Anı hoş tut garîbindir efendim işte biz gittik

Anı hoş tut garîbindir efendim işte biz gittik
Gönül derler ser-i kûyunda bir divânemiz kaldı

Hayâlî

Gidenlerden bir şairimiz de 16. yüzyıl şairlerinden Hayali’dir. Hayali sevdiğinden ayrılırken insanın içine işleyen bir beyitle vedalaşır: “Anı hoş tut garibindir Efendim, işte biz gittik / Gönül derler ser-i kûyunda bir dîvânemiz kaldı.” (İşte biz gidiyoruz adına gönül denen delimiz, senin semtinden ayrılmadı / Onu hoş tut, senin ilgine muhtaç bir kimsesizdir.) Bence Divan edebiyatımızın en etkileyici ayrılış şiirlerinden biri, Hayali’nin bu gazelidir. 

Hüsrev Hatemi

Non dolet = artık acımıyor

Kalanlar ve Gidenler: Kalanların Acıları

Dünya Edebiyatı ve Türk Edebiyatı hep gidenlerin veya terk edenlerin ayrılışları ile kalanların acıları, feryatlarıyla doludur. Çocukluğumuzda radyolardan, “Gittin gideli ben deli divaneye döndüm / Gelmezsen eğer bil ki sana doymadan öldüm” şarkısının nağmeleri yayılırdı; Nuri Halil Poyraz bestesiydi. Bana ilk etki eden gitme şiiri bu oldu. Çocukluğumdaki gidişlerin bendeki hayali hiç değişmedi. 1940′lı yıllardan beri aynı hayal. Giden bir genç kız veya  hanım ise yürüyerek uzaklaşan zayıf ve saçları omzuna dökülen bir hayal. Ben onu arkadan izliyorum. Adımlar atıyor, ben durduğum yerden bakıyorum, küçülüyor ve görüntü kayboluyor. Erkekse, görüntü değişiyor ve birkaç türe ayrılıyor. Birader, oğul veya arkadaş gidişlerinde yine arkadan izlenen pardösülü, şapkasız, zayıf bir siluet, uzaklaşıyor, küçülüyor ve kayboluyor. Giden, istediği yerine getirilememiş ve buna benim de üzüldüğüm bir kişi ise, arkadan görülen hayalin başı önüne eğik, hafif kambur, yürüyüşü de hafif aksak. Uzaklaşıyor, küçülüyor ve kayboluyor. Giden sevilen ve âşinâ kişilerin de kalbinde aynı şekilde acılar vardır. Onların da feryatları vardır edebiyatımızda ve edebiyatlarda.

Fakat ben bugün daha çok kalanların acısından söz etmek istiyorum. Aldığımız yanlış eğitimle, İslam’dan önce Türklerde hamasi, pastoral veya ağıt tipi şiirler olduğunu, aşk acısından bahsedilmediğini sanırız. Bu yanlış kanaati düzeltecek iki mısra yine Divan ü Lügat-İt Türk’te mevcuttur: “Seviklik (aşk) gizli durur. Ayrılış günü ortaya çıkar. Yaralı yürekle gözlerini kırpma. Kirpiklerinden damlayan gözyaşları seni ele verir.” İslam Edebiyatının onemli eserlerinden biri Olan Kaside-i Bürde adlı şiirde Suad’ın (Hanım adı) götürülmesinden (ailesi tarafından) yakınılır. Suad’ın götürülmesi yürek burkucu mısraların ardarda gelmesine sebep olur. Çok defa sevilen şahıs götürülmemekte, kendi kararıyla ayrılmaktadır. Bu da kalanın duyduğu kedere bir ek yapar. William Blake “Never seek to tell thy Love = Aşkını anlatmaya kalkışma asla” diye başlayan tanınmış şiirinde kendisinin bu hatayı yaptığını, fakat sevgisini açıklayınca, sevdiğinin “titreyerek, üşüyerek hayalet görmüş gibi korkular içinde” olan sevdiğinin gittiğini söyler. Gidişi uzaklaşma şeklinde değil, ânidir. “Ah she did depart” diye. Böyle anlatır Blake bu gidişi. Mevlana’da bir gidenin arkasından, yine yürek burkan bir feryat koparır: “Diriğâ k’ez miyâan ey yâr reftî / Be derd ü hasret ü bisyâr reftî.” Yani “Yazık ki ortalıktan kayboldun ve gittin ey yâr / Hem ne gidiş birçok dert ve özlem bırakarak gittin.”

Edirne Mevlevi Şeyhi Neşati de gitme olayını çok acıklı anlatmakta: “Gittin ammâ ki kodun hasret ile cânı bile / İstemem sensiz olan sohbet-i yârânı bile.” Çocukluğumda yine radyoda başka bir beste duyardım. O da bir ayrılış sarkısıydı: “Gittin bu gidiş bence ölümden de beterdi / Gönlüm geri gelmez o giden sevgili derdi.” (Söz:Mesut Kaçaralp, Beste: Şerif İçli) Bu şarkı da çocukluğumda beni çok etkileyen, ortaokulda etrafımda birçok dinamik ve sportmen arkadaş yanında, ben bu tip şarkıları içimden çalıp dinleyerek sus pus oturduğumdan, biraz anormal görülmeme sebep olan bir şarkıdır.

Vâlâ Nurettin Bey bir gazete yazısında “benim çocukluğumda Lem’an gidiyor vuslatımız mahşere kaldı şeklinde bir hazin şarkı vardı” demişti. Bu yazıyı ben 50′li yıllarda okumuştum. Fakat şarkıyı dinlemek de bestekârını öğrenmek de kısmet olmadı. 1990′lı yıllarda, on dokuzuncu yüzyıl İstanbul’unda Makbule Lem’an Hanım adında bir şair hanım yaşadığını, uzun hastalık döneminden sonra yirminci yüzyıl başında vefat ettiğini öğrendim. Belki “Lem’an gidiyor” güftesini, Makbule Lem’an Hanım’ın eşi yazmıştır. Beş Hececilerden Orhan Seyfi Orhon, talihsiz bir şairdir. Türkçesi berrak ve şiirleri romantik olan Orhan Seyfi Bey, hep siyasi görüşlerle eleştirilmiş. 27 Mayıs 1960′dan sonra duyduğu sabık ve sakıt Demokrat Partili gibi küçümsemeler sebebiyle küskün ölmüştür. “Hani o bırakıp giderken seni” şiiri, bestesi de güzel bir şarkının güftesi olmuştur. Gitme üzüntüleri bir yazıya sığmaz. Tekrar bu konuya dönmek isterim.

Kalanlar ve Gidenler – II

Gidenler ve Kalanların mâceralarından haber veren şiirlerden bahsettiğim bundan önceki yazımda, daha çok ‘kalanların’ duyduğu acıları anlatmıştım. Genellikle gidenler de kalanlardan farksız derecede acı çekerler. Bıraktığı kimsenin veya aile fertlerinin uzalıklarının kendisinde doğuracağı acıdan korkar gidenler. Bazan sorun mali sorunlardır. Bıraktığı ailesi veya sevdiği nasıl geçinecek, sorunların altından nasıl kalkacaktır? Askere gitmek, uzak bir yere çalışmaya gitmek durumunda gidenlerin acı duyma sebepleri arasında, önde gelenler, bu şekilde mâli sorunlardır.

Bu tür gidenlere sadece bir örnek, Keçecizade İzzet Molla’dır. İkinci Mahmut döneminin şair ve yazar erkanından olan İzzet Molla önce Keşan’a sürülmüş, o sırada Molla’nın yaşı daha genç ve Keşan İstanbul’a nisbeten yakın olduğu için üzüntüsü hafif olmuştur. Fakat İkinci Mahmut biraz fazla hiddetli, Molla da dilini tutamaz bir kimse olduğundan, kendisine soran olmadığı halde, Osmanlı-Rus Harbi hakkında bir layiha yazması ilerdeki yıllarda ikinci bir sürgün kararıyla sonuçlanmıştır. Bu defa daha yaşlıdır, âni olarak İstanbul’u terk etrmesi istendiğinden, ailesiyle hasret gidermeden Üsküdar tarafına geçmiş, yanındaki arkadaşıyla vedalaşırken “ailem nasıl geçinecek” konulu ve bariton sesle bir ağlama tutturmuş, hem arkadaşının hem de seneler sonra bunu öğrenecek Hüsrev Hatemi’nin yüreğinin burkulmasına bais olmuştur. İkinci sürgünden dönememiş ve Sivas’ta  kalp  hastalığıyla ölerek oğlu (o sırada paşa olmayan) Keçecizade Fuat Paşa’yı yetim bırakmıştır.

Gidenlerden bir şairimiz de 16. yüzyıl şairlerinden Hayali’dir. Hayali sevdiğinden ayrılırken insanın içine işleyen bir beyitle vedalaşır: “Anı hoş tut garibindir Efendim, işte biz gittik / Gönül derler ser-i kûyunda bir dîvânemiz kaldı.” (İşte biz gidiyoruz adına gönül denen delimiz, senin semtinden ayrılmadı / Onu hoş tut, senin ilgine muhtaç bir kimsesizdir.) Bence Divan edebiyatımızın en etkileyici ayrılış şiirlerinden biri, Hayali’nin bu gazelidir. Hayali gibi 16. yüzyıl şairlerinden olan Fuzuli de, Irak illerinden, dokunaklı beyitlerle, gidenler ve kalanların acılarını hem yaşar, hem de asırlar ötesine ulaşabilen sesiyle bize anlatır. “Yâr ile ağyârı hemdem görmeğe olsaydı sabr / Terk-i gurbet eyleyip azm-i diyar etmez m’idim.” (Eğer ülkeme dönünce sevdiğim ile, başkalarını birlikte görmeye tahammülüm olsaydı / Gurbette yaşamayı terk ederek ülkeme dönmez miydim?) Ayrılış macerasında veda deminin acısı keskin fakat süresi ayrılıştan sonra başlayacak olan hicran dönemine göre kısadır. Hicran ise veda dönemine göre, acısında biraz hafifleme de olsa, çok zalim bir zaman dilimidir. Bazen giden veya kalandan birinin ömrü sona erer, diğerindeki hicran da ölüme kadar devam eder.

Şerif İçli’nin Hüzzam şarkısı (Söz: Selim Aru) bana çocukluğumda hicran kavramını ve acısını ilk duyuran şarkıdır: “Hicran yine hicran mı bu aşkın sonu söyle / Dalgın ki o gözler seni söyler bana öyle / Avare gezen gönlüme sevmek bu mu söyle / Dalgın ki o gözler seni söyler bana öyle.

Büyük Dede Efendi’nin Hicaz makamında harika bir bestesi de hicr yani ayrılığı ternnüm eder: “Ey çeşmi âhu hicr ile tenhalara saldın beni.” (Ey âhu gözlüm, ayrılığınla beni insanlardan kaçan bozkırlarda dolaşan bir kimse yaptın.)

İnsanların neşeli şarkılar yanında böyle hüzünlü bestelere de ihtiyaçları vardır. Çünkü maalesef hayatımız her zaman şinanayla geçmiyor. Hicran günlerine talim yapmalıyız ki, birden bire çarpılmışa dönmeyelim. Zaten insanın kendisi için ve sevdikleri için asıl hicran dönemini ölüm ilan eder.

Yahya Kemal Bey de “Dinlemekçin mâcerâ-yi hicri nâyından Kemal / Mevkib-i yaran civar-ı Beytül ahzandan geçer” diyor. (Ayrılık mâcerasını senin neyinden dinlemek için ey Kemal / Dostların kafilesi, senin hüzünle dolu kulübenin yanından geçer.)

Gitme, veda ve hicran o kadar firaklı bir mevzudur ki, galiba üçüncü bir yazı da gerekecek.


Kalanlar ve Gidenlerin Şiirleri – III

Gidenler ve Kalanların duygularını anlattıkları şiir ve şarkılardan bahsettik. Fakat Giden ve Kalanlar her zaman yakınmakla yetinen uslu fertler değildir; insan zaaflarını da tabii karşılamak gerek. Bazen bırakılmanın doğurduğu darbe, gideni veya kalanı kızgın bir bey veya hanım haline getirir. O zaman da ortaya “oh olsun” makamında şiir ve şarkılar çıkar. Edebiyatçı ve musikişinas olan bir İstanbul Beyefendisi Ahmet Rasim bu konuda diyor ki: “Dün gece bir bezm-i meyde âh edip anmış beni / Varsın öğrensin nasılmış âh edip yâd  eylemek / Söz bu yâ bir başkasından çokça kıskanmış beni / Anlasın neymiş bir seven kalbi berbad eylemek.” Ahmet Rasim Bey’in bu şiirini soyadıyla müsemma bir bestekâr olan Şerif İçli, Buselik makamından bestelemiştir.

Güftesi ve bestesi Lemi Atlı Bey’e ait olan bir başka şarkı da az çok “oh olsun” havasındadır: “Bir kendi gibi zâlimi sevmiş yanıyormuş / Duydum ki beni şimdi vefasız anıyormuş / Kalbim gibi feryad ediyor sızlanıyormuş / Duydum ki beni şimdi vefasız anıyormuş. // Seylâbe-i sevdâsına düşmüş gidiyordum / Çektikçe elem, ölmeyi tercih ediyordum/ Bir gün o da çektiklerimi çekse diyordum / Duydum ki beni şimdi vefasız anıyormuş.” (Kürdilihicazkâr Senginsemâi)

Bu tip bestelerin daha doğrusu güftelerin en serti Yusuf Nalkesen’in Hicaz şarkısıdır: “Yalanmış yeminlerin git işveni ellere sun / Ne yazık ki artık bana hiç ıztırap vermiyorsun / Dinlerim sanma sakın hâlin benden beter olsun / Ne yazık ki artık bana hiç ıztırap vermiyorsun.”

Kâmuran Yarkın’ın Nihavend şarkısı da bu tarz şarkılardandır: “Sen kimseyi sevemezsin sevmeyeceksin / Rüzgârların önünde kuru bir yaprak gibi sürükleneceksin / Şefkat nedir, aşk nedir ömrünce bunu bilmeyeceksin / Rüzgârların önünde kuru yaparak gibi sürükleneceksin.”

Bazen “Giden” gideceğini bildirince, “Kalan” ona açıkça git demezse de, içinden “iyi oldu, ben de bıkmıştım zaten” hallerini takınır. Selim Aru’nun güftesi ve Şerif İçli’nin bestesiyle bu tür şiirlere de örnek verebiliriz: “Bıkmış gibi gönlüm itiyor aşkı içinden / Bir içli sevap müjdesi duydum gidişinden / Bahset bana artık o şeyin dün bitişinden / Bir gizli sevap müjdesi duydum gidişinden.” Bence bu güftedeki “içli sevap” uygun bir deyiş değildir. Dilimizde kimseye göstermeden bir yoksula para vermek gibi eylemlere “gizli sevap” denir. Herhalde bestelenince okuyucular dilinde, gizli sevap, içli sevaba değişmiştir. Bu güfteyle demek istenen: Ben de aşktan bıkmış fakat sana söyleyemiyordum. Dün aramızda aşk bitmiş oldu. Sen gittin, böylece benim gözümde gizli sevap işledin.

Kalanlar ve Gidenlerin Şarkıları – 4

“Ey ruhumda olan, sonunda nereye gittin / Evimizden kayboldun, havaya mı gittin / Sen benim yürekten verdiğim sözü bilirdin ama ahdimizi bozdun sen / Kuş gibi birden uçtun ey dost nereye gittin ki? / Sen benim ruhum içinde bir bakış attın sonra ruh içinde bir sefere çıktın / Halka bir baktın sonra halktan uzaklara gittin / Sen saba rüzgârı mıydın, onun kadar çabuk esip gittin / Gül kokusu benzeriydin, gül kokusu gibi saba yeliyle gittin / Ne saba rüzgârıydın sen, ne de havada uçan kuştun / Tanrı ışığıydın sen / Yine Tanrı ışığına döndün / Ey bu evin beyi, ey bu evin mumu / Yanan mumun isi gibi, tavana yükseldin, semaya gittin / Ey yâr sen yanlış iş yaptın, başka bir yar ile gittin / Kendi işini gücünü bıraktın başka bir iş peşinde gittin / Yüz defa hoşgördüm, bunu sana belirttim / Sen, kendini beğenmiş, bir defa daha gittin /

Yüzlerce defa uğraştım, seni dikenlerden uzak tuttum / Sen gül bahçesini  tanımadın, başka bir dikenle gittin / Sen balıksın demiştim sana / Yılanla yoldaşlığın neden? / Ey hatalı iş yapan başka bir yılan bulup onunla gittin / Bez örücüsü elindeki mekik gibi / Üzerinde olduğun yüzlerce iplik dizisini kopardın, başka bir ipliğe atladın / Bana dedin ki ey yar seni mağarada görmüyorum / Oysa mağara aynı mağara sen başka bir mağaraya geçtin / Değerin nasıl azalmasın, rengin nasıl uçmasın ki / Kıymetin bilindiği benim pazarımı bıraktın, başka bir pazara gittin.” (Mevlâna, Divan-ı Kebir. Ey sakin-i cân-i men  âhır be kocâ reftî?)

Bu şiirde ve hemen her zaman, Mevlâna kalanlardandır, gidenlerden değil. Kalanlarda daima üzüntü, özlem ve gideni övme yanında gidene sitem etme halleri karışım halindedir. Mevlâna, her beşeri durumdan haberi olan bir şairdir. Övgü ihtiyacı duyar ve över: Tanrı ışığı, gül kokusu gibi. Kıskançlık da duyar ve örtmez: Ben seni dikenlerden uzak tutmuştum, bir diken bulup gittin, yılanla yoldaş olma demiştim, bir yılanla gittin. Bu gazelde geçen yâr-i gar deyimi (mağara dostu) İslam tarihiyle ilgilidir. Hz. Muhammed ve Hz. Ebubekir, Medine’ye göç yolculuğunda sığındıkları mağara sebebiyle “mağara arkadaşı” olmuşlardır. Burada Mevlâna “seni mağarada yanımda görmüyorum dedin, ben hep aynı mağaradayım, başka mağaraya geçen sensin” diyor.

Bu şiirden yedi yüz küsur sene sonra Attila İlhan “Üçüncü Şahıs” dediği rakibi anlatırken “Çöp gibi bir oğlandı ipince / Hayırsızın biriydi fikrimce” dedikten sonra; “hele seni kollarına aldı mı / Felaketim olurdu ağlardım” diyor. Bu şiirle Attila İlhan Bebek gibi, Emirgan gibi, Çamlıca ve Adalar gibi, Maçka semtini de şiir yüklü bir semt haline getirmiştir. Kalanlar daima Mevlana ve Attila İlhan gibi uysal ve ölçülü sitemler fırlatmazlar. Orta derecede bir sitem örneğine Sadettin Kaynak’ın Hüseyni şarkısında rastlarız: “Artık içim kırıktır / Sesim bir hıçkırıktır / Demezdim ki yazıktır / Sana yalvarmasaydım.”

Zeki Ârif Ataergin’in Beyatiaraban şarkısında gidene öğüt verme havasında, iğne batırılır: “Kalacak sanma bu çağın bu güzellik solacak / O samur saçlara bir günde beyazlar dolacak / Şu geçen şen seneler kalbine hicran olacak / O samur saçlara bir günde beyazlar dolacak.”

Taşı herhalde kaybolmuş olan Yahya Efendi dergâhında gömülü Kemani Rıza Bey’in de hazin bir bestesi vardır. Aşık olduğu fakat kendisine verilmeyen kızın düğününde Rıza Bey’e de saz heyetine katılma görevi düşünce, belki perde arkasında davetli hanım misafirler arasında olan gelin ne söylemek istediğimi anlar diye düşünen Rıza Bey şu şarkıyı bestelemiş ve okumuş: “Meyledip ağyarı aldın yanına / Bivefa hercai yazık şanına / Aşıkın kıymak mı kasdin cânına / Bîvefâ hercai yazık şanına.” (Başkalarına meylettin, yanına onlardan birini aldın. Vefâsız hercâi şanına yazık olsun.)

Görüldüğü gibi kalanları kurtaracak olan Non dolet = artık acımıyor demektir. Bu yöntem de Hüsrev Hatemi‘nin nâçiz bir şi’ridir vesselâm.

Gidenler ve Kalanların Şarkıları – 5

Gidenler alıştıkları gökyüzünü, alıştıkları toprağı, ağaçları ve denizi bırakmış olurlar. Sevdikleri geride kalmıştır. Gidenlerin şarkıları gurbet şarkılarıdır. Kalanların şarkıları hasret şarkılarıdır. Gerçi gidenler de hasret şarkıları söylerler. Fakat kalanlarda özlem acısı ağır basar. Ayrıca bir de “giden sevgili beni unutur, başka dostlar edinir mi” endişesi vardır kalanlarda: “Beyim İstanbul’u mesken mi tuttun / Gördün güzelleri beni unuttun” mısralarında bu endişe dile getirilir. Gidende de “kalan sevgili beni unuttu mu” endişesi aynı yoğunlukta vardır. Bu hislere firkat ve hicran duygusu adları verilir. Firkat duygusunda ayrılık ve uzaklık daha fazladır. Hicran duygusunda da ayrılık ve mesafe etkili olmakla birlikte, hicran aynı ortamda olsalar bile, kavuşma ümidi az olan tarafın hisleri anlamına da gelir. Firkatte, aşkına karşılık bulamama yok, daha çok ayrılık vardır. Hicranda mesafeden çok, manevi bir ayrılık vardır. Ölen bir sevdiğimiz içimize “firkat” olmaz, “hicran” olur. Şükrü Tunar’ın Rast şarkısı: “Unut beni kalbimdeki hicranla yalnız kalayım / Kimsesiz bir yavru gibi kucağında yalvarayım / Bu kaçıncı söz verişin söyle nasıl inanayım / Kimsesiz bir yavru gibi kucağında ağlayayım.”

Güftesi Selim Aru’nun, bestesi Şerif İçli’nin Hüzzam şarkısı, benim ve benim neslimden olup musikimizi sevenlerin yüreğine Frigya’nın Yazılıkayası gibi bir Hicran Anıtı olmuştur: “Hicran yine hicran mı bu aşkın sonu söyle / Dalgın ki o gözler seni söyler bana öyle.”

1940’lı yılların İstanbul Feriköy semtinde ve bütün İstanbul’da ışık kirliliği yoktu. Gece gökyüzü tam karanlık olduğundan, yıldızlar gökte tam parlarlardı. Komşular hep tanıdık ve “amca, teyze” unvanıyla anılan kimselerdi. Bizden büyük çocukları da bizim için “abi veya abla”olurlardı. Kırklı yılların bazı yaz gecelerinde ağabeyimle konuşmak için bizim kapı önüne gelen komşu Altan Abi (merhum Altan İmece), ağabeyim Nadir Hatemi’yle birbirlerine alçak sesle konser verirlerdi. Böyle bir gece Altan Ağabey’den “Hicran yine hicran mı” şarkısını dinlemiştim. Yüreğimin sadece Frigyası yok, Orhun Kitabeleri de var, Talik yazıyla yazılmış kitabeleri devar. Bu Hicran yazıtlarından biri de Lemi Atlı’nın Nişaburek şarkısıdır. İlk mısraındaki “efendim” sözü, tam bir İstanbul Türkçesi zevki verirdi: “Varsın gönül aşkınla harab olsun Efendim / Cânanıma nezreylemişim cânımı kendim / Derman aradım derdime hicranı beğendim / Varsın gönül aşkınla harab olsun Efendim.”

Firak kelimesine çok yakın anlamlar içeren kelime, iftirak kelimesidir. Güftesi Sultan Ahmed’in (Birinci), bestesi ise Cevdet Çağla’nın olan Nişaburek şarkıyı da çocukluğumda çok dinlemiştim: “İftirakınla efendim bende tâkat kalmadı / Pâre pâre oldu dil aşk ü muhabbet kalmadı / Ol kadar ağlattı ben biçareyi hükm-i kaza / Giryeden hiç Hazret-i Yakub’a nevbet kalmadı.” (Ayrılığınla Efendim bende güç kalmadı / Yüreğim parça parça oldu aşk ve sevgi kalmadı / Kaderimin yargısı beni o kadar ağlattı ki / Oğlu Yusuf’un kaybına sürekli ağlayan Hazret-i Yakub’a ağlama sırası gelmedi.)

Hüsrev Hatemi
Kaynak: http://kulturgundemi.com

En çok üç şeyi severdi dünyada

En çok üç şeyi severdi dünyada
Akşamüstleri söylenen şarkıları
Ak tavus kuşlarını
Eski püskü Amerika haritalarını bir de
Çocukların ağlamasından nefret ederdi
Çilek reçeli sevmezdi çayla birlikte
Kadın dırdırından yaka silkerdi
Ve ben karısıydım onun

Anna Ahmatova

Bu Gece En Hüzünlü Şiirleri Yazabilirim
Meserret Yayınları / Çeviren: Hilmi Yavuz

Söylersin onu şimdi yeni ve anlamlı bularak

Olur ilkyazdan önce böyle günler bilirsin
Çayırlar örtülmüştür kalın bir yığın karla
Rüzgârlar ılık eser yumuşacık ve hafif
Geldiğini duyarsın diri kuru dallarla

Tenin kamaşır birden, öyle aydınlanır da
Yabancı gelir artık oturduğun ev bir bak!
Bir şarkı vardı eski ve cansıkıcı bulurdun
Söylersin onu şimdi yeni ve anlamlı bularak

Anna Ahmatova
Türkçesi: Hilmi Yavuz

Görünürde kusuru olmayanlardan korkun

Görünürde kusuru olmayanlardan korkun
Hele hele erdemli görünenlerden
Cigara içmeyenlerden çekinin
Ağzına şarap komayanlardan sakının asıl
Et yemezlere karşı uyanık olun
Hani hiç para kazanmak istemiyormuş gibi
Görünmek isteyenler yok mu
Aman dikkatli olun, aman dikkatli olun
En zararsız biçimleri bunlar iktidarın

Wystan Hugh Auden
Çeviren: Hilmi Yavuz

Bu Vatan Kimin?

Bu vatan, toprağın kara bağrında
Sıradağlar gibi duranlarındır;
Bir tarih boyunca, onun uğrunda
Kendini tarihe verenlerindir…

Tutuşup: kül olan ocaklarından,
Şahlanıp: köpüren ırmaklarından,
Hudutlarda gaza bayraklarından,
Alnına ışıklar vuranlarındır…

Ardına bakmadan yollara düşen,
Şimşek gibi çakan, sel gibi coşan,
Huduttan hududa yol bulup koşan,
Cepheden cepheyi soranlarındır…

İleri atılıp sellercesine,
Göğsünden vurulup tam ercesine,
Bir gül bahçesine girercesine,
Şu kara toprağa girenlerindir…

Tarihin dilinden düşmez bu destan:
Nehirler gazidir, dağlar kahraman,
Her taşı bir yakut olan bu vatan,
Can verme sırrına erenlerindir…

Gökyay’ım ne yazsan ziyade değil,
Bu sevgi bir kuru ifade değil,
Sencileyin hasmı rüyada değil,
Topun namlısında görenlerindir…

Orhan Şaik Gökyay

Cenaze Hüzünleri

Tüm saatleri durdurun, telefonu kesin,
Sulu bir kemik vererek,
      köpeğin havlamasını engelleyin,
Piyanoları susturun ve çalarken
       boğuk sesli davullar,
Tabutu çıkarın dışarı, gelsin yas tutanlar.

Uçakların gökyüzünde inleyerek
        daire çizmesini sağlayın
Yazarken gökyüzüne mesajı: “O öldü” diye
Siyah fiyonklar takın,
       beyaz boyunlarına güvercinlerin
Trafik polislerine siyah,
       pamuktan eldivenler giydirin.

O benim Kuzey’imdi, Güney’imdi,
      Doğu’mdu ve Batı’mdı,
Çalışma haftam ve pazar dinlencemdi.
Öğlem, gece yarım, konuşmam, şarkım;
Aşk sonsuza kadar sürer sandım; yanılmışım

Artık yıldızlara gerek yok, söndürün hepsini
Ay’ı paketleyin, parçalayın Güneş’i
Boşaltın okyanusu, süpürün ormanı
Artık hiçbir şey güzelleştiremez hayatı.

Yazar: W. H. Auden
Çeviri: Erge Özcan

Ölçü bozulduğu zaman önce gözün ölçüsü bozulur, sonra kalbin ölçüsü.

Türkiye Müslümanları dini hayatın mihverine oturtmuyor derken ne demek istiyorsunuz?
E oturtamıyorlar. Yeni tanıştılar, çok hoşlarına gitti bu modernite. Otomobiller, seyahatler, evler, paralar… Devamı var mı onu söyleyin. Dünyevi şeyler herkesin hoşuna gider. Şimdi şaşırmış vaziyetteler. Biraz geçsin bakalım. Hayatlarının mihverine dini oturttuğunu iddia edenler de çok iddialılar. Ben iddiadan hiç hoşlanmam çok da korkarım. İnsan oturttum derken oturtamayabilir. Ben şu anda Türkiye’de yaşayan ve İslami endişesi olan insanları da hiçbir şekilde itham etmiyorum çünkü zor bir vartadan, bir çukurdan geçiyoruz.

Ama muhafazakarlık ve dindarlık yükseliyor gözüküyor?
Biraz içi boş bir dindarlık gibi gözüküyor. Müslümanlar olarak bu çağda bir medeniyet telakkisine sahip değilsiniz. Hayata yön veren, bu çağdaki medeniyet telakkisini, İslam’a yamamaya çalışıyorsanız bu olmaz. Bir duruş sergileyip o duruş içinde tutarlı bir program uygulamak gerekiyor. Bu çok zor bir şey ama yapılmaz diye bir şey yok.

Nasıl bir duruş?
Bunun ipuçları geçmişte var. Geçmişe bakıp, çağa bakacaksınız, ‘Bismillah’ deyip bir içtihadla bir kompozisyon ortaya koyacaksınız. Bunu yapmış insanlar eski zamanlarda. Batı’nın modernite ile başlattığı şey işte o. Ama modernite bitti artık. Şu an dünyaya bir şey söyleyemiyor. 12 milyon Somali’de açken, modernite hâlâ New York piyasasıyla oynuyor. Bu ortamda pekala sanal bir dünyaya geçebilirsiniz ama biz hâlâ sanal dünyanın yeni çıkan elemanlarıyla sarhoş vaziyetteyiz. iPad’lerle mesela.
Ama siz Türkiye kapitalist dalgaya kapılmadı da diyorsunuz?
Allah’tan kapılmadı. Sarhoş ama zaman zaman ayılıyor. “Ben ne yaptım” diyor sonra tekrar kapılıyor. Selde bir çıkıp bir batan insan gibi Türkiye. Şu anda öyle bir durumda insanlar, onu toparlamaya çalışıyorlar. Bu yüzden geçmişin çok iyi bilip yorumlanmasına çok önem veriyorum. Fakat şu anda yaşayan Türk insanı geçmişi bilecek alt yapıya sahip değil ve sabrı hiç yok. Bir şey olacak zannediyor. Bir şey olmaz. Maziyi bilip yorumlamazsanız bir sonuca varamazsınız.
Nasıl yorumlayacağız geçmişi?
Zaman ayırıp belli bir entelijansiyanın, belli bir yeteneği olan tabakanın, imkanların tahsis edilmesiyle, özellikle İslam medeniyetinin aşama yaptığı, açılım getirdiği zamanları, yorum bilgi ve hikmetle ele alıp, özümseyip, sonuç çıkarması lazım. Bunun paralelinde Batı’nın da bilinmesi gerekiyor. Aradaki farkı görüp özgün bir yorum çıkarabilirsiniz. Şimdi Türkiye’de yaşayan bir insan AVM’lerde hayatın içinde savrulurken postmoderniteyi bilmez. Batı’nın sona erdiğini anlayamaz. Onun gözünde son çıkan film, model Anjelina Jolie vs. vardır ama Batı bu değil. Batı artık “Benim insanlara söyleyecek lafım kalmadı” diyor. Postmodernite bunu ortaya koyuyor. Bunlar bilinmesi kolay şeyler değil. Anlayıp yorumlamanız gerekiyor.
O seviyede insanımız var mı?
Yetiştirirseniz olur. Akıllı insanımız var. 1994’te İstanbul Belediyesi el değiştirdiğinde beni danışman olarak aldılar. “Hemen bir ekip kuralım ve dünyayı tanımaya başlayalım. İstanbul Vakfı kuralım” dedim. O zaman kurulsaydı 16 senelik olacaktı. Zamanı değerlendirmezseniz elinizden kayıp gider. Bizim yaptığımız mektebi iptidai seviyesinde eğitim vermek, bunla bir yere varılmaz. Mümtaz Turhan Hoca vardı rahmetli. O, “Eğitim seferberliği, herkesi ilkokul mezunu yapmak hiçbir anlam taşımaz. Çünkü bir toplumu entelijansı, uzmanlar bir yere götürür. O gidilen yerde okuma yazmayı öğrenmek gerekiyorsa okuma yazma öğrenilir” diyordu. Bunu söyleyeli 50 yıl oldu. Ben bakıp utanıyorum, bazı ilerici taifesi hâlâ okuma yazma kursları açıyorlar.
Modern çağda İslami hayat yaşanabilir mi?
İslami hayattan ne anlıyoruz onu konuşmak lazım. Şüphesiz çok mümkündür. Bu kainatı Allah yaratmıştır ve tüm güzellikleri buraya lütfetmiştir. Coşku içinde yaşarsanız, hizmete dönük, şevkle, zevkle, tam İslami bir hayattır. Ama “yapma”ları öne çıkarırsanız olmaz. Zaten öyle bir coşku yakaladığınız zaman Allah’ın “yapma”larını zaten siz yapmazsınız, canınız yapmak istemez. İslami bir coşkudur bu. İşte biz bu coşkuyu kaybettik. O coşkuyu kaybedince “yapma”ları söyleyenlerin lafı da etkisiz. Çünkü onların da coşkusu yok. Kendi nefisleri tatmin için söylüyorlar çoğu kez. Terbiye yöntemi bu değildir. İnsanın yaratılmışlar arasında eşrefi mahlukat olduğunu hissettiğinizde sonbahardan, ilkbahardan, güneşten, çocuklardan her şeyden büyük haz duyarsınız. Çünkü hepsinde onun aksinin görürsünüz. Sonsuz aksi vardır. 3-5’ini yakalarsanız biter. İslami hayat odur.

Osmanlı’ya ait kavramlar neden yükselişte sizce?
Millet kimlik arıyor. Tanzimat’ta verilen kimliklerin modası geçti, soldu. Bir Osmanlı kaldı. Osmanlı’ya bakanlar da önce kenarda köşede kalmış, harcı alem olmuş şeyleri görüyor. İlk önce onları görecek, doğru. Osmanlı’nın ciddi yorumuna girmek için iyi bir alt yapı lazım ve sabır lazım. Bunu şiirde çok net görüyorum. Osmanlı’da bir şiir zevki var, adım adım geliyor bu güne kadar. Fakat buna sahip olmak için çok ciddi bir alt yapınız olması gerekiyor. Onun yerine bizim şairler bunalım şiiri yazıyor.
Çocukluğunuzda sokakta oynamayı ayıp sayarmış aileniz. Nasıl bir çocukluk geçirdiniz?
Bizim ailede ona izin verilmezdi. Biz annemin taht-ı terbiyesinde, evde büyüdük. Kışın Beyazıt’ta otururduk. Okul, ev, cami, tekke, akrabalar beşgeninde yaşardık. Çok renkli bir çocukluğumuz oldu. Yazın da peder bizi yazlığa götürürdü. Ben Boğaz’da büyüdüm, Kanlıca’da. Zannederim 46’dan 60’a kadar bir yalıda oturduk ki dehşet bir şey! Çok farklı bir hayat. Orada sokak yoktu zaten. Bir yalı, yol geçiyor ve ötesi deniz, arkası koru. Oradaki yaşama göre her şey serbest.

Denizle iç içe yaşamışsınız. Denizle bir bağ kuruldu mu aranızda?
Orada kuruldu, hâlâ sürüyor. Yüzerim, balık tutarım, küçük bir teknem var. Datça’da denize açılıyorum. Yakında gideceğim. Çocuklarım da ilgileniyor, onların da tekneleri var. Bir çok insana özellikle Müslümanlara tavsiye ediyorum. Denizle ilgilenirseniz psikolojik yönünün yanısıra hayatın başka bir boyutunu tadarsınız. Hilkatin bir başka esprisini orada görürsünüz.

Okulda öğretmeniniz size profesör lakabını takmış. Neden?
Evet, öyle diyordu hocam. Herhalde ders çalışıyordum, ukala ukala konuşuyordum belki de! (gülüyor) Ama o hal ortaokulda lisede gitti. Çok esprili bir çocuktum. Aslında hâlâ öyleyim de saklıyorum biraz. Ayıp oluyor çünkü, yetmişe geldik (gülüyor).
Müzikle ilgileniyor musunuz?
Tabii tanbur çalıyorum. Klasik Türk Musikisi ile ilgileniyorum çok uzun zamandır. Bir konservatuar maceram var gençlik yıllarımda. Müzik benim hayatımda çok önemli. Bizim medeniyetin çok mühim bir fayda vasıtası. Zaten bütün ciddi sanatlar öyledir. Batı uygarlığını anlamak istiyorsan Batı resmini çok iyi anlayacaksın.
Babanızın dost sohbetleri ikinci okulunuz olmuştur. Kimler olurdu o sohbetlerde? Neler konuşulurdu?
Belki de birinci okulum oldu. O sohbetlerde konuşulanları kaydetmişim zihnime. Yıllar sonra dönüp baktığım zaman, ki sık sık oluyor bu, görüyorum ki “bir Müslüman entelijansiya oluşabilir mi? Kendi çizgisi içinde bir yorum getirebilir mi?” sorularının masaya yatırıldığı bir düşünce sistemiymiş o. Türkiye’de yaşayan Müslümanlar dünyaya açıldıklarında birçok etkilerle karşılaştılar. Bu etkilerin büyük bir kısmı Müslümanları kendi çizgisine çekti, hâlâ da çekmekte. Ama Celal Hoca bu etkileri dışarıdan tanıyarak, yapabilecekleri etkiyi hissetmiş ve “Acaba kendi özgünlüğünü koruyan, eskinin devamı olan ancak tekrarı olmayan bir entelijansiya kurulabilir mi” gibi bir soruyu ortaya atmış. Babamı en iyi anlayan ve onun adeta dertleştiği Nurettin Topçu vardı. Onun dışında çok değerli, çok kaliteli insanlar vardı sohbet halkasında. Ama onların büyük bir kısmında bu tür bir soru olduğunu tahmin etmiyorum.
Mühendislik okumaya karar vermenizde etkili olan neydi?
Onu da babam seçti. Şimdi diyeceksiniz ki “sen ne biçim adamsın” (gülüyor) ama öyleydi. Kader bir yerde size bir şeyler söylüyor. Babanız söylüyor, bir kız seviyorsunuz o söylüyor, şeytan söylüyor, biri bir şey söylüyor işte. Benim de babam söyledi.
Okulunuzu sonradan mı sevdiniz?
Sonra kabullendim ve sevdim. Lisans okuyanlara da bunu söylüyorum. Ne okursanız okuyun ciddi bir lisans okuyun. Sağa sola savrulmayın, sonra istediğinizi yaparsınız. Ama ilim okuyun. Teknik üniversite belki ilim değildi ama ilme çok yakındı. İyi de olmuş.
Konuşmalarınızda Yunus’tan çok örnek veriyorsunuz. Neden?
Çünkü kolay.
Kolay?
Arapça bilsem Arapça vereceğim örnekleri, daha havalı olacak. Bir çok dostum var öyle yapan. Ben bilmediğim için Yunus’tan veriyorum. Böylece hafif sol da görünüyor (gülüyor). Yunus bir aşk adamı. Osmanlı medeniyet yorumunda da aşk çok baskın. Yunus onun için benim çok gündemimde olan biridir. Hayata nihai olarak aşk gözüyle bakıyor. Olayları akılla alırsanız bir yerde düğüm olur, aşkla kabul edeceksiniz. Yunus’un yaptığı bu.
Türkiye’deki yapıları nasıl buluyorsunuz?
Fecaat. Hiç konuşmayalım. Türkiye insan gibi yaşamak istiyorsa bütün yapılarını yıkacak. Tekrar kendisi tıkır tıkır adam gibi bir şehir kuracak.
Nasıl bir şehir olacak?
İnsani bir şehir
Neleri barındırır insani bir şehir?
Bir kere ölçek çok mühimdir. Bakın serçeler hangi irtifadan uçuyor, kargalar hangi irtifadan uçuyor. Ağaç ne kadar büyüyor, siz bir nefeste kaç adım atabiliyorsunuz. Bunların içinde Allah’ın, tabiatın verdiği bir alt limit, üst limit var. İnsan bu ölçüleri bozabiliyor. 100 katlı, 200 katlı bina yapabiliyor. Bozmayın bu ölçüyü. Şehir yapıyorsanız çok yükselmeyin. Ölçü bozulduğu zaman önce gözün ölçüsü bozulur, sonra kalbin ölçüsü. Şu anda biz ölçüsü bozulmuş kalplerle yaşıyoruz. Kalbin ölçüsünün bozulması hırstır. Haris olursunuz.

Yeni yapılan camileri estetik olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?
İslam entelijansiyasını kaybetti. Münevveri yok. Nüfus arttı. Şehirlere geldi, sanayi devrimine girdi. Cami lazım. Halk da kendi görgüsüne göre bir şeyler yaptı. Bunlar çıktı ortaya; varoş camileri. Onları suçlamıyorum. Bunları yıkıp yerine yenisini yapmak çok kolaydır.

Tasarım camiler var son dönemde?
İnsanlar bir şey arıyorlar. Deniyorlar. Denenecek bunlar, yalnız ben bir şey deneyeyim diye yapılmaz. Bütün sanatların doğduğu toplumdan gelen bir alt yapısı ve kurallar bütünü vardır. Diyelim ki 13. Yüzyıl’da bir gotik kilise yapıldı. 19 Yüzyıl’ın sonunda özellikle İngiliz ve bazı Amerikan Üniversiteleri Gotik’e gönderme yaparak bina yapıyorlar. O üsluba riayet ediyor. Oraya refere ediyor kendisini.

Külterel manada bağlıyor kendisini
Tabii o çok önemli bir şey. Modern de yapıyor, hakkı var çünkü moderniteyi o kurdu. Biz ne yapacağımızı şaşırmış durumdayız.
Babanız İmam Hatipleri kuran kişi. Bu süreç eve nasıl yansıyordu?
Babam hayatını bir bütün olarak yaşardı ve her yaptığı işi evde anlatırdı detaylarıyla. Gün be gün İmam Hatip Okulları nasıl kuruldu biliyorum. Babamın ilgi alanlarıyla biz de ilgilenirdik. Babamın okuduğu kitap, anlattığı ders, incelediği konu, yaptığı konuşma… Akşam yemeklerimiz uzun bir sohbet vesilesi olurdu. Yemekten sonra da konuşmaya devam ederdik. Sanat, edebiyat, özellikle şiir. Dini bilgileri yedirerek hayatın içinde verirdi.
Babanız İmam Hatipleri kurduğu halde siz neden İmam Hatip’te okumadınız?
Babam beni yollamadı İmam Hatip’e. O zaman da sormak hiç aklıma gelmedi. Niye yollamadı bilmiyorum. Neden yollamadığına yönelik bazı yorumlarım var ama biraz incitici olabilir onun için söylemiyorum.
İmam Hatipler gerçekten söylendiği gibi din adamı yetiştirmek için mi kurulmuştu?
Evet bir hizmet açığı vardı. Fakat babamın projesi o vakitte var olan din adamının ötesinde bir şeydi. 7 sene. Okulda ciddi manada matematik, fizik okutuyorlardı. Dünyayı anlaması için bir insanın bunları bilmesi gerekir. O vakit din adamlarının çok büyük bir kısmı bunlardan habersizdi. Açığı kapatmaktan çok, belki çağa uygun bir şeyler söyleyebilecek bir entelektüel din adamı yetişmesini murat etti. Bunun projesini yaptı ve hayata geçirdi. Tabii uzun bir hikaye ondan sonrası. Toplumsal çalkantılarla birlikte İmam Hatip Okulları da savruldu, hâlâ da savruluyor.
Prof. Sadettin Ökten

mural

İşte adın /
dedi bir kadın
ve gözden kayboldu beyazlığının koridorunda.
İşte adın, iyice ezberle adını!
Bir harf üzerinde bile tartışmaya girme
Aldırma kabile sancaklarına
Dost ol adının yatay biçimiyle
Sına onu ölülerle ve dirilerle
Doğru telaffuz için alıştırma yap yabancılarla
ve yaz onu mağaranın bir kayası üzerine
Ey adım: Benimle birlikte büyüyeceksin
Sen beni taşıyacaksın, ben de seni
Zira yabancı kardeşidir yabancının
Baştan çıkaracağız dişiyi
neylere adanan bir ünlü harfle
Ey adım: Şimdi neredeyiz?
Söyle: Nedir şimdi yarın nedir?
Nedir zaman mekân nedir?
Eski nedir yeni nedir?

Bir gün ne istersek o olacağız

Ne yolculuk başladı ne de yol bitti
Ne arifler kavuştu gurbetlerine
ne de garipler hikmetlerine
Bildiğimiz tek çiçek dağ laleleri
O halde en yükseğine gidelim muralların:
Şiirimin toğrağı yeşil ve yüksek
Şiirimin toprağı Allah’ın kelamı
Ve ben uzağım uzak
Bu şafak vakti

Her rüzgârda takılıyor bir kadın şairine:
– Al bana hediye ettiğin tarafı
kırılan tarafı al
kadınlığımı geri ver bana
Benden geriye kalan yalnızca tefekkürdür
gölün kırışıklıklarını. Al benden yarınımı
dünü getir ve yalnız bırak bizi birlikte
Bir şey yok senden sonra gidecek
dönecek bir şey yok

– Şiiri de al istersen
Senden başka bir şeyim yok onda
“Ben”ini al. Sürgünü tamamlayacağım
ellerinin kumrulara bıraktığı mektuplarla.
Öyleyse hangisi “ben”im ikimizden?
Bir yıldız düşecek söz ile yazı arasına
Anı efkârını yayacak: Doğduk
kılıç ile zurna çağında
İncir ve kaktüs arasında. Ölüm daha yavaştı.
Daha açık. Bir mütareke vardı gelip geçenler arasında
nehrin ağzında. Şimdi ise,
elektronik düğme çalışıyor bir başına.
Kulak vermiyor hiçbir katil kurbanlarına
ve okumuyor şehit vasiyetini.

Hangi rüzgârdan geldin?
Sen bana yaranın adını söyle,
Ben de sana söyleyeyim
iki kez kaybolacağımız yolları!
Acı veriyor bana her bir nabız atışı
ve beni mitolojik bir zamana götürüyor.
Kanım acıtıyor beni
Tuz acıtıyor
ve şah damarım…

Mahmud Derviş

Mural / Kırmızı Yayınları
Çeviren: Mehmet Hakkı Suçin

Sessiz Kaldım (habe ich geschwiegen)

Naziler gelip Komünistleri aldıklarında sustum, sesimi çıkarmadım;
çünkü komünist değildim.

Sosyal Demokratları içeriye attıklarında sustum, sesimi çıkarmadım;
çünkü Sosyal Demokrat değildim.

Gelip, Sendikacıları aldıklarında sustum, sesimi çıkarmadım;
çünkü Sendikacı değildim.

Gelip beni aldıklarında geride artık sesini çıkarıp,
protesto edecek kimse kalmamıştı…

Martin Niemöller

Als die Nazis die Kommunisten holten, habe ich geschwiegen;
ich war ja kein Kommunist.

Als sie die Sozialdemokraten einsperrten, habe ich geschwiegen;
ich war ja kein Sozialdemokrat.

Als sie die Gewerkschafter holten, habe ich geschwiegen,
ich war ja kein Gewerkschafter.

Als sie mich holten, gab es keinen mehr, der protestieren konnte.

Martin Niemöller

(Basından)

Belçika’nın başkenti Brüksel’de bir mahkeme, PKK’nın Türkiye’de yürüttüğü faaliyetlerin “silahlı mücadele kapsamında olduğu için terör suçu oluşturamayacağı” yönünde bir karar aldı.
Mahkeme, aralarında Kongra-Gel Eş Başkanı Remzi Kartal ile Zübeyir Aydar’ın da bulunduğu 36 sanık hakkında takipsizlik kararı verdi.
İki isim de PKK’nın Avrupa’daki üst düzey yöneticileri arasında yer alıyor.

(Basından)

“Ve eğer Erdoğan kanunsuzluğun arttığı yolda yürümeye devam ederse Türkiye NATO üyesi olarak kalmamalı.”