun”a gelirler. Taşınmasaydımz iyi olurdu, ne demek? Komşuya böyle mi söylenir?

ihtiyar oralı bile olmadan,

– Benden söylemesi, dedi, o eve hırsız girer de ondan söyledim. Bizim eve hırsız girer de öbürlerine girmez mi? Cansıkıntısıyla cigara almak için köşedeki bakkala girdim.

– Ne sözünü bilmez adamlar var, dedim. Bakkal,

– Hayrola? dedi.

– Bizim evin yanında bir bunak oturuyor. Evlerinin önünden geçerken “Sizin eve hırsız girer. Taşınmasaydımz iyi olurdu” demesin mi?

Bakkal,

–  Doğru söylemiş, dedi, taşınmasaydınız iyi olurdu. O eve hırsız girer.

Bitek kelime söylemeden dışarı çıktım. O gün akşama kadar canım sıkıldı. Gece, sol yanımızdaki komşular oturmaya geldiler. Gece yansına doğru tam giderlerken, komşumuz,

– Burası iyi evdir ama, hırsız girer, dedi.

Bunları kapıdan çıkarken söylediği için “neden bu eve hırsız giriyor da sizin evlerinize girmiyor?” diye soramadım. Karım, canımın sıkıldığını görünce, güldü:

–  Ayol, anlamıyor musun, dedi, şimdi kiracılar evden çıkarmanın bin yolunu bulmuşlar. Demek, bir yolu da bu. Eve hırsız giriyor diye korkutup bizi evden çıkaracaklar. Evin kirası ucuz olduğundan

ya kendileri taşınacaklar, ya da bir tanıdıklarını getirecekler.

Aklım yattı ama, yine de gece gözümü uyku tutmadı. Hırsızı, randevu vermiş gibi, ha geldi, ha gelecek diye bekliyordum. Derken uyuya kalmışım. Bir tıkırtı ile fırladım. Fırlamamla yastığın altındaki tabancayı alıp,

–  Kıpırdama, yoksa yakarım!., diye karanlığa doğru bağırmam bir oldu. Eve yeni taşındığımızdan, elektrik düğmesini bir türlü bulamıyorum. Elektrik düğmesini bulacağım diye kendimi o duvardan bu duvara çarpıyorum. Derken ayaklanma bir şey takıldı, şangırtıyla kendimi yerde buldum. Hırsız çelme taktı diye az kalsın tabancadaki kurşunlan herifin karnına dolduracaktım ama, yuvarlanırken tabanca bir yana gitmiş, ben de bir yana… Karanlığın içinden,

–  Hah, hah, hah!., diye insanın tüylerini diken diken eden bir kahkaha yükseldi.

– Ulan, biz korkunç yerli film mi çeviriyoruz, erkeksen karşıma çık alçak! diye bağırdım.

– Herhalde elektrik düğmesini anyordunuz. Kapının sağındadır. Yeni kiracılar elektrik düğmesini bulmak için hep böyle zorluk çekerler.

Ses karanlıktan geliyordu.

–  Ben adamı ne yapanm, sen beni biliyor musun? diye bağırdım.

Karanlıkta görmediğim adam,

–  Bilmiyorum, dedi. Müsaade ederseniz elektriği açıp size yardım edeyim.

Çıt, diye elektrik düğmesinin sesi duyuldu, oda aydınlandı. Ben yere düşünce masanın altına girmişim, karım da karyolanın altına. Karşımda dimdik, benim iki boyumda bir adam vardı. Ayağa kalksam, herifi korkutamayacağım. Yattığım yerden ne olduğumu anlamaz diye, sesimi kalınlaştınp,

– Sen kimsin? diye sordum-.

– Hırsızım.

– Bana bak, ben yutmam, sen hırsız değilsin. Bizi hırsızım diye korkutup evden uğratacaksın. Baksana sen benim gözüme…

Adam,

– Hırsız mıyım, değil miyim, şimdi görürsün, dedi.

Babasının evi gibi her yanı karıştırıp, işine gelenleri almaya başladı. Hem de bir yandan söylenip duruyordu:

– Demek siz burasını yatak odası yaptınız. Sizden önceki kiracılar, burasını oturma odası yapmışlardı. Daha öncekiler de öyle…

–  Bana bak, dedim, sen hırsızlık ediyorsun ama sonra ben seni şikayet ederim.

İşinden başını kaldırmadan,

– Babana kadar git şikayet et, bir de benden selam söyle… dedi.

– Ama ben karakola gidene kadar sen kaçarsın.

– Kaçmam.

– Vallahi kaçarsın. Evde ne var ne yok toplar kaçarsın. Onun için, ben seni bağlayıp, karakola haber vermeye gideceğim.

– îmdaaaat!… diye bir çığlık attı, karım.

Mahalleli de bizim kapının önünde hazır mıymış ne, birden içeri doldular. Komşular hiç aldırış etmeden,

– Aaaa… Bu eve yine hırsız girmiş… diyorlardı. Bazısı da,

– Bakalım hangisi? diye birbirlerine soruyorlardı.

Bizim komşuların içinde hırsızla tanışanlar, halhatır soranlar bile vardı. Hırsız kılı kıpırdamadan hababam öteyi beriyi kaldırıyor.

– Konu komşu, yardım edin de şu hırsızı bağlayalım. Gidip karakola haber vereceğim, dedim.

İçlerinden biri,

–  Vallahi siz bilirsiniz ama, boşuna zahmet ediyorsunuz sanırım, dedi.

Biz ne biçim bir yere taşınmışız, şaşırdım. Karım çamaşır iplerini getirdi. Hırsız da hiç karşı koymadı. Adamı bir güzel bağlayıp, bir odaya koyduk. Üzerinden kapıyı kilitledim. Hemen karakola koştuk. Kanm olanı biteni komisere anlattı. Komiser evin yerini sordu, söyledik.

-Haaaa… O ev mi? dedi.

– Evet, o ev, dedim.

– Biz o eve kanşamayız, dedi. Bizim bölgemizin dışında.

– Peki, biz ne yapacağız? Zavallı adamı boşu boşuna mı bağladık?

– Bir üst yanınızdaki evde otursaydiniz, bizim bölgemize girerdi. O zaman biz karışırdık.

Kanm,

– Üst yandaki ev boş değildi, ne yapalım… dedi.

Bizim ev, iki karakolun emniyet bölgelerinin tam sınırındaymış. Komiser,

– Sizin eve dedi “……..” karakol bakar, dedi.

Söyledikleri karakol da uzak. Biz oraya gidene kadar sabah oldu. Oradakilere anlattık. Evimizin yerini sordular. Söyledik. Bir polis,

– Haa… O ev mi? dedi.

– Evet o ev, dedim.

– Bir altındaki ev olsaydı, biz bakardık. Sizin ev bizim bölgemizin dışında kalır.

Kanm,

– Vah, vah, dedi, adamı da sımsıkı bağlamıştık…

– Bizim ev hangi bölgeye girer? diye sordum. Polis,

–  Sizin ev jandarmanın bölgesine girer. Oraya polis kanşmaz. Siz jandarma karakoluna gideceksiniz, dedi.

Yola çıktık. Karım,

– Aman önce eve gidip şu hırsıza bir bakalım, dedi, adam öldü mü kaldı mı?

Öyle ya… İster misin, bir de hırsız, sıkı bağlanmaktan kanı dönmesin de ölsün. Hırsızı tutalım derken, bir de katil olup çıkalım. Eve gittik. Hırsız bağladığımız gibi duruyordu.

– Nasılsın? dedim.

– İyiyim ama, karnım acıktı, dedi.

Kanm hırsıza yemek çıkardı. Tersliğe bakın, evde bamya varmış. Hırsız da bamya yemezmiş. Kanm kasaptan biftek aldı, hemen pişirip hırsızın önüne koydu. Biz hırsızı şikayet için jandarma karakoluna gittik. Olanı biteni anlattık. Jandarma komutanı, evin yerini sordu, biz de söyledik.

– Haaa… O ev mi? dedi.

Bizim evi de herkes biliyordu. Jandarma komutanı,

– Sizin eve jandarma kanşmaz, polis kanşır, dedi.

–  Aman efendim, dedim, nasıl olur. Polise gidiyoruz, jandarma kanşır, diyor, jandarmaya gidiyoruz, polis kanşır, diyor. Bu bizim eve elbet bir karışan görüşen olacak.

Jandarma komutanı bir harita çıkardı.

– Bakın, dedi, siz haritadan anlar mısınız? Bu 140 rakımlı tesviye münhanisi. Burası da su terazisi. Burası da 208 rakımlı tepe. işte jandarmanın bölgesi buradan geçiyor. Eğer sizin oturduğunuz ev, iki metre daha kuzey batıya yapılsaydı, o zaman jandarmanın bölgesine girerdi.

– Canım iki metre için mi? Bakıverin ne olur?

– Ne mi olur? Onun ne olacağını siz değil, biz biliriz. (Haritadan gösterdi). Bakın sizin ev burada işte. Jandarma ile polis bölgesini ayıran sınırın üstünde. Anladınız mı? Bizim bölgeye evinizin bahçesinden ikibuçuk metre kadar giriyor ama, hırsızlık bahçede olmamış.

Yine polise gitmekten başka yol yoktu. Karım,

– Aman bir kere eve girip hırsıza bakalım, dedi, Allah korusun bir ölürse, başımız derde girer.

Eve gittik, hırsıza,

– Nasıl? dedim.

– Yanıyorum, çabuk bir su… dedi. Suyu içtikten sonra:

–  Bakın söylüyorum, dedi. Benim hürriyetimi kısıtlıyorsunuz. Buna hakkınız yok. Buradan bir kurtulursam sizi dava ederim.

– Peki, ne yapalım kardeşim, dedim, bizim evin kimin bölgesine girdiği belli değil ki, seni oraya şikayet edelim. Böyle cenabet yere ev yapılır mı canım? Tam sınırın üstüne yapmışlar.

–  Eeeee… dedi, ben söylemedim mi? Siz beni salıverin, yoksa hürriyetimi kısıtlamak suçundan sizi mahkemelerde sürüm sürüm süründürürüm.

–  Akşama kadar müsaade et, dedim, polise bir kere daha gidelim de…

–  Gitmesine git. Ama biz bu işi kaç zamandır biliyoruz. Önce sizin evin hangi bölgeye girdiğine karar verilecek. Yahut bölgelerin sınırlan değiştirilecek. O zamana kadar heheey…

Bir daha polise gittik. Bir harita da komiser çıkardı.

– Bakın, dedi, jandarma bölgesinin sının burası. Bahçe jandarmada… Evin bir kısmı bizde, bir kısmı jandarmada.

– Yatak odası sizin bölgede kalıyor. Hırsızlık da yatak odasında oldu, dedim.

– Evet ama tesbiti lazım, dedi, hem sonra bu hırsız yatak odasına uçarak girmedi ya, bahçeden girdi. Bahçe jandarmanın… Bu, yeni bir iş değil. Müzakere halinde. Bakalım sizin evi hangi bölgeye verirlerse biz de ona göre işlem yapacağız.

Eve dönüyorduk. Sağımızdaki evin penceresinden yine o ihtiyar seslendi:

– Geçmiş olsun, evinize hırsız girmiş. .

– Girdi, dedim.

– O evde hiç bir kiracı oturmaz da onun için o kadar ucuza veriyorlar. Ev sahibi, kendi oturamıyor, kiracı bulamıyor. Evini yıktırıp, iki metre içeri alacaktı. O zaman tam bölgeye giriyor. Sonra sizi bulunca kiraya vermiş.

ihtiyarın kansı,

– Suç sizin değil, ev sahibinin, dedi. Ev yaptırırken suyu, elektriği, havagazını, manzarayı düşünüyorlar da, hangi bölgeye girdiğini hiç hesaplamıyorlar, insan hiç böyle sınır üstünde ev yaptınr mı?

Bir yıllık da kirayı peşin verdiğimizden evden çıkamazdık. Eve girdik. Hırsız karşımıza geçti, oturdu. Birlikte akşam yemeğini de yedik. Sonra.

– Bana şimdilik Allaha ısmarladık, gene gelirim, dedi.

Şimdi dört beş hırsız evimizin gediklisi oldu. Mahallede onları herkes tanıyor. Hatta onlarla işbirliği de yaptık. Başka, yabancı hırsızlar da dadanmasın diye elbirliği ile evimizi koruyoruz. Bakalım, ne olacak? Ya konturatımız bitene kadar, evde altı hırsız, iki de biz sekiz kişi oturacağız ya da bizim evi bir bölgeye sokacaklar. O zaman da hırsızları bulabilirsek, bölgemize kansan karakola şikayet edeceğiz. Birbirimize pek de alıştık, şikayet de ayıp olacak ya… Çünkü evin bir takım masraflarını da onlar görüyor.

Aziz  Nesin

Türkiye’de insanlar kitaba para vermez… Eskiden parası olan insanlarda kültür de vardı.

Sahafların kültür ortamında yetişen, akademik çalışmalarını o ortamlar sayesinde eriştiği evrak üzerinde inşa eden Osmanlılar’da Sahaflar ve Sahaflık kitabının yazarı Prof. Dr. İsmail Erünsal’la sahaflığın yakın tarihini ve geçirdiği dönüşümü konuştuk…

Prof. Dr. İsmail Erünsal

Başlıktaki bazılarımızın hemen itiraza yelteneceği bu cümle, 50’li yıllardan itibaren Sahaflar Çarşısı’na gitmeye başlamış, kendisi de bir dönem sahaf dükkanı işletmiş ve Osmanlı sahafları üzerine kitap yazmış bir isme, Prof. Dr. İsmail Erünsal’a ait. Erünsal, asırlardır süregelen bir geleneğin bugün evrildiği noktaya bakarak yapıyor bu tespiti. Zira meslek erbabı da, sattıkları kitaplar da, müşteri ve mecra da değişmiş durumda. Yeni zamanın ihtiyaçları, kendi tercihlerini doğuruyor. Size de olanı kabullenmek düşüyor…

İsmail Erünsal’ın Osmanlılar’da Sahaflar ve Sahaflık kitabı, 15 yıllık titiz bir çalışmanın ürünü. Mesleğin tarihsel gelişimini, dönemlerin yüksek kıymete sahip kitaplarını ve bu kitaplara kimlerin talip olduğunu bu eser aracılığıyla takip etmek mümkün. Ancak alan ve satanın kimliği, alınan ve satılan metaın sembolik değeri ne kadar yüksek olsa da Cumhuriyet dönemi sahaflığı hakkında yapılmış böyle bir çalışma henüz yok. Yakın tarihin takibini yapmak için hatıralara ve hafızalara muhtacız…

İsmail Erünsal’ın yolu, okuma yazma öğrenmeden önce düşmüş Sahaflar Çarşısı’na. Ve bu ilişki uzun yıllar kesintisiz devam etmiş. Sahafların kültür ortamında yetişen Hoca, akademik çalışmalarını da o ortamlar sayesinde eriştiği evrak üzerinde inşa etmiş. Tesbitlerini, bu birikim ve tecrübeden hareketle yapan İsmail Erünsal’la sahaflığın yakın tarihini ve geçirdiği dönüşümü konuştuk…

Hocam, günümüz sahaf ortamını geçmişle mukayese ettiğinizde karşımıza nasıl bir manzara çıkıyor?

Sahaflık denince bizim aklımızda Nizamettin Bey‘in ya da Raif Yelkenci‘nin dükkanları ve oralardaki yazmalar, eski Osmanlıca kitaplar canlanıyor. Biz Sahaflar Çarşısı‘nda kıymetli eserler satıldığına şahit olduğumuz için sahaflığı öyle biliyoruz. Oysa sahaflık ikinci el kitap satma işidir. Eski sahaflar; kendileri de bir miktar âlim olan ve kitaptan anlayan insanlardı. Kitapları değerlendirebilirlerdi ve dükkanlarında iyi kitaplar tutarlardı. Öyle sahaf da, öyle kitapda kalmadı artık. Şimdi Müneccimbaşı Tarihi ya da Tacü’t-Tevarih lazım olsa kolay kolay bulamazsınız. Kitap olsa da talep yok. Sahaflar gibi müşteri de karakter değiştirdi. Kitaplar biraz pahalandı. İnsanlar istenen paraları çıkarıp kolay kolay veremiyor. Ama biz veriyorduk.

Ne değişti?

O zamanki ilim adamı ile bugünkülerin yaklaşımları farklı. Eskiden kitap almak, kütüphane kurmak, o kitabı kütüphanede bulundurmak önemliydi. Başka yerde Tacü’t-Tevarih okuyamazdınız çünkü. Kütüphaneye gidecek vaktiniz olacak, gittiğinizde kütüphane açık olacak… Kitapların fotokopisi de yoktu. Şimdi pek çok kitap elektronik ortamda mevcut. Sadece kitap meraklıları kitap alıyor, onların da sayısı çok azaldı. O insanlar okumaktan ziyade koleksiyon tamamlamak hevesindedir. Hatırlarım, Allah rahmet eylesin Kuru Kahveci Mehmet Efendi’nin oğullarından bir tanesi kitap meraklısıydı. Bir divan arardı mesela. ‘Sende vardır!’ dediğimizde ‘Var ama bendeki nüshanın sağ tarafında bir sinek pisliği var. Temizini arıyorum’ derdi. Eskiden parası olan insanlarda kültür de vardı. Şimdikiler araba, arsa, yazlık, kışlık alıyor. Zenginlerden kitap toplayan kimse kaldı mı bilmiyorum. Eskiden en az 15 – 20 kişi vardı. Kitapçılar onları bilir, kitap ayırırdı.

Tek başına sahaflığı konuşamıyoruz yani. Sosyo kültürel boyutları çerçeveyi genişletiyor…

Gayet tabii. Araştırmacıların ve kitap meraklılarının geçirdiği değişimden bağımsız değil. Bizim bildiğimiz sahaflar genellikle kitap meraklılarına hitap eden yerlerdi. Küçük dükkanları vardı. Kaliteli kitaplar bulundururlardı. Mesela İbrahim Manav yazma eser satardı. Ancak iki kişinin sığacağı 4 – 5 rafı olan ufacık bir dükkanı vardı. Ama koyduğu bütün kitaplar kıymetliydi. 1930’daki 40’lardaki sayı yoktu biz yetiştiğimizde. Şimdi de bizim zamanımızdaki kitaplar yok. Necati Bey para üstü olarak tanesi 1 liradan Osmanlıca Reşat Nuri Güntekin romanları seçtirirdi. Şimdi o romanların tanesi 100 lira. 

Osmanlı dönemini yazarken pek çok belge kullanmışsınız. Cumhuriyet dönemi için benzer kayıtlar mevcut mu?

O yıllarda ne yaşandığını tespit etmek zor. Harf değişmiş, eski harfin ticareti de yok. Sahaflık gibi bir şey kalmamış tabii. Bırak kitap satmayı, ellerinde bile bulundurmuyorlar. Ancak belli kişilerin koleksiyonlarında bir şeyler var belki. İlk dönemlerde eski kitap pek değerli bir şey değil. Bildiğimiz manada sahaflık ancak 1940’larda, 50’lerde başlamış.

Ne kadar sürelik bir kesintiden söz ediyoruz?

Kesinti de yok aslında. Ders kitabı falan satmışlar. Sonra da öyle devam etmiş. Eskiden de sahafların önemli bir kısmı ders kitabı satardı. 30 dükkan varsa bunların 10 tanesinde falan eski kitap bulunurdu.

Meslek tanımında bir değişiklik olduğunu söyleyebilir miyiz?

Hacı Muzaffer (Ozak), “Sahaf, ölülerin kitaplarını dirilere satan kişidir.” derdi. Değişiklik yok yani. İkinci el kitap satıyorlar neticede.

Peki o geçiş dönemini yaşayanlara ait hatırat türü kaynaklar var mı?

Yok, hayır. Hiçbir şey yok. Bizde zaten hatırat türü zayıftır. Ne Osmanlı döneminde ne de sonrasında böyle bir kayıt tutulmamış. 40’larda, 50’lerde kimse kitap almıyor. Kitaplar yerlerde sürünüyor. Bu kültürün yeniden canlanması zaman aldı. Eşimin ailesi İzmir’deydi, o vesileyle İzmir’e gidip geliyordum. Karşıyaka’da bir iki kitapçıdan eski kitap bulurdum. Kitapçılar bu kitapların kıymetini anlamıyordu. Bir keresinde o dükkanlardan birinde kalın yazma bir eser gördüm. Başı yok, sonu yok. Adam, ‘Bunu da al, 5 lira!’ dedi. Alıp ne yapacağım. Taşımak bile iş, baktım darılıyor mecburen aldım. Getirdim evde duruyor. Tıpla ilgili Arapça bir kitap. Birgün İbrahim Manav’ın dükkanında otururken bahsi geçti Acem Nihat ben doktorum, getir okurum dedi. Yazmadan anlardı. Getirdim, baktı ve ‘300 lira vereyim’ dedi. 5 liraya aldığımı söylemiştim halbuki! Aradan 3 – 5 sene geçti. Birinin cenazesindeyiz, Nihat yanıma yaklaştı, cebime bir rulo koydu. ‘Al arkadaş, bu senin. O kitaptan çok para kazandım!’ dedi. Eve gidince baktım ki Hattat Hulusi Efendi’nin bir yazısıymış bana verdiği. Çok meşhur bir talik hattatı Hulusi Efendi. Benim anlamadığım yazmanın hatırası bu. Eski kitaba kimse para vermiyordu ki o zamanlar. O yüzden almak istememiştim. Bilen değerlendirebiliyordu ancak.

Sahaflara ne zaman gidip gelmeye başladınız?

İlkokula gitmeden önce. Allah rahmet eylesin Abdurrahman Şeref Güzelyazıcı hocaefendi Beyazıt Camii’nde vaaz verirdi. Babam da onu çok severdi. Pazar günleri beni alır götürürdü. 6 -7 yaşındayım. Gidip gelirken Sahaflar Çarşısı’ndan geçerdik. Cemaleddin Server Revnakoğlu‘nu orada gördüm. Gözümün önüne gelir. Kırmızı bir elbisesi vardı. Üzerinde acayip bir cübbe, başında külah… İbnü’l Emin’i galiba bir kere gördüm. Bazen sergiden kitap da alırdık. Okuma yazma öğrendikten sonra dini kitaplar almaya başladım. Ilişki öyle devam etti. Fakülteye geldikten sonra da zaten İbrahim’in (Manav) dükkanından çıkmazdık. Dersten sonra gelir orada kitap karıştırırdık. Sonra Enderun’u kurduk. Orası bir ocak oldu. Çok gelen giden olurdu. Uzun bir sure orada vakit geçirdik.

50’lerin sahafları ve sahaf müdavimleri kimlerdi?

Çocuktum, çok net hatırlamıyorum. Raif Yelkenci’nin dükkanını dışarıdan görürdük. Hasır sandalyede oturan bir adam, ‘O Raif Yelkenci!’ derlerdi. Karşısındaki de bilmem hangi profesör. Dükkanında bir ya da iki sandalye vardı. Fazla kimse girip oturamazdı. Sahaflar Çarşısı’nın alt kapısının girişinde, Kapalı Çarşı’nın duvarındaydı yeri. Üniversiteye girene kadar sahaf dükkanına girecek statümüz yoktu. Ancak kapısından geçerken içeri bakardık. Müdavimlerin hepsi meşhur, piyasanın okumuş yazmış adamlarıydı. Necmettin Hilav Karayolları’nda mühendisti ama Arapça’ya lugat hazırlayacak kadar vâkıftı. Sahaflar Çarşısı’na gelirdi. Hilmi Yavuz, Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu, Niyazi Ahmet Banoğlu, Adnan Erzi… Hepsini orada tanıdım. İbrahim’in (Manav) dükkanında her zaman iki üç kişi bulunurdu. Çay içer, onları dinlerdik.

Sahaflık 30’larda kaybettiği itibarı o yıllarda geri kazanmıştı öyle mi?

Sahaflar hiç bir zaman itibar kazanmadı. Bizim nezdimizde itibarı vardı o ayrı. Türkiye’de insanlar kitaba para vermez. Şimdi kitaplar, tablolar, yazılar para ediyorsa zenginler ‘Bende de var!’ diyebilmek için satın aldığındandır. Hattat Hamid’e 5 liraya yazı yazdırırdık. İki öğle yemeği parasına Türk ressamlarının tabloları satılırdı. Kimse yüzüne bakmazdı ki!.. Kitaplar da öyleydi. Bu tür şeylerin değer kazanması için toplumun belli bir seviyeye gelmesi gerekir. Geri kalmış toplumlarda tercihler farklıdır. Çok mühim bir belge buluyoruz ama ancak biz seviniyoruz. Tarihin bir bölümünü değiştirdiniz diyelim. Adam için hiç bir şey değişmiyor ki. Eskiden az da olsa okuyan bir kesim vardı, şimdi okumuyor insanlar. 

Sahafların kıymetli kitap satmak yanında bir de kültür muhiti sağlama özelliği var. Bu ortamlara da devam ettiniz mi?

Gayet tabii, o fonksiyonu hep vardı. Osmanlı zamanında da varmış. Sahaf dükkanları aydınların gelip oturduğu, kitap baktığı, sohbet ettiği yerler. Bu kimliği şimdi de devam ediyor. Ancak artık insanlar dükkanlara gitmek yerine internetten alış verişi tercih ediyor. Şimdiki durumda internet alışverişi bir zaruret. Çünkü piyasadaki kitap sayısı çok fazla ve bunların hepsini bir dükkanda bulmanıza imkan yok. NadirKitap.com başlıbaşına sahaflık yapıyor. Siteye girip lazım olan kitabı arıyorsunuz, kimde olduğunu gördükten sonra fiyatlarını mukayese edip istediğinizi alıyorsunuz. Artık böyle olacak. Hayat tarzlarımız farklılaştı. Buna uygun mecralar doğması da doğal. 

Sahaf dükkanlarında bir araya gelen muhitin size etkisi nasıl odu?

Çok tabii bir muhitti o. Biz talebeyken MTTB vardı. Ondan önce Aydınlar Ocağı, Milliyetçiler Derneği. Oralarda konferanslar olurdu. Hepsine giderdik. Milliyetçiler Derneği şimdiki Birlik Vakfı’nın bulunduğu yerdeydi. Hemen her akşam oraya gider çalışırdık. Müzisyen arkadaşlar çalar, söyler… Gece, 2’den, 3’ten sonra vapura yetişmek için yürüyerek Kabataş’a giderdik. Öyle bir hayattı. O muhitler bir ihtiyacın ürünüydü. Şimdi o hayatı devam ettirmek mümkün değil. Bugün o ortamlar varlığını sürdürse bile kimse gitmez.

Enderun Kitabevi’ni de o yıllarda kurdunuz değil mi?

Evet, Enderun da bir ihtiyacın neticesinde kuruldu. Bir araya gelecek yer lazımdı. Kitap bulursak rafa koyalım, aldığımız kitabı da yüzde 25 kârla satalım. Beklentimiz o kadardı. Yeni ortamlar doğmaya başlayınca insanlar dağıldı. Her şeyin bir zamanı var, yaşatamazsınız. Sahaflığın da öyle. Eski tarz sahaflığın zamanı doldu, küçük dükkanlardan elektronik ortama geçildi. 

Sahaflarla sıkı ilişkiniz hangi tarihe kadar devam etti?

80’lerin başlarından itibaren sahaflara çok gidip gelememeye başladım. O tarihlerde ortam değişmeye başlamıştı ama eski usul iş yapanlar vardı. İbrahim Manav, Tunç, Hacı Muzaffer, İsmail devam ediyorlardı. Biz iş yoğunluğu sebebiyle gidemez olduk.

Osmanlı sahaflarının katalog yapmadıklarını belirtiyorsunuz kitabınızda. Cumhuriyet dönemi için böyle bir çalışma var mı?

Sahaflarda katalog yoktur. Yurtdışına kitap satan bir kaç müessesenin teksirle çoğalttığı özel çalışmaları vardı sadece. Dükkanlarda kitaplar yığın halinde durur. Sahaflar bilir hangi kitabın nerede olduğunu ama kayıt tutulmaz. Müşteri açısından da işin en zevkli kısmı odur. Gider eşelenirsiniz, karşınıza ilginizi çeken bir şey çıkarsa alırsınız. 

Sahaf müdavimlerinde bir müddet sonra koleksiyonerlik zuhur eder. Siz koleksiyon yaptınız mı?

Yazma kitaplarım var. Basma almadım pek. Zamanında aldıklarımın çoğunu da dağıttım. Yazmaları da çalışsınlar diye meraklılara veriyorum. Benim yazmalardan epey tez yapan oldu.

Koleksiyonerliğe nasıl başlanır ve nasıl yol alınır?

Kitap koleksiyonerliğinin iki türü var ya yazma eser alacaksınız ya da basma. Her ikisinin de kuralları ayrı. Basma eser alan için taş baskı bir tercihtir. Başkası bulak baskısı biriktirir. Çok parası varsa Müteferrika takımı yapar. Akademisyense tarihleri toplar. Edebiyatçıysa tezkireleri, divanları toplar. Ben Osmanlı döneminde basılan divanları toplamıştım. Yazmada sanat değerine göre eser toplamış olsam şimdi çok zengindim. Biz sadece işe yarar mı, kullanır mıyım diye baktık. Bir kısmını da neşrettim. Bunlardan biri Mir’atü’l-Işk, Anadolu’da Melamilikle ilgili kaleme alınan ilk kitaptır. Dünyada tek nüsha.

Sizin bütçenizde biri için erişilebilir miydi fiyatı?

O kitap erişilmezdi aslında. İbrahim Manav’ın esnaflığı sayesinde alabiliyorduk. ‘Al, yazarız deftere!’ diyordu. Süleyman Nazif’in ailesinden 30 kadar yazma almıştı. 70’lerin sonlarında 27 bin lira gibi bir para vermişti yanlış hatırlamıyorsam. Ben içinden 5 kitap seçtim. ’22 bin lira!’ dedi. Aldım tabii. O paraya Marmara Ereğlisi’nde deniz kenarında 2 dönüm arsa alınıyordu. 2 – 3 senede ödedim. Ortalama alıcı kitap alırken, tezhibine, cildine, yazısına bakar. Oysa kıymetli yazmaların çoğu yüzüne bakılmayacak durumda. Batılıların aldığı kitaplar da öyle. Bu tür koleksiyonculuk biraz ilgi ve kültür istiyor. Zenginler pek girmiyor bu sahaya.

Yazma esere nasıl değer biçilir?

Yazma uzmanı olmak için elinizden en azından 3-5 bin kitap geçmesi lazım. Bu bir aşk meselesi. İlgili olmanız lazım. Ben ne öğrendiysem merakım sayesinde öğrendim. Bir yazma gördüğüm zaman içim bir garip olur. Hissediyorsun eline aldığın kitapta bir şey olduğunu. Türkiye’de yazmadan anlayan kimse yok. Bir aralar elimde bir İbn-i Arap Şah Tarihi vardı. Onu göstermek için Merhum Hilmi Türkmen’in Süleymaniye’deki deposuna gittim. Yerde bazı kitaplar gördüm. Süleymaniye Kütüphanesi’ne vermiş, bir sene tutmuş, sonunda işimize yaramıyor diye geri vermişler. O sıralarda Marmara Üniversitesi’nde çalışıyorum. Bizim dekan kütüphaneye kitap almak istiyordu. Yerdeki kitaplara baktım, aralarında tek nüsha bir kitap var. Ahmedi’nin Yusuf ile Zeliha’sı. Bildiğimiz Ahmedi değil, Azerbeycanlı başka bir Ahmedi. Süleymaniye’de bir sene kalmış ama anlamamışlar. Hepsini aldım. O kitabı 3 yıl sonra bir katalogda gördüm. Bizdeki nüshadan haberleri yok. Ellerindekinin tek nüsha olduğunu farketmedikleri halde 25 bin mark fiyat koymuşlar…

Sizin sahaflara devam ettiğiniz Osmanlı bakiyesi, devr-i kadîm insanlarından kimler vardı?

Eski devri görmüş insanlardan bir tek Raif Yelkenci vardı o yıllarda. Onun dükkanına girmeye statümüz yetmezdi. Hacı Muzaffer gibi o zamanın kıdemli isimleri ise Cumhuriyet devri adamlarıydı. Ama kitaptan anlarlardı. Nizamettin Aktunç’un dükkanının önünden geçiyordum birgün. ‘Hoca gel sana bir kitap ayırdım!’ dedi. Çıkardı, ‘200 lira!’ ‘Tamam’, dedim. Sahafla pazarlık edemezsiniz. Bir kez pazarlık ederseniz bir daha kitap ayırmaz size. 15. asır güzel bir Tezkiretü’l-Evliya. Anlıyor ki ayırıyor! Renkli adamlardı onlar. Herbirinin nev’i şahsına münhasır özellikleri vardı. Her şey gibi sahaflık da zamanla çehre değiştirdi. Şimdi eski kitaplar yok, eski müşteri de yok. Ama yeni bir müşteri ve yeni kitaplar var. Onlara da sahaflık yapacak yeni mecralar var. Hayat tarzlarımız farklılaştı. Buna uygun mecralar doğması da doğal. Benim gibi bir adam internetten kitap okuyor. Eskiden öldürseler okumazdım. 

Prof. Dr. İsmail Erünsal

Söyleşi: Ayşe Adlı
Fotoğraflar: İ. Bahtiyar İstekli

Kul Başına Âlemde Gelen Hükm-i Kaderdir

Kul başına âlemde gelen hükm-i kaderdir
Ol hükm-i kader bizlere mîrâs-ı pederdir

Ben hırsızı hırsız beni görmek ne mümkin
Görmez göze duymaz kulağa sor ne haberdir

Ben kapımı [kitler] yatarım el neme lazım
Çok il şugûlü zevkime gayet leke vardır

Lâ havle velâ kuvvete illâ hüve billâh
Aliyyi’il-azîm mümine her yerde siperdir

Mevtimde müneccim diye mensûbum olur
Taşları cavâhir[dir] anın toprağı zerdir

Yoldan geçen ervâhıma bir Fâtiha versin
Kim görse diye tek şu mezar Dertli mezardır

Âşık Dertli

Terk-i Diyar Ettim Elveda Seni

Terk-i diyar ettim elveda seni
Sevdiğim sağlıkla kal şimden-geri
Aşkın ile yaktın bu can ü teni
Her zaman ağlattın bil şimden-gerü

Nar-ı aşkın ile kül oldum bittim
Ben seni kendime sadık yar sandım
Çok kahrını çektim gayrı usandım
Kafadarın olsun il şimden-gerü

Namerdi dilersen vasfına girmez
Ağlarım gözüme uykular girmez
Hakikatli yar dostsuza el vermez
Var başında sultan ol şimden-gerü

Kal benim sevdiğim huri isen de
Kişi-zade değil peri isen de
Yusuf-i Ken’an ın biri isen de
Yar senden el çektim bil şimden-gerü

Gel yeter cevrettin bari vur öldür
Gözlerimin yaşı bulanık seldir
Dertli gideceği düşman elidir
Düşmandan intikam al şimden-gerü

 Aşık Dertli