Râbia Hâtun Şiirleri

Pâyın sadâsı gelse de sen hiç gelmesen
Men dinlesem kıyamete dek, vuslat istemem!
Bulsam izinle semtini, ol semte irmesem
Aşsam zamanı hasretin encâmı gelmeden

*

Aslı yok bir hayâldir cânân
Şekl-ü-reng-î muhâldir cânân!
Bulamazsın cihânı devr etsen.
Bir görünmez cemâldir cânân!

*

Olsandı sen semâ, olsandı sen havâ,
Alsamdı men senî dem dem, nefes nefes!
Olsandı sen zaman, olsamdı men mekân,
Eflâki dolduran bir aşk olurdu bes!

*

Bir kâsedir alav dolu gönlüm, yanâ yanâ
Men tâ senün yanunda dahî hasretem sanâ!
Yaşlar dökende söndüremez âteşimi sû:
Sunsan elünle kaanumu içsem kanâ kanâ!

*

Bir bâde olsa, lezzeti sevdâya benzese;
Bil dilber olsa, hasreti sahbâya benzese;
Hicrân visâle tarziyye hissiyle yüz sürüp
Demler çekince bülbül-i şeydâya benzese!

*

Bin mevsimi var, âlem-i dil başka bir âlem
Bülbül gibi güller de o âlemde dem çeker
Batmaz güneş, olmaz gece, geçmez dem-i vuslat
Deryâsı da kevser gibidir; gıbta eder cem!

*

Cânân olaydı cânım, hicran muhâl olurdu;
Lafz-î firâka hattâ makber meâl olurdu!
Sahbâ olaydı hûnumi bulmazdı dilde yer gam:
Endîşe, gussa kalmaz, mihnet hayâl olurdu!

*

Bir şekl ü rengi olsa zamanım senin gibi,
Gökler de dolsa hiss ile nâzik tenin gibi,
Hulyâ hakîkat olsa, hakîkat de olmasa,
Hılkat olurdu şimdi senin mahzenin gibi.

*

Görseydi nâr-ı aşkı, dûzah hicâb ederdi!
Encâm-ı vaslı bilse, hasret itâb ederdi!
Hicrân ilinde bulduk envâ’-ı zevk u şevki:
Bilseydi bâğ-ı hecrî, vuslat şitâb ederdi!

*

Cânân içinde yoksa eğer, cennet istemem!
Dûzahta varsa vuslat eğer, rahmet istemem!
Yârın hayâli müşfik ise kalb-i yârdan
Âlemde bir dakîka dahî vuslet istemem!

*

Hoşem bir şöyle hasretten ki senden
Uzaklaştıkça yaklaşmaktayım ben!
Bu halvethânenin yok başka vârı:
Zaman sendin, mekân sensin, havâ sen!

*

Câm-î kaderden içtik sahbây-ı hüsn-ü-aşkı,
Olmaz akîdemizce hüsn île âşk farkı;
Sırr-î vusûle erdik hicran tarîkatinde:
Bir cam içinde oldû hecrin visâle garkı!

*

Güllerde nolâ şuûr olaydı,
Sen özleyü özlerin yolaydı!
Elvânda olaydı hiss-i hasret:
Rengin düşünüp cihan solaydı!

*

Tâ’yini güç gelir bana rûhî cihâtımın:
Cânanda ilm-i hey’eti iç kâinatımın!
Hem fecre, hem de zulmet-i yeldâya benziyor:
Sonsuz gözünde rengini gördüm hayâtımın!

*

Gül âşık olup bülbüle feryâd ediverse,
Bülbül onu ihmâl ile berbâd ediverse;
Dünyâ dönerek tersine şark eylese garbı,
Cânân bize hasret çekerek yâd ediverse!

*

Hicrân visâli sevse de öğrense hasreti,
Cânân firâki tatsa da fark etse firkati,
Bir hâet olsa her kese bildirse kendini,
İnsan bulurdu belki şu varlıkta lezzeti.

*

Bin vasla bedel sâniye-i hasret ü hecrin:
Ondan geliyor rengi şu gönlümdeki fecrin!
Söndürme yanan âteş-i hicrânı içimde:
Yakmak şu yanık kalbi senin en büyük ecrin!

*

Sana bilmem niçün, nasıl her an
Bütün insanlar olmuyor kurban?
Senden evvel niçün, nasıl yaşamış,
Sonra yâhut nasıl yaşar bu cihan?

*

Bir nûr aradım gözlerinin rengine benzer;
Bir reng aradım levn-i leb-î tengine benzer:
Gönlüm hep o hulyâ ile devr etti cihâtı;
Bir ses aradım dildeki âhengine benzer!

*

Bir gün gelecek yer yine mevcûd olacaktır;
Gökler yine sonsuz gibi mahdûd olacaktır;
Bir şey yalınız eksilecek nazm-ı cihandan:
Aşkım gibi hüsnün dahi mefkuud olacaktır!

*

Bûy-i gül bir peyâmdır andan,
Dem-i bülbül selâmdır andan;
Yüreğin sîne içre dem çekişi!
Bir nihânî kelâmdır andan!

*

Mahşerde cemâlinle denir cümle mübeşşer:
Rabbim bana sen gibi hüsnünü cânan gibi göster!

*

Hasret biterse ömr ile vuslat mıdır ölüm?
Fâni bekaayı neyliye mâ-ba’d-ı hecr ise!
Hicran cehenneminde çözülmez bu kördüğüm,
Ey gözlerinde cennet-i-a’lâyı gördüğüm,

*

Cânân içimdedir, nitekim cân içimdedir:
Vuslatla hasretin yeri hep bir biçimdedir!
Neş’eyle hüznü fasl edebilmek ne haddime:
Hicrân içimde vasl ile bir hoş geçimdedir!

*

Mağrıbda gün doğaydı irca’ içün zamanı:
Taltîf ederdi ol dem cânân gelüp mekânı!
Muğdan gelür peyâmı bir böyle inkılâbın:
Gördükçe anca gördüm câmımda çün cihânı!

*

Rûz-i ezelde oldum cânâna bend u bende:
Hasret çekerdi rûhum dünyâda görmeden de!
Te’siri var mı bilmemşekliyle rengini hiç
Âteşlenirken aşkım her lahza cân u tende!

*

Olaydı kâş iki gönlüm, tahammül eyler idim
Biriyle hecrine, diğer biriyle vuslatına!

*

Vehm itme kim kudûmunu cür’etle gözlerim;
Ancak senün hayâlini hasretle özlerim!

*

Sönseydi bir nefeste güneş, bir nefeste ay,
Bir bâd esüp de encüm ineydi alay alay;
Zulmet sileydi cümleten eşkâl-i âlemi:
Ancak olaydı gün gibi zâhir o kaaşı yay.

*

Hicrân tarîkı ancak yol mâverâ-yı aşka:
Cânan konağı başka, canlar durağı başka!
Deryâ sığarsa deste, hasret sığar visâle:
Ders aldık ol cihetten biz başlayınca meşka!

*

Nakz et ki va’d vaslına yandıkça men yanam,
Âteş görende âb-ı hayât ancadır sanam!
Kâfî değil ebed seni andıkça anmağa:
Bir mâvera-yı vakt ola kim men doyup kanam!

*

Zmân ummanı etikçe tebahhur,
Gönül bin aşk u şevk eyler tahattur;
Amansız bir zamanın pençesinde
Zamansız bir mekân eyler tasavvur.

*

Tutsam hayâl-i yâri nigâhımla bağlasam,
Her göz yaşımda aksini gördükçe ağlasam!
Yeldâ-yı hecre belki ziyâ-bahş olur diyû
Aşk âteşiyle hâtır-ı cânâna dağlasam!

*

Bir ses içimde kalmış, cânân unuttu zâhir!
Benzer sabâya gönlüm, nakl-i sadâya kaadir!
Cânan sesinde mâ’nâ bir fazla muhtevâ kim
Yeksan ne denlü olsâ ihsân u kahra dâir!

*

Sen gülce bilirsin, ne diyor dinle şu güller!
Kulkul dediler hep şu kadehlerdeki müller:
Gül, mül sana soy sop gibi dert anlatır ammâ
Bir bilmediğin dil konuşur gamlı gönüller!

*

Yıldızların ziyası sadâdır sesin gibi,
Bir sesle aydın et dili kim mahbesin gibi!
Salkımlarında nûr olup âvâzı kubbenin
Dolsun ko semt-i cânıma da’vet-resin gibi!

*

Bir gül olaydı gönlüm cânân koparmağ üzre,
Bir bûy olurdu cânım bir an o parmağ üzre!
Bir dâstân içinde âfâk-ı dehri dutmuş
Bir ism olaydı cismim canana varmağ üzre!

*

Baktım semâya vecd ile, cânâna benziyor!
Sonsuz süren uzaklığı hicrâna benziyor!
Esdikçe bâd ufuklara gâh inliyor gibi
Eflâki mest eden ney-i yezdân’a benziyor

*

Kâş-ey gün üzre sûret-i cânân olaydı, kâş!
Çeşmân-ı çarh o sûrete hayrân olaydı kâş!
Yetmez dü çeşm avâlim-i hüsnün gözetmeye,
Nev’-i beşerde bir nice çeşmân olaydı kâş!

*

Gün doğmayub da olsa cihân tâ-ebed karâ,
Âteş sönüb de bilmese âlem nedir ziyâ,
Gözler unutsa mahşer-i elvânı haşre dek:
Gîdâr-ı yâriaydın eder dil yanâ yanâ!

*

Esseydi hüsnü yârin göklerde nefha nefha,
Ol bâd-ı hüsnü gözler görseydi levha levha:
Hayrân olub da hicrân i’lân-ı aşk ederdi,
Bir dâstân olurdu ezberde safha safha!

Râbia Hâtun
(Nazan Danişmend)

Bir ‘Rabia Hatun’ vardı

1948 yılı edebiyat ortamında kelimenin tam anlamıyla bir olay patlak verir. Rabia Hatun’un 1930’lu yıllardan beri dillere destan olmuş, okul kitaplarına girmiş şiirlerinden birkaçı, Aile dergisinde yayınlanmış, ardından ‘pek hararetli’ bir tartışma başlamıştır. Rabia Hatun’un 13. yahut 18. yüzyılda Anadolu’da yaşamış bir kadın şair mi, yoksa kendini gizleyen yeni dönem şairlerinden biri mi olduğu tartışılır, bu olay “masal”, “efsane”, “hadise”, “dedikodu”, “muamma”, “sahtekarlık”, “dilimize ve edebiyatımıza karşı işlenmiş bir suç” ve “acayip bir sanat hadisesi” olarak nitelendirilir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şiirlerini okuduktan sonra “Bizim en iyi şairimiz” diye ilan ettiği, Yahya Kemal’in ise daha okur okumaz bu şiirlerin şairinin, eski dönem şairi olmadığını hemen anladığı “Rabia Hatun”un etrafında oluşan muamma, sonunda çözülür: “Rabia Hatun”un İsmail Hami Danişmend’in, yaşasaydı 38 yaşında olacak eşi Nazan Danişmend olduğu ortaya çıkar. Hami Danişmend, eşine, adını gizleyeceğine dair söz verdiği halde bu “tükenmeyen yaygara silsilesi” yüzünden herkese, Rabia Hatun’un eşi Nazan Hanım olduğunu ‘itiraf’ etmek zorunda kalır… “Unutulmuş Şiirler Antolojisi” gibi pekçok kazı çalışması yapan Enis Batur, 1940’lı yılların sanat ortamını hareketlendiren bu olayı “Tuhaf Bir Kıyamet + Kırkbir Şiir” adıyla kitaplaştırdı. Yapı Kredi Yayıncılık’tan çıkan kitabın ilk bölümünde olay, Nihat Sami Banarlı, Sadun Savcı, Şevket Rado, Yahya Kemal Beyatlı, Vedat Nedim Tör, Vala Nurettin, M. Fuad Köprülü, Halit Fahri Ozansoy, Süleyman Kale ve Mehmet Kasım’ın yazılı tanıklıklarıyla, bir polisiye tadında aktarılıyor. İkinci bölümde ise, Rabia Hatun’un artık basımı bulunmayan şiirleri okurla buluşturuluyor. Batur’la Rabia Hatun olayını ve “Tuhaf Bir Kıyamet”i konuştuk.

1940’lı yılların edebiyat ortamında yaşanan ve ‘Rabia Hatun olayı’ olarak da nitelenen tartışmaları “Tuhaf Bir Kıyamet” adıyla kitaplaştırdınız. Bu eski tartışmanın tozunu almaktaki / yenilemekteki amacınız neydi?

İşin küçük bir kişisel yanı var. Memet Fuat örneğin, benim Rabia Hatun’u geç keşfetmemi çok yadırgamıştı. Çünkü ben genç yaşlardan başlayarak edebiyatımızı geriye doğru tarama çabasında hep oldum. Eski dergilerin koleksiyonlarını karıştırdım; kim nerede ne yapmış, gözden kaçmış şeyler nelerdir? Türkiye’nin öyle bir handikapı var. Ne yazık ki bir sürü iş çarçabuk unutuluyor. Bu anlamda belki son yıllarda bir hareketlilik var ama çok uzun süre yapılan işlerin bir kısmının kaybolduğu, unutulduğu bir gerçek. Biraz bunun şaşkınlığıyla; “nasıl oldu da ben rastlayamadım Rabia Hatun olayına” şaşkınlığıyla, biraz da baştan bu yana unutulmuş olanların bir biçimde devreye sokulmasına gerek duymamdan kaynaklanan bir seçim bu. Kitap çok gecikerek çıktı aslında, neredeyse ’95 sonunda bitirmiştim kitabı ama buradaki bir kesinti nedeniyle dondurmuştum bu projeyi. Ama bir gün geldi, “hadi bitireyim” dedim. Kendimi rahatlamış, üzerimden bir yük kalkmış gibi hissediyorum şimdi.

Tepkiler nasıl?

İlk aldığım tepkiler yapılan işin anlamsız olmadığını göstermeye yetti. Genç insanların merak ve ilgiyle Rabia Hatun’a eğildiklerini gördüm ve sevindim.

Araştırmalarınız; makaleleri bir araya getirmek, ne kadar zamanınızı aldı?

Yaklaşık altı aylık bir süre içinde toplanabildiler. Bir ikisine ulaşmakta zorluk çekildi. Kütüphanelerimizde her zaman her şey bulunamayabiliyor. Kaynakçalar çoğu zaman pek sağlıklı değil. İnsan biraz da iğneyle kuyu kazmak zorunda kalıyor. Bir yazının içinde başka bir yazıdan söz ediliyor ama dipnotta değinilmemiş, nerde çıktığı belli değil. Ama işte yaklaşık altı ay içinde dosya eni konu tamamlandı.

Kitabın adı neden “Tuhaf Bir Kıyamet”?

İsmail Hami Danişment’in kendi sözü bu. Rabia Hatun şiirleri peş peşe yayınlandığında, uyandırdığı yankıyı böyle nitelendiriyor. Gerçekten de kıyamet kopmuş o dönemde. Ama Danişment haklı ya da haksız, ‘tuhaf’ buluyor böyle bir kıyametin patlak vermesini.

Peki ona katılıyor musunuz?

Ben katılıyorum aslında. O dönemdeki tartışmanın anlamsız olduğunu savunacak değilim. Ama yer yer yanlış bakış açıları olduğunu düşünüyorum. Konuyu ahlak düzlemine taşıyanlar olmuş. Bu bana çok mantıklı görünmüyor. Çünkü Osmanlı edebiyatında da görülegelen şeyler bunlar. Yani takma isimler, mahlaslar… Bizim edebiyat geleneğimizde çok önemli yeri var bu oyunların. Dolayısıyla hiç alışkın olmadığımız bir davranış değil Danişmend’inki. Başka bir isimle hatta, başka bir kimlikle ürün yayınlamak dünyanın bütün edebiyatlarında olduğu gibi Osmanlı edebiyatında da önem taşıyan kol. Dolayısıyla bunu ahlaksal açıdan dolandırıcılık ya da bir çeşit göz boyamacılık olarak ele alma eğiliminde olanlara biraz garipseyerek bakıyorum ben.

Ama burada söz konusu olan sadece isim ya da kimlik değişikliği değil, Rabia Hatun’un 13. ya da 18. yüzyılda yaşayan bir şair olduğuna dair bir inanış. Daha çok bir ‘dönem yanıltması’ sanki.

Ama bunu İsmail Hami Danişmend söylemiyor ki. Şiirleri yayınladıktan sonra bu kanılar uyanıyor. Şiirler tarih belirterek de yayınlanmış değil. İlk uyanan kanılar, öyle olduğuna dair. Ki şöyle düşünülebilir; ‘yazmamış olsa bile, sözlü yoldan bunu yaymış olabilir.’ Bundan da emin olamayız. Ayrıca bunu yapmış olsa bile, bunu da oyunun bir parçası olarak görmek gerekir. Önemli olan birilerinin ortaya çıkıp da bunun böyle olmadığını anlayabilmesidir. Normalde bir edebiyat ortamında, bunu çözebilecek niteliklere sahip insanlar zaten vardır. Bizim edebiyatımızda da varmış. Yahya Kemal okur okumaz anlamış. Kül yutar mı adam. Dolayısıyla biraz da onlara güvenerek yaparsınız böyle bir şeyi, çünkü hiç kimse oyununuzu anlamazsa oyunun anlamı kalmaz. Burada da olan bu aslında.

İsmail Hami Danişmend, eşi Nazan Hanım’a ismini açıklamayacağına dair söz vermiş hatta yemin etmiş olmasına rağmen, onun ölümünden sonra, dost sohbetinde olsa bile bunu itiraf etmek / açıklamak zorunda kalmış. Bu onun adına acı bir şey belki ama…

Ama bir yandan da, ben bu tür akit çiğnemelere açıkcası sempatiyle bakıyorum. Çünkü; Nazan Hanım’ı da biz böylelikle tanımış oluyoruz. Tanınmaya değer bir insanmış. İsmail Hami, büyük olasılıkla bunu da düşünmüştür. ‘Karım çok alçakgönüllüydü, şuydu, buydu ama bu kadar da yetenekleri olan bir insandı. Bir biçimde onun da edebiyat tarihinde bir yerinin olması gerekir’ diye düşünmüş olabilir ve haksız da değil. Bu olumlu anlamda bir akit çiğneme bence. Dünya edebiyatında böyle büyük olaylar var. Mesela, Max Brod’un Kafka’ya ihanet ettiği söylenir. İyi ki etmiş, Kafka’nın vasiyetini yerine getirip yazdıklarını yaksaydı, elimizden büyük bir yazar gidecekti. O da olumlu bir akit çiğnemedir, bu da öyle.

Herşeyi bir yana bırakıp şiirlere dönersek; sizce Rabia Hatun nasıl bir şair?

Konuya şiirleri yazan kişinin açısından bakmak başka, şiirlere sahip çıkanların açısından bakmak başka diye düşünüyorum. İkincisiyle ilgili kitabımda hafif bir eleştiri alanı da açtım zaten. O dönemde yenilikçi diye bilinen, Türk Edebiyatı’nın önemli ataklara geçmiş olması karşısında tedirgin olan gelenekçi yazarlar var. Onlar için Rabia Hatun gibi bir örneğin çıkması ‘biz bitmedik, kurumadık, hâlâ umut besleyebiliriz’ gibi bir sığınak oluşturmuş. Oysa paniğe kapılmaya gerek yoktur, çünkü bir ülkenin şiiri farklı damarlardan devam eder. Bazıları çok yenilikçi şiirler yazabilirler, bazıları da geleneği sürdürürler. Bir dilin şiirinin zenginliğini de bu farklılıklar yaratır. Nazan Hanım cephesine dönersek ben bugün de, böyle bir şiir çıkmasını isterim doğrusu. Bugünün koşullarıyla yazılacak, geleneklere bağlı ama kendi içinde taze olan bir şiirin çıkması, bu dilin şiiri için önemli bir kazanım olur. Bu kadar usta bir biçimde bu işi yapmak mümkün müdür? Biri çıkar yaparsa, mümkündür. O zaman nasıl mümkün olmuşsa, bana şimdi de mümkün olabilir gibi geliyor.

Bir kâsedir alav dolu gönlüm, yanâ yanâ
Men tâ senün yanunda dahî hasretem sanâ!
Yaşlar dökende söndüremez âteşîmi sû:
Sunsan elünle kaanumu içsem kanâ kanâ!
Rabia Hatun

Fadime Özkan

Men tā senün yanunda dahî hasretem sanā!

Bir kâsedür alav dolu gönlüm yanā yanā
Men tā senün yanunda dahî hasretem sanā!
Yaşlar dökende söndüremez âteşîmi sû:
Sunsan elünle kaanumu içsem kanā kanā!

Râbia Hâtun
(İsmail Hami Danişmend)

İsmail Hami Danişmend’in güçlü bir yönü de şairliğidir. Şiirlerini bazan gerçek adıyla, bazan da Muhtî veya Râbia Hatun mahlaslarıyla yazmıştır. Bu şiirlerde derin romantik bir aşk duygusu hâkimdir. Âzerî ağzına yakın bir söyleyişle kaleme alınan bu şiirler yıllarca elden ele dolaşarak değişik kesimlerden okuyucuların hayranlığını kazanmıştır. Râbia Hatun mahlasıyla yazdığı şiirlerinden bir kısmı 1947 yılı ilkbaharından itibaren Aile mecmuasında yayımlanınca İstanbul basınında bir tartışma başlatılmış, Râbia Hatun’un tarihî ve edebî şahsiyeti, devri ve şiir dilinin eskilik derecesi üzerinde çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Özellikle Haziran 1948’den itibaren Hürriyet gazetesindeki yazılarıyla konunun üzerine giden Nihad Sâmi Banarlı, Râbia Hatun adlı bir şaire aitmiş gibi gösterilen bu şiirlerin dil ve üslûp bakımından eski olmadığını ve Türk edebiyatı tarihinde bu isimde bir kadın şairin bulunmadığını açıklar. Banarlı’ya Şevket Rado cevap verir. Bu şekilde başlayan tartışmaya daha sonra İsmail Habip, Semih Mümtaz, Bedii Faik, Abdülkadir Karahan, Halit Fahri Ozansoy başta olmak üzere devrin tanınmış başka yazarları da katılır. Tartışmanın sonunda Râbia Hatun mahlasının önce Nazan Danişmend’e ait olduğu söylenirse de elli bir kıtadan meydana gelen bu şiirler bir süre sonra İsmail Hami Danişmend’in bir açıklaması ile birlikte Rabia Hatun Şiirleri adıyla bir kitapçıkta toplanır (İstanbul 1961), böylece şiirlerin ona ait olduğu ortaya çıkar.

TDV İslâm Ansiklopedisi

Hasret

Sevgimi unutmak için seyrederim bir tabloyu, bir mermeri,
Ki ne kadar dalsa ruhum yeniden döner geriye:
Okurum düşüne düşüne okuduğun şiirleri,
Senin düşüncen geçerken üzerlerinde bir sıcaklık kalmıştır diye

Fazıl Hüsnü Dağlarca

Maria Missakian

yüksekkaldırım’da bir akşam
maria missakian’ı düşündüm
eğer kendimi bıraksam
yağmur olabilirdim yağardım

kasım’da bir çınar olurdum
yaprak yaprak dökülürdüm
kalbimi sıkı tutmasam

döküp saçıp boşaltsam
içimde yükselen şiiri
kaldırımlara döküp harcasam
gözleri balıkçıl gözleri
dudaklarında tutup rüzgarı
maria missakian adında biri
gelse göğsüne kapansam

gece gölgesine sokulsam
gökyüzünde bulutlar büyüseler
yağmuru dinlesem anlatsam
şimşekler kırılıp dökülseler
bizi sokaklarda bıraksalar
leylekler üşüyüp gitseler
dönüp arkalarına bakmadan

yine akşam oldu attilâ ilhan
üstelik yalnızsın sonbaharın yabancısı
belki paris’te maria missakian
avuçlarında bir çarmıh acısı
gizlice bir sefalet gecesi
çocuğunu boğarmış gibi boğup paris’i
sana kaçmayı tasarlar her akşam

Attila İlhan

Eski Nisan

Canımın yongası, sevdiğim,
Bir kaç gün çaldık ilkbahardan
Geçtik yıllardır özlediğim
Erguvan ışıklı kıyılardan

Aşkı sessizlik tanımlar
Gençken tersini düşünürdüm
Akşamla dönerken geriye dalgalar
Yalnızlığı çırılçıplak gördüm

Durduktu önünde Ege Denizi’nin
Gözleri mayıs bulanığı,
Kuytuluğunda eski evlerin
Dolaştıktı Ayvalığı

Eski nisan, her şey gibi,
Kalbim de, rüzgar da eski,
Çırpınıp duruyor havada
Yitik anıların kelebeği

1983 (Eski Nisan)

Ataol Behramoğlu

Balkon

Sana geldiğim yağmurlu günleri hatırlar misin?
Pencerene açılan yol dönemecini.
Aralar mısın hatırama öyle her akşam
Ilık gülüşlerinin gölgesiyle yüklü perdelerini.

Bulutlar terkederdi şehri daima
Akşamları gemiler terkederdi.
Bir balkonun kalırdı sanırım
Kaybolan gölgelere aşina.

Vapur iskelesinde buluştuğumuz bir akşam
O akşam, erkenden ayrıldık ve sonra
Hâlâ hafızamızda devam ediyordu
Unutulmuş hayatı maviliklerin
Hâlâ hatırımdadır odama son gelişin,
Ve gitmeden önce
Saçlarını tarayışın hâlâ aynada…

Benim küçük öksüzüm, genç dulum
Ben senin hem baban, hem kocanım.
Erken tenhalaşan karanlık arka sokaklarda
Bütün servetin gibi ellerini
Avuçlarıma bıraktığın geceler
Sana küçük bir evden sözetmeliydim…

Uzun bir aşktan sonra tekrar
Bütün beni sevenleri hatırlıyorum
O şehirde bütün tanıdıklarım ve sen
Sen beni severdin
Sen iyiydin, güzeldin!

Necati Cumalı

Son

İçimden hep iyilik geliyor
Yaşadığımız dünyayı seviyorum
Kin tutmak benim harcım değil
Çektiğim bütün sıkıntıları unuttum
Parasız pulsuzum ne çıkar
Gelecek güzel günlere inanıyorum

Gelecek güzel günlere
Sonunda galip geleceğine eminim
İyiliğin, zekânın ve cesaretin
İmanım var zaferine
Aşkın, adaletin ve hürriyetin

Yetiştiğim halkın içinde
Bütün şiirini duydum
Çalışmanın ve sefaletin
Kulak verin işe gidenlerin türkülerine
Yorgun argın dönüşlerini seyredin.

Şairleri peygamberleri düşünüyorum
Yaşamak o kadar tatlı ki
Daimî bir sevgi içinde
Galip sesini işitiyorum hakkın
Asırlarca zulme ve işkenceye

Gelecek güzel günlere inanıyorum
İmanım var bereketine toprağın
Ve makinenin kudretine
Parasızım pulsuzum ne çıkar
Huzuru içindeyim rahata kavuşanların
Hayatının son senelerinde.

Necati Cumalı

İthaf

Küçüğüm, sen şimdi onsekizindesin
Güzelliğin gün günden dillere destan
Hatıramda herbiri seninle canlanan
İzmir’in günlerinde gecelerindesin

Sönmüş yanardağlar, kaleler eteğinde
Yüzyıllardır uyuyan şu bizim İzmir
O âşık kadınları, levent erkekleri nerde?
Sahiden yaşayıp göçtüler mi kimbilir?

Balkonlara, yalılara dalar düşünürüm
O günler uzaklaşan yelkenlerin peşi sıra
Akan bulutlar gibi geçmiş: ne iz, ne hâtıra!
Sır şimdi bunca güzel hayat, güzel ölüm!

Sır şimdi gözyaşları, saadet dilekleri
Bize gelen yüzyılların hikâyesi sır
Eski İzmir diye ne varsa şunun bunun bildiği
Yaşlıların kırık dökük anlattığıdır

Aşkı şehirler yaratır, şehirler yaşatır
Ben gönlümce yaşadım, gönlümce sevdim
Bilirim saadetim, yalnızlığım bundandır
Seni bulduğum, kaybettiğim günden bilirim.

Aşklarının tarihi bir şehrin tarihidir diyorum
Gün gelir aşklariyle anılır şehirler anılırsa
Niyetim sevdalı sözler etmek de olmasa
İzmir için ne yazarsam sana adıyorum!

Necati Cumalı

Aşkın En Güzel Yönü

Aşkın en güzel yönü
Belli bir başı vardır belli bir sonu
Sakınır bitkiler gibi büyütürüz
Açtığını görürüz derken solduğunu
Dere tepe düz sürdüğümüz tımarlı atlarımız
Varır uzun bir kışa girer salar tüyünü.

Aşk iki nokta arası en kısa çizgi
Ovalarmız tepelerimiz ıssız
Ayrı basınçlarla karşılaşırız
Erir yalnızlık yıllarını aysbergleri
Karşılıklı akıntılarımızın uğultusudur
Havlarımızda dönen dolanan ezgi.

Hep iki nokta arası hep çizgi içeri
Ten ısısıyla sıcak yataklarımız
Çıplak gövdelerimizn uyumu teri
Uçurduğumuz gökler baş dönmeleri
Hiç yoktan darılmalar barışmalarımız
Her sefer siler baştan boyarız yedi rengi.

Hep çizgi içeri bir uçta sen bir uçta ben
-Yaman bir sahra telefoncusu gibidir-
Uzar o aşk çizgisi aramızda tel çeker
Bulur seni beni bilinmez nasıl nereden
Örümcekli kentler kalabalıklar içinden
Her köşede yanyana burun buruna getirir

Çizgiyi geçtik mi geçtik, sen yalnız ben yalnız
Ondan öte ne dargın ne barışık
İki aşk ölüsüyüz salt iki tanıdık
Ah, bitti bitti bil ki bitti artık
Binde bir, bir yerde kaşılaşırsak
İki ölü gibi- o da belki- selâmlaşırız…

Necati Cumalı

Şarkılar

Ağladığını istemem ben ölürsem.
Beni en sevdiğin halimle hatırla.
Uzak bir yerde çalıştığımı düşün,
Hayatta olduğuma inan,
Bir gün gelir kendiliğinden
Geçer bütün üzüntün.

Her yeni gelen günü
Yeni bir ümitle beklemeli.
Her yeni gün,
Yeni havalarla gelir.
Gece, yağan yağmurla uyursun,
Sabah, bir de bakarsın odan güneşli.

Her gelen vapuru, treni
Yeni bir ümitle beklemeli.
Her gelen vapur, tren
Yeni insanlarla gelir.
Ben esmerdim güzelim,
Bu sefer bir sarışını seversin.

Aşk yaşayanlar içindir…

Necati Cumalı