Süheyl Ünver Kendi Dilinden Hayatı

Kendi Dilinden Hayatı

1983 yılında Mehmet Kaplan ve İnci Enginün’ün Süheyl Ünver ile yapmış oldukları söyleşide, Süheyl Ünver, insanlar ölmüyor, biz öldü zannediyoruz. Ölüm denilen keyfiyet yok aslında. Doğumumuzda ana ve baba esas değil mi? Doğan çocukla onlar gençleşiyor, yaşıyorlar. Onların kalması da bir saadet, gitmeleri de saadet diyemeyeceğim ama sağ olanlara muazzam kabiliyet kazandırıyorlar. Evvela annemden bahsedeyim, çünkü anne her şeyde esas. Annem, devrinin çok müstesna hattatlarından birinin kızı. Annemin babası diye söylemiyorum. Hakkında yazılanları okudum, sonra Medresetü’l-Hattatin’de annemin babasını bilen hattatlara rastladım, hakkında çok şeyler duydum ve ailemizde ondan başka sanatkârların bulunduğunu da gördüm. Tabii bunlar bizim kromozomumuzda değil ama doğumumuzdan sonraki ilk çocuk yaşantımızda müessir oluyorlar. Ne gibi? Şimdi ben bir sanatkâr aileden doğmuş oluyorum; benim elimde olmayan bir şey bu, babama gelince. Babamda sanata meraklı fakat bir felakete uğramış, Rumeli felaketinde İstanbul’a hicret etmişler. Tırnova’da musikiye merak etmiş, ney çalmaya merak etmiş, İstanbul’da bunu tekemmül ettirmiş, Muhacir olarak gelmiş, araya bazı tesadüfler girmiş, her iki taraf annemle evlenmelerine karar vermişler. Mesleği telgrafçılık, fakat okumaya öğrenmeye, çalışmaya doyamamış birisi. Öyle ki, medrese tahsilini yapmış; medresede farsça öğretilmez, farsça öğrenmiş, Arapçası mükemmel, İstanbul’da bir lisan mektebi açılmış, oraya girmiş; iki senede de orayı bitirmiş. En büyük musikişinaslarla düşüp kalkmış. Onun zamanında Eyüp Sultan’da Bahariye Mevlevihane’sinin şeyhi, sonra oranın mutrıbının başı ve bütün Mevlevi musikisinin en büyük üstatlarından bu işi devam ettirmiş. Babamın benim üzerimde bıraktığı tesirlerden biri de şu: O zaman tatil günü Cuma biz Sarıyer’de otururken, Cuma günleri herkes Sarıyer’e gelirdi; o ise, İstanbul’a, İstanbul hocalarını ziyarete giderdi. Elbette bütün bunların benim ruhum üzerinde tesirleri olmuştur.

Ben on yaşıma gelince babam vefat etti. Sultan Hamit zamanında ve Meşrutiyet’in başlangıcında maaşlar her ay çıkmıyordu, fakat telgrafçılara her ay veriyorlardı. Babamın eline otuz altın geçiyordu, fakat ölünce, hizmet senesini doldurmadığından, bize maaş bağlamadılar. Fukaraya yardım faslından bize 200-300 kuruş maaş bağladılar. Bunları tarih etmemin sebebi, benim üzerimde tesiri olmasından dolayıdır. Bütün bunlar benim ruhumda çöküntü hasıl etmedi, yavaş yavaş bunu hazmetmeye başladım. Babamın ölmesine hala müteessirim, ama onun ölmesi benim tavazzuhumda, teşekkülümde bir takım değişikliklere sebep oldu. Hayatı anladım ve insanın kendisiyle ilgili hususları ihmal etmemesi gerektiğini öğrendim. Her şeyi benim kendim yapmam lazım geldiğini anladım. Bunlar, Meşrutiyet’in başında oluyor. Çünkü benim geçen asırdan iki senem var, onu kimseye vermem. Ne yapmamız lazım gelirse, ben hep kendim yapıyorum, annem bunu yapacak iktidarda değil. O zaman bugünkü gibi de değil, kaç-göç fazla, böyle, kadınların değil kendileri, sesleri bile mahrem.

Orta mektebi Menba-ı İrfan’da okudum; Menba-ı İrfan hususi bir orta mektepti. Lisesi yoktu. Liseyi mutlaka resmi bir yerde okumak lazım geliyordu. O zaman İstanbul’da üç lise vardı. 1911’de daha Balkan Harbi başlamamıştı. Gelenbevi Lisesi, Vefa Lisesi ve Mercan Lisesi. Haseki’de oturuyoruz, bizim eve de yakın diye Vefa’ya gireyim dedim. Şahadetnamemi gösterdim, sen hususi orta mektepte okumuşsun, seni imtihansız alamayız dediler. Bizde imtihana girdik, üç gün sonra gelin kapıda ilan ederiz dediler. Üç gün sonra gittim, baktım listede ismim yoktu. Hatta kazanamamıştım. Hemen yılmadım ben, çünkü her şeyi kendim yapmak mecburiyetindeydim. Mercan’a gideyim dedim; Mercan’da Eminönü’ne yakın, Rüstem Paşa Camisi’nin yanında, Şu Halil Ethem Bey’in, Osman Hamdi Bey’in babası, Sadrazam Ethem Paşa’nın konağı. Oraya gittim, orda da aynı şeyi söylediler. Bu iş aynı gün oluyor, hayat böyle. Evrakımı aldım, imtihana girdim. Kimseye şikâyet edeceğim falan yok. Sonra başka bir baskı altındayım: o da annemin baskısı. Beni çok serbest büyütmekle beraber, onda da arkadaş alerjisi var; beni hemen hemen arkadaşsız büyüttü. Bana hiçbir arkadaş gelmez, ben hiçbir arkadaşa gidemem, her şeyi kendim yapmak durumundaydım. Bütün bunları bir araya getirdiniz mi, insanların herhangi yaşta olursa olsun, nelere maruz kalabileceğini anlıyoruz. Üç gün sonra gittim, baktım kazanmışım. Hala hal edemediğim mesele budur. Üç gün evvel niye kaybettim, üç gün sonra niye kazandım! Hadi, bu sefer mektebe gitmek biraz zorlaştı; bakın bir taraftan arzu ettiğim bir şey oluyor ama arkasından zorluklar geliyor. Derken lise de bitti. Burada bir hususu açıklamak istiyorum: Babasız baba sevgisinden mahrum büyüdüğüm için, lise hocalarımı baba gibi telakki ettim, baba gibi bağlandım onlara. Hocalarımın resimlerini topladım, sözlerini topladım. Lise hocalarımı asla unutmadım ve onlardan aldığım feyizlerin ne olabileceğini defterime de yazdım, bu hatıraları bugün hala muhafaza ederim.

O zaman hali vakti yerinde olanlar Galatasaray’da okurlardı. Biz ise değil oraya gitmek, Galatasaray’da okumak, o yoldan tesadüfen geçecek olsak, üzüntümüzden bakamazdık bile oraya. Yani hayatın germ’ü serdinin her şeklini aşağı yukarı böyle gördüm.

Tıbbiye’ye girmem de bir âlem oldu. Askeri Tıbbiye’ye girdim. Tıbbiye o zaman Haydarpaşa’da idi, devam edeceğim ama bazen vapur parası bulamaz, gidemezdim. O zaman civardaki hastanelere devam etmeye başladım, bir iki doktor beni evlat gibi sevdiler. Fakülte ‘ye gidemediğim günlerde hocalarımda kolaylık gösterdi; bende bu müsamahadan istifade ederek iki hususi mektepte resim ve müsahabat-ı ahlakiye hocalığı aldım. Bu şekilde Tıbbiye’yi bitirdim. Fakat hekimlik yalnız Tıp Fakültesi’ni bitirmekle olmuyor, başka şeylerde yapmam lazım dedim kendi kendime.

Bir insan her şeyi bilmeli. Her şeyi bilmek için de önce kendi vücudunu, kendi kabiliyetini bilmeli. Şimdi anlıyoruz ki insanın kabiliyeti namütenahi ve bu kabiliyetlerimizi inkişaf ettirmeyip yalnız bir noktada kalırsak çok basit olur ve o kabiliyetlerimizi anlayamamak olur.

Eski zihniyetten size bir misal vereyim: Tıbbiye ’ye girdim 1920-21’de resme merak ediyorum, 1922-23’de de ressam Rıza Bey’le tanışıyorum. Onun tesiri altında kalıyorum. Resim yapmaya başlıyorum. Fakat o zaman ki zihniyet bunu kabul etmiyor; sen doktor olacağına Sanayi-i Nefise’ye girip ressam olsaydın. Şimdi bu vaziyet karşısında ben ne yapayım; resmi bırakamam. Hemen şeytan bana bir akıl verdi, kültür konusunda şeytan beni baştan çıkarttı.

Daha sonra 1928-29’larda Paris’e gittim, orada Prof. Marcel Labbe ile tanıştım, onun yanında çalışmaya başladım. Baktım o da resim yapıyor; yaptığı resimleri gösterdi, gayet mükemmel suluboyalar. Burada Salon de Medicienne vardır, her sene ben orada resim teşhir ederim dedi. Siz de süsleme üzerine çalışıyormuşsunuz, onları da koyalım dedi. Dediğini yaptım, eserlerim orada teşhir edildi. Bütün bunlar benim fikrimi kuvvetlendiren şeyler oldu. Bir gün başka bir şey işittim: Marcel Labbe, Figaro gazetesinin critigue litteraire’i imiş. Edebi eserleri ona veriyorlar, o bunların tahlilini yapıyor.

O sırada Amerika başta olmak üzere bütün dünya hastaları Paris’e gelirlerdi Yüzlerce hekim var, muayenehaneleri kum gibi kaynıyor, fakat bu yüz hekimin içinde yedi tanesi hepsinden mükemmeldi. Kim bu yedi kişi: Pastör’ün muavini Dr. Ruth, sonra Widel, Widel bir cemiyet kurmuş: Napolyon’u Sevenler Cemiyeti. Kendisi de reis. Sekiz-on kişi sık sık toplanıyorlar. Napolyon’u konuşuyorlar. Sonra Jansen vs. Bunlar kültürde ileri insanlar ve devamlı kültür üzerine konuşuyorlar. O zaman ben kültürün insanlara ne kadar faydalı olduğunu da oradan öğrendim. Bütün bunları bir araya getirecek olursak, benim üzerimde hocalarım kadar, bu hadiselerinde tesiri olduğu görülür.

Bu arada başka bir şey daha öğrendim 1959’da Amerika’ya gittim zaman. Biz 300.000 kabiliyetle doğarmışız, herkeste aynı bu. Bu fabrika bu malı çıkartıyor. Amerika’da Peygamberleri laboratuvarlara sokmuşlar, kapasitelerini ölçmüşler. Bizim Peygamberimiz bu 300.000 kabiliyetin 45.000’ini inkişaf ettirmiş. Neden hepsini ettirmemiş, lazım değil ki, çünkü insan yemek yerse, doyarsa, tekrar yer mi? Einstein’ı laboratuvara sokmuşlar, tahlil etmişler kafasını, 20.000 bulmuşlar. Demek o kadar kâfi geliyormuş. Sözlerinden, eserlerinden, doktrinlerinden anlaşılıyor bunlar. Şunu orada öğrendim: Bir insan kendisini yalnız bir branşa verirse, hayatına kastediyor, ömrü azalıyor ve kendi sahasında da ileri gidemiyor.

İlmi konular üzerinde, sanat konuları üzerinde çalışırken bir şeye daha inandım: Arşiv kuramasak ilim yapamayız. Öyle beş-on kitap karıştırmakla ilim yapılmaz. Çünkü o beş-on kitapta zaten her şey mevcut. Benim topladıklarımın bugünkü durumunu ar edeyim: Bin tane hatıra defteri, seyahat defterleri, not defterleri, faraza mütefekkir olan zevatın defterleri. Sizin bile bir dosyanız var bende. Bunlar böyle zamanlarla toplandı, evde bunlarla meşgul olmak zorlaştı. Bende tuttum bunlardan bin defterimi Süleymaniye Kütüphanesi’ne verdim, şimdi yüz tane daha vereceğim. Evde beş-altı yüz defterim daha var. Bunları Süleymaniye’de yazma kitaplar arasına koydular, fişlere geçirdiler.

Benim prensibim şuydu: Bir şey duydum mu, onun içinde Türk kültürüyle ilgili neler varsa, resimlerini olsun, malumatını olsun ne kıymetler varsa hepsini topladım. Bu beni ilgilendirir, bu ilgilendirmez demedim ve bu beni ilgilendirmez sözünü kimsenin söylememesini isterim. Çünkü biz bu şifahilik yüzünden neler kaybetmişiz neler. Andre Gide’in “anılarımızı bir yere tespit etmekle onları ölümden kurtarırız” mealinde bir sözü var. Çünkü kafa içinde o eser gidiyor. Benim en çok üzüldüğüm şeylerden biri de bu. Çok kuvvetli bir mazimiz var, muazzam bilgiler var, fakat şifahi, hiçbir şeyi kaydetmemişiz, onlar da kaybolup gitmiş.

Hala kütüphanelerdeki kitapların adediyle iftihar ederiz ve onların sayısının çoğalmasına bakarız; ama diğer Avrupa kütüphaneleri gibi, arşivine ve diğer kültür kısımlarına hiç önem vermeyiz. Avrupa ile farkımız bu. Yani o yola gitmesek ve o yola gidenlere bir değer vermesek, hiçbir şeyi hal edemeyiz. Bir de bir insan az değerli olup da bir yere sahip oldu mu, kendini bir şey zan ediyor. Ben bu kadar senedir kütüphanelerdeyim, bana kütüphanelerin tasnifiyle meşgul olan bir kimse gelip de bir kelime sormamıştır. Sorarsam, benim bilmediğimi anlarlar bunlar diyor. Bu zihniyet hala kalkmamıştır. Bu kadar senedir kütüphanelerden çıktığım yok benim, biri gelip de ben şunun şurasını okuyamadım diye sormadı. Bir müsteşrik gelir sorar, bizimkiler sormaz. Biz bu zihniyetimizi değiştirmezsek, uzun zaman bu folkloru da ele alamayız. Folklor nedir? Her şeydir folklor. Yaşantımız folklor, sizi görmemiz folklor. Siz hiçbir şey söylemeseniz, ben size baktım mı ne ilhamlar alırım içinizden. Farkında olmadan ben sizinle değil ama içinizle konuşurum. Yani bu folklor o kadar mühimdir, ama hala da bu folklorun önemi anlaşılamamıştır. Onun için folklora ait olan bu konuşmaların büyük faydası olduğuna kaniyim.

Aynı zamanda bir şehir aşığı olan Süheyl Ünver gezip dolaştığı her şehir için ayrı bir anı defteri tutar, gördüğü ve tecrübe ettiği şeylerle ilgili bu defterlere not düşerdi. Osmanlı’ya payitahtlık yapmış, İstanbul, Bursa ve Edirne şehirleri başta olmak üzere gezdiği şehirlerin daha önce hiç adım atmadığı sokaklarını keşfe çıkar ve mutlaka kıyıda köşede kalmış belgelenip resimlenecek bir güneş saati, Osmanlı mimarisi, eski bir kapı kalıntısı, bir kemer yâda bir çeşme keşfederdi. Çoğu günümüze ulaşamamış bu eserlerin birçoğunun varlığından bugün üstadın çizmiş olduğu karakalem ve suluboya resimler ve minyatürler sayesinde haberdarız.

Biz Tanzimat’tan beri batı kültürü ve sanatı ile karşı karşıya bulunuyoruz. Bizim çok zengin bir kültür mirasımız var, acaba bizim çok zengin kültürümüzle çağdaş denilen batı kültürünü birleştirmek mümkün mü? Yani minyatürleri, tezyinatı olduğu gibi mi devam ettirelim, değiştirelim mi? Ne dereceye kadar değiştirelim? Değiştirmek mümkün mü? Acaba değiştirmek bozuyor mu, yoksa geliştiriyor mu? İtalyan Rönesans’ı nasıl oldu? İtalyan Rönesans’ını yapan Leonardo da Vinci, Michel Angelo, Raffaello 50-60 kişi bunlar. Biz de onların yaptıkları gibi çalışacağız. Onlar ne yaptı? Mazinin en güzel, bir daha yapılamaz derecede nefis parçalarını topladı. Ondan yeni kompozisyonlar yaptılar. Rönesans bu. Naisance doğum, Rönesans yeniden doğum. Ve bu suretle Avrupa hem mazisinden faydalanmayı ihmal etmedi, hem de mazisinin kompozisyonlarını aynen almadı, ona yeni şekiller vererek karşımıza çıktı. O zaman büyük adamlar gelmiş çok güzel konuşmuşlar ve konuşmaları bütün dünyada örnek olmuş ve düşüncelerini en güzel şekilde ifade etmişler. Bunların içinde en hatıra gelenlerden üç-beş tanesini yukarıda söyledim.

Ben 1936-55 arası bilfiil Akademi’nin kadrosunda hoca idim. Fakat Akademi’de benim fikirlerime hürmet edilmedi, bunlar üzerinde durmadılar. Akademi, Türkiye’nin Rönesans’ını yapabilirdi, ama yapamadı. Onlar işin kolayına gidiyorlar Türk süslemesinin bugün canına okuduk. Biz bir elli sene daha Türk süsleme sanatı Rönesans’ını yapamayız.

Türkiye’de eskiden sohbet vardı. Yahya Kemal’in vefatıyla o da bitti. Şimdi, benimle tanışmak isteyen biri yanıma geldiği zaman, kâğıdını kalemini çıkar seninle başka türlü konuşmam diyorum. Konuşunca not aldırıyorum. Çünkü bu konuştuklarım benim malım değil, bunlar herkesin malı, bunları herkesin duyması, öğrenmesi lazım, sohbetler lazım.

Türk mutfağında israf yoktur. Bu da işten artmaz dişten artar darbımeselinin bir icabıdır. Bir defa Fatih Sultan Mehmet bu israfın önünü almıştır. Onun mutfak defterleri bize güzel misaller vermektedir. Lakin sonraları yemeklerde israfsız tenevvülere ehemmiyet verilmiştir. Sarayda yemek listelerini daima çeşnicibaşı hazırlar. Mutfak deyip geçmemeli, bu bir milletin yaşamadaki zevkini ve seviyesini gösterir. Her ne kadar biraz da refaha dayanırsa da tarihimizde az refahlı insanların da yemeğe ehemmiyet verdikleri görülmüştür.

Türkler dünyanın en güzel ve kendilerine en uygun olan yerlerinde mevcudiyetlerini muhafaza ederek yaşadıkları zamanlarda her gördükleri faydalı şeylerden istifade etmesini bilmişlerdir.

Fransa’nın en büyük aşçısı Prof. Montaigne, muhterem dostumuz Esat Fuat Togay’a bilmünasebe yemek pişirmesini ve yemesini biz Türklerden öğrendik. Haçlı muharebelerine kadar bizdeki yemek, yemek değildi, diyerek garpte yemek çeşitleri ve pişirme usulleri hakkında çalışan ve eser neşredenlerin de fikirlerine tercüman olmuş ve doğru söylemekle büyük bir kadirşinaslık göstermişlerdir.

Ben sırf folklor noktasından; altmış senede altmış bin kitabı okumayarak, ama karıştırarak bazı şeyler topladım. Çünkü altmış bin kitap okunmaz, karıştırılır, okudum dersem inanmayın. Ben kitap okumaya gelmedim, kitap karıştırmaya geldim. Peki, bu altmış bin kitaptan ben ne öğrendim? Ben hala bazı kitapların fihristlerini bile yapıyorum. Bir hattat kaç Kur’an-ı Kerim yazdı? Merak edilecek şeyler o kadar çok ki, saymakla bitmez. Nihayet ben ne yaptım, tarih arşivimi, Fatih devri arşivimi Tarih Kurumu’na verdim. Onlarda kadirşinaslık gösterdi, bir oda tahsis ettiler. Bin beş yüz Minyatür, tezhip ve resim buraya verdim. Türk kültür arşivimi de Süleymaniye’ye verdim. Rasathane ’ye müteallik olan aletler vardı, onları da Rasathane ‘ye verdim, hepsini dağıttım bu şekilde.
*


Ben 1500 yıllık İstanbulluyum. 1000 yıllık Hristiyan, 500 yıllık da Müslüman İstanbulluyum.
*
Bilim her şeyi bilmek değildir, bilim neyi nerede bulacağını bilmektir… Zamanında Kanunî’nin Süleymaniye Camii’ni açmaya geldiğini elbette görenlerimiz vardı… Bir köşeye bu intibalarını kaydetselerdi ve bir defterin yaprağında bu günü bulsaydık, fena mı olurdu? Ben bu geçmiş kişilere, ellerinde olan imkânları kullanmayan insanlara küskünüm…
*
Çocukluğumdam bu yana babamın not defterlerini görürdüm. Hatta birgün bunlardan birini yanına almıştı, bir cuma idi. Fatih’ten ileride Çarşamba’da sevdiği, devrin, yüksek âlimlerinden yaşlıca bir zatı ziyaretten dönüyorduk. Bayezid Camii içinden girilen Şeyhülislam Veliyüddin Efendi Kütüphanesi’ne girdik. Sene 1906. Babam defterine bir el yazması kitaptan yanında taşıdığı hokka ve kalemi ile notlar aldı. Eser herhalde Arapça idi. Bunları ben anlamıyarak görüyordum, ama bunun mânâsını bana seneler anlattı. İşte hayatımın programı böyle başladı. Artık ben de bu usûlü severek benimsedim. Peki ne yaptım? Okuduklarımı, gördüklerimi her zaman yazmayı esas tuttum. Sene 1911-1912’de Mercan Lisesi’nde edebiyat hocamız Süleyman Şevket Tanlı’nın rehberliği bana yol gösterdi. Yazdıklarımı tasnif etmem tavsiyesinde bulundu. 1898 doğumluyum. Şimdi 1984’deyiz. Bütün bu yaptıklarım bir gün gelir lâzım olur.
*
Sanata olan merakım dolayısiyle çok seneler muahezeler (eleştiriler) işittim. Sanata bağlılığım irsî olarak gelişmişti. Annemin babası hattat Şevki Efendi meşhur bir hattattı. Onun dayısı hattat Hulûsi Efendi ve damadı Emin Efendi, dayım Sait Bey keza. Babam telgrafçılık fenninde mahir ve  musikişinas. Babamın babası Hacı Mehmed Efendi de Tırnova’da ressam. Amcam Vasıf Bey zabit ve hattat. İşte ben bu ruhların telâkisinden doğunca bittabi sanata irsî olarak girdim. Eğer bu saydıklarım hastalık da olsa idi onları da tevarüs edebilirdim. Sanat hevesim hekimlik tahsilim esnasında inkişaf etti. Üsküdarlı Ressam Ali Rıza Bey’den resim dersi aldım. Hattat Mektebine Tıbbiye’de talebe iken girdim. Sanat benim ruhum üzerinde işlediğinden hekimliğimin insanlık tarafında da faydalı oldu ve mesleğim dışındaki meşgalem oldu. Yani insanlığa karşı şefkat ve bağlılık hislerim arttı. Sanat beni mütevazı, sessiz, mücadelesiz bambaşka bir adam yaptı. Yani ahlâkımı düzeltmekte âmil oldu. En büyük sanatkâr ahlâklı insandan olur. Bir sanat eseri ahlâk tezahürüdür. Sanat tarafım hekimliğimin yanında benim zevk ve his cephemdir. Beni dinlendiren ve ruhumu ilâ eden bu şubeyi bırakmama imkân yoktur. Velev ki dünyayı değiştireyim.
*
Nedir bu şifahilik? Hep dinleriz. Sonra bizde bir intiba bırakmadan unutur, geçer gideriz. Türk, tarihte ve hatta bugün işittiği her güzel şeyi kalemiyle bir kâğıda yazmanın lüzumunu duymamıştır. Bizim kolay kolay her ulusa nasib olmayan müstesna bir kültürümüz ve cidden derin bir görüşümüz vardır. Bunların geçmiş asırda olanlarını kaybettik. Tesbit olunmalı idi… Geçen asırda tevekeli dememişler: Dünyada keşfedilecek iki meçhul vardır. Biri kutuplar, diğeri Türkler. Biz şimdi o ikinci meçhulün çocuklarıyız.Asya tarihi, Türk tarihi bilinmeden anlaşılmaz, demişler. Şimdi onun mirası üzerinde oturan milletler, Türk geçmişini inkâr yolundadır. Toynbee diyor ki, dünyada 3 tarih var: Eski Yunan, eski Roma ve eski Türk tarihi. Bizse elimize kâğıt kalem alamama yüzünden hâlâ bocalıyoruz. Artık kalemlere sarılalım, kâğıtlara, daha iyisi defterlere. Asırlardan beri an’anelerle gelen milli hasletlerimizi ve duyduklarımızı mutlaka kaydedelim. Mazimizden gelen milli ve an’anevi servetimizi kaydetmekle milletimize bu vatanseverlik vergimizi verelim.
*
Tâlip olmayınız, matlup olmaya bakınız.
*
Evlâdım, sanat, ölümü unutturur.
*
Dikkat namusumuzdur.
*
Bir insan yüzde yirmi okumakla, yüzde seksen sohbetle yetişir.
*
Bilim her şeyi bilmek değildir. Bilim, neyi nerede bulacağını bilmektir.
*
Öğrencilerinizi iyi yetiştirirseniz, bildiklerinizi başkasına aktarırsanız hakkımı helal ederim.
*
İstanbul’da yaşayan halk ölülerin uykuda olduklarına, yeniden hayata gelinceye kadar uyuyup sonra dirileceklerine kâildir. Halkın felsefesinde ölmekle artık ebediyen yok olmak telakkisi yer bulmamıştır. Halkın bu düşüncesi bugünkü felsefe cereyanlarının bazen menfi yollar takip etmesine güzel bir cevaptır. Halkça ruh vardır ve ebedîdir. İnsanlar mutlaka ölüm geçidinden geçecektir. Lâkin ademe, yok olmağa değil, ruh âlemine.
*
Küçük işlerin insanı olmayınız dostlarım.
*
İçinizde öyle bir yer olsun ki oraya hiçbir üzüntü, sıkıntı girmesin.
*
Ebedî olan ruh güzelliğidir. Bu dünyada hiçbir güzele aşık olmadan bütün güzellere aşık oldum ve her güzellikte sevdiğimden bir parça buldum. 
*
Bir Eyüb Sultan sitesi yaratmışız. Dünya deseniz dünyada değil. Ahiret deyin amma, dünyada olanı. Bir mübarek yer ki, oraya muayyen zamanlarda gidenler adeta kendi ruhunda avdetlerinde bir ba’sü badelmevt hissederler. Gider, eğer iz’anı varsa ruhunu diriltir, döner. Gördüklerinden ve duyduklarından birşeyler söyler veya içinden içine tekrar eder. Eyüb Sultan bir ibretli temaşa yeri. Sanat istediğin kadar, tarih keza. Ne yazık ki, oranın mânâlı efsanelerini bilen azaldı ki rast gelemezsiniz. Hele o Bostan İskelesi’nin dili olsa kimbilir neler söyler. Eski asırlarda Haliç’e kayıkları içinde uzananların dalgalarından hala sizin hayatta olduğunuzu düşünerek hürmeten önünüzde kenara tazim şırpıntılarını sezmek lâzım. Bu da oranın şi’ri, ama ne yazık ki Üskadar’ın Yahya Kemal’i var da Eyüb Sultan’ın yok. Bu cihetle oraya gidenler içinde hislerini düzenleyenler az.
*
Ben bu kalbimde ilahî, başka sultân istemem
Dilrûbâsın tende cânım, başka bir cân istemem
Yok muhakkak kalmadı bende vücud-u ârizî
Her umurum sende câri, başka ünvân istemem

Ben lisânımla “Ene’l Hak” lafzını etmem bir ân
Halimi canım bilirsin lafz-ı üryân istemem
Yok Süheyl’in hiçbir vücudu, var olan sensin Hüdâ
Ben bunu bildikçe yârim, başka cânân istemem.”
*
Şunu düşündüm: Haseki’de artık oturamam. Orası benim hatıralarımın haziresi, türbedarlıklarını yapmaya tecessür kudretim yok. Çınarda oturamam. Zira orada Kuşadalı Hazretleri mübarek halifesi Veli Efendi[nin] mezarını Halk Partisi halkevi yapacağım diye kaldırdı. Lakin prestijini ve mevkini kaybetti. Cerrahpaşa’da oturamam. Tahsin Bey ve Nazmi Efendiler yok.

Koca Mustafa Paşa yol boyu için hayır. Zira eski âşinâlar kalmadı ki önden gitsin. Samatya’da rumikolor kokar. Oradan ruh kaçmış, olmaz. Bayezid’de enîs-i rûhum, azizim [Abdülaziz] Mecdi Tolun [1895-1940] yok. Onun geçtiği yollar ağlama yerlerin olur ve oturamam.

Cağaloğlu geçmiş hatıralarımla dolu. Hiç biri kalmadı, gönlüm üzülür. Sâkin olamam. Beşiktaş’a gidemem. Hayri Bey yok. Üsküdar da olmaz. Ressam Rıza Bey Hocam (1858-1930) yok. 

Taşkasab’da bizim yerimiz vardı. Orayı ne kadar sevmiştim. Fakat felek onu da çok gördü. Ondan da olduk. Sağlık olsun ne diyeyim. Şehremini taraflarına çıkamam. Fındıkzâde çok sıkışık ve dolu. Âşinâ-yı kalbîlerim yok. (…) bak arkalara ve katlara vazgeç.

Aksaray kalmadı. Lâleli Baba’sız olmaz. Divanyolu’nda divâne olamam. Çarşıkapısı’nda iş yok. Vezneciler de kalmadı. Vefâ olmaz. Zira orada [Türbedar] Amîş’im [1807-1920] ve [Ahmet] Naîm’im [1870-1934] yok. Bilmem ki diğer semtleri de sayayım mı? Çi fâide. Ben de şimdi orasını görür “olmaz” derim, burada “hayır” der dolaşırım. Orası olmaz, burası olmaz. Neresi olacağını yazarım ama okuyanlar üzülür diye meskût geçeyim. Haydi bakalım hayırlısı.

Ölü

Ateş denizlerinde mumdan kayıklarla
Sağlam mı tekneler aşkları geçmeye
Güç.

Biri var pencere
Pencere önlerinde ağlar duruyor
İlerde güneşte balıklar kuruyor
Dirilirdi bengisu pınarlarında yunsa
Güç.

Gider yol bir Galib’e, Yunus’a
Ama bu ne çok ölü ağlar güç.

Biri de var gecede
Saçlarından her gece kır ağlar örüyor
Ötede mum yanıyor bir şeyler dönüyor
Pervaneler ard arda ne çabuk ölüyor
Güç.

Dirilirdi sularına bir sağlam tekne olsa
Ama bu ne çok ölü ağlar güç.

Behçet Necatigil

Neden yaşlılığımda beni çaresiz bırakıyorsun?!

Ey yüce gökleri yükselten!
Neden yaşlılığımda beni çaresiz bırakıyorsun?!
Genç iken herkesten üstün tutardın beni;
Yaşlılık çağımda neden alçalttıkça alçalttın beni?!
Arzularına erişmiş gül her geçen gün sararıp soluyor;
Sıkıntılar yüzünden ipek bana diken geliyor!
Bahçede salınan nazlı servi gibi boyum iki büklüm oldu!?
O ışıl ışıl ışıldayan değerli gözlerim görmez oldu!?
Kara zülüflerim karlı dağ başı gibi bembeyaz şimdi.
Savaşçılar bütün suçu kumandana yükler!
Şimdiye kadar bana bir anne gibi yaklaşırdın!
Şimdi senin sıkıntılardan kanlı yaşlar akıtmalıyım?!
Sende ne vefa var! Ne de akıl var!
Karanlık düşüncelerinden dünyam sıkıntılarla dolu!
Ne olurdu keşke beni asla besleyip büyütmeseydin!
Madem besleyip büyüttün, keşke incitmeseydin!

Firdevsî
Çeviren: Nimet Yıldırım
İskendername / Kabalcı

Düş

Sabahtı, günün ilk ışıkları süzülüyordu
penceremin kapalı kepenkleri arasından
karanlık odama; uykumun
gözbebeklerimi kapadığı en tatlı, en hafif anda
belirdi başucumda gölgesi o kadının;
baktı uzun uzun yüzüme; bana önceleri
aşkı öğretmişti; ne ki, sonraları bıraktı
beni gözyaşlarımla. Sanki ölmemişti;
ama hüzünlüydü, tıpkı mutsuz insanların
ifadesi vardı yüzünde; koydu sağ elini
başımın üstüne; “Yaşıyorsun sen,” dedi içini
çekerek; “kaldı mı bizden birkaç anı aklında?”
“Nereden geliyorsun?” -dedim-“Ey sevgili
kadın ve nasıl geldin buralara?” “Ne denli
acı çektim bir bilsen ve çekiyorum senden
ötürü. Nereden bilecektim acımı bildiğini;
acım katmerleniyordu bu yüzden.”
“Ne o, beni bırakacak mısın sen gene?
Çok korkuyorum; söyle lütfen, nedir seni
yiyip bitiren? Sen o kadın mısın?
İçini kemiren ne?” Ne dedi o buna
karşılık bilir misiniz? “Köreltiyor aklını
unutkanlık; uyku sarıp sarmalıyor:
Ben öldüm; çok oldu sen beni görmeyeli;
son kezden bu yana.” Yüreğim sıkıştı,
duracak gibi oldu bu sesler karşısında;
ne ki, o sürdürdü konuşmasını:
“Ömrümün baharında göçüp gittim bu
dünyadan; yaşam, tatlı günlerini sunduğu
zaman; umutların işe yaramadığını o yaşta
anlamaz insan. Gideceği yol kısadır önünde
mutsuz ölümlünün, dilemek için ölümü;
acılardan onu kurtaracak olan. Coşkusu
yoktur ölümün alırken canını genç insanın;
ne kötü bir yazgıdır yazgısı gömütte son
bulan umudun. Bilmesi boşunadır, doğanın,
kendisinden sakladığı gerçeği, yaşam
deneyimi olmayan insanın ve oturmamış
bilgileri üstüne bir ıstırap çöker kapkaranlık.”
“Sus, sus lütfen,” dedim, “benim bahtsız
sevgilim, yaktın yüreğimi bu sözlerinle.
Sen öldün; ben yaşıyorum. Buyruğudur
tanrıların: Sana ölmek, bana yaşamak
düştü. Sana o güzel, ince yapılı bedeninle
can çekişmek, bana da bu sefil gövdemle
katlanmak yaşama. Kaç kez aklıma
geldi yaşamadığın ve asla bir daha seninle
yeryüzünde karşılaşamayacağım;
inanamıyorum tüm bu olanlara. Nedir bu,
nedir, ölüm diye adlandırılan? Anlayabilsem
keşke yaşayarak ne olduğunu
ve yazgının kızgın öfkesinden kurtarabilsem
çaresiz başımı. Gencim, ne ki, eriyor
tükeniyor gençliğim, tıpkı yaşlılığım gibi.
Korkuyorum yaşlılığımdan daha uzaklarda
olmasına karşın. Yok bir farkı
ömrümün baharının ondan.”
“Ağlamak için doğduk,”-dedi-“biz ikimiz;
gülmedi yüzümüze kaderimiz; zevk aldı tanrılar
acılarımızdan.” Doğruysa kirpiklerimin ıslak
olduğu gözyaşlarımdan; yüzümün
sapsarı ölümünden duyduğum acıyla
ve kalbimin sıkıştığı sıkıntıdan,
söyle,” dedim: “Hiç yaktı mı yüreğini aşk ateşi,
sardı mı seni acıma duygusu benim için,
yaşadığın sürece?
Bense umut ve umutsuzlukla geçiriyordum
gecemi, gündüzümü; bugün artık aklım boş
kuşkular içinde yorgun.
N’olur acı çektiysen bir kerecik eğer
bu kara yaşamımdan ötürü, gizleme benden;
gizleme ki anılar avuntum olsun şimdi
gelecekten umudumu kestiğime göre.”
“Avuntun olsun, ey bahtsız insan,”
dedi bana; “esirgemedim acıma duygumu
senden yaşadığım sürece ve esirgemiyorum
şimdi de. Ben de acınacak durumdayım.
Yakınma bu mutsuz kızcağızdan.”
Haykırdım o zaman: “Acılarımız adına,
içimi kemiren aşkımız, bu güzelim
gençliğimiz, yaşam umudumuz adına,
yalvarıyorum, ey sevgili, izin ver, bir kerecik
olsun dokunayım sana.” Hüzünlü bir incelikle
uzatıyordu bana elini. Öpücüklere boğuyor
ve sıkıntılı bir tatlılıkla çarpan ihtiraslı
göğsüme bastırıyordum onu. Kan ter içinde
yüzüm; yanıyordu içim; sesim boğazıma
düğümlenmiş ve günün ışıkları bakışlarımda titriyordu.
Tam o sırada gözlerini gözlerime dikmiş
sevecenlikle “Unutmuş gibisin, ey sevgili,
soyutlandım ben güzellikten ve sen boşuna,
ey talihsiz adam, aşk için yanıp tutuşuyorsun.
Artık elveda. Ruhlarımız ve bedenlerimiz
ayrılıyorlar sonsuza dek birbirlerinden. Benim
için sen yoksun ve artık olmayacaksın;
bozdu aramızdaki bağlılık yeminini yazgı.”
Hicranla bağırmak istedim o zaman kıvranarak acıdan;
gözlerim kan çanağına dönmüştü ağlamaktan;
uyandım uykumdan. Duruyordu gözlerimin önünde;
gördüğümü sanıyordum onu kararsız gün ışığında.

Giacomo Leopardi
Çeviren : Necdet Adabağ
Şarkılar / T. İş Bankası Yayınları 2016

Puella Mea

Harun Omar and Master Hafiz
keep your dead beautiful ladies.
Mine is a little lovelier
than any of your ladies were.

In her perfectest array
my lady, moving in the day,
is a little stranger thing
than crisp Sheba with her king
in the morning wandering.
    Through the young and awkward hours
my lady perfectly moving,
through the new world scarce astir
my fragile lady wandering
in whose perishable poise
is the mystery of Spring
(with her beauty more than snow
dexterous and fugitive
my very frail lady drifting
distinctly, moving like a myth
in the uncertain morning, with
April feet like sudden flowers
and all her body filled with May)
— moving in the unskilful day
my lady utterly alive,
to me is a more curious thing
(a thing more nimble and complete)
than ever to Judea’s king
were the shapely sharp cunning
and withal delirious feet
of the Princess Salom?
carefully dancing in the noise
of Herod’s silence, long ago.

If she a little turn her head
I know that I am wholly dead:
nor ever did on such a throat
the lips of Tristram slowly dote,
La beale Isoud whose leman was.
And if my lady look at me
(with her eyes which like two elves
incredibly amuse themselves)
with a look of faerie,
perhaps a little suddenly
(as sometimes the improbable
beauty of my lady will)
— at her glance my spirit shies
rearing (as in the miracle
of a lady who had eyes
which the king’s horses might not kill.)
    But should my lady smile, it were
a flower of so pure surprise
(it were so very new a flower,
a flower so frail, a flower so glad)
as trembling used to yield with dew
when the world was young and new
(a flower such as the world had
in springtime when the world was mad
and Launcelot spoke to Guenever,
a flower which most heavy hung
with silence when the world was young
and Diarmid looked in Grania’s eyes.)
    But should my lady’s beauty play
at not speaking (sometimes as
it will) the silence of her face
doth immediately make
in my heart so great a noise,
as in the sharp and thirsty blood
of Paris would not all the Troys
of Helen’s beauty: never did
Lord Jason (in impossible things
victorious impossibly)
so wholly burn, to undertake

Medea’s rescuing eyes; nor he
when swooned the white egyptian day
who with Egypt’s body lay.

Lovely as those ladies were
mine is a little lovelier.

And if she speak in her frail way,
it is wholly to bewitch
my smallest thought with a most swift
radiance wherein slowly drift
murmurous things divinely bright;
it is foolingly to smite
my spirit with the lithe free twitch
of scintillant space, with the cool writhe
of gloom truly which syncopate
some sunbeam’s skilful fingerings;
it is utterly to lull
with foliate inscrutable
sweetness my soul obedient;
it is to stroke my being with
numbing forests, frolicsome,
fleetly mystical, aroam
with keen creatures of idiom
(beings alert and innocent
very deftly upon which
indolent miracles impinge)
— it is distinctly to confute
my reason with the deep caress
of every most shy thing and mute,
it is to quell me with the twinge
of all living intense things.
    Never my soul so fortunate
is (past the luck of all dead men
and loving) as invisibly when
upon her palpable solitude
a furtive occult fragrance steals,
a gesture of immaculate
perfume — whereby (with fear aglow)

my soul is wont wholly to know
the poignant instantaneous fern
whose scrupulous enchanted fronds
toward all things intrinsic yearn,
the immanent subliminal
fern of her delicious voice
(of her voice which always dwells
beside the vivid magical
impetuous and utter ponds
of dream; and very secret food
its leaves inimitable find
beyond the white authentic springs,
beyond the sweet instinctive wells,
which make to flourish the minute
spontaneous meadow of her mind)
— the vocal fern, alway which feels
the keen ecstatic actual tread
(and thereto perfectly responds)
of all things exquisite and dead,
all living things and beautiful.

(Caliph and king their ladies had
to love them and to make them glad,
when the world was young and mad,
in the city of Bagdad —
mine is a little lovelier
than any of their ladies were.)

Her body is most beauteous,
being for all things amorous
fashioned very curiously
of roses and of ivory.
The immaculate crisp head
is such as only certain dead
and careful painters love to use
for their youngest angels (whose
praising bodies in a row
between slow glories fleetly go.)
Upon a keen and lovely throat

the strangeness of her face doth float,
which in eyes and lips consists
— alway upon the mouth there trysts
curvingly a fragile smile
which like a flower lieth (while
within the eyes is dimly heard
a wistful and precarious bird.)
Springing from fragrant shoulders small,
ardent, and perfectly withal
smooth to stroke and sweet to see
as a supple and young tree,
her slim lascivious arms alight
in skilful wrists which hint at flight
— my lady’s very singular
and slenderest hands moreover are
(which as lilies smile and quail)
of all things perfect the most frail.

(Whoso rideth in the tale
of Chaucer knoweth many a pair
of companions blithe and fair;
who to walk with Master Gower
in Confessio doth prefer
shall not lack for beauty there,
nor he that will amaying go
with my lord Boccaccio —
whoso knocketh at the door
of Marie and of Maleore
findeth of ladies goodly store
whose beauty did in nothing err.
If to me there shall appear
than a rose more sweetly known,
more silently than a flower,
my lady naked in her hair —
I for those ladies nothing care
nor any lady dead and gone.)

When the world was like a song
heard behind a golden door,

poet and sage and caliph had
to love them and to make them glad
ladies with lithe eyes and long
(when the world was like a flower
Omar Hafiz and Harun
loved their ladies in the moon)
— fashioned very curiously
of roses and ivory
if naked she appear to me
my flesh is an enchanted tree;
with her lips’ most frail parting
my body hears the cry of Spring,
and with their frailest syllable
its leaves go crisp with miracle.

Love! — maker of my lady,
in that alway beyond this
poem or any poem she
of whose body words are afraid
perfectly beautiful is,
forgive these words which I have made.
And never boast your dead beauties,
you greatest lovers in the world!
never boast your beauties dead
who with Grania strangely fled,
who with Egypt went to bed,
whom white-thighed Semiramis
put up her mouth to wholly kiss —
never boast your dead beauties,
mine being unto me sweeter
(of whose why delicious glance
things which never more shall be,
perfect things of faerie,
are intense inhabitants;
in whose warm superlative
body do distinctly live
all sweet cities passed away —
in her flesh at break of day
are the smells of Nineveh,

in her eyes when day is gone
are the cries of Babylon.)
Diarmid Paris and Solomon,
Omar Harun and Master Hafiz,
to me your ladies are all one —
keep your dead beautiful ladies.

Eater of all things lovely — Time!
upon whose watering lips the world
poises a moment (futile, proud,
a costly morsel of sweet tears)
gesticulates, and disappears —
of all dainties which do crowd
gaily upon oblivion
sweeter than any there is one;
to touch it is the fear of rhyme —
in life’s very fragile hour
(when the world was like a tale
made of laughter and of dew,
was a flight, a flower, a flame,
was a tendril fleetly curled
upon frailness) used to stroll
(very slowly) one or two
ladies like flowers made,
softly used to wholly move
slender ladies made of dream
(in the lazy world and new
sweetly used to laugh and love
ladies with crisp eyes and frail,
in the city of Bagdad.)

Keep your dead beautiful ladies
Harun Omar and Master Hafiz.

E. E. Cummings

Ya o belsoğukluğu?

Arkamdan lâf etmişsin, sana yakıştıramadım;
Beni rezil edip, bir köşeye kodu, demişsin..
Dayını kışkırtacakmışsın da bir gece vakti;
Parayla iki serseri tutup, ibreti âlem için,
Kafamı gövdemden ayırtacakmış!
Dur hele, madem ki iş bu yola döküldü;
Hepsini dinle de gözün gönlün açılsın:

Sana söylediklerimin çoğu yalandı;
Ben kim, Fransa’ya gitmek kim..
Hele o tüccarlık masalı?
Nasıl yuttuğuna hâlâ şaşarım.
Samsun’da enişteler,
Zonguldak’ta teyzeler,
Adana ilinde bilmemne hanı;
Koca koca okullardan diplomalar;
Bizi bekliyen aydınlık günler…

Kafana denk desin artık;
Bütün bunlar kuyruklu bir yalandı.
Başka ne yapabilirdim, söylesene!
Yeşilinden tut da mavisine kadar,
Nah! yumruk gibi gözlerin vardı.
Narçiçeği dudaklar, kulağının memesi;
Saç dendi mi aklıma seninkiler geliyor;
Kalçalarının tarifini pek beceremiyorum..

Bana, kaba herifin birisin, diyorlardı;
Seni sevdikten sonra inceliverdim;
Efendim’li, estağfurullah’lı konuşmalar;
Kundura boyacısına hergün 15 kuruş;
–          Elbette, ne zannettindi –
Sakala perdah, bıyığa rastık;
Entarimsi gömlekler,
Çiklet ilen güneş gözlüğü…
İncele incele hani yok mu ya,
Höt! desen devrilecek oğlanlara benzedim.
Bir şey ikram edildi mi; mersi!
Birine tosladın mı; pardon!
Boncurlar, bonsuvarlar.
Bu arada anamın kefen parasını da yedik;
Belediye’deki sıramız güme gitti.
İş bunlarla bitse, öpüp başıma koyacağım;
Beni enayi yerine koydun, değil mi?
Senin için iki eşek yükü şiir yazdım,
Dört kamyon rakı içtim,
Gurbetlere düştüm,
Düz ovada yolumu şaştım;
Hadi bütün bunları sineye çektik diyelim;
Ya o belsoğukluğu?

Metin Eloğlu

Gül Hırsızları

Gül ağacı olur birileri
Birileri kızları rüzgarın
Birileri gül hırsızları
Tırmanırlar gül hırsızları gül ağacına
Bir gül çalar hırsızlardan biri
Saklar onu kalbine

Vasko Popa
Çeviren: Şakir Özüdoğru

Ölümfügü

Kara çalan sütünü şafağın içeriz biz akşamüstü
içeriz biz günortasında ve sabahleyin ve içeriz geceleyin
içeriz biz ve içeriz biz
kürekleriz bir mezarı havada büzülerek uzanmayacağın senin
bir adam yaşar evde oynar yılanlarıyla ve yazar
yazar karanlık çökerken Almanya’ya senin altınımsı saçlarını Margareta
yazar onu ve çıkar dışarıya kapılardan ve yıldızlar parıldar topluca ve ıslık çalar av köpeklerine
kalsınlar yakınlarda
ıslık çalar Yahudilerine saf saf küreklesinler birer mezar toprakta
emreder bize oynaşın dansetmek için

Kara çalan sütü şafağın içeriz biz seni geceleyin
içeriz biz seni sabahleyin ve günortasında ve içeriz seni akşamüstü
içeriz biz ve içeriz biz
bir adam yaşar evde oynar yılanlarıyla ve yazar
yazar karanlık çökerken Almanya’ya senin altınımsı saçlarını Margareta
Senin külrengi saçlarını Shulamith kürekleriz bir mezarı havada büzülerek uzanmayacağın senin

Haykırır adam kazın bu toprağı daha derin siz orada öbeklenenler siz diğerleri şakıyın ve oynayın
kavrar belindeki sopayı ve sallar gözleri öylesine mavi
yapışın küreklerinize daha derinden siz orada öbeklenenler siz diğerleri oynaşın dansetmek için

Kara çalan sütü şafağın içeriz biz seni geceleyin
içeriz biz seni günortasında ve sabahleyin ve içeriz seni akşamüstü
bir adam yaşar evde senin altınımsı Saçlarını Margareta senin külrengi Saçlarını Shulamith ve oynar adam yılanlarıyla

Haykırır adam oynayın ölümü tatlı tatlı bu Ölüm bir efendidir Almanya’lı
haykırır adam kazıyın tel örgülerinizi ümitsizce yükseleceksiniz duman gibi göklere
o an bir mezar edineceksin bulutlar içre büzülerek uzanmayacağın senin

Kara çalan sütü şafağın içeriz biz seni geceleyin
içeriz biz seni günortasında Ölüm bir efendidir Almanya’lı
içeriz biz seni akşamüstü ve sabahleyin içeriz biz ve içeriz biz
bu Ölüm bir Efendidir Almanya’lı gözleri masmavi
ateş açar sana kurşundan mermilerle ateş açar tam da hedefe
bir adam yaşar evde senin altınımsı Saçlarını Margareta
bırakır av köpeklerini üzerimize bir mezar bağışlar bize havada
oynar yılanlarıyla ve düş kurar bu Ölüm bir Efendidir Almanya’lı

senin altınımsı Saçlarını Margareta
senin külrengi Saçlarını Shulamith

*Ölümfügü; Nazi toplama kampı tel örgüleri arasında mezar kazma ve gömme işiyle uğraşan bir grup Yahudinin şiiridir. Şiirde geçen “havada bir mezar” deyişi toplama kampında bacalardan tüten duman olarak anlaşılabilir, yani mecaz olduğu kadar yalın bir gerçektir. Şiir savaşlarla tutsak edilmiş Avrupa’nın dansının ritim ve hızını sergiler. Celan şiirinin başlığını ilk önce “Ölüm Tangosu” olarak düşünmüştür. Şiirin başlığını “Ölümfügü”ne değiştirerek Bach’ın ilahi aydınlığını anımsatmıştır. Margarete, Goethe’nin Faust’unda işlediği herşeye karşın sonunda Tanrı tarafından affedilen trajik kadın kahramana göndermedir. Goethe’nin Weimar yakınlarındaki meşhur meşe ağacının Buchenwald toplama kampında Nazi subaylarınca kesilmeyip korunmuş olması da savaşın karanlığında son derece ilginç bir olgudur. Margarete, Süleyman’ın Şarkısı’ndaki Yahudi umudunun kadın sembolü olan ve bağışlanmayan Shulamith ile karşılaştırılmıştır. Savaş sonrası Almanya’da bu şiir okullarda bir dönem ders kitaplarının arasına girmiştir. Şiir eleştirmenleri bir şiirin aynı zamanda füg tarzında müzikal bir örüntüsü olabileceğini sergileyen bu şiire övgüler düzmüşlerdir. Celan ise “dehşet verici güzellik”in karanlık duygusallığına doğru bir eğilimi sezinleyerek, şiiri daha sonra topluluklara okumayı reddetmiştir. Nazi toplama kampında hayatta kalmayı başaran bir diğer yazar Aharon Appelfeld, der ki: “Sayılar ve gerçekler katillerin kendi kendilerini kanıtlama araçlarıydı. İnsanların birer sayıya indirgenmiş olması insanlıktan çıkmanın yarattığı dehşetlerden birisidir.” Celan “Ölümfügü” şiirinde yalnızca olgular ve gerçekler önermez. Şiirin her zaman olguların ötesinde olduğunu ileri sürer. Böylesi karanlık bir ortamda böylesi bir müzikal aydınlık sergileyerek Celan top yekün bir kültürü sorgulamıştır.

Paul Celan
Türkçesi: Samet Köse

Genizden Konuşan Prens

Tanrı senden
yazdıklarını suluboyayla
anlatmanı isteseydi
bay edward estlin cummings
muhtemelen
biraz görünür olsun diye
kanatlarının ucu
hafifçe
yeryüzünün toprağına bulanmış
uhrevi bir kelebek
resmi yapardın

bir çocuğun alt çenesine
konacağı tutmuş
şaşkın bir kelebek.

ben sende
işte o resimdeki kelebeği
ürkütmemek için
altmış dokuz yaşına kadar
çenesini kıpırdatmadan tutan
yani genizden konuşan
yahut pek pek arada ıslık çalan
şairi görüyor
ve diyorum ki
bak estlin,

ne ezra pound, ne t.s. eliot
ne de bir başkası değil hayır
biraz kekeme de olsa
ve genizden konuşsa da
ingiliz dilinin geçen yüzyıldaki
prens hamleti
kuşkusuz sensin
sevildiğini bil.

Cahit Koytak

Cennette Sessizlik

bülbülleri, sakaları bombalarla susturduktan sonra
hasbahçede hayallerin erişemeyeceği sessizlik başlar:
büyük hayaletin, ‘insanlığın’ sessizliği…
buzulların sessizliği,
buzdan ve külden meleklerin sessizliği.

tanrıyla, önce çığrışarak,
sonra onun sessiz ve kıpırtısız diliyle
konuşmayı deneyen
felluceli anaların çoğalttığı sessizlik…

gökçe kozalakları
havan mermileri halinde başımızda patlayan
kutsal bilgi ağacının;
tüveyçleri, katledilen bebeklerin beyinlerinin zarı
ve gözlerinin akı olup yüzümüze saçılan
gökçe minelerin, hatmilerin,
hüsnüyusufların sessizliği.

– akbabanın süslenip püslenip
yüreğimin başına konmasından,
orada boğuk boğuk ötmesinden
ve yüreğimin ebediyen susmak, ebediyen
yok olmak arzusundan
kuvvet bulan sessizlik

– kevser ırmağının uyurgezer sessizliği.

yamaçta, brugel üslubuyla boyanmış
toprak yoldan yukarı
ceset dolu bir römorku çekerek
göğe doğru tırmanan
ve bir resimden beklendiği gibi, doğal olarak,
sesi soluğu, homurtusu duyulmayan
‘ilahî tartı’nın ve ‘denge’in
arkasında bıraktığı sessizlik.

ruhun millerce, millerce derinlerinde
cennetin mülteci köylerinde
öğle sıcağında, ağıl kapıları önünde,
gübre yığınları üzerinde – üveyik midir, nedir ? –
çöplenen, pinekleyen ve arada
boğazını temizleyip kem küm
requiem cıvıldayan ‘vicdan’ın
çekilmez kıldığı sessizlik.

bir meleğin bir sırtlan gibi ulumasının,
bir köpeğin de
bülbül gibi şakımasının
ıssızlaştırdığı sessizlik.

ölümün sesini şehvetle titreten sessizlik.

ressamın gelinlerin, güveylerin
yanaklarını, dudaklarını, perçemlerini,
ölümün tırnağıyla
kazırkenki sessizliği.

sözcüklerin dikelen tüylerinin sessizliği,
taşların büzüşen sessizliği,
suların ürperen sessizliği,
çayırların sararan sessizliği,
göklerin sancıyan sessizliği.

‘ebediyet’in, güllelerin açtığı
çukurlarda kaynayan,
toplu mezarları dolduran,
tanrının göz pınarlarından taşan
ve yanaklarında donan
alçıdan sessizliği.

ve “sen tanrı, yalnızsın, işin zor!
senin için de
dua edelim mi?”
diye yakaran divanenin
ağlayarak kanattığı sessizlik.

Cahit Koytak / 13 Kasım 2004