Ölen Çocuk

Hem dost, hem düşman evren,
Doldurdum yıldızlarını keseme,
Veda, veda ediyorum sana.
Bırakıp bırakıp seni böyle
Gitmek bir mucize kuşkusuz,
Babamın söylediğine göre.

Sen öyle büyük, ben öyle küçüğüm ki :
Ben bir hiçim, sense her şey
Ben hiç olduğum için böyle,
Gidebilirim yoluma. Yükselmeden,
Düşmeden, çünkü hiç kımıldamazsam eğer,
İzim kalmaz gününde.

Bazı anılar kalır, diyorlar
Öteki yerde, yağmurda çimen
Toprakta ışık, denizde güneş,
Geçici bir iyilik, hayalet gibi bir yüz,
Ama kararıyor dünya. Bir yer yok
Ne kendisine, ne de hayaletine.

Baba, baba, korkuyorum bu havadan
O uzak yanından umarsızlığın,
O soğuk, soğuk yerden esen.
Hangi ev, hangi destek, hangi el?
Bakıyorum sonsuzluk hiçlikle dolu,
Ve şu koca yer yuvarlağı zayıflıyor, eskiyor.

Tut elimden, sıkı tut – ben değişiyorum!
Tut ki, elinde elim artık hiç değişmesin
Seninki değişse bile. Sen burada, ben orda,
El ele umarsız iki yaprak –
Bilmiyordum ölümün bu kadar garip olduğunu.

Edwin Muir

Bir Ayağım Cennette

Bir ayağım cennette, durup
Bakıyorum karşı kıyıya.
Dünyada koca gün sona ermek üzere,
Ama ne garip ektiğimiz şu tarlalar
Sevginin ve nefretin tohumlarıyla.
Zamanın emeğine rahat vermiyor zaman,
Hiçbir şey ayıramıyor artık
Buğdayla burçağı yan yana biten.
Saplara sessizce dolanan
O süs otları; bunlar bizim işte.
Kötülükle iyilik yan yana
Hasadını toplayacağımız
Hayır ve günah tarlalarında.

Gene de cennetten sürüyor kök
Başlayan gün gibi tertemiz.
Zaman’toplayıp yemişlerini
Yakıyor o ilk yaprağı
Korkunun, acının biçiminde
Kış yollarında uçuşan.
Ama aç tarlayla kararmış ağaç
Çiçek açıyor bilinmeyen cennette.
Acının, iyiliğin tomurcukları
Yalnız bu karanlık tarlalarda açıyor.
Cennet nasıl bilebilir
Umudu ve inancı, acıma ve sevgiyi
Gömülü kalmışsa hep
Bellek buluncaya dek kendi definesini?
Cennette hiç bu garip mutluluklar
Yağmaz şu bulutlu göklerden.

Edwin Muir

Bakın! Bir Çocuk Doğdu

Taşları sanki birdenbire değişen ve umutla,
Kendileri gibi somut bir umutla, içgüdüye dönüşen
Bir evi ve o evin güzel bir sıcaklıkla ısınan havasını düşündüm;
Sevgi ve özlem dolu canların sıcaklığını,
Bir çocuğun doğumunu bekleyen o eve egemen gülümseyen kaygıyı.
Duvarlar kulak kesilmiş, fısıltıyla konuşuyordu herkes.
Yalnız ananın hakkıydı inlemek ve yakınmak.
Sonra da bütün dünyayı düşündüm. Kimin umurunda onun çabası,
Kim kucaklamak ister onu böyle bir sıcaklıkla?
O soylu amaca hiçbir katkısı olmayan kısır kalabalığın
Korkunç şamatası duyuluyor ve gelecek belirsiz.
Sakat bir doğum bu, o sıcacık evde, anasının karnında dönen
Ve daha şimdiden yaşamaya başlamak ve bir balık gibi
Tarihin akışına sıçramak için en uygun koşulları arayan,
Zamanı gelince de olgun bir meyve gibi dünyaya düşecek
O çocuğunkine hiç benzemeyen.
Ama nerede o Geçmiş, dönüp de Zamana gülümseyerek
Gözyaşları içinde yeni doğan oğluna seslenir gibi “Seni seviyorum,” diyecek?

Hugh MacDiarmid

Satıhta

Rüzgâr çürüdü, yelkenler fora!

Kayıyor ılık, peltemsi sıvıda
âteş gemisi ağır salınımlarla.
Açtığı yarık, o mecâlsiz, hâre
si yitmiş dalga, kapanıyor
hemen ardında.
Anla, izi kalmaz hiçbir
yolculuğun buralarda.

İskandil ulaşamıyor dibe. Kadim
kalıntılara. Meçhûl metaller gibi
uyuyor derinde, akkor arzular da.

Kutbu yok, kıblesi yok, yıldızı yok!
Nihayetsiz bir sefere çıkarken…
Yol, nedir ki yolcudan başka?

İşte teknem soğudu, saplanıyor pıhtı
laşan sıvıya. Meğer böyle hız keser
Miş her yol alış, bu ağdalı, bu yapış
kan asırda.

Tayfalar ki içli harflerdir, dalgın,
karanlık bir unutuşa benzeyen
maceramızda.

Şiir, ey mutlu fosil. Yırtık hayal
kalyonu. Süslü batık

İliştirilir bir gün elbet asri
hayat koleksiyonuna. Ne fayda?
Dilim ki nicedir tenime ezâ!
-Her şey o kadar apaçık ve satıhta!

Vural Bahadır Bayrıl

Korkuyu Beklerken

Fakat aramızda bir gerginlik olduğunu da sezmiyor değildim. Yalnız ne var ki, uzun sürmüştü bu gerginlik; alışmıştım.

*

Garip kaderime gülümsedim; aynaya bakarak tabii. Tatlı bir gülümseme. Eski neşemi kaybetmediğimi göstermek için. Sonra durgunlaştım. Neden? Unuttum. Dur, hayır; unutmadım. Yalnız kaldıkça, yalnız kalmaktan korktukça… Aynadan uzaklaştım; fakat, biliyordum, böyle bir düşünceydi. Köpekler sinirimi bozdu, şimdi kendime gelirim. Buldum: Yalnız kalmaktan korktukça yalnızlığım artıyor. Bu sefer gerçekten gülümsedim. İster görün, ister görmeyin; gülümsedim işte. Her şeyimi kaybetmedim daha; çıkmayan candan ümit kesilmez, havlayan köpek ısırmaz. Hay Allah kahretsin!
*
Çünkü zarfım yoktu evde. Çünkü kimseye mektup yazmadım. Çünkü kimse bana mektup yazmazdı. Korktum. Çünkü, ‘demek ki’ diyemeyeceğim bir yerlere gelmiştim. İçime bir ağrı saplandı. Ne olurdu bir ‘demek ki’ daha diyebilseydim. 
*
Hemen okumadım. Beni bu kadar heyecanlandırmış olan bir şeyi, koridorda, ayak üstünde harcamaya gönlüm razı olmadı. Salona girdim, bütün ışıklan yaktım, sallanır koltuğuma oturdum. Sigara paketini unutmuştum ceketimin cebinde. Yarabbim! Her şeyi birden hiç akıl edemeyecek miydim? Sigarayı, acele etmeden yaktım, bir iki nefes çektim. Gerçek heyecanım geçmişti; kendimi ancak düşünerek heyecanlandırabilirdim artık. 
*
Yakında oturan bir yabancı var mıydı? Yürürken başını, kurumuş yapraklardan kaldırarak biraz çevrene baksaydın bilirdin. 
*
Ah, ne kadar öylesiniz! İşte ben bile, bunları bilmenin ezikliği içinde, yolda bana bir şey soran bir yabancıya yardım etmek için çırpınırdım; ona, uzun uzun bir şeyler tarif ederdim. Eve dönünce de, yabancıyla konuşurken yaptığım yanlışlıkları hatırlayarak kendi kendimi yerdim.
*
Bugün biraz gariplik hissettim içimde. Otobüste biletçiye para verirken neredeyse gülümseyecektim.
*
Adres kısmını karıştırdım. Bazı isimleri artık silmeliydim; hayır, yeni bir deftere geçirmeliydim. Bütün hayatım ayıklamakla geçti, gene de bitiremedim süprüntüleri atmayı. 
*
Yazma işini bıraktım. Esaslı bir adam olsaydım bırakmazdım. Her davranışımın yansında, başka bir heyecana kaptırıyordum kendimi. Heyecan mı? Bak bunu unutmuştum, diye mırıldandım. (Yalnız olunca insan daha rahat davranır: mırıldanır.) Klasik, yani ölü dillerle uğraşan bir üniversite öğretim üyesiydi bu arkadaşım. Öğretim üyesi. İnsanın, kartvizitine yazabileceği bir altlık, adını alttan besleyen bir destek. Bana da bir zamanlar, gel şu üniversiteye gir demişti; asistan olursun. Hayır, ben zengin olacaktım; kendi başıma yaratamadığım heyecan havasını, parayla satın alacaktım. Şimdi onun arabası var, katı var; bir insanın daha başka neyi olabilir? Ben, otobüse biniyorum; yüksek düşüncelerimi anlayamayacak kimselerle birlikte yolculuk ediyorum, yüzlerine bakıyorum: Hayır, anlamıyorlar. Üniversitedeki arkadaşım çok yorulunca, atlıyor arabasına; istediği yerde başını dinliyor. Ben sadece bir kere, otobüsle yapılan toplu bir gezintiye katıldım: Rezalet! Onun ayrıca tezleri var, yazıları ve kimsenin bilmediği ölü dilleri var; istesem de ona yetişemem. Kafamda yetişirim tabii. Sen kendini teselli et. Öğretim üyesi kim bilir ne esaslı şeyler düşünüyor şimdi? 
*
Telefona davrandım. Acaba iyi bir şey olacak mı? Hayır! dedim kendime. İyi şeyler birdenbire olur; bu kadar bekletmez insanı. Sürüncemede kalan heyecanlardan ancak kötü şeyler çıkar. Ya da hiç bir şey çıkmaz.
*
Ne zaman vaktin var? dedi. Her zaman. Ona bu sözü söylemedim tabii. Her zaman vakti olanlara saygı duyulmaz.
*
…kelimeye vurulması çok güç olan birçok şeyi birden gözümün önünden geçiriyordum; kafamda birçok film üst üste oynuyordu. Ben bu işin içinden çıkamayacaktım. 
*
Köpeklerin yanından biraz tedirginlikle geçtim. Nedense, başlarını bile çevirip bakmadılar bana; belki de kedilerle, çöp tenekeleriyle meşgul oldukları için. Belki de dün gece bir yanlışlık oldu. Gergin oldukları bir sırada geçtim oradan. Belki, kimi görselerdi havlayacaklardı.
*
Sonunda, gururu bir yana bırakıp, yolumu sormaya karar verdim. Bazılarına, çok hızlı yürüdükleri için yetişemedim. Arkalarından koşarak Ölü Diller Bölümünü soramazdım ya. Bazı tarifler de belirsizdi: Koridorun sonu ne demekti? Bir koridor bitmeden başka bir koridor başlıyordu. Mesele çıkarma dedim kendime. Bir iki yanlış kapı açtıktan ve başlarını kaldırarak gülümseyen insanlar gördükten sonra buldum.
*
Bu arada, nasıl oldu bilmiyorum arabamı nereye bıraktığımı sordu. Yani, öylesine sordu; içinde bir kötülük yoktu. Fakat bu araba, insanlarla aramda ortak bir konuşma dili yaratılmasına engel oluyordu.
*
Ayrıca ihtiyatlı olmalı; insan, kafasındaki meseleyi durmadan düşünmeli ki sonuçla birdenbire karşılaşmasın. Yalnızlığa dayanmanın en önemli şartı, her şeye karşı hazırlıklı bulunmaktır. 
*
Kolay bir iki gün geçirdim: Geceleri başkalarına yemeğe gittim. Arada hiç boşluk bırakmadım: İşlerim için koşuştum, onları biraz düzelttim; yanıma bir kitap alarak otobüste, yazıhanede öğle tatilinde, otobüs beklerken okudum (pek bir şey anlamadım); eve geç döndüm ve yatakta Latince-İngilizce-Türkçe (dilbilgisi) çalıştım; sabahları ortalığı topladım; sinemaya gittim, reklam filmlerini bile seyrettim; arada gene kitap okudum (hayatım bir düzene giriyordu); yüksek ağaçlı yollarda yürüdüm (bir tanıdık beni görmüş, Düşünceli gördüm seni, nereye gidiyordun? dedi. Ben mi düşünceliydim?); bir gün eve dönerken yoldaki çingenelerden adını bilmediğim bir demet çiçek bile aldım.Hemen teslim olmadım yani; fakat güzel şeylerin bir gün biteceğini biliyordum (çiçekler taze değilmiş, bir günde soldu). Bütün hayat bunlarla doldurulamazdı; bir gün düşünmek zorunda kalacaktım. ‘Norgunk!’ demişlerdi bana, beni uyarmışlardı (ya da dikkatinizi çekeriz gibi bir şey söylemişlerdi). 
*
Neyse, ben gidecekmiş gibi hazırlanayım (nereye?): Gitmezsem sevinirim.
*
Bütün gün kılımı kıpırdatmadım. Akşama doğru biraz bahçeye çıktım; bir sandalyenin üstünde, kitap okumaya çalıştım. Bir haftadır okumak için uğraştığım ve her birinde en çok dokuzuncu sayfaya gelebildiğim on sekiz kitaptan biriydi elimdeki. 
*
İşte savaşmadan yenilmiştim.
*
Büyük bir fırtınaya tutulmuştum. Evet, yabancılarla dolu, bana yabancı olanlarla dolu, uçsuz bucaksız bir denizin ortasında yalnız başıma kalmıştım. Düşündüm. Avcuma aldığım nohutlara bakarak hayatımı, ne işe yaradığını bilmediğim zavallı yaşantımı düşündüm. Nohut ve makarna gibi, bir araya getirilemeyen parçalardan oluşan günlerime acıdım. 
*
Sonra, çalışmalarımı kısa bir süre için ertelemeye karar vererek, ortaya saçtıklarımın hepsini aceleyle eski yerlerine tıktım. Nedense, çıktıkları yerlere sığmadılar. 
*
Güneşin beni ısıtmasını, biraz canlandırmasını istiyordum. Onlar ya da ben, yenilgiye uğruyorduk. Kimin kaybettiği pek belli değildi. Çatışma açıkça olmuyordu. Gözlerim yanıyordu; güneşe, güneş ışınlarının çevremdeki yansımalarına bakamıyordum. 
*
Bir süredir biriktirdiği ve anlayışsızlığım yüzünden ortaya seremediği sözleri yığdı üstüme:
*
Sonra, fotoğraflan albümlere yerleştirmeye başladım (Tarih sırasında bazı yanlışlıklar oldu herhalde.) Yüzüm, günden güne hiç değişmediği halde (bunu, her sabah aynada yaptığım gözlemlerle biliyordum), resimler arasında vahim farklar vardı. Bu değişikliği, yüzümde izleyemediğim için üzüldüm; hiçbir şeyin gelişimini (ya da çöküşünü) izlemek mümkün olmuyordu. Fotoğraflarımda, hep bir şey düşünüyor gibiydim. (Günlük tutmalıyım; hiç olmazsa düşüncelerimin gelişimini ya da çöküşünü izlemeliyim.)
*
Ülkeme ve insanlarına kızmaya başladım: Kimsenin doğru dürüst okuduğu yoktu. Doğru dürüst hissetmesini bile beceremiyorlardı. Bu yüzden insan, duyduğu şeyleri söyleyen insanların kültürüne güvenemiyordu. 
*
Düşünme! dedim kendi kendime, düşünme. Düşünmeyi bile bilmiyorsun. Önündeki işe devam et: Birbirine benzemeyen fotoğraflarını yapıştır yan yana, bir işi de sonuna kadar götür. Ölmezsin ya. Belki de ölürdüm. Belki de ölmemek için, hiçbir işin sonuna kadar gitmiyordum. Böyle küçük çalışmaların üst üste eklenmesiyle doluyordu zaman. Ben de kelimeleri birbirine yapıştırarak yaratıyordum zamanı.
*
Aman yarabbi! Yapmam gereken ne kadar çök iş vardı! İyi ki şu mektubu almıştım. Yapacak bu kadar çok işimin olması birden sevindirdi beni: Yapmasam da önemli değildi; yapacak işlerim vardı ya. Acaba, yarım bıraktığım kitapların kaçıncı sayfasında kaldığımı hatırlayabilecek miydim? 
*
Bir yerden sevmeye devam edebilir miydim? Çünkü sevmek, yarıda kalan bir kitaba devam etmek gibi kolay bir iş değildi. Ya hiç sevmemişsem bugüne kadar? Bir kitaba yeniden başlamak gibi, sevmeye yeniden başlamak pek kolay sayılmazdı herhalde.
*
Tabiattan, payıma düşen çok az şey kalmıştı. Ömrümü eşya ile geçiriyordum. 
*
Tabiatı sevdiğimi göstermek için, medeniyetten kaçan insanların görünüşüne bürünebilmek için, bu Allahın belası ıssız yerde bahçeli bir ev tutmuştum; fakat bahçeyi otlar sarmıştı. Hiçbir ağaç çiçek filan yetiştirememiştim buraya geldiğimden beri. İki kiraz ağacı da kurumuştu bu arada. Bir saksı bile koymamıştım; ne eve, ne de bahçeye. Gösterişten ibarettim. 
*
Kendime acımak istedim. Mutlak bir ümitsizliğe düşmek istedim. Belki tam düştükten sonra çıkmak kolay olurdu. Fakat, bütün bu düşündüklerimin, kelimelerden ibaret olduğunu biliyordum. Pencereye yaklaştım, başımı yukarı kaldırarak gökyüzüne baktım. Ay oradaydı. Bildiğim ay. Hayır, ben adam olmazdım. Gerçek bir acı duyduğumdan bile kuşkum vardı.
*
Hep kötü olaylar, can sıkıcı yaşantılar tekrarlanıyordu; güzellikler, bir kere görünüp kayboluyordu. 
*
Heyecanlarımı hep gelecekteki günler için saklamıştım; babam öldüğü zaman yeteri kadar üzülmemiştim, mezarın başında küçük ayrıntılara takılmıştım. Bir ağacı, kuşu filan seyrederken değil, düşünürken sevmiştim. Hayır belki de kendimi yaşanacak güzel günler için saklamamıştım: belki de sadece duygularımda her zaman biraz geç kalıyordum. Babam öldükten iki yıl sonra bir akşam üzeri, biraz üzülür gibi olmuştum. Bazı kitapların da yıllar geçtikten sonra anlamlarını sezmeye başladım. Babam ölmüştü. Eski kitapları da okuyamazdım artık. Bu konularda kendime fazla etki edemedim. Kötü bir öfke kaldı geriye; bahçedeki otların düzenlenmesine yararı olmayacak acı bir öfke. Bir kenara ittiler beni; işimiz acele, seni bekleyemeyiz dediler. 
*
Ben ucuz bir romandım. Hayır, kötü bir edebiyatın bile bir gerçekliği vardı: Can sıkıcı taklitçilikleri bile benden gerçekti. Ben yoktum; hatta ben yokum, olmadım diyemeyecek bir yerdeydim; kelimeler bile yan yana gelerek beni tanımlamak istemezlerdi. Ne olurdu benim de kelimelerim olsaydı; bana ait bir cümle, bir düşünce olsaydı. Binlerce yıldır söylenen milyonlarca sözden hiç olmazsa biri, beni içine alsaydı! 
*
Yaşasaydı acaba nasıl olacaktı? Çiçek açacak mıydı? Benden sorumluluk gitmişti. Saksıyı çukurun içine attım. Eve, yalnızlığıma döndüm.
*
Sıcak sonbahar bitmişti, birden serin bir sonbahar gelmişti. Bu şehirde yazın ve kışın varlığı pek iyi anlaşılmıyordu. Tabiata biraz daha dikkat etmeye karar verdim. (Bu sefer, sarı yapraklar kaybolmadan onları uzun uzun seyrettim. Her zaman kaçırırdım da. İnsanlar ne buluyordu bu sarı yapraklarda? Yağlıboya tablolarda gene neyse, fakat yerde? Bilmem ki.)
*
Yetişemedim. Yetişebilir miydim? Kaldırıma oturdum soluk soluğa; ağlamaya başladım. Yani öyle bağırarak değil, hafif gözyaşlarıyla. (Hiçbir işi gürültülü yapamazdım.) 
*
Ben! diye bağırdım bütün gücümle. Sonra adımı tekrarladım birkaç kere. Ben, burada gizli bir mezhebin kurbanı olarak bir saksı çiçeği gibi kuruyup gidiyorum. Ben, çiçeklere bakmasını bilmediğim gibi, kendime bakmasını da bilmiyorum. Ben, yalnızlığı istemekle suçlanıp yalnızlığa mahkûm edildim. Bu karara bütün gücümle muhalefet ediyorum. Ben yalnızlığa dayanamıyorum, ben insanların arasında olmak istiyorum. İnsanların düşmanlara da ihtiyacı vardır.
*
Yeni bilgiler öğrenmek bir yana, eski bildiklerimi unutmaya başladım. Düşüncelerimin doğruluğunu ölçmekten yoksun kaldım artık. Kimsenin gözünde, anlattıklarımın yansımasını göremiyorum, artık? Her şeyi unutuyorum, noktalamayı bile? Ünlem işaretinin nerede kullanılacağını bilmiyorum? Üstelik ne ıstırap çekmeyi ne de gerçekten korkuyu öğrenebildim (ya da öğrenemedim). Hangi sözü kullanacağımı bilmiyorum. Yalnızlığımın yalnız bana zararı dokundu. (İşte, bir cümlede iki kere yalnız’ kelimesi kullandım.) Yenildiğimi kabul ediyorum? Gizli mezhep kuvvetlerinin geri çekilmesini istiyorum. Burada konserve yemekten ve kitap okuyamamaktan bıktım. Söz veriyorum: Bana eski durumum bağışlanırsa, evi saksılarla dolduracağım ve böceklerin evi istila etmesi pahasına, yerlerin ıslanması pahasına onlara bakacağım. Tabiatı seveceğim, insanları seveceğim, yurduma yararlı olmaya çalışacağım, hiçbir düzene karşı çıkmayacağım. Herkese güleryüz göstereceğim, eleneceğim, çocuk yetiştireceğim, onların altını değiştireceğim, gece uyutmak için sabırla masal anlatacağım, dedikoduları dinleyeceğim, ilgi göstereceğim, ilgi!
*
Korkuyla beklemek, korkuyu beklemek gereksizdi; 
*
Ben, liseyi bitirdikten sonra üniversiteye girmek isterdim; babam ölmeseydi, birden kendimi yorgun hissetmeseydim. Annem de çok isterdi okuyup adam olmamı, para kazanmamı; bu yüzden serbest bir meslek seçtim ve başarıya ulaşamadım. (Önemi yok, önemi yok.) Memur da olsaydım, başarıya ulaşamayacaktım; zaten memur olmak, başarıya ulaşamamak demektir. Bana öyle söylemişlerdi. Memurun kamuyla bir ilgisi vardır, çünkü ona kamu kesimi denir; ben serbest kesimdeyim. Çok kazanmak istiyordum; fakat bu dünyada biliyorsunuz ancak işini bilenler kazanır. Ben de işimi bilmek istiyordum. Bu yüzden çok okuyordum. Birçok şeyi biliyordum. Şimdi bildiklerimi unutmamak için büyük bir savaş veriyorum.
*
Ben, oldukça hor görülmekle birlikte, bir vatandaşım. Vatandaşın hakları şunlardır: Bir: İstediği gibi gezer, yani seyahat hürriyeti vardır. Ben, bugüne kadar bir yere gidemedim, pek fırsat olmadı, para kazanmakla uğraşıyordum, fakat borçlardan bir türlü kurtulamadım. Seçmek de hürriyettir, insan istediğini seçer; fakat o seçtiği kimse, seçimi kazanmayabilir, çünkü demokrasi vardır.
*
Üç çeşit hafıza vardır: Göz hafızası, kulak hafızası, el hafızası. Bunlardan en iyisi el hafızası, yani yazarak öğrenmektir. (Ara sıra biraz da yazmalı. Dur bakalım, bir kerede yirmi filozof, on beş romancı, on devlet adamı, yirmi şair yazabilecek miyim? Sonra yazarsın, şimdi kendinden bahset.) Küçükken kabakulak oldum. Suçiçeği de geçirdim. Tifo olmadım. (Olmadıklarını bırak.) 
*
hiçbir dediğinizi yapmayacağım, çünkü yoruldum, çünkü her şeyi birbirine karıştırdım, çünkü bu dünyada gizli mezhep bile sonunda gelip Beni buldu fakat sevebileceğim bir kadın, bol para, insan yakınlığı beni hiç bulmadı. Ben de üç yıl dört ay önce acılaştım, huysuzlaştım, hiçbir şeyi beğenmez oldum para kazanamayacağımı, insanları sevemeyeceğimi anlayınca uzaklara gittim, kimse beni bulamasın diye. Onlar da beni ciddiye aldılar, gelmediler; sadece gizli mezhebi gönderdiler. Mezhepler, resmi dinden ayrılmış ve din kitaplarınca, papazlarca, hocalarca filan uygun görülmeyen… hayır onlar tarikatlardır; mezheplerin yalnız gizlileri kötüdür, bugün din ve dünya işleri ayrılmıştır, fakat kanun var diye suçlar ortadan kalkmamıştır. Her suçun bir cezası vardır ve insanlara karşı işlenen suçların çok cezası vardır; iki aydan başlar, dokuz aya kadar, on aya kadar, bir yıla kadar, ebediyete kadar..
*
Sonra, kötülük neredeydi, kötülük? Görünüşte hep sevgi, ahlak, güzellik sözleri vardı ama, bir yerde kötülük olmalıydı; gizlilikten bir kötülük doğmalıydı.
*
Kötü insanlar da bir araya geliyordu. Sonra, biraz daha okudum; bütün mezheplerin, dinlerin öteki dünya ile yetinmediğini, yalnız Allaha varmak düşüncesiyle tatmin olmadıklarını sezer gibi oldum. Başkalarına üstün olduklarını hissetmek, onlardan farklı yerlere vardıklarını elle tutulur bir biçimde görebilmek için kurbanlar seçtiklerini gördüm. En zavallı insanlardan kurbanlar buluyorlardı; ne dünyanın ne de ahretin farkında olmayan ve bir ekmek parası için ezilmişliklerini satan insanlardan yararlanıyorlardı, onları kötü ruhlar sayarak cezalandırıyorlardı.
*
Ona içimi döktüm. Artık kendimi savunacak gücümün kalmadığını söyledim.
*
Ona, okuduğum kitapları gösterdim. Beni cahil sanmasını istemiyordum.
*
(İnsan biraz şüphelenir benden, salak herif! Kimse kimseyle ilgilenmiyor ki.) 
*
Nedir bu başımıza gelenler? dedim Biz sözüyle ne demek istediğimi bilmiyordum. Herhalde, kendimi çok yalnız hissettiğim için ‘biz’ dedim. Sonra, ayılınca bunu hatırladım. Biz eve dönmeyelim artık, dedim. Bir otele gittim yattım. 
*
İşte gene, nereye gideceğimi bilmez bir durumda sokaklarda sürtüyorum. Evde korkuyla beklerken ya da korkuyu beklerken geçen zamanın ne de olsa bir önemi vardı, bir geleceği vardı.
*
Şimdi artık her şeyi kaybetmiştim. Bir yanlışlık olmuştu belki. Bu ülkede her şey çığrından çıkıyordu; her şey çözülüp, gevşeyip, dağılıp gidiyordu. Bir keresinde de bir kızı sever gibi olmuştum; bu kız bana söylemişti, her şey gibi aşk da soluklaşır demişti. Kendi de soluk benizli, zayıf bir şeydi. Dediği gibi olmuştu. Aşk da soluklaşmıştı.
*
Çok yoruldum, diye söylendim, bir ağacın gövdesine yaslanıp; dolaşacak, evden çıkacak gücüm kalmadı. Evlensem iyi olacak.
*
Nerelerdesin? diyenler çıktı ama, esaslı bir şekilde merak eden pek yoktu.
*
Akşamüzeri de, bu dünyada kalan son akrabama, dayı-amca-teyzeoğlu gibi birine gittim. Yılda bir görürlerdi yüzümü. Onun için durumun hiç farkında değillerdi.
*
Sonra, bir sözümün arasında, gene yalnız mı yaşıyorsun? dedi. Başımı önüme eğdim. Ben galiba evlenmek istiyorum teyze, dedim. Acaba bana göre bir şeyler bulunabilir miydi? Neden bulunmasın? Her zaman, yorgun erkekler için, kendine göre bir tane bulamayanlar için, eli yüzü düzgün bir şeyler bulunabilirdi. Bazı kızlar, hanım hanımcık evlerinde oturup böyle kısmetler beklerlerdi. Bu arada, ellerinde daima bir bez parçası, çeyizlerini hazırlarlardı. Her gün yeni bir yemek yapmasını öğrenirlerdi ve pencerenin kenarına oturup, kırmızı ya da soluk yanaklarını cama dayayarak o bilinmeyen, o tanımlanamayan, o nasıl olursa olsun gelecek kocalarını beklerlerdi. Evin erkeklerine hizmet ederek, gelecekteki kocaları için talim yaparlardı. 
*
Ağlayacaktım neredeyse; fakat ağlamadım, yanımda beni daha fazla duygulandırabilecek kimse yoktu çünkü. 
*
Bu arada, başka çiftlerin de baş başa yemek yediklerini fark ettim ilk defa. Ben de artık, yemekten sonra kızı evinin kapısına kadar götürüp öpenlerden biri olmuştum; fakat benim davranışlarımda yürümeyen bir şey vardı. Yalnız olduğum gecelerde, baş başa yemek yiyen çiftlerden bir ikisini izledim. Evet, onlar başkaydı. Belki onlar, düzgün bir yaşantının tabii bir sonucu olarak birbirlerini bulmuşlardı; belki sevgi diye bir şey vardı ortada. Birbirlerine bakışlarından, yolda yürüyüşlerinden, ayrılışlarından bunu seziyordum.
*
Hastalandığımı söyleyerek nişanlımı bir arabaya bindirip gönderdim. (Sevgi değil de seçme yoluyla kız aldığım için, böyle kolaylıklarım vardı.) 
*
Siz, elbette bilemezdiniz; ayrıca değişimin ne zaman olduğunu da durup dururken bana resmen bildiremezdiniz herhalde. Belki de bildirdiniz -yani onu demek istemiyorum.
*
Acaba, döndüğünüz zaman, beni odada bulamayınca ne düşündünüz?
*
Fakat, ben talihsizin biriyim muhterem efendim: Başka kalem bulamadığım için kırmızı tükenmezle devam etmek zorunda kaldım mektubuma. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Hep küçük dertler değil mi? Fakat, küçük bir köpeğim var -hayır, bunu daha sonra yazmak istiyorum. Doğrusunu isterseniz nerede kaldığımı da unuttum. Yazdıklarımı okursam da size bu mektubu göndermeye cesaret edemeyeceğimden korkuyorum. Önün için, kaldığım yerden değil, kalmadığım yerden devam ediyorum.
*
Uzun çabalardan sonra, beni dinlemesini sağladığım bir kadın… Sözü kadınlara getirmekte biraz acele mi ettim acaba? Tabii benim sözünü ettiğim kadın, sizin düşündüğünüz anlamda, cahilin biriydi. Ne yapalım ki ben.! (her şeyi anlatmaya kararlı olduğuma göre, böyle anlamsız noktalama işaretlerine sığınmamalıyım, değil mi?) evet ben, kadınlardan pek anlamam muhterem efendim. Daha doğrusu, onları tanımak konusunda fazla denemeden geçme fırsatını elde edemedim denebilir. Onların dilinden anlamam; sadece gözlerine kuşku ve endişeyle bakmasını bilirim. Fakat bu kadını -tabii istemeden-bazı arkadaşlarıma tanıtmak durumunda kaldığım zaman, onların gözünden, doğru bir iş yapmadığımı sezdim. 
*
Yani, demek istiyorum ki, bu kadını hiç olmazsa bir hafta filan aramayacak kadar küçük bir uğraşım olsaydı. Çünkü, efendim, anladı sonunda kendisinden başka ilgilenecek bir şeyim olmadığını.
*
Bunu inkar etmiyorum. Fakat muhterem efendim, sorarım size: Ebedi aşk nedir? İkimizin de ‘yapacak hiçbir şeyi olmamak’tan başka ortak özelliklerimizin bulunması mıdır? Anlıyorum, yıllarca süren zorunlu bir yalnızlıktan sonra nasıl olur da bu kadar titiz davranabilirsin? diyeceksiniz. Fakat muhterem efendim, şurasını iyi biliniz ki bazı şeyler sorulamaz insana; bunu soran siz bile olsanız, gene aynı sözü söylerim çekinmeden. Ne demek oluyor yani? Burada, ‘Benden daha iyisini ne hakla istiyorsun?’ gözleriyle bana bakan bu talihsiz kadın gibi hissetmemenizi bekliyorum sizden. Büyük bir incelik göstererek beni çağırmış olduğunuz kokteyl partinizde: bile, bütün yüksekten bakışlarına rağmen, aslında birçok şeyin farkında olmayan birtakım insanların bulunduğunu siz benden daha iyi bilirsiniz. Ne var ki ben onlar gibi düzgün ve zarif hareketlerle konuşmasını, içki içmesini ve kadınlarla konuşmasını beceremiyordum. Gerçekten güzel kadınlar vardı ve ben yaşlı sevgilimden utanmaya başlamıştım.
*
Bu yüzden onu, cebimden çıkarıp gene bir duvarın üstüne bırakmayı bile düşündüm. Önce kaldırımın üstüne koydum; fakat yürümedi. Nereye bıraksam olduğu yerde kalıyordu. İhtiyar sevgilim gibi, benden başka gidecek yeri olmayan bir yaratık daha başıma musallat olmuştu. 
*
Saçmalıyorum, muhterem efendim; ne var ki beni tanıyorsunuz, benim birisine kötülük edebileceğimi düşünebilir misiniz? Her şeyden önce gücüm yetmez. 
*
Utanmıyor musun? gibi sözler duydum. Artık ne yaptığımı bilmiyordum. Oradan oraya koşarak önüme gelene bütün meseleyi baştan anlatıyordum. Herkes geri çekiliyordu. 
*
Daha uzun yazmak isterdim size. Fakat bir mektup ne kadar uzayabilir? Bu arada unutmadan şunu belirtmek isterim ki, size yazmaya hele bu kadar uzun yazmaya cesaret edişimin sebebi, son günlerde bana karşı gözlerinizde bir başka ilgi sezmiş olmamdır. Ya da bana öyle geldi, bilmiyorum.


Oğuz Atay

Korkuyu Beklerken

Fragmanlar

Fragmanlar II
(Ayrılık)

Gidip geliyorum evimin kapısına,
boşuna diliyorum yağmur ve firtına,
geçmesin istiyorum o kadın eşiği, çıkmasın dışarıya.

Oysa rüzgâr uğulduyor ormanda,
şimşek dolaşıyor çakarak bulutlar arasında,
şafak sökmeden önce.

Ey sevgili bulutlar, gök, yer ve ağaçlar
gidiyor sevgilim: Acıyın bana, âşıklar
için merhamet varsa bu dünyada.

Ey fırtına uyan; yarışın ey bulutlar;
gömün beni altüst olmuş Doğa’ya; güneş
başka toprakları gün ışığına boğuncaya kadar.

Gök yeniden masmavi; sustu rüzgârın sesi;
kesildi her kesimde yaprak, dal hışırtısı; yakıyor
gözyaşına boğulmuş gözlerimi acımasız güneş.

Fragmanlar IlII
(Taş Kesilmiş Kadın)

Söndü gün ışığı batıda,
ateş altında değil evlerin bacaları,
havlamıyor artık köpekler, insanlar suskun.

Döndü yüzünü genç kadın aşk çağrılarına,
buldu kendisini bir çölün ortasında;
daha mutluydu, daha alımlıydı başkalarından da.

Yayıyordu ışıklarını güneşin kız kardeşi
her tarafa; gümüşe boyamıştı, o yeri
çepeçevre saran ağaçları.

Dalların hışırtısı rüzgârda, sürekli;
ağlayan bülbülün sesinin yanı sıra;
ağaçların arasından akan suyun tatlı şırıltısı.

Pırıl pırıl deniz, kırlar.
Ormanlar ve dağların tüm tepeleri
birer birer kendilerini gösterirler uzaktan.

Kararmış vadiler dingin gölgesinde gecenin;
çiy yağdıran Ay, giydirmişti
aklığını sırtına çevredeki tepeciklerin.

Kadın tek başına ıssız yollarda,
duyuyordu yüzünü okşadığını tatlı tatlı,
etrafa kokular yayan rüzgârın.

Eğer keyif veriyorsa izlemek o manzarayı,
boşuna bir soru aslında; daha büyüktü o
keyiften o esenlik, yüreğinin söz verdiği.

Nasıl da kaçtınız elimden ey mutlu saatler!
Durmaz, kalıcı değil, hiçbir şey yeryüzünde
zevk veren umuttan başka.

Bakın, gece bulandı, karardı gökyüzü;
oysa ne kadar güzeldi, güzelliğinden
aldığımız zevk korkuya dönüştü.

Göründü bir kara bulut dağların ardından
fırtınanın habercisi, büyüdü büyüdü;
o kadar ki kapadı ayın ve yıldızların önünü.

Görüyordu onun yayıldığını her köşeye,
yükseldiğini havada yavaş yavaş,
kapladığını gökyüzünü başının üstünde.

Azalıyordu giderek gün ışığı
ve ormanda rüzgârın uğultusu,
keyif alınacak o yerde.

Gümbür gümbür yankılanıyordu
orman; öyle ki uyanıyordu ve uçuşuyordu
dallar arasında kuşlar korkudan.

Ve bulut büyüyordu, iniyordu
limana doğru, etekleri bir yandan denizi,
öte yandan dağları süpürüyordu.

Düşmüştü her şey zifirî karanlığın içine,
duyuluyordu yağmurun şakırtısı;
yaklaştıkça bulut, giderek artan gürültüsü.

Çakıyordu şimşekler ürkütücü bir biçimde
bulutlar arasında, kamaştırıyordu gözleri;
sapsarı toprak, kıpkızıl bir hava etrafta.

Dizlerinin bağı çözülüyordu insanın korkudan;
bir tempo tutturmuştu gürleyen gök;
tıpkı yükseklerden aşağıya inen çağlayan gibi.

Kimi zaman duruyordu ve bakıyordu
kasvetli havaya şaşkın ve koşuyordu sonra,
öyle ki giysileri ve saçları uçuşuyordu arkasından.

Bıçak gibi kesiyordu göğsünü rüzgâr;
soğuk damlalar çarpıyordu yüzüne,
karanlık havanın içinde.

Yabanıl bir hayvan gibi geliyordu üstüne
gök gürültüsü, gürleyerek
ve aman vermeden, artıyordu yağmur ve fırtına.

Her sey altüst olmuştu; dünya toz
duman içinde; dal, yaprak, taş, toprak;
öyle bir gürültü ki hayal etmek bile zor.

Kaçırır yorgun ve bezgin gözlerini
şimşeklerden, bürünmüştür paltosuna;
hızlandırır adımlarını yürürken fırtınada.

Ne ki çakar gözünün içinde şimşekler,
yakar gözlerini ve kırılır gücü
korkudan; cayar yürümekten.

Ve geri döner. Şimşek çakmıyordur artık;
gök gürlemiyor; hava karanlık;
ve durulmuştur rüzgâr.

Her şey susmuştu, taş kesilmişti kadın.

Giacomo Leopardi

Bir sürgün yeridir şiir…

Yok senin kendi hayatın.
Benim ölümümdür sadece senin hayatın.
Ne yaşarsın ne de ölürsün bu yüzden…
Hiçbir kadın tutmaz seni göğsüne.
Hiçbir kadın paylaşmaz seninle gecenin tutkusunu…
Yok hiçbir çocuğun yanına gelip: Seni seviyorum diyecek…

*

İyi bir dost ol, Ey ölüm!…

*

Teşekkür ederim sana, ey hayat. İnanma bana eğer dönersem
ya da dönmezsem.
Ne yaşıyordum ne de ölüydüm.

*

Yoruldun mu benden, dost? Neden terk ettin beni?

*

Hiçbir şey kalıcı değildir sonsuza dek.
Doğmanın zamanı var
Ölmenin zamanı,
Konuşmanın zamanı var
Susmanın zamanı…

*

“Ben ve Kadınım, sonsuza dek”
Böyle başlar aşk. Fakat
bitirir kendini sıkıntılı bir elveda ile
“Ben ve O kadın”

*

Gel dostça ve içten olalım:
Benim hayatım senin, tümüyle yaşandığında.
Karşılığında, bırak seyredeyim yıldızları.

*

Söyle ne söylemek istiyorsan:
“Bir anlamdan diğerine yükselirim.
Akışkandır hayat, damıtırım onu…”

*

Kuşatmada birer aralıktır hayat…

*

Gördüm ölülerin ne hatırladıklarını ve ne unuttuklarını…

*

Biz ayrılmadık. Ama asla karşılaşmayacağız.

*

Aşk bitince bunun aşk olmadığını anlıyorum
Aşk yaşanmalı, hatırlanmamalı.

*

Dünya hayalin kadar genişler.

*

Sonu belli, başlangıcı belirsizken neden bu kadar acele ettik?

*

Gelip giden bir umudum var ama ona veda etmeyeceğim.

*

  • Babacığım, teselli verecek bir şey söyle bana!

*

Henüz aşktan ölmedim
Fakat bir anne oğlunun karanfile dikilen
bakışlarını görür
vazonun yaralanmasından endişe duyan
Sonra ağlar defetmek için bir kazayı
Daha vuku bulmadan
Sonra ağlar geri getirmek için beni
tuzakların yolundan
sağ salim, yaşayayım diye burada.

*

Dönmeyeceğim gittiğim gibi
Dönmeyeceğiz… Arada sırada olsa bile!

*

– Yoruldun mu babacığım
Terlemiş gözlerin?

Yoruldum oğlum..

Taşır mısın beni?

Beni taşıdığın gibi babacığım
Taşıyacağım bu hasreti
başlangıcıma kadar ve hasretin sonuna kadar
Bu yolu kat edeceğim
sonuma kadar…
Ve yolun sonuna kadar!

*

Ey ölüm, zaman tanı bana cenaze hazırlıklarım için…
Ey ölüm, bekle! Çantamı yapmam için:
Diş fırçası, sabun, ustra, kolonya ve giysiler.
Hava ılıman mı orada?…
Bir kitap yeterli mi bana? Zaman öldürmek için,
yoksa bir kütüphaneye mi ihtiyacım olacak?

*

Biz bir olan ikiyiz…

İki olmaya dönmek ihtiyacındayız,
böylece sürdürebiliriz kucaklamayı birbirimizi.

*

Tek istediğim hiçbir isteğim olmamasıdır…

*

İşkence yaptın bize, Ey aşk!
Boşuna sürükledin bizi yolculuktan yolculuğa…

Adlarımızdan bile soyundurdun bizi, Ey aşk!
Dedi sarhoş hüthüt: Uçabilmek için uçmak zorundasınız.

Dedik: Biz aşıklardan başka bir şey değiliz
ve yorgun düştük aşkın beyazlığından,

*

Bir sürgün yeridir aşkımız.
Şarabımız bir sürgün yeridir,
ve bir sürgün yeridir bu kalbin tarihi…

*

Bir sürgün yeridir gönül
bizi toprağımızdan uzaklaştıran ve aşkımıza götüren.
Bir sürgün yeridir gönül
bizi kendi gönlümüzden uzaklaştırıp yabancıya götüren…

Bir sürgün yeridir düşünce…

Bir sürgün yeridir şiir…

*

Geri geldik, sadece istenmeyen bir yolculuktan geri döndüğümüzü anlayabilmek için.

*

Sakin, düzenli bir cenaze istiyorum…

Ne iftira, ne küfür ve ne de kıskançlık. Benim için daha da iyi olacak, çünkü ne eşim ne de çocuklarım var…

*

“Ayrılmayacağım” derim ben, “çünkü bilmiyorum nereye gideceğimi…”

*

Kaç kadın var içinde… Kaç kadınsın sen?…

*

Dönemem kendime geri…

*

Vasiyet edecek yok bir şeyim.

*

fakat sevmeyiz trenleri, yeni istasyonlar
yeni birer sürgün yerleri olduğunda… Tüm yolcular
dönerler ailelerine, fakat biz dönmeyiz her
hangi bir yuvaya..

*

kendi mesafemle bile mesafeliyim.
Ne kadar uzaktadır, öyleyse, Aşk? Hızlı kızlar, soyguncular
gibi, avlar bizi. Unuturuz, tren pencerelerinde
karalanan adresleri. On dakika için aşka düşen
biz, giremeyiz eve ikinci kez. Bir yankı
olamayız biz ikinci kez.

*

Düşen bir kar gibi terim… Savruldum yatağa… Bir süre
için bilincimi kaybettim, ve sonra öldüm. Kısa ölümün kapısında
bağırdım: Seni seviyorum, girebilir miyim ölüme senin
ayaklarında? Ve öldüm, öldüm tamamen.
Senin ağlaman olmadan, …Beni
geri getirmek için, ellerinin göğsümü yumruklaması olmadan.
Ne sessiz ve barış doludur ölüm? Seni sevdim ölümden
önce ve sonra, ve arada görmedim hiçbir şey annemin
yüzünden başka.

*

Bir süre önce gelip geçen aşıkların söylediğini söyleriz sadece.
Hoşça kal çabuk gelir. Bu telaşlı karşılaşma başka otellerde bizi sevenleri
unutmak için miydi sadece? Bu zevk verici sözcükleri başka
birine daha söylemedin mi? Bu zevk verici sözcükleri ben
söylemedim mi başka birine, bir başka otelde, ya da bizzat bu
yatakta? Aynı adımları izleyeceğiz, diğerleri de gelip
aynı adımları izlesin diye…

*

Ey babacığım
Kardeşlerim beni sevmiyorlar
Sert taşlarla
Ve acı kelimelerle kalbimi incitiyorlar

*

özlüyorum pişirdiği ekmeği
kahvesini
dokunuşunu
çocukluğum büyüyor içimde
günden güne.
göz kulak oluyorum kendime
ölürsem çünkü
utanırım annemin gözyaşlarından

geri dönersem bir gün anne
kirpiklerine örtü yap beni
ört kemiklerimi

*

geri dönersem bir gün anne
tandırının ateşine bir odun olarak koy beni…
as evinin avlusunda bir çamaşır ipi gibi.
direncimi yitirdim anne
duaların olmaksızın

*

Bu şiirin bitmesini istemiyorum
bu güz gününün bitmesini istemiyorum
sonsuzluğun doğruluğundan emin olmadan.
Sevmeye muktediriz
sevdiğimizi hayal etmeye muktediriz
ertelemeye intiharı -illaki edeceksek-
başka bir zamana…

*

Gözlerin bir diken
yüreğe saplanmış,
çıldırasıya sevilen,
işkencesine dayanılamayan.

*

Sözlerin
güvercin gibi
yuvamdan
uçtu gitti.

*

biz kaybettik, aşk da kazanmadı hiçbir şey
çünkü sen aşksın ey aşk, nazlı bir çocuksun!
kırıyorsun göğün biricik kapısını,
söylemediğimiz tüm sözleri! çekip gidiyorsun.

*

ertelenmiş bir günde, oynaşırken prangalarımızla
kaybettik durmadan, aşk da kazanmadı hiçbir şey
çünkü sen nazlı bir çocuksun ey aşk!

*

Evde oturuyorum, ne hüzünlü ne mutlu
ikisinin ortasında. Umurumda değil
gerçekten kendim olup olmadığım… Bilsem ne yazar!

*

Gözlerin bir diken, yüreğe saplanmış.

*

“Ne zaman” dedim, “Ne zaman başlayacaksınız beni öldürme­ye?”.
Dediler ki: “Başladık bile…

*

Şiirlere sığınıyorum

*

Sorarım: “Senin için göz yaşı döken oldu mu?

*

Nasıl ayrılırız
Senden başka hiç kimsem yoksa?

*

Onları mutlu kılmak için
Gülücükler takıştırıyorum
Hüzünlü çehreme

*

Yaşamla boğuşuyorum.

*

“Yavaş olun” dedim, “Rica ederim, ağır ağır öldürün beni ki son şiirimi yazayım, kalbimin kadını için.” Ama onlar… Gülüyorlar, gülüyorlar ve hiçbir şeyi çalmıyorlar evden, kalbimin kadınına söyleyeceğim sözlerden başka, çalmıyorlar evden hiçbir şeyi…

*

Biz ikimiz ne falcıyız ne uğursuz, biz sadece geç kalmış iki kişiyiz!

*

Memleketim benden uzak…
Kalbim gibi!

*

Hayata teşekkürler ediyorum!
Ne hayatta ne de ölüyüm
Ey yalnız olan! Yalnızdın, yalnız kalacaksın

*

Yürüyordum kendimle yan yana:
Güçlü ol, ey yoldaşım.

*

Bizim anamız olsaydı keşke
Anamız olsaydı da acısaydı bize.

*

Ve babam dedi bir gün:
“Yurdu olmayanın
Mezarı da yoktur”
… Ve yasakladı bana yolculuğu!

*

Yaraya dönüştü gül
Ve artık susuz pınarlar.
– Çok mu değiştim ben?
– Çok değişmedim ben…

*

Neden öyleyse,
Soluyoruz böyle, her ikimiz de
hatıralar gibi?

*

Ahmed için, iki kelebek arasında unutulmuş
Bulutlar gittiler ve evsiz bıraktılar beni…

Yalnızdım
Tekrar yalnız…

*

Yeniden başlamak elimde olsaydı, aynı seçimi yapardım.
Çitin üstünde güller.
Aynı yollardan geçerdim, Cordoba’ya varsın varmasın…
Yakına gel ve dinle.
Paylaş ekmeğimi, iç şarabımı, yalnız bırakma beni yorgun
bir söğüt gibi.

*

Ne suç işledim, beni yok etmeni gerektiren?

Bırakmayacağım asla, kucaklamayı seni.

*

Seni seviyorum Rita. Seviyorum seni. Uyu, giderim ben
Nedensiz, vahşi kuşlar gibi, giderim.
Nedensiz, zayıf rüzgarlar gibi, giderim.
Seni seviyorum Rita. Seviyorum seni. Uyu.

*

Bir bayrak?
Ne iyiliği dokundu bugüne dek bayrakların?
Hiç korudular mı bir kenti bir bombanın şarapnelinden?

*

Ne söyler hayat Mahmud Derviş’e?
Yaşadın, aşka düştün, öğrendin ve sonunda seveceklerinin
tümü artık ölü.

*

Söyledik ayrılacağımızı…
Neden öyleyse köpük ve dalgaları silahlandırıyorlar bu ağır top ateşiyle…

*

Rita ayrıldı dizlerimden…

Seni sevmek için doğdum ben.
Terk ettim annemi ilahilerde, dünyayı lanetleyerek…

*

Ve kim yaşayacak evimizde bizden sonra, baba?

Kalacak olduğu gibi.

Neden terk ettin atı yalnızlığa?

Eve eşlik etsin diye, sevgili oğlum.

Çünkü yok olur evler eğer sakinleri giderse uzağa.

*

Şiir aya merdivenimizdir…

*

Fakat kucakladığımdan bu yana şiiri, harcadım
boş yere ruhumu ve sordum bu nedenle:
Ben kimim? Ben kimim?

*

Ağlar hep ney sesi duyduğunda…

*

Şöyle şeyler dedi bana, örneğin:
Kendine kadın olarak, bizim mahallenin kızlarından
daha güzel olan, her hangi bir yabancı kadın seç.
Fakat, inanma başka hiçbir kadına annenden başka.
Ve inanma her zaman anılarına.
Kendini yiyip bitirme, anneni aydınlatmak uğruna…

*

Bekleme artık gülle randevuları.

*

Gel anlayışlı olalım öyleyse.

Gel gidelim olduğumuz gibi: Özgür bir kadın ve neylere sadık bir dost.
Olmadı zamanımız birlikte yaşlanmaya,
yorgun argın sinemaya gitmeye…

*

Birlikte olmak kafi gelmedi bize, birlik olmak için.
Biz bir bugünsüzdük, nerede olduğumuzu görebilecek.
Özgür bir kadın ve daha yaşlı bir dost.
Gel gidelim birlikte ayrı yollarımız üstünde.
Gel gidelim birlikte
ve anlayışlı olalım.

*

Bu bir aşktır yoksul ve paylaşılmayan,
sakin, sakin, kırmayan
Senin payına düşen günlerin bardağını,
Alevlendirmeyen bir soğuk ayın ateşini
Yatağında…

*

Terketme beni bütünüyle ve
Alma beni bütünüyle. Uygun yerde ortaya çıkar
Uygun zaman. Çünkü sen yolsun ve rehbersin.

*

Ağlarım nedeni olmadan ve severim seni,
Seni, olduğun gibi,

*

Ben her kimsem oyum
Senin kimsen o olduğun gibi: Bende yaşarsın
Ve sende yaşarım ben, sana doğru, senin için.

*

Ayrıl, git!
İsterim seni ve istemem hiçbir şeyini,
Beklemedim seni, beklemedim hiç kimseyi.
Fakat doldurmak zorunda kalacağım şarabı
Kırılmış iki bardağa ve yasaklayacağım gönlüme
Kendisiyle meşgul olmayı, beklerken seni.

*

Bu aşktır, dostum, seçtiğimiz ölümümüz,
Gelip geçen, sürekli bir gelip geçenle evlenen.
Sonum yok benim, başlangıcım yok. Ve
Busayna bana ait değil ve ben ait değilim Busayna’ya,
Bu, budur aşk, dostum…

*

Şiir şiir değil.
Ne de nesir, nesir.
Ve dedin:
Bırakmayacağım seni
Al beni kendine doğru
Ve al beni kendinle!…

*

Hiçbir melek görünmedi bana sormak için:
“Ne yaptın orada, dünyada?”
Duymadım kutsanmışların ilahilerini, ne de
günahkarların iniltilerini. Yalnızım bu beyazlık içinde,
yalnızım…

*

Bir gün ne olmak istiyorsam o olacağım.
Bir gün asma olacağım…
Ve gelip geçenlere şarabımı sunacağım…

*

Yolculuk başlamadı henüz, yol bitmedi.
Bilgeler ulaşamadılar henüz sürgünlerine,
Sürgünler elde edemediler henüz bilgeliklerini…

Her rüzgarda bir kadın alay eder şairiyle:
-Ver bana dişiliğimi
ve al şu bana sunduğun yönü,
şu parçalanmış yönü…

*

Ey ölüm, bekle beni deniz kıyısındaki romantiklerin Cafe’sinde.
Okların tutturamadı hedefi bu kez, ve geri döndüm ölümden…

Teşekkür ederim sana, ey hayat. İnanma bana eğer dönersem
ya da dönmezsem.
Ne yaşıyordum ne de ölüydüm.
Yalnız sen-sendin yalnız olan, mutlak yalnız olan…

*

Nereden doğar şiir sanatı?
Kalbin meylinden mi, bilinmeyenin bir doğuştan anlamından mı,
bir çöldeki bir kırmızı gülden mi?

*

Uyanmanı yaşa, düşünü değil.
Her şey ölür.
Yaşa hayatını sevilen bir kadın gibi.

*

Eğer iki kalbim olsaydı, duymazdım
pişmanlık hiçbir aşktan.
Kendimi yanılttığımda derdim:
Ah yaralı kalbim, kötü bir seçim yaptın!

*

…Kendi evimde
Hem misafir eden ve hem de misafirdim.
Baktım boş eşyalara,
Bulamadım bir iz kendimden.

*

Ben ne isem ve ne olacaksam oyum.
Kendim seçeceğim kendi yerimi,
ve seçeceğim sürgünümü. Bir epik
sahnenin son perdesi benim sürgünüm.

*

Gelemedim kayıpla yüz yüze.
Dikilip kaldım kapıda bir dilenci gibi.
Nasıl izin isteyebilirdim yabancılardan
kendi yatağımda yatabilmek için…

*

Ne söyleyebilir şiir bir felaket zamanında?

*

Şiir, bir teselli,

*

Muharebe meydanındaki gül gibi.

*

Yarınımı beklemede zaman yok bedenimde.

*

Babam nasıl?
Hâlâ eskisi gibi Allah’ı zikretmeyi
Evlatlarını, toprağını, zeytini seviyor mu?
Kız kardeşimiz nasıl?
Büyüdü mü? Geldi mi ona dünürcü?
Ninem nasıl?
Hâlâ eskisi gibi kapıda oturuyor mu?
Bize hayır dua ederek…

*

Bana gelince derim ki: “İndir burada beni.
Benim de onlar gibi hiçbir şey hoşuma gitmiyor.
Fakat yoruldum ben, yolculuktan.”

*

Bir şey yok senden sonra gidecek
dönecek bir şey yok

*

‘Beni tanıyor musun?’ dedim
Yitirdiğim çocuk ağladı:
‘Ayrılmadık fakat asla kavuşmayacağız.

*

Ne zamandan beri gözetliyorsun beni
ve hapsediyorsun bende kendini?

*

Siyah zambaklar kalbimdedir
Ve dudağımda… Alev

Benden fısıltı bekleme!
Neşe de umma!

*

Seni büyük yolculuktan önce
söylediğimden daha çok seviyorum. Seni seviyorum.
Hiç bir şey bana acı vermiyor
Ne hava, ne de su… Ne sabahındaki fesleğen, ne
Akşamındaki zambak bana acı verir bu yolculuktan sonra

*

Sevgilim.. Beni azarlama..

*

Göğsünü aradılar
Bir şey bulamadılar kalbinden başka
Kalbini aradılar
Bir şey bulamadılar halkından başka

*

İki kelebeğin arasında unutulan Ahmed için
Bulutlar geçti ve beni sürgün etti
Ve dağlar paltolarını attılar ve beni gizledi

*

Ben Yusufum baba.
Baba, kardeşlerim beni sevmiyorlar, beni de kendi
aralarında istemiyorlar baba.
Bana saldırıyorlar ve bana taş ve laf atıyorlar.
Ölmemi istiyorlar beni övmek
için. Evinin kapısını ben olmadan kapattılar onlar.

*

Hayat normal olduğunda
Başkaları gibi özel nedenlerle üzüleceğiz

*

İç sesim diyor ki:
Biz de gülümseyeceğiz!

*

Yukarıya bakar
Bir yıldız görür
Kendine bakan!

Vadiye bakar
Kabrini görür
Kendine bakan

Bir kadına bakar,
Kendisine eziyet eden ve ondan hoşlanan

Kendisine bakmaz
Aynasına bakar

Kendisi gibi garip birini görür
Kendine bakar!

*

Sen evim ve sürgünümsün..

*

Ve sana dikkatlice baktığımda..
Kaybolmuş şehirler görürüm
Kırmızı bir zaman görürüm
Ölümün ve kibrin sebeplerini görürüm

*

Kibirlen… Kibirlen!
Ne kadar da cefa etsen
Kalacaksın, gözümde, etimde bir melek
Ve kalacaksın, sevgimizin seni görmemi istediği gibi

*

Ben kadınım, ne az ne de çok (sadece)
Hayatımı olduğu gibi yaşıyorum
İp ip
Yünümü eğiririm giymek için
Ne “Homeros” hikâyesini ne de güneşini tamamlamak için değil
Gördüğümü görürüm.
Olduğu gibi, şeklinde
Fakat ben ara sıra gölgesine
Dik dik bakarım

*

Özleyerek ölürüm
Yanarak ölürüm
Asılarak ölürüm
Boğazlanarak ölürüm
Fakat demem:
Sevgimiz geçti, bitti
Sevgimiz ölmez

*

Şairlerden biri şöyle der:
Eğer şiirlerim sevenlerimi sevindirirse
Ve düşmanlarımı kızdırırsa
O zaman ben şairim…

*

Ey okuyucum!
Benden fısıltı bekleme
Eğlence bekleme

*

A dostum, kara gözlüm
Al beni!
Nasıl ayrılırız
Senden başka hiç kimsem yoksa?

*

Bir yoksuldur arap şairi
Alışmıştır sessizliğinin kılıcıyla ölmeye
Bir mesaj bırakmıştır gözlerine
“Yarın” demiştir, “Gözlerimi anlayacaksın!”
Ben de bir mesaj bıraktım gözlerime
Ama sanırım
Sen anlamadın!

*

Yaşamla boğuşuyorum
Tam bir erkek gibi sorumluyum
Çalışıyorum
Bir lokantada bulaşık yıkıyorum
Kahve yapıyorum müşterilere
Onları mutlu kılmak için
Gülücükler takıştırıyorum
Hüzünlü çehreme

*

Hepimiz iyiyiz diyor herkes
Üzgünüm diyen yok!
Sahi, ne yapıyor babam?
Tanrıyı zikrediyor mu yine eskisi gibi?
Çocuklar, topraklar ve zeytinlikler nasıl?
Ya kardeşlerim?
Memur oldu mu hepsi?
“Her biri öğretmen olacak”
Derdi babam
“Aç kalırım ama onları kitapsız koymam”
Demişti bir gün

*

İyiymiş hepsi?
Bense üzgün
Paramparça kaygılı yüreğim

*

Akşama sorulsa hatırlar mı bilmem
Buralara gelen, yurduna dönemeyen göçmeni?
Akşama sorulsa hatırlar mı bilmem
Kefensiz ölen göçmeni?

*

Nedir kıymeti insanın?
Evet, nedir kıymeti insanın
Adresi yoksa?!

Mahmud Derviş

Sanki Neşeliymişim Gibi

Sanki neşeliymişim gibi eve döndüm.
Kapının zilini çaldım birkaç kez ve bekledim…
Belki gecikmiştim. Kimse açmadı kapıyı.
Koridorda hiçbir nefes yok.
Hatırladım evimin anahtarlarına sahip olduğumu.
Ve özür diledim kendi kendimden:
Unuttum seni. Gir içeri!
Girdik içeri. Kendi evimde
Hem misafir eden ve hem de misafirdim.
Baktım boş eşyalara,
Bulamadım bir iz kendimden.
Belki… belki hiç bulunmamıştım burada.
Bulamadım hiçbir benzerlik aynalarda.
Sordum kendime: Neredeyim ben?
Ve, boşuna, bağırdım uyandırabilmek için kendimi
bu sayıklamadan…
Dedim kendi kendime: Neden bu geri dönüş?
Ve özür diledim kendimden: Unuttum seni.
Çık dışarı!
Fakat yapamadım. Yönelttim kendimi yatak odasına,
Ve koştu rüya bana doğru,
Sarmaladı beni ve sordu:
Değiştin mi? Değiştim, çünkü daha iyidir
evde ölmek, terkedilmiş bir yere doğru giden
yoldaki bir araç tarafından ezilmekten!

2005

Mahmud Derviş

Duvara Ait

Minibüsteki bir yolcu:
“Hiçbir şey hoşuma gitmiyor,
Ne radyo,
Ne sabah gazeteleri ne tepelerde dolaşmak,
Ağlamak istiyorum” der.
Şoför: “Durağa varıncaya kadar bekle,
Ağla tek başına ağlayabildiğin kadar” der.

Bir Kadın: “Benim de
Hiçbir şey hoşuma gitmiyor. Oğluma kabrimi gösterdim.
Hoşuna gitti ve uyudu (öldü) benimle vedalaşmadan” der.
Üniversite öğrencisi: “Benim de
Hiçbir şey hoşuma gitmiyor. Arkeoloji okudum.
Taşlarda kimliğimi bulamadan. Ben gerçekten ben miyim?” der.
Bir asker: “Benim de
Hiçbir şey hoşuma gitmiyor. Beni kuşatan bir hayaleti kuşatıyorum daima” der.

Sinirli Şoför: “ İşte!
Yaklaştık son durağa. Hazırlanın,
İnmek için” der.

(Tüm yolcular) bağırırlar: “Durağın ötesini istiyoruz,
Devam et!”.
Bana gelince derim ki: “İndir burada beni.
Benim de onlar gibi hiçbir şey hoşuma gitmiyor.
Fakat yoruldum ben, yolculuktan.”

Mahmut Derviş

Uyuyan Park

Uykuya daldığında sessizce çektim ellerimi
Örttüm düşlerini
Ve gözkapaklarının altında gizlenen bala daldım
Dualar ettim dermanı kalmayan ayaklara
İki büklüm oldum, kalp atışlarına karşı
Bir buğday gördüm, mermer ve bakır üstünde
Bir damla kan süzüldü gözlerimden
Titredim
Evet, yatağımda uyuyordu park

Kapıya koştum
Hâlâ uyuyordu birtanem, canım
Dönüp bakamadım
Eski ayak seslerini duydum, yüreğimin zilini
Kapıya koştum
—O ise anahtarı çantasında
Bir aşk meleği gibi uyumakta—
Yağmurlu bir gece, çıt çıkmıyor yollarda
Onun kalp atışlarından ve yağmurdan başka
Kapıya koştum
Kapı açılıyor
Çıkıyorum
Kapı kapanıyor
Gölgem çıkıyor ardımdan •
Madem ki yabancısıyım artık anılarımın ve evimin
Neden, “Elveda” diyeyim?

Merdivenleri indim
Çıt çıkmıyor
Onun kalp atışlarından ve yağmurdan başka
Ve onun ellerinden sefer arzusuna doğru
inişe geçiyor adımlarım

Ağacın yanına gittim
Burada öpmüştü beni
Burada çarpmışa beni
Gümüşümsü karanfilimsi yıldırımlar
Burada başlıyordu onun dünyası
Burada bitiyordu…
Soğuk mu soğuk civa gibi birkaç saniye durdum
Yürüdüm
Duraksadım
Sonra yürüdüm
Adımlarımı ve belleğimi toplayarak
Yürüdüm “ben”le birlikte!

Ne veda ne de ağaç!
Uyumuştu pencereler ardındaki kösnüler
Uyumuştu tüm ilişkiler
Uyumuştu pencereler ardındaki ihanetler
Uyumuştu bilimadamları!

Rica uyuyor
Uyuyor
Uyandırıyor düşlerini
Sabah, öpücüğünü alacak
Yine gün doğacak
Sonra arap kahvesi yapacak bana
Ve kendine sütlü kahve
Yine aşkımızdan söz edecek
Belki bininci kez
Yine yanıtlayacağım
Sabah kahvemi hazırlayan o ellerinin
Kurbanı olayım o ellerinin

Rica uyuyor
Uyuyor
Uyandırıyor düşlerini
— Evlenecek miyiz?
— Evet
— Ne zaman?
— Askerlerin keplerinde
Menekşeler göverdiğinde!

Sokaklar
Gazinolar
Pastaneler
Kaldırım kahveleri
Gişeler
Hepsini turladım birer birer
Seni seviyorum Rita, seni seviyorum
Sen uyu, ben gidiyorum
Taş yürekli bir kuş gibi nedensizce gidiyorum
Cılız bir rüzgâr gibi nedensizce gidiyorum
Seni seviyorum Rita, seni seviyorum
Sen uyu, ben gidiyorum
Sen uyu
Soracağım tam onüç kış sonra
Soracağım:
Uyuyor musun hâlâ?
Yoksa uyandın mı Rita’m..
Rita!
Seni seviyorum Rita’m!
Seni seviyorum!

Mahmut Derviş
Çeviri: Lütfullah Bender