Münacaat

rabbim bana bir cümle
öğret ki amel edeyim
bir cümle
yorgunluk şeytanına karşı
içimdeki firavuna
kulluğumu hatırlatan bir cümle
beş vakit için bir cümle
göğe ok atan nemruda
bir sivrisinek
sana avuç açan bana bir cümle
cuma için bir cümle
safları sık tutan
boşlukları dolduran cemaat için
bir cümle
kurban için bir cümle
gurbetten kurtaran
sana yaklaştıran bir cümle
kıble için bir cümle
istikâmet ve istikbal için
mücrim gibi bakmamak
titrememek için bir cümle
kırkta bir için bir cümle
malın kölesi olmamak
seni unutmamak için bir cümle

Suavi Kemal Yazgıç

Nat-ı Dîger

Günahtan gayri yok bir özge kârım yâ Rasûlallah
Geçer gafletle her leyl ü nehârım yâ Rasûlallah

Serâpâ dolmada defterler a’mâl-i kabîhimle
Kirâmen Kâtibîn’den şermisârım yâ Rasûlallah

Nide pervâz edem uçmağa ferdâ kalmışım âciz
Kemend-i nefs ü şeytâna şikârım yâ Rasûlallah

Eşiğin görmeğe bin cânım olsa eylerim kurban
O rütbe hadden aştı intizârım yâ Rasûlallah

Ölür isem gubâr-ı Ravzana yüz sürmeden tâ haşr
Döğünsün taş ile seng-i mezârım yâ Rasûlallah

Senin evsâfını kaabil midir etmek Şeref îfâ
Ne çâre elde yoktur ihtiyârım yâ Rasûlallah

Şeref Hanım

Bile Bile Çöle Öle

evlere ve şehirlere
kapısından girenlere…

ey çoğunluk,
azalın!
azalın siz çoğaldıkça
muaviyeleşiyorsunuz
birlik
putunuz olmuş
merhametten çok cezayı konuşuyorsunuz
daha kendi fethiniz tamamlanmadan
atlara bindirilmiş gövdeleriniz
biz kendi kalbimizi etmişiz işgal
toprakla son demde haşrediliriz
insan korktuğunu sevemez zaten
sevdiğinden korkar kaybetmemeye…
ali kim deyince ‘dördüncü halife’
‘hazreti’ dersiniz muaviyeye
ilmin kapısına savaş açmış kişiye
ashab olanı sakın benzetme efendime

muaviye hazretse oğlu imamınızdır
hüseynin  kesik başı bizim imanımızdır
evlere şehirlere kapılardan gireriz
alinin yolu beyt-i resulullahımızdır!

ey çoğunluk,
azalın!
azalın siz çoğaldıkça
emevileşiyorsunuz
elinizde olsa
herkesi cehenneme doldurursunuz
çünkü cennetiniz kalbiniz kadar küçük
aklınıza bir kalp uydurmuşsunuz
oysa vardır her kalbin içinde aklı
imanın tapusu avucunuzda
ey yolları kalplere rapteden haklı
sevaplar da güzel suçlarımız da…

dünya kendi etrafında dönen kerbeladır
yezid her “ben!” diyene hem vekil vükeladır
muaviye şamda, hasan el-valide vali
hüseynin gözleri bal, murtezanın eladır

ey çoğunluk,
azalın!
azalın siz çoğaldıkça
zaptiyeleşiyorsunuz
allahı kaydınıza geçirmek için ne de çok uğraşıyorsunuz
peygamber
işportanız olmuş
hadisler alıp hadisler satıyorsunuz
kitap
yardakçınız olmuş
ayetleri yorumlarken yeniden yazıyorsunuz
meyhanelerin de vardır bir allahı ey
cemlerin sazı secdelerin alnıdır
ne sakinin sunduğu bade harama
ne zemzemin dolduğu bardak helale
ağzımız diyorum sayın müslüman
kalbimize açılmazsa gider hebaya

çölden sonra zahiri aldılar elimizden
hak hala bizimledir sürer garibimizden
krallar ve devletler anlamaz sözümüzden
çün zalime dönmeyiz ehl-i sünnetimizden

ey çoğunluk,
azalın!
azalın siz çoğaldıkça
mülklüleşiyorşunuz!
şol dünya suları bütün tahtınız olsun
sularınız çekilir akıttığınız kandan
allah korusun bir yıkılırsa kabeniz
merak ediyorum hangi tarafa döneceksiniz
kabesi kalp olmayan her daim secdesizdir
kalbe duran secdesiz varır durur allaha
siz insanı atlayıp ona islam dediniz
bizim islam kalbimiz secde durur insana

sıddık üryan kalmıştı oysa bütün allaha
ali yoksul gelmişti yoksul gitti ervaha
resul mülksüz kavuştu tek varlığı mevlaya
kenz ahrete doğrudur infak sonlu dünyaya

ey çoğunluk,
azalın!
azalın siz çoğaldıkça
gurbetsizleşiyorsunuz
daha bin yıl burada kalacak gibi yiyorsunuz
garip olun garip kalın garip ölün garip
garip geldi bu ve de gidecek hep garip
o ispata yeltenen muhafız kimliğiniz
görmediği allaha nasıl eder biadı
siz allahın ismiyle kuranı çiğnediniz
yıldızlara ulaştı fatma anne feryadı

alper şiir söyledi, ezelin yaşıyladır
acısı resulüne atılan taşıyladır
alisinin sırtında hançerin başıyladır
hasanına sunulan ağulu aşıyladır
gözleri hüseynine bitmeyen yaşıyladır
evlad-ı kerbelayız biz susmayız zalime
başımız feda olsun alemlerin rabbine

Alper Gencer

Eski Yaram Tazelendi

Eski yârem var idi yürekde açıldı yine
Yer yüzüne kanlı yaşım yine saçıldı yine

Yüreğimin şerha şerha yâreleri bitmedi
Noldu yine n’oldu yine yâre açıldı yine

Yine ayın yenisidir deliliğim depreşir
‘Akl u fikrim konağından yine içildi yine

Tevbe vermişdi ki zâhid ‘aşk şarâbın içmeyem
Sındı tevbem dolu dolu yine içildi yine

Dediler idi bana kim ‘aşk kitâbın okuma
Fala bakayım dedim ol safha açıldı yine

Terziye ısmarladım Rûmîye zâhid donu biç
Tutmadı sözümü ‘âşık donu biçildi yine

Eşrefoğlu Rûmî

Kim İzin Verecek Rüzgara

Sen Mem u Zin’i
Ben Ferhat ile Şirin’i

Sen Cigerhun’u, Otuzüç Kurşunu
Ben Nazım’ı, Cihat’ı, Turgut’u

Sen gözleri deprem kızını kara çadırın
Ben Sürmeli Bey ağıdını

Sen Dicle’yi durgun ve nazlı
Ben Kızılırmak’ı, mağrur ve geniş

Sen Siverekli öfkeyi Fransız önünde
Ben dağların onuru Kamalı Efeyi

Sen Cudi’yi uçurum ve doruk
Ben Konya ovasını beyaz ve tenha

Sen düşmanını ağırlayan konukluğu
Ben son lokmasını konuğa sunan saygıyı

Sen karın türküsünü dağlardan dağlara
Ben köpük köpük büyüsünü denizlerin

Sen değirmen taşı bir zamanı boynunda
Ben göğsümde kadranı paramparça bir saati

Sen ancak benimle onaracağın acıyı
Ben yalnız seninle sileceğim utancı

Sınırların ardına çekebilir miyiz
Sınırların ardına neden çekelim ki
Sınırların ardında yalnızlık bitecek mi
Sınırların ardında yoksulluk daha mı az
Sınırların ardında ateş yakmaz su boğmaz mı
Sınırların ardında ölüm vakitli mi gelir
Sınırların ardında ay hilal ufuk hayal değil midir
Sınırların ardında aşk acı akşam hüzün vermez mi?

Ya nasıl ayırırız yıldızları
Kim geçiş izni verecek rüzgara
Bu tarifsiz ayrılığı güneşe kim
Yağmura kim kuşlara kim öğretecek?

Şükrü Erbaş

Hayatı satın alamazsınız hayat geçip gider

Ben insanların geceleri yatacak bir saçak altı bile bulamadıkları bir dünyada, başkalarının 500 metrekarelik malikanelerde yaşamasını anlamıyorum.

Öyle anlaşılıyor ki bizler, yalnız tüketme için yaratılıyoruz ve artık tüketemediğimiz zaman derin hayal kırıklığına uğrayarak kendimizi yok ediyoruz.

Asıl fakirler sürekli yaşamdan talepleri olan ve elde ettikleriyle yetinmeyen insanlardır.

Ben elimde hafif bir bavulla dolaşıyorum. Bu bana istediğim yaşamı sürdürmek için yeterli zamanı veriyor. Asıl özgürlük yaşamak için kazandığın zamandır.

Evsizler için ev, suyu olmayanlar için su lazım, ekmek lazım. Sen böyle bir dünyada özel uçağım olsun, oraya buraya gideyim diyorsun. Eğer herkes daha fazlasını isterse, bir gün kimseye bir şey kalmayacak.

Eski ruhani tanrımızı kendi ellerimizle kurban ettik ve artık market tanrının tapınağındayız. Bu yeni tanrı; ekonomimizi, politikamızı, alışkanlıklarımızı, yaşamlarımızı düzenliyor ve bizlere faiz oranları ve kredi kartları ile mutluluğun yeni adresini veriyor.

Hayatımın önemli bir bölümünde böyle yaşadım. Sahip olduklarımla iyi şekilde yaşayabilirim. Bu bir özgürlük meselesi. Çok fazla mülke sahip değilseniz kendinizi hayatınız boyunca köle gibi çalışmak zorunda hissetmezsiniz ve böylece kendiniz için çok daha fazla zamanınız olur. Garip bir yaşlı adam gibi görünebilirim ama bu özgür bir seçim.

En yoksul devlet başkanı olarak anılıyorum ama kendimi yoksul hissetmiyorum. Yoksul insanlar sadece pahalı bir hayat tarzına sahip olmayı sürdürmek adına çalışan insanlardır ve her zaman daha fazlasını, daha fazlasını isterler.

Gereksiz ihtiyaçlardan oluşan koca bir dağ yarattık. Bir şeyler satın alıyoruz sonra çöpe atıyoruz. Aslında boşa harcadığımız şey hayatlarımız. Bir şey satın aldığımızda ödemeyi parayla yapmıyoruz. Ödemeyi yaşamımızdan, para kazanmak için harcadığımız zamanla yapıyoruz. Aradaki fark ise şu: Hayatı satın alamazsınız. Hayat geçip gider. Ve hayatınızı boşa harcayıp özgürlüğünüzü kaybetmek korkunç bir şeydir. Hayatı satın alamazsınız hayat geçip gider.

Jose Mujica
Uruguay Devlet Başkanı

yolculuk ve hüzün

ne kadar gitsem o kadar uzak;
yaşlanınca inceliyor yalnızlık;
kurur insan hüznü akşama doğru;
kendim için edinilmiş yolculuk…

dağ yitiyor, ay seçilmez oldu, su battı;
şimdi sahiden her şey bir yorum;
o kadar hüzündüm ki, büzüldüm
ve artık kendimle örtüşmüyorum…

çok yokuşlar tırmandım, iniş olmadı;
kim örüyor, görünmüyor, duvarlar…
ey mevsim! vur hançeri de kopsun,
beni yazlara bağlayan bağlar…

Hilmi Yavuz

Onlara de ki, bir halk ancak yazarlarına para verince millet olur

Bir martın bir gününde 


Üçümüz, bir yarımadanın ortasındaki bir bahçede, bir Martın bir gününde oturmuş, ağzımızda akide şekeri varmış gibi konuşuyorduk.

Üç kişi, bir parkın hemen yukarısındaki bir otelin bahçesinde oturmuşuz. Mutlu bir dev, mütebessim bir sürgün, şanslı bir ben. Silme kuş dolu bir göğün altında. Rüzgâr unutulmuş bir mırıltı gibi esiyor, yosun kokusu geliyor en uzak denizlerden. Mutlu devin cep telefonu çalıyor. “Telefonumu üç kişi bilir, biri Mehmed, biri Selim, biri…” diyerek açıyor, sevgili eşine sevinçle sesleniyor.

Mart ayı, 2006 yılı.

Ben biraz gribim. Mehmed abi sağlıklı. Dev mutlu. Bir türlü kulağına yerleştiremediği telefona söylediği gülden hafif sözler buğu diye havaya karışıyor.

Cep telefonuyla arası pek de iyi değil. Bir keresinde oğlumla bisiklet sürerken aradı, uzun uzun konuştuk, bir gözüm bisikleti yampiri süren oğlumda. Heyecanla, yazması 20-30 yılı bulacak geniş roman konularından söz etti. Sesi kesildi birden. Biraz sonra sesi geldiğinde “demin konuşan o kız kimdi?” diye sorarken sesi tekrar kesildi. Kontörlü telefon diye bir şey vardı o zamanlar. Kontör biterken bir kadın sesi duyulur, “lütfen kontör yükleyin” filan derdi!

Yaşar Kemal…

İlk tanışmamızda da böyle coşkuluydu. Bilkent Üniversitesi’nin aracı ve bir emekçisiyle Esenboğa’da bekliyorduk. 2002. 15 Mayıs. Zülfü Livaneli’yle VIP’den çıktılar. Heyecanla oraya doğru yürürken, Saadet Partisi Genel Başkanı Recai Kutan’ı sol koluyla sarmış olduğunu gördüm. Havadaki kuşları dallarında toplamış bir ağaç neşesiyle, “selam söyle Necmettin’e” diyordu. Sonra ağzımda ağırlaşan sözcüklerle adına düzenlenen sempozyum boyunca kendisine gönüllü eşlik etmek üzere geldiğimi söylerken “Tu Kurd î?” (Kürt müsün?) diye soruverdi. Evet deyince, döşüne bastırıp sardı. Şoför, önde ben, Livaneli’yle ikisi arkada. Bir ışıkta mı durulacak, trafik mi sıkıştı; arabaların içinden, kaldırımda yürüyenlerden güzel bakışlar, el sallamalar, öpücükler. Büyük yazar demek bu demekmiş diye düşündüm.

Bir gün, uzun bir gündü, küçük ailem için şehrin öbür ucundan kalkıp gelmişti. Kürt şiiri üzerinde çalıştığımı söylediğimde, ilk çevirileri Cahit Sıtkı’yla yaptıklarını söylemişti. 1950’lerin karanlığında Tarancı’yla bir köşeye çekilir, birbirlerine Kürtçe şiirler okuyup çevirirlermiş. Uçuk hayallerime de katılan mutlu dev, hayallerimde nakşettiğim Ehmedê Xanî Kütüphanesi’ni duyunca atılmıştı: “Bütün kitaplarımı veririm o kütüphaneye, biliyor musun, içlerinde Gallimard’ın ansiklopedileri bile var!”

Bilkent’teki doktorada “Yaşar Kemal Semineri” dersi açıldı, 2004’te. Süha Oğuzertem, hepimizdeki yerleşik Yaşar Kemal’i değiştiren bir ders yaptı, bir dönem boyunca. Bir de baktık ki her romanındaki dil farklı. Her romanda başka bir yazar var. Bir derse çağırdık. Çıktı geldi. Sınıfa girerken döndü sevgili hocam rahmetli Talât Sait Halman’a, “Talât” dedi, “bu Selim’i doktoraya al, çünkü babası dengbêj!” “Aldık zaten” dedi Talât hoca da.

Selim Temo…

İngiltere’den döndüğüm bir gün, kış, 2011. Ayaza kesmiş bir bahçeden aradım bu kez. İnsan yormak istemezdi, ama anlatma iştahına tanık olmak o kadar büyük bir zevk ve büyük bir onurdu ki. Bir saate varan bir sohbet, yazması 20-30 yıl sürecek romanların konuları, yine, Akçasazın Ağaları’nın üçüncü cildi mesela. Aslında Bir Ada Hikâyesi’nin sonunu da ta 2004’te söylemişti bana. Adasını yakacaktı! Bu “son”u kimseye söyleyememek çok ağır bir yüktü! Demek o gün için 60 yılı bulan devasa edebiyat hayatında “insan”ı bu kadar vurgulayan bir yazar, kendi yüzyılı boyunca insanlığa söylediği her şeyi de yakmış olacaktı. Sonra dörtlemenin son kitabı çıktı. Kıyamamıştı oğlumun Yaşar dedesi, yakamamıştı adasını. Ancak Bilgi Üniversitesi’nin 12 Kasım 2014’teki fahri doktora törenine gönderdiği konuşma, dünyaya veda mektubuydu. Edebiyatın insanlığa karşı ne kadar sorumlu bir uğraş olduğunu söylüyordu, adasını son bir kez şeneltiyordu.

Bir muhacir, babasının öldürülüşünü görüp dili tutulmuş bir kekeme, bir gözü bıçakla oyulmuş bir yetim, bir yoksul, bir çok üşümüş, horlanmış bir Kürt, bir devrimci, bir dengbêj, bir aşık, ağıtçı bir flaneur, bir masalcı, bir vakur, bir anlatı dehası, bir dünyayı dolduran gövde, dünyayı saran bir döş, bir tebessüm denizi, bir umut her zaman vardır adası, bir insan.

Biz, üç kişi, üçümüz, bir yarımadanın ortasındaki bir bahçede, bir Martın bir gününde oturmuş, ağzımızda akide şekeri varmış gibi konuşuyorduk. Sürgün olanımız neşeli sohbete ciddi bir cümleyle ara verdi. “Güney’e gidiyorum” dedi mutlu bir ona, “Kürt hükümeti bana devlet nişanı verecek. Bir mesajın var mı Yaşar baba?” Baktılar birbirlerine. Beni ve çayları unuttular. İkisinin de gözleri doldu. Sessizlik uzun bir kış gibi uzun sürdü.

Mehmed Uzun…

Onlara, onları çok sevdiğimi söyle” dedi Yaşar Kemal, nice sonra. “Benim” dedi “30 kadar romanım var. Hepsini Kürtçeye çevirtsinler.” Bana döndü, “Selim yapar” dedi. Mehmed Uzun’a dönüp devam etti: “Onlara de ki, bir halk ancak yazarlarına para verince millet olur. Fransızca ya da İngilizce için çok daha fazlasını alıyorum. Onlardan ise 100 bin dolar istiyorum. O parayı göndersinler. Bankaya gideyim. Oradaki kıza ‘kızım, Kürtler bana para göndermiş, ver bakalım’ diyeyim. Kız parayı masanın üstüne koysun. Kürtlerin parasını döşüme bastırıp bir güzel ağlayayım. Sonra telefonumdaki üç numaradan seninkini bulayım. ‘Mehmed’ diyeyim, ‘bana pêşmergelerin şehit derneklerinden birinin hesap numarasını bul, parayı oraya yatırayım!“”

Üç kişi, bir yılın bir Martının bir gününde, bir dünyanın bir yerinde oturmuş konuşuyorduk. Şimdi ikisi bir dünyanın üzerinde değiller. Biri ona verilen nişanı almak için gittiği ülkesinin özgür parçasından dönerken kansere yakalandığını öğrendi, bin yıllık sürgünle vedalaşıp Dicle’ye bakan bir yamaca devrildi. Biri sesi, harfleri ve umuduyla doldurduğu dünyanın sıcak döşüne evleri, gölgeli avluları, ovaları, yeşil ahlatları, mor meneviş dağları, şiirli göçebeleri, azat kuşlarını, balıkçı türkülerini, kütüphane raflarını, karıncaları, kuşların tilmizini, hülyalı bir aşiretin kül olmuş çadırına serilen bir kilimdeki bir geyiği, mavi kelebeği, kınalı keklikleri, otları sarartan rüzgârları, sınır boylarını, hapishane kapılarını, erken baharın üşüyen sularını yetim bırakarak girdi.

Ben her birinin yasını tutuyorum!

DEM

“Gözlerinde yarışı kaybetmiş bir Arap atının kederi vardı!”

Yaşar Kemal (1923 – 28 Şubat 2015)


Ardım Sıra Gel

Solgun zambağın güzel kokusu
Düşlerime bir süs gibi çöküyor.
Zambaklar kıyamet habercisi,
Bu dünyada kalmayacaksın, diyor.

Gönlüm huzura kavuşur benim,
Ne ki hiçbir şey sevindirmez inan.
Unutma, geçince son günlerim,
Anla beni, yok olduğum zaman.

Bilirim dostum, kısa bir yol var,
Bu zavallı vücut yorgun düşecek.
Bilirim: Aşk güçlü ölüm kadar.
Yok olduğum zaman, sen ol sevecek.

Gizli bir andı duyar gibiyim…
Bilirim, o yürek aldatmaz bir an.
Ayrılıp seni unutacak kim!
Ardım sıra gel, yok olduğum zaman.

17 Ekim 1895

Zinaida Gippius

Efsunlu Şehir

Saçlarına nur yağmış dünyanın güzel kızı.
Kutlu fetih tacını takmış seher yıldızı.
Sana âşık sultanlar görmemiş böyle nazı.
           Sultan Mehmet misali hırslandığım İstanbul!
           Anne gibi göğsüne yaslandığım İstanbul!

Resûl’den selam gelmiş Ulubatlı Hasan’a.
Cennet bağrını açmış uğrunda ölen cana.
Fatih’i gördüğün gün, düğün gecesi sana.
          Her yıl fetih sabahı süslendiğim İstanbul!
          Anne gibi göğsüne yaslandığım İstanbul!

Senin adın lâledir, menekşedir, sümbüldür.
Mavi bakar gözlerin, yanağın gonca güldür.
Mor salkımlı bahçede uyandıran bülbüldür.
          Tarih akan çeşmeden beslendiğim İstanbul!
          Anne gibi göğsüne yaslandığım İstanbul!

Adalar kızlarındır: Burgaz, Sedef, Kınalı…
Boğaz ‘da Beylerbeyi , Küçüksu’ya sevdalı.
Asırlardır hisarlar birbirine vefalı.
           Her bahar Emirgân’da ıslandığım İstanbul!
          Anne gibi göğsüne yaslandığım İstanbul!

Dolaşır dilden dile bir aşkın hikâyesi,
Şahitmiş olanlara hüzünlü Kız Kulesi.
Çalınır Çamlıca’da o günlerin bestesi,
         Dinledikçe her akşam hislendiğim İstanbul!
         Anne gibi göğsüne yaslandığım İstanbul!

Servili bahçelerde Yahya, Sümbül Efendi.
Sonsuzluk aleminde, sultanın serbülendi.
Bir gece baktım sana saçların tütsülendi.
         Aşiyan’da düşünüp uslandığım İstanbul!
         Anne gibi göğsüne yaslandığım İstanbul!

Kol kanat gerer sana, Eyüp Sultan ve Yuşa.
Nöbette Sultangazi, nöbette Bayrampaşa.
İstanbul candan öte, söylensin uçan kuşa.
           Hüznünü, sevincini üstlendiğim İstanbul!
          Anne gibi göğsüne yaslandığım İstanbul!

Ebedi olsun ömrün, cihana bedel şehir.
Renklerin hiç solmasın, efsunlu güzel şehir.
Sende mutlu mısralar, süslenmiş gazel şehir.
          Her gün tepelerinden seslendiğim İstanbul!
         Anne gibi göğsüne yaslandığım İstanbul!

Hüseyin Emin Öztürk