Çünkü hiç hazır olmadığım bir yaza girmek üzereyim ve çünkü geçen kışın soğuklarında, şimdi senin rüzgârlı bir tepesinde uyuduğun bu kentteki son sevdiklerim, beni, sevdiğim için öldürdüler!
Bazen kendi evini terk etmesi gerekir insanın. Tası tarağı toplayıp ardına son bir defa bile bakmadan çekip gitmek. Çünkü ağır geldiğini hissedersin bazı evlere, insanların sana “gitse de kurtulsak” gözüyle baktığını. Bunu fark ettiğin ama …
Evrenin ışığıyla oynuyorsun her gün. Sen, çiçeğe ve suya gelen minicik konuk. Her gün bir salkım gibi ellerim arasında ezdiğim o beyaz küçük baştan daha fazlasın sen.
Benzemezsin kimseye verdim vereli sana gönlümü. Bırak yatırayım seni sarı soluk çelenklerin arasına. Güneyin yıldızları arasında kim yazıyor adını dumandan harflerle? Ah, bırak anımsayayım seni, olduğun gibi, daha oluşmadan önce sen!
Birden uğulduyor rüzgâr ve çarpıyor kapalı pencereme. Gökyüzü karanlık balıklarla dolan bir ağ gibi. Geliyor buraya bütün rüzgârlar ve kırbaçlıyor, evet, hepsi. Soyunuyor yağmur.
Kaçışarak geçiyor kuşlar. Rüzgâr. Rüzgâr. İnsanın gücüne karşı savaşabilirim sadece. Fırtına fırıl fırıl döndürüyor kasvetli yaprakları ve çözüyor dün akşam gökte demir atan bütün kayıkları.
Buradasın. Ah! Kaçmıyorsun sen. En son çığlığa kadar yanıtlıyorsun beni. Kıvrıl yanımda, korkuyormuşsun gibi. Gene de bazen gözlerin arasında bir yabancı gölge geçiyor.
Şimdi, küçüğüm benim, getiriyorsun şimdi de bana hanımellerini, ve senin göğsün bile dolmuş kokuyla. Üzünçlü rüzgâr dörtnal koşarken ve öldürürken kelebeği, seviyorum seni, ve erik ağzında ısırıyor neşem.
Ne kadar da ıstırap verdi alışman bana, benim yalnız, yabanıl ruhuma, herkesi korkutan adıma. Ne çok baktık sabah yıldızının yanışına, öperken birbirimizin gözlerini, ve üstümüzdeki alacakaranlık açarken dönen yelpazelerde. Sözcüklerim düştü sana okşayışlardan bir yağmur gibi. Haylidir seviyorum senin güneşte yanmış sedef bedenini. Her şeyin hükümranı olduğunu bile düşünüyorum. Dağların neşeli çiçeklerini getireceğim sana, tırmanan zambakları, karanlık yemişlerini, ve öpüşlerle dolu orman sepetlerini.
Seninle, yapmak istiyorum ilkbaharın bir kiraz ağacıyla yaptığını.
İlk geldiğim gün on yedi yaşımda İngiltere’ye Victoria metrosundan çıktığımda günışığına, Batılı bir seyyahın onaltıncı yüzyılda ününü duyduğu İstanbul’u ilk görmesi gibi görsel ve hissi bir karmaşanın ortasında bulduğumu anımsar gibiyim kendimi.
Ne cesareti vardı bende o seyyahın oysa (uçağa atlayıp dönmek istemiştim o anda), ne de ne denli küçük, ne denli bir örnek olduğunu biliyordum henüz dünyanın (o gün şaştıklarını ilgimi bile çekmiyor artık). Bakakalmıştım bir süre öylece insanlara.
Bir de çıkışım var ertesi sabah yurttan sokağa: ne dil yabancıydı bana, ne kıyafetler, ne de kentin ortasında kıvrılıp giden o nehir. Ama ben yabancıydım hepsine, ben, Roni, tek bir bilen yoktu bunca insan arasında beni. Bilen yoktu doğduğum evi, gittiğim mektebi.
Yalnızlık bilmemesidir Attila İlhan’ı kimsenin. “Köprünün Ortaköy ayağı bitmek üzere galiba” diyememektir yalnızlık kimseye içkiliyken. Mektup beklemeyi çok çabuk öğrendiğimi, aşık olmaktan kaçındığımı çok uzun zaman, olunca hep hata payı bıraktığımı unutamam.
Bir keresinde bir bardak dolusu viskinin oturup yanına, içindeki iki parça buzun eridiğini seyrettiğim aklımdadır, sıkılmadan. Buzların erimesi gözle görülür bir süreçmiş, bilmezdim, direnir gibidirler önce bir süre, hızlanır sonra yenilgileri, teslim olurlar adeta.
Kaç kez ramak kaldı acaba havlu atmama? Bir bir benden uzak öldükçe sevdiklerim neler anlattığımı ben bilirim odamın duvarlarına. Derken anlaşılan hep bunlara alışmış olmalıyım da, Alışamadıklarımı bir yerine atmışım ki beynimin, Beni rahatsız ettiklerinin farkında bile değilim hala.
(. …. )
Zamanla her şey kolaylaştı kuşkusuz ama, bilmem ki, ne pahasına? Merak ederim bazen. Kaybettiklerim çok mu kazandıklarımdan acaba? Şimdilerde artık ne heyecanlandırabilir beni? Dayanamayacağım bir özlem var mı örneğin? Hiç yaşamamış olduğum korku kaldı mı?
Neler vermezdim, tanrım, şimdi bir kez olsun yeniden yaşamak için heyecanlı bir maceraya atılır gibi Victoria metrosundan ilk çıktığım o anı!
Kuşkum yok, yalnız öleceğim Daha şimdiden hızla, dedem, babam, Elsa, azalıyor sevdiklerim.
Ölümün kendisi korkutmuyor beni – korkunç olan başkalarının ölümü – fakat bir başıma ölmek, nedense, kanımı donduruyor düşündüğümde. Anlamsız bir çaba ama, iki dilde yazıyor ve üç dilde konuşuyorum insanlarla. Ve olmasa da yanımda duyacak kimse, üç dilde sayıklayacağını ölüm döşeğimde.
Beytü’l-hazen, Yakup peygamberin en sevdiği oğlu Yusuf’u kaybetmesi üzerine üzüntü ve acı içinde çekildiği evidir. Kendisini anlayan olmamış, özellikle diğer oğullarının kendisine ve kardeşleri Yusuf’a ihanetleri ona ağır gelmişti. Bu davranışı kabullenemez, isyan eder ama elinden hiçbir şey gelmez; sabretmekten başka çaresi yoktur. Âdeta dünyaya küserek tüm üzüntülerini paylaştığı evine kapanır. Sabır ve derin bir tevekkülle Allah’a sığınır. En güzel çözümün onda olduğunu düşünür. Yakup peygamberin yazımızda ele alacağımız yaşamı Klasik Şiirimize akseder. Şairler onun kapandığı evi şiirlerinde “beytü’l-hazen” yanında, “beyt-i ahzan”, “külbe-i ahzan” şeklinde adlandırarak ele alırlar.
Yazımızda öncelikle Yakup peygamber etrafında oluşmuş kıssayı ele alıp daha sonra Klasik Şiirimize yansıma biçimi üzerinde duracağız.
Hz.Yakup, Hz.İbrâhîm’in torunu, İshak peygamberin oğludur. Dayısının iki kızıyla evlenmiş ve bunlardan on iki oğlu olmuştur. Aynı anadan doğan Yûsuf ile Bünyamin’i diğerlerinden daha çok sever. Yakup, babasının ölümünden sonra Ken’an ilinde kalarak babasının yerini aldı. Allâh ona peygamberlik verdi.
Yûsuf’u kıskanan diğer oğullarının onu kuyuya atmalarından sonra duyduğu üzüntü ve hasret sonucunda Beytü’l-ahzan (hüzünler evi) denilen kulübesinde yıllarca ağlamış ve ağlamaktan gözleri kör olmuştur. Yıllar sonra oğlu Yûsuf’un yaşadığını gönderdiği gömlekten anlayan Hz.Yakup’un gözleri açıldı ve kısa bir zaman sonra da oğluna kavuştu.
Yakup peygamberin lakabı “İsra’il” dir. Onun soyundan gelenler Beni İsra’il diye anılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de on beş âyette ve Yûsuf Suresi’nde bu olay ve Hz.Yakup’la ilgili bilgi verilmiştir.
Hz. Yakup, evlat acısı ve evlat ihânetiyle imtihan edildi. Yûsuf’un hasretiyle yıllarca sessiz sessiz inledi. Sonunda gözlerine ak indi. Hüznünü içinde gizledi. Şikâyetini sadece Allâh’a iletti. Kimseye “derdim şudur” demedi. Bir an bile ümidini kesmedi. Ümitsizliğe düşmedi.
Yûsuf’un Mısır’da sultan olması üzerine babası ve ailesini yanına getirtince, İsrâiloğulları da Mısır’a yerleşmiş oldular.
Konu edebiyatımızda şairler için ilham kaynağı olmuş, mahiyet itibarıyla da dikkat çekmiştir. Bu nedenle sıkça işlenen konu olma özelliği taşımaktadır. Konu ele alınırken şairane özellikler kazanmış, şairlerin hayal dünyasında zenginleşmiştir.
Vehbî ayrılık derdiyle Yakup peygamberin durumuna düşmüştür. Şairin ağlama ve sızlamalarına Yakup peygamberin hüzünlerini paylaşan, gözyaşlarını döktüğü ev bile ağlamaktadır.
Hz.Ya`kûb şiire aksederken; âşık sevgiliden ayrı düşmenin hüzün ve kederi ile perişandır. Gönlü gamla doludur. Bu durumda kendisi, Yûsuf’u bekleyen Hz.Yakup’a, içinde yaşadığı hânesi, hüzünler evi “Beytü’l-ahzan”’ne benzemektedir. Bazı beyitlerde âşığın kendisi değil de gönlü, anlatılan yönlerden Yakup’a teşbih edilir.
Muhibbi, Yûsuf peygamberin güzelliğindeki sevgiliden ayrı düşerek gönül evini Hz.Yakup gibi hüzünler evine çevirmiştir. Şairin gönlü ayrılığın verdiği gam ve kederle hüzün doludur.
Hasret ile âh senden ayru Yûsuf-ı cemâl Eyledüm Ya`kûb-veş dil hânesin beytü’l-hazen
Hz.Yakup, Dîvân Edebiyatı’nda Hz.Yûsuf’la beraber ele alınarak, onunla ilgi kurulur. Yakup peygamber gam ve hüznün sembolüdür. Bu özelliği ile âşık için benzetme unsuru olur.
Gözlerinin görmez oluşu, yıllarca ağlaması, “Kulbe-i ahzân”ı, gözlerinin açılışı gibi yönleriyle telmih yoluyla kendisinden söz edilir. Âşık, bu çileleri yüzünden kendini veya gönlünü Hz.Yakup’a benzetir.
Ayrılık derdiyle hanesi Yakup peygamberin “hüzünler evi” ne dönen Hayretî, kendisini kınayanlara sesleniyor. Yusuf güzelliğindeki sevgiliden ayrılan herkesin kendi durumuna düşebileceğini hatırlatıyor.
Ya`kûb-veş giryân isem beytü’l-hazende ta’n degül Vâ fürkatâ bir Yûsuf-ı Ken`ândan ayrıldım meded
Hayretî, sevgiliye sesleniyor. “Sen eğer izzet ve şöhrette Hz.Yusuf’un güzelliğindeki şöhret makamına sahipsen; ben de Yusuf’u hüzünler evinde bekleyen Hz.Yakup gibi seni sabırla bekleyen olurum.” Şair, sevgiliden ümit kesmemekte kararlıdır. Sabırla onu bekleyecektir.
N’ola sen mesned-i `izzetde begüm Yûsuf isen Biz de Ya`kûb gibi âkif-i beytü’l-hazenüz
Nâ’ilî, her aldığı nefeste cam şişeye benzeyen hanesinde göz yaşına boğulmaktadır. Bu haliyle hüzünler evinde göz yaşı döken Hz.Yakup’u andırmaktadır.
Her nefes garkâb-ı eşk eyler bu mînâ hücreyi Çeşm-i Ya`kûb-ibtilânun beyt-i ahzânın görün
Hz. Yakup’un gözleri üzüntü ve kederle âmâ olmuştu. Yûsuf’tan aldığı haberle gözleri açıldı. Şair Bâkî de sevgiliden ayrı, üzgün ve kederlidir. Gönlü âdetâ “beytü’l-ahzan”’ı andırır. Fakat sevgiliden gelen bir haber, âşığa büyük bir sevinç kaynağı olur. Hüzünler evi durumundaki gönlü, düğün-bayram yeri olur.
Cennet, Allah’ın rızasına ermiş ve O’na gerçek kul olmuşlar için mükâfat yeridir. İnsanın hayallerine durgunluk verecek güzelliktedir. Kişi orada her istediğine kavuşabilir. Zâtî, sevgilinin olmadığı cenneti düşünemez. Sevgilinin olmadığı cennet onun için zindandan farksızdır. Cennetin gönül alan her köşkü, sarayı ona “beytü’l-ahzân”’ı hatırlatır.
Bâğ-ı cennet dil-rübâsuz bend ü zindândur bana Her serâ-yı dil-güşâsı beytü’l-ahzândur bana
Yahya Bey, aşk derdiyle kendini Hz.Yusuf’un hasretini çeken Yakup peygambere benzetir. Yolunu ayrılık yolu, yaşadığı hanesini “beytü’l-hazen”, bulunduğu şehri Kenan ili kılmıştır. Şair böylece hasret timsali olmuş Hz.Yakup’la kendi arasında bir bağ kurar.
Beyitlerde, şâirin döneminde yaşayan halkın pek çoğunun içinde bulunduğu yokluk, sevdiklerinden ayrı olmaları, varlıklı ve idareci durumundaki insanların ilgisizliği gibi nedenlerle sıkıntı, acı çektiği düşünülüyor. Dönemin yöneticilerinin bu konuda dikkati çekiliyor. Halkın çektiği sıkıntıyı ifade edebilmek için aşağıdaki birinci beyitte Yahya Bey, ikinci beyitte Usûlî Yakup peygamber örneğinden yararlanır.
Beytü’l-hazendedür kâmû Ya`kûb gibi bu halk Kapdı meger ki Yûsufı bu gurk-i cân-şikâr
Fuzûlî, baharın gelişinde nergis çiçeğinin topraktan filizlenip çıkması olayı ile Yûsuf’tan haber alan, onun ölmediğini öğrenen Hz.Yakup’un gözlerinin açılışı, uzun yıllar hüzün ve kederle oturduğu evinden sevinçle dışarı çıkışı arasında benzerlik kuruluyor.
N’ola çeşm-i ter ile çıksa habs-i hâkden nergîs N’ola ger çıksa Ya`kûb-ı belâ-keş Beytü’l-ahzândan
Yûsuf’un güzelliğini andıran güneşin akşam saatlerinde batarken yeryüzüne yaklaşması ile henüz çilesi bitmemiş, kederler içinde oturduğu evindeki Hz.Yakup’a benzeyen ay, Hayâlî‘ye Yakup kıssasını hatırlatıyor.
Çâh-ı arza düşicek Yûsuf-ı mihr oldı o dem Mâh-ı Ya`kûb-ı felek külbe-i ahzân-şekil
Beytü’l-hazen kavramı ilahi kaynaklı bütün dinlerin ortak literatüründe yer alan bir kavramdır. İslâm kültüründe de zikri geçen konu yüzyıllarca şairlere ilham kaynağı olmuştur. Dert çeken pek çok şair kendisi ile Yakup peygamber arasında benzerlik kurar. Dolayısıyla yaşadığı hanesi, Hz.Yakup’un hüzünler evini andırır.
Adnan Uzun Kaynak: Ay Vakti / 68. Sayı / Mayıs 2006
Bagladum Ya‘kûb-veş ‘ışkuñla ülfet şöyle kim Yûsuf’um gûyâ benümle beytü‘l-ahzân’umdadur
Bir münevver dîdedür gözler visâl eyyâmını Her şerer kim şâm-ı gamda âh-ı sûzânumdadur
Ey Sehâbî mahzen-i genc-i me‘ânîdür gönül Bil ki miftâhı kef-i şâh-ı sühan-dânumdadur
Sehâbî
Gird-bâd-ı gam gibi çerh itdi ser-gerdân beni Soñra yirden yire çaldı gerdiş-i devrân beni Şûr-ı ‘ışkı bir büt-i Leylî-veşüñ Mecnûñ-misâl Eyledi hayret beyâbânında ser-gerdân beni Bî-hod olsam geçdi meyden dimeñüz meclisde kim Câm-ı meyde ‘aks-i sâkîdür iden hayrân beni Fürkatüñ Ya‘kûb-veş ey Yûsuf-ı Mısr-ı cemâl ‘Âkıbet kıldı mukîm-i Külbe-i Ahzân beni Gizledüm şi‘rümde dil râzın Sehâbî bilmedüm Kim ider rüsvâ-yı ‘âlem defter ü dîvân beni Sehâbî
Nâ-gehân gelmiş hayâlüñ nükhet-i Yûsuf gibi Beytü’l-ahzân-ı dilüm dârü’s-sürûra beñzemiş
Pertev
Neyleriz zevk u sefâyı derd ü mihnet gam değil Kasr-ı â‘ladan güzeldir kulbe-i ahzânemiz Rızkımız kâf-ı kanâât yek kadeh peymânedir Bekleriz baykuş gibi ma‘mûr olur vîrânemiz Fezâ (Ali Rızâ Efendi)
Hayâl-i Yûsuf-ı ümmîd ile Ya‘kub-ı vakt oldum Ziyâ ver külbe-i ahzânıma ey mâh-ı Ken‘an
Neccarzâde Rızâ Efendi
Çâh-ı arza düşü-cek Yûsuf-ı mihr oldu o dem Mâh-ı Ya‘-kub-ı felek külbe-i ahzan-şekl Hayâlî Bey
Hayâl-i Yûsuf-ı ümmîd ile Ya‘kub-ı vakt oldum Ziyâ ver külbe-i ahzânıma ey mâh-ı Ken‘an
Neccarzâde Rızâ Efendi
N’ola çeşm-i ter ile çıksa habs-i hâkden nergîs N’ola ger çıksa Ya‘kub-ı belâ-keş beytü’l ahzandan Fuzûlî
Hasret ile âh senden ayrı Yûsufcemâl Eyledim Ya‘kub-veş dil hânesin beytü’l-hazen
Muhibbî
Ya‘kub-veş giryân isem beytü’l-hazende ta‘n değil Vâ firkatâ bir Yûsuf-ı Ken‘an’dan ayrıldım meded Hayretî
N’ola sen mesned-i izzette beyim Yûsuf isen Biz de Ya‘kub gibi âkif-i beytü’l-hazeniz
Hayretî
Her nefes gark-âb-ı eşk eyler bu mînâ hücreyi Çeşm-i Ya‘kub-ibtilânın beyt-i ahzânın görün Nâilî
Beni Ya’kûb-veş beytü’l hazende ko melûl u zâr Yüri ey Yûsuf-ı gül-çehre var sen Mısra sultân ol
Külbe-i ahzânumı reşk-i gülistan eyle gel Gonca-i kalbüm açılmaz ıztırâbum var benüm
Filibeli Vecdî
Cülûs-ı meymenet-me’nûsı itdi ‘âlemi mesrûr
Kudûm-ı kasr-ı Yûsuf kıldı künc-i beyt-i ahzânı
Kânî
Bir degül ârâmgâhı ‘âşık-ı şûrîdenüñ
Külbe-i ahzân-ı pür-efsûn bir sahrâ iki
Kâmi
eksük olmaz câna cevr ü derd-i cânân her gece
cem‘ olur bu külbe-i ahzâna yârân her gece
Hecrî
SÂKIB şeb-i gam rûza dönerdi mey-i sâfî
Pertev-fiken-i külbe-i ahzânumuz olsa
Kâtib-zâde Sâkıb Mustafa
Râhat olduñ mu felek kim beni giryân etdiñ
Gülşen-i ‛işretimi külbe-i ahzân etdiñ
Kârımı bülbül-i şûrîdeveş efgân etdiñ
Nüsha-i hâtırım evrâk-ı perîşân etdiñ
Beni Mecnûn-ı ser-endâz-ı beyâbân etdiñ
Dest-i bî-dâdıñ atıp çâk-i girîbân etdiñ
Cigerim pâresini bezmiñe biryân etdiñ
Dili zehr-âbe-çeş-i kâse-i devrân etdiñ
Nâr-ı Nemrûd-ı kederle beni sûzân etdiñ
Beyt-i ma‛mûr-ı dil-i zârımı vîrân etdiñ
Kıldıñ âmâc-ı hazân ol varak-ı tekrîmi
N’işlediñ gonçe-i bâg-ı dilim İbrâhîm’i
Lebîb
‛Âciz ü bî-dest ü pâyım külbe-i ahzânda
Dâ‛i-i dîrîneyim kalb-i hulûs-ârâ ile
Lebîb
Münîrün külbe-i ahzânın aslâ
Yüzün şem’iyle kılmadun münevver
Münîrî
Ey kemâl-i kudretünün akl-ı kül hayrânıdur
Her dü âlem sırrunun cân ile ser-gerdânıdur
On sekiz bin âlem ü ger sad hezâr ender-hezâr
Pür durur bir leman ile hep anun tâbânıdur
Devlet-i vaslundan ayru düşmegin bî-çâre dil
Sîne-i dil-sûz lâ-büd külbe-i ahzânıdur
Bana zindân oldı hicrünle bu gin dünyâ belî
Füshat-i meydân kimine kiminün zindânıdur
Pertev-i hüsnün kim oldur kurratü’l-ayn-ı Münîr
Gönlümün şem’-i sürûr u nûr-ı çeşm-i cânıdur
Münîrî
Kadem-i rence kılup külbe-i ahzânumuza
Göre gelsen n’ola ben haste-dili gâh gehî
Münîrî
Da’vet itsem ugramazsın külbe-i ahzânuma Ey perî-ruhsâre bu bi’llâhi âdemlik degül Pertev
Sâyeñ ki ne dem külbe-i ahzânuma düşdi Meh-tâb olup hâne-i vîrânuma düşdi
Pertev
Külbe-i ahzâna da’vetsüzce gelmiş ol perî Şimdi artık ‘âşık-ı zâr ile kimler söyleşür Pertev
Sen olmasañ ey gayret-i hûr ey meh-i Ken’ân Kasr-ı İrem’i külbe-i ahzân bilürüz biz
Pertev
Bûstân-ı Nebevîden yine bir gül kopdı Öyle bir gül ki cihân bâgını kıldı vîrân Hayf sad hayf ciger-pâre-i Müftî-zâde Gül-i âl-i Nebevî ya’nî Muhammed Bürhân ‘İlm ü ‘irfân-ı hakâyıkda muhâdîm idi ol Gitdi eyvâh kim ol mefhar-ı sâhib-’irfân Dâhil-i dâr-ı sürûr oldı o mahdûm ammâ Eyledi vâlidinüñ kalbini beytü’l-ahzân Oldı târîh-i vefât âhirete lafzı aña Cân atup âhirete oldıgı dem rûh-ı revân (1206 H.=1791-2 M.)
Pertev (Muvakkit-zâde Muhammed Pertev)
Külbe-i ahzânı teşrîfe kelâm itdiñ baña
Gelmediñ şâhım efendim subhı şâm itdiñ bañâ
Mehmed Sıdkî
Ten şebekesinde zâhir hâlet-i ‘aşk mû-be-mû
Lâne-i kudret degil mi külbe-i ahzânımız
Mehmed Sıdkî
Rûz u şeb nâliş-i hasretle misâl-i Ya’kûb
Pür-tanîn eyleyelim külbe-i ahzânımızı
Meşhûrî
Ey sabâ beñzer ki geldüñ hıtta-i Ken`ândan
Gel haber vir şâh-ı Mısra külbe-i ahzândan
Ziyâ
Külbe-i ahzânıma rahm eyle bir sâye sal
Seyr eyle sûzânıma âteş-i hicrâna bah
Nigârî
Cânım yakılur âteş-i hicrân-ıla ammâ
Hasret odı bu külbe-i ahzânım içündür
Nigârî
Sensiz ey gonçe-i gül bülbül-i dil kan ağlar
Ün virür şâm u seher külbe-i ahzân içre
Nigârî
Kalursın subha dek bezm-i rakîbi rûşen eylersin
Niçün ey mâh-ı tal‘at külbe-i ahzânda kalmazsın
Nev’i-zade ‘Atâyî
İrişdi külbe-i ahzânuma berîd-i visâl
Getürdi Yûsuf-ı güm-geşteden nevîd-i visâl
Nikâb-ı hüsni götür tâ hezâr Yûsuf-ı cân
Ola ki cân ile ‘abd-i direm-harîd-i visâl
Hemân ki eyledi ol nakd-i ârzûyı dirîg
Ve ger ne degdi Züleyhâya min-mezîd-i visâl
Görüp muhâsebe müstevfî-i fenâ yer yer
Çekildi defter-i hicrâna hep resîd-i visâl
Gidüp güneş gibi korsaŋ yerüŋde ‘ayn-ı yakîn
Görürsin imdi el üzre hilâl-i ‘îd-i visâl
Gilüŋden el çeküp ol gil yanup ki tâ göresin
Açıldı kendü elüŋden saŋa kilîd-i visâl
‘Abîd-i pîr olanuŋ ‘aynı açılup NEHCÎ
Görür ki görmemek ile imiş ba’îd-i visâl
Nechî
Külbe-i vicdâna ey Yûsuf-hayâl
Gel şeref vir dîde-i giryâna bas
Nâmî
Rûzigâr-ı zûr-kâruñ seyr idün bî-dâdını
K’âteş-i hicrân saldu külbe-i ahzânuma
Sâkıb Dede
Ey felek al cânumı ayırma yârumdan beni
Yârdan dûr olmadansa ölmek âsândur baña
Olmadum Ya‘kûb-veş gam-hâne-i ‘âlemde şâd
Yûsuf’am hecrinde ‘âlem beytü’l-ahzândur baña
Sehâbî
Bagladum Ya‘kûb-veş ‘ışkuñla ülfet şöyle kim
Yûsuf’um gûyâ benümle beytü‘l-ahzân’umdadur
Sehâbî
Şeb ki ol mâh gelür külbe-i ahzânumuza
Çerh pervâne olur şem‘-i şebistânumuza
Sehâbî
Fürkatüñ Ya‘kûb-veş ey Yûsuf-ı Mısr-ı cemâl
‘Âkıbet kıldı mukîm-i Külbe-i Ahzân beni
Gizledüm şi‘rümde dil râzın Sehâbî bilmedüm
Kim ider rüsvâ-yı ‘âlem defter ü dîvân beni
Sehâbî
Gülşenüñ her sebz ferşi ‘arş-ı işret-bahş iken
Sensüz iy ârâm-ı cânum beytü’l-ahzândur baña
Süheylî
Gam-ı hicrân beni hem-hâlet-i Ya’kûb edeli
Girye vü nâlişime külbe-i ahzân aglar
Sünbül-zâde Vehbî Efendi
Gelmedi külbe-i ahzânıma ahşama karîb
Bir gece bedr-i felek gibi o mâh-ı Ken’ân
Sünbül-zâde Vehbî Efendi
Nice ârâm eder tenhâ-nişîn-i külbe-i ahzân
Sen insâf eyle gel ey Yûsuf-ı gül-pîrehen sensiz
Sünbül-zâde Vehbî Efendi
Ümîd-i şâhid-i vaslı komaz hasret-keş-i tenhâ
Bu sûretle enîs-i külbe-i ahzândır Yûsuf
Sünbül-zâde Vehbî Efendi
Inledür `âlemi aşkun tuyulur ey Yahyâ
Acizüm inlemege külbe-i ahzânumda
Şeyhülislâm Yahyâ
‘Adnî’nün ger külbe-i ahzânına kılsan nüzûl
Cân u dildür ‘arz olan ‘izz-i huzûra muhtasar
Adnî Beg
Ca‘d-ı vírāne-zād-ı mahrūmı
Oldı bünyād-ı ‘ayşuma mi‘mār
Beytü’l-ahzānam āb-ı çeşmümden
Gūte-hor cün mekān-ı būtímār
Şehrî
Emr kıldı üstüme gam leşkeri sultân-ı ‛aşk
Turfetü’l-‛ayn içre dil şehrini vîrân etdiler
Özleri .. ol vîrâne-i mezkûrda
Yapdılar gam-hâne … beytü’l-ahzân etdiler
Nâcî
Ayırdı felek meni vatandan
Bir sen kimi yâr-ı gül-bedenden
Gûyâ sene oldu Mısr Şirvân
Baku mene oldu Beytü’l-ahzân
Mollâ Sâdık Bâdkûbeli
Be-çeşm-i tâ’ir himmet çe âşiyân çe kafes
Ez-ân be-Külbe-i Ahzân-ı hud neşâtem nîst
Tâlib
Fürûd âyed şebî în-külbe-i gam ber-serem z’ân-sân
Ki tûfân mî-kuned der-girye-i çeşm-i eşk-bâr-ı men
Câmî
Külbe-i ahzânda çekdüm yâra Subhî mâ-hazar
Kanlu yaşumdan şarâb-ı ergavân oldı kebâb
Subhî
Ugrasun külbe-i ahzânımuza ey Yahyâ
Göñül alçaklıgını eylesün ol serv-i bülend
Yahyâ
Geldügince külbe-i ahzânuma mihmân-ı gam
Çekdügi hûn-ı cigerdür âb-ı çeúmüm mâ-hazar
Sâfi
Münîr’üñ külbe-i ahzânın aslâ
Yüzüñ şem’iyle kılmaduñ münevver
Münîr
Ayaguñ lutf eyle úâhum külbe-i ahzâna bas
Gel kadem-rence kılup bu sîne-i sûzâna bas
İbrâhîm Paşa
Fürkat-i dildâr ile ey gussa kaldum yaluñuz
Bir kadem lutf eyleyüp bu külbe-i ahzâna bas
Andelîbî
Halka hâlüm rûúen oldıysa ne tañ ey dûstlar
Beyt-i ahzânumda yakar her gice âhum çerâg
Celîlî
Kanı ol gün kim gelüp ol mâh-ı Ken’ân’um benüm
Gün gibi ide müşerref Beytü’l-ahzânum benüm
Li-mürettibihi
Şem’ yakmañ gam şebinde külbe-i ahzânuma
Kim furûg-ı dâg-ı dil yiter çerâg-ı rûşenüm
Eyzen
İltesin zerrelerüm kûyına ey bâd-ı sabâ
Güzer itdükçe seher Külbe-i Ahzânumdan
Subhî
İşigüñden baña turmaz gice gündüz çekilür
Nâleler kâfilesi külbe-i ahzânumdan
Gedâyî
İltesin topragumı kûyına ey bâd-ı sabâ
Güzer itdükçe seher Külbe-i Ahzân’umdan
Subhî-i Kâdî
Hey kıyâmet gel beni bir lahza toprakdan götür
Bir kadem bas lutf idüp bu külbe-i ahzânuma
Şem’î
Kanıol Yûsuf Cemâli dîde-i Ya’kûb-ı dil
Giryeden agard gelmez Külbe-i Ahzân’uma
Cemâlî
Şöyle me’nûs oldı göñlüm külbe-i ahzânına
Ger bihişt olursa meyl itmez cihân bustânına
Sûzî
Âb-ı eşk ile yuyam gayruñ hayâli nakşını
Dil yazarsa gözlerümüñ Külbe-i Ahzân’Õna
Emrî
Bir hasîrüm yog iken külbe-i ahzânumda
Bûriyâ nakşı görinür ten-i ‘uryânumda
Âhî
Gün yüzi virse ziyâ külbe-i ahzânumuza
Ola pervâne kamer şem’-i şebistânumuza
Tâcî-zâde
Yâr lutf ile gelüp külbe-i ahzânumuza
Bir nazar eylemedi hâl-i perîşânumuza
İshâk Çelebi
N’ola teşrîf idüben külbe-i ahzânumuza
Gelesin bir gice biñ minnet ola cânumuza
Resmî
Bir gice hâtırumuz yazmag içün cânânı
Okısak gelmeye mi külbe-i ahzânumuza
Fakîrî
Taht-ı dilde dil-berâ sultân olayduñ ola mı
Külbe-i Ahzân’uma mihmân olayduñ ola mı
Şemsî
Esîr-i dest-i hicrânım garîb-i külbe-i ahzân
Ne derdi hicre cân verdim ne yâre vâsıl oldum ben
Muhammed Es’ad Erbilî
Dimedüñ bir gün gelüp bu külbe-i ahzânuma
Ey Tarîkî zâr imişsin böyle bilmezdüm seni
Tarîkî
Zevk-bâhşa beyt-i firdevsîde eylerken karar
Bir temelsiz külbe-i ahzâna muhtaç ettiler
İbnülemin Mahmut Kemal
Yusuf-ı güm-geşte bâz âyed be-Ken’ân gam ne-hor
Külbe-i ahzân şeved rûzî gülistân gam ne-hor
Döner yine Kenân’a kaybolan Yûsuf, üzülme
Üzüntüler kulübesi gül bahçesi olur bir gün, üzülme
bin odalı sarayda kaç ayna lazım olur kaç okur yazar yatar paspasının altında
birden bine sayarmışım okumayı bilmezken okumadan boğulan ne çok akranım oldu sağ kalanların hepsi ne de çok benim gibi! ciğere basılan suyun dehşetini bilmeyen günde bin yalan için ayda bir kan şerbeti herkes her şeyi kurt gibi bilir demişti babam böyle olurmuş demek kötülüğün kemali kaç tövbe eksiğim var yutkunma zamanıma
bin kere yirmi nefes alırmış insan her gün her nefes biraz daha koyu kırmızı sakız aynı cümlenin altını çizmişim canilerle cinnetten sığınacak bir yaşam odası yok ne olmak lazım ise olayım istiyorum boğazımı tırnağımla yırtmamak için takat yüzmeyi bilen baba kalmak için oğluma
bin eksi elli sene yaşamış Nuh ve tufan yirmi üç sene sürmüş oku dediğin kitap Muhammed hepimizdi anlıyorum Allah’ım neden “hanginiz?” diye sorduklarını hatta Adem’in iki oğlundan haberin hakkını İsa’nın çarmıhını Firavunun çağını cehennem insanlara reva gördüklerimiz bağışla anlamayı zor sandığım günleri zor olan inanmakmış bilmek anlamak değil kaç tövbe eksiğim var secdeye kapanmama
bin odalı saray için kaç anne incitilir yüzmeyi öğrenmeden öldürülen oğullar tuzbuz edilmiş kızlar sedyeden ucuz baba çocukları boğmadan dikilmiş saray mı var? vermek istemeseydin isteme’yi vermezdin annemden daha merhametli imişsin bana kaç tövbe eksiğim var gerçekten utanmama