Hüseyin Rahmi Gürpınar ile Röportaj

Önümüzde yürüyen iki arkadaş konuşuyorlar: “Eşek anırtan derler böyle yokuşlara!”

“Sesinin çıkmadığına bakılırsa, bu sıfatı bundan daha diklerine vermiş olacaklar!”

Hüseyin Rahmi Bey’in, Heybeli’nin zirvesinde, Olymp sırtlarına kurulmuş İlâh manastırlarını andıran köşküne dayanan dik yokuşları tırmanıyoruz. Kuru çamlarla örtülü yol, ayaklarımızın altından iyi yağlanmış tünel kayışı gibi kayıyor… Beyinler, iyi harlatılmış gaz ocağı üstüne konmuş yağ tavaları gibi fıkır fıkır kaynatan kızgın güneşin altında, aybaşını getirebilmiş bir kalem kâtibi kadar ter döktükten sonra, üstadın kapısına varabildik: “Hüseyin Rahmi Bey evde mi?”

Eğer hizmetçi kız bu sualimize menfi bir cevap vermiş olsaydı, Kadınlar Birliği’nin ne iş yaptığını keşfe mahkûm edilmiş biçare bir maznun gibi şırak diye bayılabilirdim.

“Hakkınız var, benim evin yokuşları benden daha meşhurdur. Hatta, Şükûfe Nihal Hanım, ‘Buraya gelmek için tayyareye binmeli’ der. Fakat ben alıştım.”

Beyaz lastik ayakkabısı, beyaz çorapları, bembeyaz keten pantolonu, krem rengi, açık yakalı gömleği, lacivert ceketi, ve… avare bir mektepli kadar çevik hareketleriyle, ilk bakışta çevik bir sporcuyu hatırlatan Hüseyin Rahmi Bey, salon panjurlarının kanatlarını açarken ilave etti: “Fakat buraya çıktıktan sonra da insan çektiği yorgunluğa acımıyor doğrusu… Şehir, ateşi yeni tazelenmiş bir vapur ocağı gibi tutuşurken burada rüzgar, muazzam bir tavan vantilatörü gibi püfür püfür eser… İstanbul’da sıcaklar bu sene fena hâlde alıp yürüdü ha… Fakat ben, Mısır’ın yaman hararetine alıştım da, buranın sıcağı beni pek müteesir etmiyor. Orada güneş, kanunusanide bile bundan daha kızgın… Ben palto götürmüştüm. Giymek kısmet olmadı. Soba yüzüne hasret kaldım.”

Sözüne fasıla veren üstat, sorduğum suali duymadı. Tekrar ettim; güldü: “Yine işitmedim! Kötü bir malaryaya yakalanmıştım, ölümden güç kurtuldum. Kulaklarımda bu mücadelenin fena bir eseri kaldı. Şimdi iyi işitemiyorum. Miyop gözler, manzaraları nasıl bulanık görürlerse, kulaklarım, sesleri, iyi akort edilmemiş nağmeleri gibi, vuzuhsuz, parazitli ve bulanık duyuyor.”
“Desenize üstat, konuşurken mütemadiyen radyo dinliyor gibisiniz!”

Şimdi sorarım; yeni harflerden sonra bir tek eser neşretmeyen ve senede bir romandan fazla yazmayan Hüseyin Rahmi, maişetini temin için yazı yazıyor da, bu zevat mı, mekik gibi roman dokuyan bu zevat mı ölmez sanat eseri veriyorlar, sanat için yazıyorlar? En son romancılar bile, eserlerinde tiplerini, mahalli şiveleriyle görüştürürler. Bu böyle iken edebiyatta, yazıdan taklitçiliği, kahve meddahlığı zannedecek kadar vukufu olan bu zevat, benim, mesela Aksaray’daki ağzı sakızlı ayağı takunyalı mahalle kızı ile Şişli’nin Kolej mezunu, elinden tenis raketi düşmeyen salon kızı gibi, aynı ağızla, aynı lisanla, aynı şive ile mi konuşturma mı istiyorlar? Anlamıyorum!”

Bunu düşünmeyi, bataryaya hedef olanlara bırakarak sırası gelmişken soruyorum: “Son nesil romancıları romancıları içinden en fazla kimi beğeniyorsunuz üstat?”

“Bence, bu, bir zevk meselesidir. Zola’nın dediği gibi, roman, bir şeyi bir mizaç arasından görmektir. Ve ben Mahmut Yesari’nin romanlarını, benim zevkime, benim mizacıma daha uygun bulduğum için, sualinize cevap olarak onun ismini vereceğim!”

Üstadın zengin kütüphanesinde konuşmaya devam ediyoruz:

“Siz, bu işte Hollywood artistlerini bastırmışsınız üstat!”

Hüseyin Rahmi Bey, karilerinin gönderdikleri mektuplarla dolu koca torbayı bana uzattı. Ve güldü: “Kader kısmet, çekin bakalım bir tane bahtınıza ne çıkacak.”

Fasılasız seneler süren bir yazı, eser, fikir, ve kalem ameleliğinden üstada, bir torba mektup ve, ve… bazı kimselerce hâlâ kıymeti inkar edilen bir şöhret kalmış, ona, bunu bile çok görenler, ve sonu seraba vatan koca bir ömür pahasına hafızalara kazdığı ismine, şöhretine bile ortak çıkmaya kalkışanlar var. Şimdi, piyango dolabından numara çeker gibi torbadan mektup seçiyorum. Üstadı, ‘Muharriri Osmanî’, ‘Muharriri mübarek’, ‘Muharriri şehir’ gibi garip ünvanlarla tavsif eden karilerin bazıları el yazısını, bazıları imzasını, bazıları resmini, bazıları parmak izini istiyorlar… Yüzünü bile görmedikleri romancıdan, para, tavsiye dinlemekten çekinmeyenler de var. Bazıları, müşkül vaziyetlerine çare istiyorlar, bazıları hangi mesleği tercih etmeleri lazım geldiğini soruyorlar… Mevzu öğütleyenler de yok değil… Hülasa, mektuplar, akla gelen, hatta gelmeyen bir sürü yenilikler, talepler, temenniler, tavsiyeler, davetler, suallerle dolu… Bize, hiç ders almadan yaptığı mükemmel yağlı boya portreleri, çektiği fotoğraflarla dolu kıymetli albümlerini gösteren Hüseyin Rahmi Bey, kendi eliyle mükemmel bir de piyano konseri dinlettikten sonra “Balkona buyurun da size bir de rüzgar ziyafeti çekeyim. Bu sıcakta bir buzlu şerbetle pek hora geçecektir!” dedi.

Kütüphaneyi fırdolayı çeviren balkon, hakikaten, Karadeniz’e açılmış bir geminin güvertesi gibi esiyordu. Üstat, elime dürbünü verdi:

“Bakın buranın nezareti, Galata Kulesi’nin tarassut odasından daha geniştir… Nasıl? Tıpkı dört köşe ve şişman bir minare şerefesine benziyor, değil mi? Ben ne zaman buraya çıksam adeta ezan okuyacağım gelir.”

Marmara’nın elediği çam kokulu bir rüzgar, alnımı, buzlu bir kompres zevki ile ürpertiyordu. “Mükemmel üstat… İnsan burada Florinalı Nazım olsa şair kesilir.”

Heybeli’nin bu insansız tepesinde üstadın galiba yegane can yoldaşı olan hizmetçi kızın getirdiği gül şurubunu yudumlarken sordum: “Niçin hiç evlenmediniz üstat?”

Yarı müstehzi ve sıcak bir tebessüm, üstadın yüzünün çizgileriyle o kadar sinmiş ki insan onun en hiddetli anlarında bile çatık bir surat takınamayacağını zannediyor. Bu sualime, o daimi tebessümünü biraz daha sarihleştirerek ve vuzuhlaştırarak cevap verdi: “Maazallah evlenseydim, karı ile kavga etmekten iki satır bile yazı yazmaya vakit bulamazdım! Sonra bilmezsiniz ki, kocalarından memnun olmayan kadınların evvela sinirleri bozulur. Evlenip de elin kızının sinirlerini mi bozayım? Hem, biliyor musunuz, bu suale maruz kalmaktan da bana gına geldi. Bir daha sorarlarsa artık, gizli gizli evlendiğimi söylemek mecburiyetinde kalacağım!”

Röportaj muharrirleri, imzalarının kıymetini tehlikede gördüler mi, tufandan kurtulmak için cankurtaran arayan kazazedeler gibi, doğru Heybeli’ye tırmanılar, Hüseyin Rahmi’yi ararlar. Çünkü, ıkına ıkına lakırdı söylemeyen velut ve nüktedan üstadın ince latifelerle dolu cevapları o muharrirlere, daima imzalarını sukuttan kurtaracak birer yazı kazandırabilir. Bu itibarla, artık ona, sorulmayan sual kalmamış gibidir. Üstadın son cümlesi bana bunu hatırlattı, ve güldüm: “O hâlde üstat, size, şimdiye kadar hangi sualin sorulmadığını sorayım?”

“Oo, bu mükemmel işte… Suali de kendime sorduracaksınız. İşte, bana bunu sormamışlardı şimdiye kadar…”

Gülmekte devam ederek cevap verdim: “Yok üstat, latife ediyorum. Aldığım cevaplar kâfi… Kadın hakkındaki kanaatinize de söylemek lütfunda bulunursanız daha fazla rahatsız etmeyeceğim!”

“Bir kere dayak yiyordum bu yüzden az kalsın… Başta Aliye Esat Hanım olmak üzere birçok hanımlar ateş püskürdüler, yakamı güç kurtardım… Ama yazmayın bunu, bir daha sararsınız başıma mübarekleri…”

Hüseyin Rahmi Bey, bu latifeden sonra, yarı ciddi ilave etti: “Eskiden kadınlara çok hor bakılırdı, şimdi, Cumhuriyet, vakit ilerledi… Onlara birçok haklar verildi. Erkeklerle her hususta müsavi addediliyorlar… Bakalım da, bu hakka liyakat kesbetmeye çalışsınlar…”

Hüseyin Rahmi Bey’in muhtelif sebeplerle yazmaktan imtina ettiğim diğer bazı cevaplarından anlıyordum ki üstat artık, yaşamak için çalışmak değil, çalışmak için yaşamak istiyordu. Fakat istediği zaman ve istediği kadar çalışmak, ancak maişet kaygısından kurtulabilmiş insanlar için mümkündür. Hüseyin Rahmi, memleketine, bu imkana hak kazanabilecek kadar hizmet etmiştir. Başını, insanlardan Heybeli’nin zirvesindeki mütevazı köşkü kadar üstün tutan o, kimseden birşey istemiyor, fakat, bu satırları yazmama bile müsaade etmeyecek kadar ferağatkar olduğunu bildiğim hâlde, diyorum ki, onu artık, hâlâ, Babıaliye yeni düşen dinç bir kalem müptedisi gibi hayatını günü gününe kazanmak ıstırarından kurtmak için yapmayacağı bir şeyi, yani… istemesini mi beklemek lazımdır?

Sağda: Hüseyin Rahmi Bey yedigün objektifi karşısında. Solda: Üstat muharririmize mektuplarla dolu torbalarını gösteriyor.



Naci Sadullah / Yedigün Dergisi 1934, Sayı 74

Dondurmalı reçel yapan, en büyük hobisi örgü örmek olan ve asla eldivensiz dışarı çıkmayan Hüseyin Rahmi Gürpınar, Türk Edebiyatı’nın önemli yazarlarından olmakla birlikte oldukça ilginç bir hayat hikayesine sahiptir.

Annesiz Yılların Sessizliği

17 Ağustos 1864 tarihinde İstanbul’da dünyaya gelen Hüseyin Rahmi Gürpınar, Hünkâr yaveri bir babanın oğludur. Oldukça yaramız bir çocukluk geçiren Gürpınar, annesine çok bağlı olsa da kendisi henüz 4 yaşında iken annesini kaybetmiştir. Annesi vefat ettiğinde henüz 22 yaşında genç bir kadındı. Hüseyin Rahmi o günden sonra çok sessiz ve acılı bir çocuk olmuştur. Çok uzun zaman sonra anne kelimesinin onda uyandırdığı hisleri şu sözcükler ile dile getirmiştir.

Validem okur yazar bir kadındı. Beni dört buçuk yaşında teyzemin terbiye aguşuna bırakarak pek genç iken yirmi ikisinde hayata veda etti. Söz valideme intikal edince kalemimi tutamam, ağlamadan duramam. Çünkü kendisine pek düşkündüm. Kucağından hiç inmezdim. Çocukluğumda bütün ateşleriyle zihnime intiba etmiş birkaç levha vardır ki tahatturu beynimi daima yakar. O zaman ne olduğunu bilmediğim, itiraf lâzım gelirse hâlâ öğrenemediğim hayatın acılığı masum yanaklarımı pek insafsızca şamarlamıştı. Sızısı hâlâ gitmiyor…
Annesinin vefatından sonra Girit’e babasının yanına gelse de basının evlenmesi sonucunda tekrar İstanbul’a gelmiş ve anneannesi ile yaşamıştır. Yalnızlığa bürünen Gürpınar’ın yaramazlığından eser kalmamıştır.

Birçok Kadınla Yaşamanın Verdiği Özellikler
Teyze, anneanne, dadı gibi birçok kadınla birlikte yaşayan Hüseyin Rahmi Gürpınar, bu kadar kadınla birlikte bir hayat geçirmenin verdiği özellik ile yemek yapmayı, örgü örmeyi, dantel işlemeyi de öğrenmiştir. Hatta bir süre sonra en büyük hobisi haline gelmiştir. Bu durum ileride romanlarındaki kadın karakterler için de oldukça yardımcı olmuştur.

Hüseyin Rahmi, henüz ikinci yaşındayken ciddi bir hastalık geçirmiş ve okulu bırakmak zorunda kalmıştır. Bir süre sonra iyileşse de okula dönmemiş, çalışmaya başlamıştır. Bir süre memurluk yapsa da genel olarak geçimini yazı yazmaktan sağlamıştır.

Sanat Toplum İçindir Anlayışı ile Mizah
Hüseyin Rahmi Gürpınar hangi akım sorunun cevabı olan Sanat toplum içindir düşüncesini savunan sanatçı, toplum içerisinde yaşanan batıl inanç, geçimsizlik, töre gibi birçok konuyu mizah ile anlatmak istemiştir. Bu anlatım okuyucuların yanında o döneme damga vuran Kemal Sunal, Şener Şen gibi birçok sanatçının da dikkatini çekmiştir. Hatta sanatçının ”Gulyabani” eseri herkesçe bilinen ”Süt Kardeşler” filmine uyarlanmıştır.

Eğer evlenmiş olsaydım, 45 romanımdan üçünü bile yazamazdım.
Sanatçı, aşka inanmamakla birlikte aşkın cinsellikten ibaret olduğunu düşünmektedir. Küçük yaşta ailesiz kalması onun evliliğe olan inancını yitirmiştir. Dışarı çıktığında sürekli eldiven takan ve temas etmeyi çok sevmeyen sanatçı belki de bu yüzden evlenmek istemiyor olabilir. Bu konu üzerine Hüseyin Rahmi Gürpınar şu sözleri dile getirmiştir:

Hüseyin Rahmi yanına eldiven almadan asla sokağa çıkmazdı. Sokakta el sıkmasını sevmez, evdeki kapıları entarisinin eteği ile tutarak açardı. Belki de hayatında hiç evlenmemesinin sebebi bu idi.
Özgür Bir Yaşam Sonrası Vefat

İlk başlarda teyzeleri ve anneannesi ile reçel yapan, örgü ören biri olsa da onların vefatından sonra yalnızlığını gidermek için yapmaya devam etmiştir. Hüseyin Rahmi’nin 8 Mart 1944 yılındaki vefatından sonra müze haline dönüştürülen Heybeliada’da bulunan evinde Hüseyin Rahmi Gürpınar eserleri, yaptığı örgü ve danteller sergilenmektedir.

Harp Baladı

“Birkaç kelime daha sığardı belki şu hayata; birkaç kahkaha ya da gözyaşları belki. Heyecanlar, ümitler ve de hayaller sığardı. Ben sığamadım oğlum! Bilemiyorum; artık o tren kompartımanında cepheye doğru ilerleyen adam değilim sanki. Arzularım, gayelerim ve de heveslerim terk etti beni; kavgam bitti! Yalnızım ve fakat hiçbirine kırgın değilim.

Hayat ne tuhaf; bir ömür peşinden koşuyorsun ve fakat emellerin tükendiğinde, hemen bırakıyor elini. Nihayeti olanın vefası olmuyor oğlum. Bir neden arıyorum ve her nedense, kavuşamıyorum. Bazen düşünürken kendi kendime, nedenin neden olduğu üzerine, vefadan bir iz bulamıyorum. Lakin sitemkâr değilim; çünkü bir vefa beklemekse mesele, onu, ebedi olandan beklerim.

Gecenin en koyu deminde, kelimelerden bir buse konduruyorum suretine. Artık anlıyorum oğlum, anlıyorum; ölüm aslında bir ayrılık hâli değil, belki beklemek, belki de vuslat önünde uzanan bir yoldur, kim bilir. Muhtelif değil elbette, her ihtimalin varacağı menzil bellidir. Semada, kat kat yükselen bir makamın bucağında, meleklerin kalemi keskindir. Yazgımdan şikâyet edemem, ben zamanın şahidiydim; hasret ile acılar tattım ve aldım payımı hayattan. Saadetler, en güzel günler senin olsun oğlum…

Ben ne kayıtsız ne de kaygısızdım. Fakat tüm taraflara ıraktım çünkü sarf edeceğim kelimeler o duvarı yıkamayacaksa, susardım. İçimde ne var ne yok kırsa bile!”

Harp Baladı
Cihan Çetinkaya

Yaşar Nezihe Hanım / Gamsız, ıstırapsız nasıl şair olunur şaşarım

image
image

Şiirlerini 15 yaşından itibaren Malumat gazetesine göndermeye başlayan Yaşar Nezihe Hanım, 1920’lerde “Feryatlarım”la dikkat çekmişti. 1919’da Almanya’da yayımlanan Türk edebiyatıyla ilgili kitapta adı geçecek kadar etkili olmuştu. Buna karşın kısa zamanda unutuldu. 1934 yılında Yaşar Nezihe Hanım’ın akıbetini merak eden 7 Gün muhabiri uzun araştırmadan sonra onu buldu. Hayat öyküsünü konuştu…

“Feryatlarım”ın şairi Yaşar Nezihe Hanım’ı bulmak o kadar güç oldu ki… Kime sordumsa sadece “bilmiyorum” dedi. Onu bulmak için çalmadığım kapı, sormadığım aşinaları kalmamıştı… Hepsi de: “Bulursan bize de haber ver…” diyordu.
Yazık, dedim, koca “Feryatlarım”ın şairinin en içten feryatları pek erken unutulmuş… Bu sesin nereden geldiğini bilen bile yok!
Onun öteden beri mısralarında yaşayan ıstırap kendisini de yaşatıyor… O, feleğin en zalim sillesini yiyen, talihin en insafsız tekmesiyle çiğnenen içli bir kadın…

6 yaşında annesini kaybetti

Silivrikapı’nın sakin bir mahallesinde daha doğduğu gece evlerinde yakacak gaz bulunmamıştı. O gün binlikler deviren sarhoş, rahat ve hissiz babası Yaşar Nezihe’nin dünyaya gelişine hiç de sevinmemişti. O, fırtınalı havada diz boyunu geçmiş karlar üzerinde isteksiz isteksiz yürüyerek bakkala gitmişti. Bakkal ona sert bir çehre ile cevap vermişti: Bugün gaz yok!
Evde bir taraftan Yaşar Nezihe rahmi maderden yeni çıkmış ağlıyor bir taraftan da bu felâketle inleyen zavallı annesinin gözlerindeki damlalar çoğalıyordu. Bu azap dolu yaşları gecenin karanlığı emiyor ve kimse görmüyordu!
Böyle talihsiz ve ışıksız bir gecede doğan bedbaht Nezihe altı yaşında annesini kaybetti. Artık o, sarhoş bir baba, topal fakat zalim bir amca, titiz, hırçın bir teyzenin eline düşmüştü. Zavallının bunların elinden çekmediği kalmadı.
Onun yarım asırlık hayatı daimi bir ıstırap ve mücadele ile geçti. Bunu şu mısralar ne kadar kuvvetle ifade ediyor:
Ben sefalet tahtında şanlı bir hükümdarım,
Binlerce gam nedimim bilsen ne bahtiyarım.
Sağımda yüz bin elem, solumda yüz
bin keder
Bana hürmetle bunlar başlarını eğerler..
Hanendelerim matem, sazendelerim
hicran,
Hep feryadü figandır sarayımda
duyulan.
Sakilerim felâket, zehirdendir şarabım
Her an zehir içmekle hem mestim hem harabım.
Zairlerim gözyaşı teessür, ıstıraptır..
Hayatımın her demi cehennemi azaptır…

Babam okula gitmeme engel oldu

Yaşar Nezihe ancak bir sene kadar mahalle mektebine devam edebilmişti. Bunu kendisi şöyle anlatıyor:
— Mahalle mektebine gizli gidiyordum. Bir gün babam işitti. “Babıali’ye kâtip mi olacaksın?” diye saçlarımdan sürükledi ve evden kovdu. Ben içimde alevlenen okumak hırsını nafile yenemiyordum. Okumak için param da yoktu. Dere kenarlarından papatya, ebegümeci toplayarak aktarlara satardım. Aldığım paranın 40 parasını hoca hanıma, 40 parasını da kalfaya verirdim. Bu bir sene kadar devam edebildi ve ben mektebi terke mecbur kaldım.

İki mutsuz evlilik yaptım

15 yaşımda ilk şiirimi yazdım ve namımüstearla Malumat gazetesine gönderdim. 17 yaşında evlendim. Zevcimle aramızda yaş farkı çoktu… 1,5 sene beraber yaşayabildik. Asıl hayatımı bağladığım ve darbesiyle yıkıldığım, inlediğim ikinci zevcim mühendis Yusuf Bey’dir. Bu hain adamı o kadar büyük bir muhabbetle sevdim ki… Fakat 5,5 sene beraber yaşadık. Üç çocuğum oldu: Vedat, Suat, Sedat.. Fakat hain zevç bana 1910’da ihanet etti. Ve ben üç çocuğumla ve gözyaşlarımla başbaşa kaldım. Günlerce aç kalarak çocuklarımın hıçkırıklarını dinledim. O basık tavanlı mağara gibi evime azgın kış fırtınaları ninni gibi gelirdi. Bir taraftan yavrularım ağlarken ben de iğnemle onlara ekmek parası çıkartmağa çalışırdım. Allah’ım onlar ne azaplı gecelerdi.
Nihayet Sedat’la Suat’ımı bakımsızlıktan kaybettim. Bu yavruların bütün vebali babalarınındır. Yalnız Vedat’ımla kaldım:
Bahar içinde hayatım hazana dönmüştür,
Açılmadan heder oldu yazık ki gonçelerim…

Yaşadığım tek sevinç oğlumun mezuniyeti

Zevcimden ayrıldıktan, beş sene sonra ansızın bir haber aldım. Beni evine çağırmıştı. Hiç titremeden gittim. Odasına girer girmez karyolada uzanan sarı benziyle karşılaştım… O ölüm haliyle yerinden kalkarak elimi öptü; bir yudum su istedi. Verdim. Çukurlaşan gözleri çoğalan damlalarla doldu, dudakları titredi ve:
– Nezihe! Beni affet, dedi. Eski hatıralar gözümün önüne geldi. Bir de beş yıllık mustarip hayatımın bana verdiği sarsıntı, bir süzgeçten geçen su gibi titreyen kalbimin üzerine serpildi. Istırabımdan ve ihanetinden aldığım kuvvetle cevap verdim:
– Asla affedemem!..
Üç saniye sonra elimdeki eli buz olmuş ve o ölmüştü…
Yaşar Nezihe Hanım bunları anlatırken zevcinin duvarda asılı fotoğrafına dalıyordu. Bana öyle geliyordu ki şairin gözyaşları kirpiklerinden ziyade kalbini besliyordu!.. Ona garip gelecek bir sual sordum:
– Hayatta hiç gülmediniz mi?
– Hayatta yalnız bir defa göğsümü gererek güldüm ve ıstıraba “seni yendim” dedim… O da oğlum Vedat’ı ali mektepten mezun ederek hayata verdiğim gündür.

Fuzuli’yi günlerce okusam doymam

Bakın bugün altı aylık bir torun sahibiyim. Şimdilik eski hayatımdan eser yok. Onun içindir ki şiir yazamıyorum artık… Gece mütalea ile meşgul oluyorum gündüz nakış işliyorum.
– Kimleri okuyorsunuz?.
– Yenilerden Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Orhan Seyfi’nin şiirlerini pek severim. Hele Orhan Seyfi… Onun “Kanarya”sı ne kadar güzeldir.
– Eskilerden?
– Koca Fuzulî’yi… Onu günlerce okusam doymam…
– Nedim’i?
– Nedim mi? Hiç hoşuma gitmez. Demek neşe de insanı söyletirmiş! Gamsız, ıstırapsız onun nasıl şair olduğuna şaşıyorum… Hâmit’i okudum fakat anlamadım. O herhalde anlaşılamayacak kadar yüksek bir şair.
Şükufe Nihal’i çok görmek istiyorum. Bilmem bu arzuma ne zaman nail olacağım.

Belediyeden bir isteğim var

Yaşar Nezihe’nin öldükten sonra yapılmasını istediği bir arzusu var. Bilmem Şehir Meclisi ne der? Yaşar Nezihe, Silivrikapı’da Hünkâr İmamı Sokağı’nda doğmuştur. Yıllarca ıstırap çektiği bu sokağa öldükten sonra Yaşar Nezihe Sokağı denilmesini istiyor.
– O sokakta öyle hatıralarım var ki bir gece açlıktan fareler üzerime hücum etti, diyor.

1919’da Almanya’da yayımlanan kitapta ismim geçiyor

Yaşar Nezihe, ayrılırken Almanya’da kendisi hakkında yazılan bir yazıyı gösterdi. Profesör Doktor Martin Hartmann tarafından 1919’da yazılan ve Dichter der Neuen Türkei namını taşıyan bu kitapta şairemizin sanatına ait bir tahlil ve bir de fotoğrafı var. Türk Edebiyatı’na alınmayan ve kendi köşesinde ihmal edilen bu ıstırap şairini Almanlar tanıyor da biz tanımıyoruz. Bu, edebiyatımız hesabına ne acı bir hakikattir! Yaşar Nezihe’nin evinden bu acıyı duya duya ayrıldım…


(Taha Ay / 25 Temmuz 1934 / Yedigün Dergisi / Arşiv çalışması, dizgi, redaksiyon Serhan Yedig)


Yaşar Nezihe Bükülmez Hanım

 

(SUSANA SOCA) O BU DİYARLARDAN DEĞİLDİ

Onu hepi topu iki kez gördüm. Çok değil. Fakat müstesna olana zaman açısından bakmak olmaz. O tedirgin, uzaklardaymış havası, fısıldaması (konuşma demek uygun düşmezdi buna), ikircikli hareketleri, insanlara yahut şeylere uğramayan bakışları, latif hayalet edaları beni hemencecik ele geçirdi. “Kimsiniz? Hangi diyardan geldiniz?” diye sorası geliveriyordu insanın. Cevap verebileceğinden değil ya, öylesine de bağlıydı sırrına işte, ya da sırrını ortaya dökmeye hiç niyeti yoktu. Ne nefes alma işinin altından nasıl kalktığı (nasıl bir gafletle bunun büyüsüne kapıldığı) ne de aramızda ne aradığı kimsenin bileceği şey değildi. Kesin olan bir şey varsa, o da onun bu diyarlardan olmadığı ve düşkünlüğümüzü sırf nezaketinden ya da marazi bir merakından dolayı paylaştığıydı. Onun yanında duyduğunuz hissin benzerini uyandırsa uyandırsa melekler ve derman bulmazlar uyandırabilir. Bir yandan mest ediyor, beri yandan da akıl sır ermez bir tedirginliğe sevk ediyordu!

Onu gördüğüm gibi ürkekliğine vuruldum; hatırdan çıkmaz, eşine rastlanmaz o ürkek haliyle esrarlı bir tanrıya hizmet ede ede iflahı kesilmiş bir vesta rahibesini yahut kapıldığı sıla hasretinden veya vecd yüzünden yaşamda belirmeye güç yetirememecesine tükenip gitmiş bir mistiği andırıyordu!

Mala mülke boğulmuş, göngörmüş sayılmıştı sayılmasına ama her şeyden büsbütün kopmuş gibiydi. Sezilemez olanın bağrında sefaletini mırıl mırıl söylenip dilenmeye mahkûm edilmişti. Zaten onda sükûnet ruhunun, şaşkınlık da evrenin yerini tutarken bir şeylere sahip olması, bir şeyleri dile getirmesi mümkün müydü?.. Rozanov’un bahsettiği şu ay ışığı yaratıklarını akla getirmiyor muydu?
Onu uzun uzadıya düşündükçe zamanın zevklerinden ve görüşlerinden ayrıca değerlendiresi geliyordu insanın. Başka bir zamandan kalma bir felaket gelip çökmüştü tepesine. Talihine ki albenisi de maziye karışmıştı. Başka bir çağda, başka bir yerde doğmalıydı, diyelim ki pusun ve çaresizliğin hüküm sürdüğü Haworth’un bozkırlarında, Bronte kardeşlerin yanında…

Yüz okumasını bilenler onun çehresine bakınca uzun yıllar yaşamayacağını, senelerin kâbusundan muaf tutulacağını şıp diye anlayıverirlerdi. Sağ haliyle yaşamdan o denli kopuk duruyordu ki onu bir gören bir daha göremeyeceği düşüncesine kapılırdı. Meşrebinin alameti farikası ve düsturu, yazgısının şaşaası, dünyadan gelip geçtiğinin işareti elvedaydı. Bundan ya onu bir haleymişçesine taşıyordu, gösteriş olsun diye değil, görünmez âlemle olan bağından dolayı.

Emil Cioran

Bazen öyle olur ki şiir bir insanın bütününü ele geçirir ve aynı zamanda ona tamamen teslim olur – bu durumlarda ele geçirilen, sahip olandır ve zulme uğrayan zulme uğrayandır – jestlerini, bakışlarını, konuşmasını, sessizliklerini aydınlatmak, sesini diğer sese, varlığını diğer varlığa, hayatını diğer hayata dönüştürmek […] Susana Soca, şiir tarafından ve şiir için seçilen ya da mahkûm edilen mutlak şairlerin bu gizemli soyundandır.

Guido Castillo

İşte o uzun şiir, her zaman
birkaç kez yarıda kesilip biten,
benim olmadığım biri tarafından yazılmış bir şiir.
Onu ortada, sonu ve başı olmayan bir yerde bulduğumu biliyorum.
Ama artık onu aramıyorum,
sadece baştan başlamak için şiiri arıyorum.

Susana Soca

Ivan Turgenyev’den altı çizili satırlar

Ateşin pervaneyi çektiği gibi çekiyordu beni… Sevilmediğimi bilmek, hele bunu kendi kendime açıklamak pek acı geliyordu, yine de o yakıcı ateşin çevresinde dönmeye devam ediyordum.

.

Bir romantik olsaydım ‘yollarımızın ayrıldığını hissediyorum’ derdim ama değilim, o yüzden sana birbirimizden bıktığımızı söylüyorum.



Düşünen bir insan için ıssız yer diye bir şeyin olmadığı kanısındayım. En azından elimden geldiğince yosun tutmamaya, çağın gerisinde kalmamaya çabalıyorum.

.

Zaman bazen kuş gibi uçar bazen de solucan gibi sürünerek geçer; ama insan en çok zamanın ağır mı yoksa çabuk mu geçtiğini fark etmediği vakit kendini iyi hisseder.

.

Geçmişi hatırlamanın lüzumu yok. Geleceğe gelince; onun için de kafa patlamaya değmez.

.

Her şey bir yana, babam yaşam arzusuyla dolu bir insandı. Belki de çok fazla yaşayamayacağını hissedip anın tadını çıkarmaya çalışıyordu.

.

Kişilik, sayın bayım, en önemlisi budur işte: İnsanın kişiliği bir kaya gibi sağlam olmalıdır, çünkü her şey onun üzerine bina ediliyor.

.

Kimin sevdiğini, kimin sevmediğini çocuklar anlar.

.

Çev­remdeki bütün insanlara tahammül edemez oldum. Ancak yalnız başıma kaldığım zaman
ra­hatlıyordum.

.

Allah aşkına, kalbindeki her şey yüzünden okunurken yalan söylemenin yararı ne?

.

Ben planlarla beynimi patlatırken kader yapacağını yapmıştı bile!

.

– Ne olur?
– Hastalanırsınız; olacağı bu.
– Vah, vah!.. Belki de ölürüm?… Ah keşke!

.

Hadi bana bir şiir oku.

.

Eskiden gençlerin okuması gerekirdi; adları cahile çıksın istemezlerdi, ister istemez çalışırlardı. Oysa şimdi dünyadaki her şey saçmadır demeleri yeterli, bir anda başarıya ulaşıyorlar.

.

Hiçbir şey çok geç gelen bir mutluluktan daha kötü olamaz, daha çok acıtamaz. Sana vereceği bir tat kalmadığı gibi, seni en değerli hakkından, kaderine küfretme ve lanet okuma zevkinden de mahrum eder.

.

Bir şair psikolog olmalı ama gizli de olmalı: Olguların köklerini bilmeli ve hissetmeli, ama yalnızca olguların kendilerini çiçek açmış ya da solup giderken sunmalıdır.

.

Ayrılırken hissettiğim duyguyu tarif edemem. Bir daha asla tekrarlanmasını istemezdim ama hiç yaşamasaydım kendimi talihsiz sayardım.

.

Oğlum, kadınların sevgisinden kork! Bu mutluluktan, bu zehirden kork!

.

Yüzü gergin ve üzgündü. Düşünceleri yalnız eski anılarla uğraşan bir insanın yüzü böyle olamazdı.

.

Bazarov:
— Baban iyi bir adam ama, geri kafalı, dedi, ununu eleyip eleğini asmış.
Nikolay Petroviç kulak kabarttı. Arkadi hiç cevap vermedi.
‘Geri kafalı adam’ iki dakika kadar kımıldamadan durdu, sonra ağır ağır evine yollandı. Bazarov sözlerine devam etti:
— Dikkat ediyorum, üçüncü gündür Puşkin’i okuyor. Bunun hiçbir işe yaramadığını rica ederim kendisine anlat. Artık çocuk değil, bu saçmaları atmak zamanı geldi. Bu devirde romantik olmanın anlamı mı var?.. Ona faydalı bir şey ver de okusun!..

.

Daha birkaç dakika önce merdiven başından yiğitçe mendil sallayan Vasili İvanoviç de kendini bir sandalyeye bıraktı. Başı göğsüne düştü. Titrek bir sesle kendi kendine söylenmeye başladı. ‘Attı bizi, attı… Evet bizi attı… Burada bizim yanımızda sıkıldı…’ İhtiyar doktor, her seferinde sağ elinin şehadet parmağını kaldırarak birkaç sefer tekrarladı: ‘Şimdi şu parmak gibi yalnız kaldık!’
İşte o zaman Arina Vlasyevna kocasına yaklaştı. Kendi ağarmış başını, kocasının başına dayayarak.
— Ne yapalım Vasili’ciğim, dedi, oğul demek kopmuş bir parça demektir. O tıpkı bir şahine benzer. Canı istedi geldi, canı istedi gitti. Oysa ki biz ikimiz, sen ve ben, bir ağaç kovuğunda yetişen iki mantar gibiyiz… Yanyana oturuyor, yerimizden kımıldamıyoruz. Senin için ömrüm boyunca değişmemiş olarak yalnız ben kalırım. Nasıl ki sen de benim için öyle kalırsın!

.

– Eh, Anna Sergeyevna, doğruyu söyleyelim, benim işim bitik. Ben çarkların arasına sıkışmış bir adamım. Görülüyor ki, geleceği düşünmek yersizmiş. Ölüm eski bir şey ama, herkes için yenidir. Şimdiye kadar korkmadım… Daha sonra kendimi kaybedeceğim ve her şey tamam… (Zayıf bir hareketle elini salladı). Bilmem ki size ne söyleyeyim… Sizi sevdiğimi mi?.. Bunun önce de bir mânâsı yoktu, şimdi ise hepten yok… Aşk bir kalıptır. Benim kendi kalıbımsa, dağılıp gidiyor. İyisi mi size şunu söyleyeyim: Öylesine canlı, ve şimdi karşımda öylesine güzelsiniz ki…

.

Bu mezarın etrafında demir bir parmaklık vardır. İki ucuna, iki körpe çam dikilmiştir. Bu mezarda Yevgeni Bazarov gömülüdür. Yakınlardaki bir köyden, dermansız iki ihtiyar, bir karı ve bir koca sık sık bu mezarı ziyarete gelirler… Bu iki ihtiyar, birbirlerine dayanarak, ağırlaşmış adımlarla yürürler. Demir parmaklığa yaklaşarak, yere kapanır, sonra diz çökerler… Uzun uzun, acı acı ağlarlar. Altında oğullarının yatmakta olduğu dilsiz taşa, uzun uzun, dikkatle bakarlar. Birbirlerine kısa birkaç söz söylerler, taşın üstündeki tozları silerler. Çamların dallarını düzeltir, yeniden dua ederler… Kendilerini oğullarına, onun anılarına daha yakın duydukları bu yerden bir türlü ayrılamazlar.

.

Çocuklar bunun için var – ebeveynleri sıkılmasın diye.

.

“Sizinle konuşmak hoş bir şey… Tıpkı bir uçurumun kenarında dolaşmak gibi bir şey. İnsan evvela korkuyor; fakat sonra cesaretleniyor.”

.

Şiir tanrıların dilidir. Şiirleri kendim severim. Ama şiir sadece şiirde değildir; her yere dağılmıştır, etrafımızdadır. Şu ağaçlara bak, o gökyüzü her tarafta güzellik ve yaşam nefesi var ve yaşam ve güzelliğin olduğu yerde şiir de var.

.

Bir insan her şeyden vazgeçebilir.

.

Her insan pamuk ipliğine bağlı; her an altından bir uçurum açılabilir.

.

İhtiyaç her şeyi öğretir, birçok şeylerden de vazgeçirir.

.

Bencil insan, tek başına kalmış meyvesiz bir ağaç gibi kurur gider.

.

Sövüp saymak için bile olsa, insanın başkalarına ihtiyacı vardır.

.

Hiçbir şey çok geç gelen bir mutluluk kadar kötü ve incitici olamaz!

.

Bazı yaralar vardır ki, kapanmış olsalar bile dokununca sızlarlar.

.

İlk aşk, devrimden farksızdır; hiç değişiklik olmadan sürüp giden hayat bir anda darmadağın oluverir.

.

İnsanın başına nasıl bir felaket gelirse gelsin o, ya aynı gün ya da en çok ertesi gün karnını tıka basa doyuracaktır.

.

İradesi zayıf insanlar bir şeye kendiliklerinden son veremezler, bunun onun dışında oluşmasını beklerler.

.

Ölüm, ağıyla balığı yakalayan ve onu bir an için suya bırakan balıkçıya benzer. Balık yüzmektedir ama, ağa düşmüştür bir kere; balıkçı dilediği zaman çeker onu.

.

Biz anlayamıyoruz birbirimizi; ya da en azından, ben sizi anlamak şerefine eremedim.

.

Asıl önemlisi, insanın kişiliği kaya gibi sağlam olmalıdır çünkü her şey onun üzerine inşa edilir.


.

Geçmişin sisli dalgalarından sıyrılarak gözünün önünde canlanan ve kendisinin adım attığı o büyülü dünya şöyle bir sallanıp kaybolmuştu.

.

Ah gençlik! Gençlik! Pervasızca, umursamadan gidiyorsun kendi yolunda – dünyanın bütün hazineleri seninmiş gibi; keder bile seni umutlandırıyor, acı bile alnına çok güzel oturuyor. Özgüvenli ve küstahsın ve ‘sadece ben canlıyım, bakın!’ diyorsun. Kendi günlerin hızla uçup, hiçbir iz bırakmadan yok olur ve içindeki her şey güneşin altında eriyip giderken bile mum gibi… kar gibi… ve belki de senin sihrinin bütün sırrı istediğin her şeyi yapabilme gücünde değil, yapamayacağın hiçbir şey olmadığını düşünme gücünde saklı.

.

Şimdi hem ihtiyar, hem de hastayım, ve her şeyden fazla, günden güne yaklaşmakta olan ölümü düşünüyorum. Geçmişi arada bir düşünüyorum, ruh gözümle gerilere baktığım pek seyrek oluyor. Ancak bazen kışın, alev alev yanan ocağın karşısında, kımıldanmaksızın otururken, sonra, yazın, iki yanı ağaçlı, gölgeli yolda, sakin adımlarla gezinirken geçmiş yılları, olayları, kişileri hatırlarım.

.

Daha birkaç dakika evvel eşikte durup yiğitçe mendil sallayan Vasiliy İvanoviç bir sandalyeye çöktü ve başını göğsüne eğdi. “Bizi bırakıp gitti, gitti,” diye kekelemeye başladı, “bizi bırakıp gitti; bizim yanımızda sıkıldı. Şimdi bir parmak kadar yalnızım, yalnız!” diye birkaç kez tekrarladı ve her defasında da işaretparmağını ayırarak elini ileri uzatıyordu. O zaman Arina Vlasyevna ona yaklaştı ve ağarmış başını, onun ağarmış başına dayayıp “Ne yapalım Vasya! Evlat, kesilmiş bir dilimdir. O kartal gibidir: Uçup geldi, gitmek istedi, uçup gitti; seninle ben ise bir ağaç kovuğundaki mantarlar gibiyiz, yan yana oturuyoruz ve yerimizden kımıldayamıyoruz. Senin için sadece ben hiç değişmeden kalacağım, sen de benim için öyle kalacaksın,” dedi.
Vasiliy İvanoviç ellerini yüzünden çekti ve karısına, hayat arkadaşına öyle sıkı sarıldı ki, gençliğinde bile ona böyle sarılmazdı: Derdini bir o avuturdu onun.



“İhtiyar,” diye konuşmaya başladı Bazarov kısık ve ağır bir sesle, “benim işim kötü. Mikrop kapmışım ve sen birkaç gün sonra beni gömeceksin.”
Vasiliy İvanoviç sendeledi, sanki biri bacaklarına bir darbe indirmişti.
“Yevgeniy!” diye mırıldandı. “Ne diyorsun sen!.. Tanrı seni korusun! Sen üşüttün…”



Geçmiş olsun! Ama mesele bu değil. Bu kadar çabuk öleceğimi beklemiyordum; bu, doğrusunu söylemek gerekirse çok kötü bir rastlantı. Annemle ikiniz dini bütünlüğünüzden faydalanmalısınız; işte size bunu sınamak için bir fırsat.”



“Siz, benim durumumdaki insanların öbür dünyayı boylamadıklarını gördünüz mü?” diye sordu Bazarov ve aniden divanın yanında duran ağır masanın ayağını yakalayıp sarstı ve yerinden oynattı. “Kuvvetse kuvvet,” dedi, “kuvvetim hâlâ yerinde ama öleceğim!.. Yaşlı biri hiç değilse hayata olan alışkanlığını kaybetmiştir, ya ben… Hadi gel de ölümü inkâr etmeye çalış. O seni inkâr eder ve tamam! Kim ağlıyor orada?” diye ekledi biraz bekleyerek. “Annem mi? Zavallıcık! O harika pancar çorbasını şimdi kime yedirecek? Ah sen, Vasiliy İvanoviç, sen de ağlıyorsun galiba? Ne yapalım, eğer Hıristiyanlık yardım etmiyorsa filozof ol, stoacı ol! Zaten filozof olmakla övünmez miydin?”



“Beni unutacaksınız,” diye Bazarov tekrar konuşmaya başladı, “ölüler dirilerin arkadaşı olamaz. Babam size, işte bakın Rusya nasıl birini kaybediyor falan diyecek… Saçma sapan şeyler; ihtiyarın inancını sarsmayın. Çocuklar gibi neyle avunursa avunsun… bilirsiniz ya. Anneme de şefkatli davranın…”

Ivan Turgenyev

Galata Kantosu

Üner Birkan’a

Benim hiç Çin’de bir ablam olmadı
Hiç çiçekçi dükkânım İvan Milinski
Üç Galata gecesi Ceneviz kerhânesinde
Boyalı kunduralarıma büyük erkekliğime baktı kaldı
Dişleri kâmilen altın dövülmüş bir kadının yüzü

Peki bu Güzel Avratotu da kim yahu?
Oldum olası ayakta bira içiyor
Galiba yine yüz kişi ütülemiş kayıkta kızcağızı
Biliyorsun işte bira içerken vergi vermek gücüme gidiyor arkadaş
Hem ne demeye o Güllü Agop ukalâsı otobüs paramı çekecekmiş
Eve gitmek istemiyorum pazarlık ederiz hamamda yatarız
Ulan git şimdi milli gelirden söz açma bana defol bas git yıkıl

Mübeccel Mübeccel ben ben olayım da seni hiç anlamayayım ha
N’olur uzat bacaklarını Galata’dan denizlere uzat uzat da
Zırlamadan anlat on ikisi de deli olan kardeşlerini Mübeccel
Anlat kimlerin yüreğinde Kız Kulesi gibi grev çivileri var
Kimler boş sarnıçlara iğilmiş ha bağırır ha bağırır
Sen kahırlanma bana gözlerim Çin’de benim çiçek bahçelerine kaçmış
Benim hiç Çin’de bir ablam olmamış hiç çiçekçi dükkânımolmamış

Geceleri Galata’da gülerken bacaklarımız uzamış alıştık artık ölüme
Diyeceğim şu İvan Milinski: ölüm için ayırdık geceleri gülerken
Galata’da

(27 Temmuz 1957 )

Ece Ayhan

Neden Gelmiyorsun?

Bak, kırlangıçlar saçaklarını bir bir terk etti,
Sararmış ceviz yapraklarıysa usul usul dökülüyor,
Asmalar da güz ayazıyla hırpalanıyor,
Neden gelmiyorsun? Neden gelmiyorsun?

Gel, gel de kollarıma alıp bağrıma basayım,
Çehrene dalıp dalıp başka diyarlara uçayım,
Başımı minnettar bir uykuyla
Göğsünde, göğsünde tutayım!

Hatırlar mısın nasıl da dolaşırdık
Çayırlar ve vadilerde,
Ve kekikler arasında da öperdim seni
Kaç kere? Kaç kere?

Kadınlar dolaşır yeryüzünün dört bir köşesinde,
Kimileri de epeyi çekici olur insanın gönlünce,
Akşam yıldızları gibi parıldamazdı hiçbiri,
Değillerdi senin gibi, değillerdi senin gibi!

Parıldaman daima ruhumun derinliklerinde,
Yıldızların alevinden daha tatlı,
Doğan güneşten daha şahane,
Tatlı sevgilim, tatlı sevgilim!

Bu sonbahar da geldi ve sensiz geçiyor,
Yapraklar dallarından bir bir düşüyor,
Tarlalar ıssız, kuşlar dilsiz,
Neden gelmiyorsun? Neden gelmiyorsun?

Mihai Eminescu
Çeviren: Mehmet Gündoğdu

Bazen herşey yorar insanı, dinlendirici olanlar bile. Yorucu olduğu için yoranlar; bir de dinlendirmesi gerekirken, sırf bunun için uğraşmayı düşünmek bile yorucu olduğu için yoranlar.

Şu an çok uzak gelen, bundan dolayı bir yerlerde okuduğum ya da bir başkasından dinlediğim bir öyküymüş gibi görünen ergenlik çağımda iki kez sevip, dibe vurmanın acısını tattım. Bugün durduğum yerden, uzak mı yoksa yakın mı olduğunu tam ayırt edemediğim bu geçmişe dönüp baktığımda düşünüyorum da, bu düş kırıklığını genç yaşta tecrübe etmek iyi olmuş.

Gönlümün derinliklerinde neler çektiğim sayılmazsa eften püften bir şeydi. Bu mahrem konuya dışarıdan bakıldığında, bir alay insan aynı işkencelerden geçmiş, denebilir. Ama…

Duyarlılığını ve aklımın birbirine bağlı olarak, aynı anda yaşadığ tecrübe beni genç yaşta şuna inandırdı ki, ne kadar marazi görünürse görünsün, benimki gibi mizaçların yeri düş dünyasıdır. Hayal gücümün (sonradan) geliştirdiği kurgular arasında usandıkları da oldu, ama ne canımı sıktılar, ne de beni küçük düşürdüler. Hem ayrıca, imkânsız sevgililer size sahtekârca gülümsemez, yalandan şefkat göstermez, küçük hesaplarla cilve yapmaz. O sevgililer asla bırakıp gitmez ve bizim için hep vardırlar.

Ruhumunda kopan büyük fırtınalar, bütün evreni etkileyen felaketlerdir Sıkıntı üzerimize çökünce, güney yörüngesinden çıkar, yıldızlar pusulasını şaşırır. Yazgı, gunun birinde gelip hissetme yetisine sahip bütün ruhlarda, bir tiyatro oynarcasına sıkıntaların mahşerini oynar ve işte o zaman göklerle dünyalar hüznümüzün üstüne yıkılır.

Hem kendini herkesten üstün göreceksin, hem de Yazgı’nın sana en aşağı yaratıklardan bile aşağıymışım gibi davrandığını fark edeceksin – kim bu halde olmakla övünebilir!

Günün birinde aniden ilham gelse, sanatın olanca gücü içime dolsa, uykuya bir güzelleme yazardım. Hayatta uyuyabilmekten daha büyük zevk tanımıyorum. Uyurken hayat ve sanat tamamen hükümsüz kalır, varlıklardan, insanlardan tamamen uzaklaşarsın, hatırasız, yanılsamasız bir gecedir uyku – ve nihayet, geçmişin de, geleceğin de olmayışıdır…

****

Günün birinde ölüp gideceğinden habersiz, annesinin elinin kılavuzluğuna kendini bırakmış bir insan daha ne isteyebilir?

***

Kendime kızmam, çünkü kızgınlık güçlü insanların harcıdır; kendime boyun eğmem, çünkü boyun eğmek soylularan harcıdır; susmam da, çünkü sesizlik yüce varlıkların harcıdır. Oysa ben ne güçlüyüm, ne soylu, ne de yüce. Acı çekerim ve hayal kurarım. Zayıflığım sızlanan biri yapar beni ve sanatçı olduğum için gizlice şikayetler besler, düşlerimi, güzellikleri hakkındaki fikrime en uygun şekilde düzenleyerek oyalanırım.

Bir tek çocuk olmadığıma hayıflanırım (düşlerime inanabilirdim o zaman) ya da bir deli (beni kuşatan her şeyi ruhumdan uzaklaştırabilirdim).

Düşü gerçek yerine koymaktan, kendi düşlerimi fazlasıyla derin yaşamaktan ötürü, en sonunda düşsel hayatımın gerçek olmayan gülünde bir diken çıktı: O da şu ki, düşlerim hoşuma gitmez oldu, çünkü kusurları gözüme batıyor.

Renkli gölgelerin oynaştığı camı boyamakla, camın öte yanından seyrettiğim o yabancı hayatın gürültüsü benden saklanamaz.

Ne mutlu kötümser yöntemleri yaratanlara! Sadece herhangi bir şey vücuda getirmiş olmanın huzurunu tatmakla kalmaz onlar, ayrıca yaptıklarını anlatmak da hoşlarına gider ve kendilerini evrensel acının ayrılmaz bir parçası olarak görürler.

Kendi payıma, dünyadan şikayetçi değilim. Evren adına bir itirazım da yok. Karamsar sayılmam. Acı çekerim ve şikâyet ederim, ama acı çekmek genel bir kural mıdır, insanın doğasında mı vardır, bilmem. Öyle ya da değil, bilsem ne olur, bilmesem ne olur?

Acı çekiyorum, ama bunu hak edip etmediğimi bilmiyorum. (Kovalanan bir ceylan.)

Karamsar değilim, hüzünlüyüm.

***

25 Temmuz 1930

Biz aslında insanları sevmeyiz. Sevdiğimiz, bir insan hakkında oluşturduğumuz fikirdir. Kısacası kendi uydurduğumuz bir kavramı – ve sonuç olarak kendimizi sevmekteyizdir.

Bu dediğim aşkın her kademesinde geçerlidir. Tensel aşkta yabancı bir bedenin aracılığıyla kendi hazzımızın peşinden koşarız. Tensel boyutu olmayan aşkta, yarattığımız bir düşüncenin aracılığıyla kendi zevkimizin peşinden koşarız. Otuzbir çekmeden yapamayanlar iğrenç insanlardır, ama iyi düşünüldüğünde, aşkın mantığını kusursuzca ortaya koymaktadırlar. Ne bir başkasını, ne kendini, hiç kimseyi aldatmayan bir onlar vardır.

Bir ruhla bir başkası arasında, harcıâlem kelimeler ya da edimlerimiz gibi belirsiz, benzeşmez şeyler üzerinden kurulan ilişkiler meselesinde, tuhaf bir karmaşa sezilir. Tanışma şeklimiz yüzünden bile yanlış tanırız birbirimizi. İki insan “Seni seviyorum,” der ya da bunu düşünür, karşılıklı olarak hisseder ve ruhun faaliyet alanını oluşturan soyut duygular kalabalığında, her ikisi de farklı bir düşünceyi, farklı bir hayatı, hatta belki farklı bir rengi ya da kokuyu dile getirmek derdindedir.

Bugün kendimi, var olmasaydım olacağım kadar bilinçli hissediyorum. Düşüncelerim, herhangi bir şeyi ifade etmenin mümkün olduğuna yalan yere bizi inandıran etten paçavralardan arınmış bir iskelet kadar net. Vaz-geçmek üzere geliştirdiğim bu düşüncelerin belli bir kaynağı yok – en azından bilinç sahnemde bir şey görülmüyor. Belki de bunların altında yatan, bizim pazarlamacının sevgilisi yüzünden kalbinin kırılmasıdır ya da gazetelerin yabancı gazetelere dayanarak aktardığı aşk hikayelerinde geçen bir cümle, hatta belki de fiziksel olarak açıklayamadığım, bir türlü kurtulamadığım şu hafif bulantılar.

Yanılıyordu Vergilius denen şârih. En çok anlamak yoruyor bizi. Yaşamak, düşünmemektir.

***

Bazen herşey yorar insanı, dinlendirici olanlar bile. Yorucu olduğu için yoranlar; bir de dinlendirmesi gerekirken, sırf bunun için uğraşmayı düşünmek bile yorucu olduğu için yoranlar. Her türlü bunalımın, her türlü acının daha altına yuvalanan ruhsal bitkinlikler vardır; bunlardan sadece insana özgü bunalımlardan ve acılardan kendilerini gizleyebilenlerin haberi olmaz, kendilerine karşı, sıkıntıyı bile başlarından ustaca savacak kadar diplomatça davranmayı bilenlerdir bunlar. Böyle küçülmelerine, dünyaya karşı zırh kuşanmalarına bakarak, kendi kendilerinin bilincine vardıkları bazı anlarda zırhın birdenbire bütün ağırlığıyla üzerlerine çöküvermesine de şaşmamalı, ne de hayatın tersşne bir sıkıntıya, yitirilmiş bir acıya dönüşmesine…

İşte o anlardan birini yaşıyorum şimdi ve bu satırları yazıyorsam, en azından hâlâ hayatta olduğumu kendime kanıtlamaya ihtiyaç duyduğumdandır. Şu ana kadar gün boyunca uyurgezer gibi çalıştım, hesaplarla uğraşırken bir düşteydim adeta, yazarken de uyuşukluğumu atamadım üzerimden. Hayatın ağırlığını bütün gün gözkapaklarımda, şakaklarımda hissettim – gözlerimde uyku, şakaklarımda basınç, hepsinin mideme vuran bilinci, bulantı, halsizlik.

Yaşamak bana, maddenin metafizik bir hatası gibi geliyor, eylemsizlikten kaynaklanan bir dalgınlık. Gün içinde oyalanacak bir şey, ben onu tarif ederken, kendimi reddedişimi barındıran boş fincanı benden saklayacak birşey arayamıyorum bile. Hayır, güne bakmıyorum, çökmüş omuzlarımla dışarıda, hüznüme boğulmuş sokakta, insan seslerinin geçtiğini duyduğum ıssız sokakta güneşin parlayıp parlamadığını bilmem istemiyorum. Hiçbir şey bilmiyorum, göğsüm sıkışıyor. Çalışmayı bıraktım ve yerimden kıpırdamak istemiyorum. Eğimli çalışma masasının kocamışlığına, dört yanından tutturulmuş kirli beyaz kurutma kağıdına bakıp duruyorum. Düşüncelerin ya da can sıkıntının izdüşümü olan karalamaları seyrediyorum dikkatle. Birçok yerinde imzam var, yanlamasına ya da tersten atılmış. Şurada burada rakamlar, dalgınlığımın ürünü birtakım anlamsız desenler. Dangalak bir köylü gibi bakıyorum bunlara, büyük icatlar yapmış bir adamın yoğun dikkatiyle süzüyorum hepsini ve görme duyusuna komuta eden sinir merkezlerinin ardında, beynimde hâlâ hiçbir kıpırtı yok.

İçimi, taşıyamayacağım kadar büyük bir uyku sardı. Hiçbir isteğim yok, hiçbir tercihim yok, kaçmam gereken hiçbir şey yok.

Fernando Pessoa
Huzursuzluğun Kitabı

İyi Notlar

Lise yıllarında bir gün ilkokul öğretmenimiz arkadaşım Reşit ile benim, yerine iki gün öğretmenlik yapmamızı teklif etmişti. Öğretmenlikten ziyade sınıfa göz kulak olacaktık. Sabah okulun bahçesinde buluştuk. Öğretmenimizle beraber önce müdürün yanına çıktık. Daha sonra sınıfa indik beraberce. Öğretmenimiz öğrenciler ile tanıştırdı bizi. Yaramazlık yapmamalarını öğütledi. Beni utandırmayın dedi ve gitti.

Sınıfın mevcudu kırk kişi kadardı. Şehrimizin varoşlarına yakın bir mahalle ilkokulunun birinci sınıfıydı. Öğretmenimiz -ömrü uzun olsun Halis Yakupoğlu- Reşit ile bana da bir- kaç öğüt vermiş, aynı sınıfı ikinci keredir okuyan, sıfır numara tıraşlı ve başında sayısız yara izi olan Rıfat’tan gözünüzü ayırmayın, hatta biriniz yalnız onunla ilgilenin demişti. Çocuk baştan aşağı problemdi. Bıkıp usanmadan yaramazlık yapıyor, arkadaşlarımı rahatsız ediyor ya da onları da kışkırtıyordu. Dayak atmayacaktık! Ama ne gezer. Öğretmenliğe başlamamızın üzerinden daha iki ders geçmeden Rıfat Reşit’i çileden çıkarmış, bana “İbrahim sen al bunu bahçeye çık, yoksa ben çocuk katili olacağım!” demişti.

Rıfat öyle ufak tefek sopa-dayak olaylarını aşmış, hatta bizim çömezligimizle alay edercesine sırnaşık sırmaşık gülüyor ve bizi çileden çıkarıyordu. Koca sınıfla uğraşmaktan daha çok yormuştu bizi Rıfat

Çocuk katili olmadan ve elimizden bir kaza çıkmadan iki bitirmiştik!

Yıllar sonra, şehrimizin bulvarında genç bir delikanlı olarak yaklaştı yanıma. “Abi beni tanıdın mı?” Tanımamıştım. İki günlük öğretmenliğin yegâne öğrencisi Rıfat, dalyan gibi bir genç olmuştu. Askere gitme öncesindeydi. Çay bahçesine oturup uzun uzun konuştuk.

Çocukluğum durmadan kanayan bir yara gibiydi, dedi. Babası ilkokula başlamadan ölmüştü. Daha sonra iki üvey babası olmuştu. Biri alabildiğine sarhoş digeri alabildiğine gamsız ve duyarsızdı. Değiştirilen evler, üvey kardeşler, yeni yeni komşular, akrabalar ve okullar. Mutlulukta ve okulda gözüm olmamıştı dedi. Bilinçli değildim ama o yıllarda ben yalnızca günü kurtararak yaşamaya çalışmıştım.

Zor ve mağdur bir hayatı göğüslemişti.
Rıfat anlatıyordu ve gözleri yağmura tutulmuş kirazlar gibi ıslanmıştı

Ayrılmamıza yakın -ki her ikimizin de gözleri iyice buğulanmıştı- “Abi” dedi, incinmiş ve incelmiş sesiyle… “Okulun bahçesinde başımı okşamış ve bana simit almıştın. Çocuksu sevincimle ağlamıştım. Ama sen benim arkadaşlarıma kavga ettiğim için ağladığımı sanmıştın.”

Ağlamıyordum ama yaşlar akıyordu gözlerimden. Sımsıkı sarıldım koca delikanlıya. “Beni affet koca oğlan” dedim. Alnından öperek vedalaşmıştım tek öğrencimle.

Yürüyor ve düşünüyordum, güçlüyken, öfkeliyken ve mağrurken tanıyordu bizi insanlar ve hiç de iyi notlar almıyorduk.

İbrahim Çolak
Kağıttan Geminin Kaptanı

Abdullah Harmancı’nın “seni ne ihtiyarlattı” sorununun bendeki cevabi İhtiyar Kitapçı’nın “yorduklarımız inşallah bizi afteder”, cümlesi olmuştur. Twitter’a “İnsan insanı yorar” yazmıştım da İhtiyar altına bunu yazmıştı. O gün ihtiyarladım işte. O cümleyi okuduğumdan beri yeni biri oldum. Artık insan insanı yorar gibi beylik laflar etmiyor, aklıma hep yorduklarımla nasıl helalleşeceğim geliyor. Dünde kalanlar için birşey yapmasam da kimseyi yormamaya çalışıyorum. 31/05/2019

Güneş Taşı

billûr bir söğüt, bir su kavağı,
yelin büktüğü yüksek bir fıskiye,
iyi dikilmiş bir ağaç, ama oynayan,
çukurlaşan bir ırmağın ilerleyişi,
uzanan, gerileyen, çevrilen
ve yetişen boyuna:
usul bir gidişi
yıldızın ya da evinçsiz ilkyazın,
göz kapakları kapanmış su
öngörülerle kaynaşan bütün gece,
hep birlikte çalkalanan var oluş,
dalga dalga örtünceye dek her şeyi,
alacakaranlıksız, yeşil egemenlik,
göz kamaştırmasınca kanatların
geniş göğe açıldıklarında,

gelecek günlerin çalılıkları
arasında bir ilerleyiş ve uğursuz
patlayışı felaketin tıpkı kuş gibi
taşlaştıran ormanı ötüşüyle
ve nerdeyse gelecek mutluluklar
arasında. yok olan dalların,
kuşlarca, gagalanan ışık saatleri şimdiden,
parmaklar arasından kaçıp giden yoralar,

bir var oluş beklenmedik bir şarkı gibi,
şakıyan yel gibi yangında,
asılı tutan bir bakış
dünyayı dağlarıyla denizleriyle,
bir akikten süzülen ışığın cismi,
ışığın bacakları, ışığın karnı, koylar,
güneşsel kaya, renkli cismi bulutun,
sıçrayan hızlı günün rengi
saat parıldar ve cisimleşir,
evren görülebilir şimdi gövdende,
senin saydamlığında saydam,

girmekteyim ışık geçeneklerine,
çınlayan şimdiler arasında akarım,
saydamlıklar arasında yürürüm bir kör gibi,
bir yansı beni siler, doğarım bir başkasında,
ey büyülü direkler ormanı,
süzülürüm ışık kemerleri altından
saydamca bir güzün aralıklarında,

gövdenle giderim evrene gidermiş gibi,
güneşli bir alandır karnın,
göğüslerin çift kilisedir, orda kan
ulular eş yollu gizemlerini,
bakışlarım örter seni bir sarmaşık gibi,
denizin kuşattığı bir kentsin sen,
bir duvarsın ışığın böldüğü
şeftali rengi iki parçaya,
bir tuz, kuşlar, kayalar yeri
yasası altında devşirilmiş öğlenin,

isteklerimin rengine bürünüp
düşüncem gibi gidersin çıplak,
giderim gözlerinle suda gidermiş gibi,
kaplanlar düş içer bu gözlerden,
sinekkuşu yanar bu alevlerde,
giderim alnınla ay üstünde gidermiş gibi,
bulut gibi düşüncenle,
giderim karnınla düşlerinde gidermiş gibi,

mısırdan eteğin dalgalanır ve şakır,
billûrdan eteğin, sudan eteğin,
dudakların, saçların, bakışların,
yağmursun bütün gece, bütün gün,
açarsın göğsümü sudan parmaklarınla,
gözlerimi örtersin sudan ağzınla,
kemiklerime yağarsın, göğsümün içine
sudan köklerini salar sıvı bir ağaç,

giderim bedeninle bir ırmakla gidermiş gibi,
giderim gövdenle bir ormanla gidermiş gibi,
bir dağdaymış gibi, bir patikada
ansızın bir uçurumla kesilen,
giderim didik didik düşüncelerinle
ve çıkış yerinde ak alnının
kırılır hızla atılmış gölgem,
toplarım birer birer parçalarımı
ve gövdesiz giderim gene, ararım el yordamıyla,
belleğin sonsuz aralıkları,
boş bir salona açık kapılar
içinde çürüdüğü bütün yazların,
mücevherleri parıldar susuzluğun dipte,
yok olmuş yüz ben ansıyınca,
elimi sürsem yiten el,
kargaşalıkta örümceklerin saçları
geçmişin gülüşleri üstünde,

alnımın çıkış yerinde, ararım,
ararım bulmadan, ararım bir anı,
bir şimşek ve fırtına yüzünü
gececil ağaçlar arasında akan,
yağmur yüzünü bir karanlıklar bahçesinde,
yanımda akan ayrılmaz suyu,

ararım bulmadan, yalnızlıkta yazarım,
yoktur kimse, gün düşer, yıl düşer,
düşerim an’la, düşerim dibe,
görünmez yol aynalar üzerindeki
kırılmış görüntümü yansıtan,
yürürüm günlerin, geçmiş anların üstünde,
yürürüm gölgemin düşünceleri üstünde,
gölgemi çiğnerim arayarak bir ânı,

ararım bir kuş gibi diri bir günü,
ararım güneşi saat beşte akşam
ılımış, t e z o n t l e duvarlarıyla:
saat salkımlarını olgunlaştırırdı
ve açıldı mı çıkardı genç kızlar
pembe derinliklerinden ve yayılırlardı
taş döşeli avlularına okulun,
güz gibi yüksek, yol alırdı saat,
bürünüp ışığa, altında kemerin
ve uzayın, onu kuşatır da, giydirirdi
bir saydam ve baştanbaşa yaldızlı deriyle,
ışığın renkli kaplanı, ala karaca
dolaylarında gecenin,
eğildiği şöyle bir- görülmüş kız
yağmurun yeşil balkonlarından,
sayısız ve ergen yüz,
unuttum adını, Melusina,
Laura, Isabel, Perséfona, Maria,
bütün yüzlersin sen, değilsin hiç biri,
bütün saatlersin sen ve değilsin hiç biri,
buluta, ağaca benzersin,
bütün kuşlarsın sen ve bir yıldız,
kılıçtan geçirmeye benzersin
ve cellâdın kan çanağına,
uzanan sarmaşık, saran ve ruhu
kökünden koparan ve ayıran kendi kendinden,

ateşin yazısı yeşim taşı üstünde,
kayadaki çatlak, yılanların kraliçesi,
buhar sütunu, taştaki kaynak,
ay buzulu, kartallar doruğu,
anason tohumu, incecik ve ölümlü
ama ölümsüz acılar çektiren diken,
deniz dibi vadilerinin çoban kızı
ve bekçisi ölüler vadisinin,
baş dönmesinin yarına asılan sarmaşık,
tırmanıcı bitki, ağulu bitki,
diriliş çiçeği, yaşam üzümü,
flütün ve şimşeğin kadını,
yaseminli taraça, yaradaki tuz,
kurşuna dizilmiş olana gül demeti,
ağustosda kar, darağacında ay,
bazalt üzerinde denizin yazısı,
çölde yelin yazısı,
güneşin tütsüsü, nar, başak,

alevlerin yüzü, parçalanmış yüz,
yazıksız ve ergen yüz,
görüntü yıllar, değirmi günler,
düşen aynı avluya, aynı duvarın üstüne,
an tutuşur ve alevin ardarda yüzleri
tek bir yüzdür ancak,
bütün adlar tek bir addır,
bütün yüzler tek bir yüzdür,
bütün yüzyıllar tek bir andır
ve bütün yüzyıllar yüzyılı için
geleceğin yolunu keser bir çift göz,

yok önümde hiçbir şey tek bir andan başka
edinilmiş bu gece bir düşüne karşı
birbirine bağlanmış imgelerin düşte,
uykunun içinde sertçe yontulmuş,
hiçliğinden koparılmış bu gecenin,
kaldırılmış bilek gücüyle harf harf,
dışarda zaman azgınlaşırken
ve ruhumun vururken kapılarına
etsever saatleriyle yeryüzü,

yok bir andan başka şey kentler,
adlar, zevkler, yaşayış
kör alnımın üstüne devrilirken,
gecenin iç parçalayan ağırlığı
hor görürken düşüncemi, iskeletimi
ve kanım daha yavaş yol alır
ve diş!erim çıkar köklerinden ve gözlerim
çarpılır ve günler ve yıllar
boş korkunçluklarını yığarken,

kapatırken zaman yelpazesini
ve kalmayınca hiçbir şey imgeleri ardında,
an batıp gider ve yüzer,
ölümle çevrili, yılgın
geceden, iç karartan esneyişinden,
yılgın anlaşılmaz dilinden
maskeli ve sapsağlam ölümün,
an batar ve karışır gider
kapanır gibi bir yumruk, bir yemiş gibi
yetkinleşen kendi içine doğru
ve kendini içen ve yayılan,
an saydamca kapanır
ve yetkinleşir içe doğru, kökler salar,
büyür bende, baştanbaşa kaplar beni,
sayıklatan yaprakları beni boşaltır,
kuşlarıdır ancak düşüncelerim,
dolaşır cıvası damarlarımda,
us ağacı, zaman tadında yemişler,

ey yaşam, ey yaşamak ve yaşanmış olan az önce,
ileri gelen zaman bir gelgit gibi
ve yüzünü çevirmeden geri çekilen,
bu geçmiş olan şey hiç olmadı, ama gelir
ve boşanır sessizce
yok olan başka bir an üzerine:

önünde taştan ve kükürtten akşamın
görünmez bıçaklarla savutlu,
yazarsın bir kızıl, anlaşılmaz
yazıyı derime ve bu yaralar
bir alev giysi gibi kaplar beni,
yanarım yok olmadan, ararım suyu,
ve yoktur su gözlerinde, taştandırlar,
göğüslerin de, karnın da, kalçaların da
taştandır, bir toz tadındadır ağzın,
ağılı bir zaman tadındadır ağzın,
gövden çıkışsız bir kuyu tadındadır,
susuzun gözlerini yansıtan
aynalar aralığı, böyle hep
çıkış noktasına geri gelen aralık,
bu bitmez: geçenekler arasından
çemberin ortasına doğru ve dinelirsin
baltaca yoğunlaşan bir ışın gibi,
kesip soyan bir ışık gibi, büyüleyerek
ölüm sekisi gibi yargılanmış olana,
kamçı gibi bükülgen ve ikiz
bir ay savutu gibi incecik, uzun,
ve taraz taraz sözlerin oyar göğsümü,
ıssız kor beni, boşaltır,
anılarımı yolarsın birer birer,
unuttum adımı, gönüldeşlerim
bağırır domuzlarla birlikte ya da çürür
güneşle yenip bir yol çukurunda,

yok büyük bir yaradan başka şey bende,
dolaşmadığı bir çukurdan başka artık kimsenin,
penceresiz şimdi, geri gelen,
yenilenen, yansıyan ve yiten
düşünce kendi saydamlığında,
delinmiş bilinç bir gözle
öz bakışıyla bakan yok oluncaya dek ışıktan:
gördüm canavar kabuğunu senin,
Melusina, tanyeli parıldarken, yeşil yeşil,
çöreklenmiş uyurdun çarşaflar içinde,
uyanırken bk kuş gibi çığırdın
ve düştün sonsuz, kırılmış ve ak,
kalmadı çığlığından başka şey senden,
ve yüzyıllardan sonra çıkarım dışarı
öksürükle ve kötü bir görünüşle, sallayarak
eski resimleri:
hiç kimse yok, sen değilsin hiç kimse
bir süpürge ve bir kül yığını,
çeltikli bir bıçak ve bir toz tüyü,
asılmış bir yılan gömleği kemiklere,
yeni kurumuş bir salkım, kara bir çukur
ve çukurun dibinde iki gözü
bin yıl önce boğulmuş bir çocuğun,
bir kuyuya gömülmüş bakışlar,
gören bakışlar bizi yaratılışdan beri,
bakış çocuğu yaşlı annenin
genç bir baba gören büyük oğlunda,
bakış annesi bırakılmış kızın
küçük bir oğlan gören babasında,
bize bakan bakışlar yaşamın
dibinden ve bunlar ölüm tuzaklarıdır
– ya da tersine: bu gözlerin içine düşmek
dönmek midir gerçek yaşayışa?

düşmek, dönmek, beni düşlemek ve beni düşledikleri
yarınki başka gözlerin, bir başka yaşamı,
başka bulutların, başka bir ölümle ölmeyi!
-bu gece yeter bana, ve bu an
bitmeyen açılması ve açığa vurması
ne idiysem, ne olduysam onu, adın ne senin,
adım ne benim:
tasarılar mı kurardım
yaz için -ve bütün yazlar için –
­Christopher Street’de, on yıl var,
serçelerin ışık içtiği
iki, gamzesi olan Phyllis’le?,
Reforma’da Carmen diyor muydu bana
«ağırlığı yok havanın, ekimdir ay burda hep»
yoksa bunu yitirdiğim ya da bulduğum
birine mi dedi yoksa demedi mi hiç kimse bana?
yol aldım mı Oaxaca gecesinde,
ulu ve kara-yeşil bir ağaç gibi,
konuşarak deli yel gibi yalnızca
ve odama gelirken – her zaman bir oda –
tanımadı mı aynalar beni?,
Vernet otelinden gördük mü ağaran tanın
oynaştığını kestane ağaçlarıyla – «vakit çok geç»
mi diyordun şapkanı giyerken ve görüyor muydum
lekeler duvarda, söylemeden hiçbir şey?,
kulenin tepesine çıktık mı birlikte, gördük mü
kayalığın üstünde akşam olduğunu?,
üzümler’ yedik mi Bidart’da?, satın aldık mı
Perote’da gardenyalar? adlar, yerler,
sokaklar ve sokaklar, yüzler, alanlar, sokaklar,
garlar, bir park, kimsesiz odalar,
duvarda lekeler, saçını tarar biri,
şarkı söyler biri yanımda, biri giyinir,
odalar, yerler, sokaklar, adlar, odalar,

Madrid 1937,
Plaza del Angel’de kadınlar
dikiş dikip türkü söylerlerdi çocuklarıyla,
sonra alarm çaldı ve çığlıklar duyuldu,
yerin tozuna diz çökmüş evlerden,
çatlamış kuleler, tükürüklerle kirlenmiş alınlar
ve sürekli kasırgası motorların:
ikisi de soyunup seviştiler
savunmak için sonrasız payımızı,
azığımızı cennetten ve zamandan,
kökümüze dokunmak ve kendimizi elde etmek için yine
yeniden bulmak için koparılmış kalıtımızı
yaşam hırsızlarınca bin yüzyıl önceden,
ikisi de soyunup kucaklaştılar
sarmaş dolaş çıplaklıklar çünkü
aşarlar zamanı ve etkilenmezdirler,
dokunan yoktur onlara, başlangıca dönerler yine,
ne sen ne ben varız, ne yarın ne dün ne adlar,
ne çift gerçek tek bir gövdede, tek bir ruh,
tüm varlık …
sürüklenen odalar
diklemesine akan kentler arasında,
odalar ve sokaklar, adlar yaralar gibi,
başka odalara bakan pencerelerle oda
aynı boyası çıkmış kağıtla,
gömlekli bir erkeğin gazete okuduğu,
bir kadının ütü ütülediği;
ışıklı oda şeftali dallarının ziyaret ettiği;
öteki oda: dışarda hep yağmur yağar
ve bir avlu var ve paslanmış üç çocuk;
odalar, o sallanan gemiler
bir ışık körfezinde; deniz dibi odaları:
sessizlik yayılır yeşil dalgalarla,
dokunduğumuz ne varsa fosfor kesilir;
gösterişli anıt.-kabirler, yeni kemirilmiş
portreler, yıpranmış halılar,
hücreler, tuzaklar, büyülenmiş inler,
büyük kuş kafesleri ve numaralı odalar,
her şey başkalaşır, uçar her şey,
her yapı süsü bir buluttur, her kapı
tarlalara, denize, havaya bakar, her masa
bir şölendir; deniz kabukları gibi kapanmışlardır,
zaman boş yere sarar onları,
ne zaman vardır ne duvar: uzay, uzay,
elini aç, devşir bu zenginliği,
yemişleri topla, yaşamı ye,
uzan ağacın dibine, suyu iç!,
her şey başkalaşır, kutsaldır her şey,
her oda merkezidir dünyanın,
ilk gecedir, ilk gündür,
dünya doğar kadınla erkek kucaklaşınca,
saydam derinliklerdeki ışık damlası
oda bir yemiş gibi aralanır
ya da çatlar sessiz bir yıldız gibi
ve kemirilmiş yasalar farelerle,
banka parmaklıkları ve ceza evleri,
kağıt parmaklıklar, dikenli teller,
çıngıraklar, dikenler ve batıcılar,
savutların tekdüzen öğüdü,
kıskaçlı, ballı akrep,
silindir şapkalı kaplan, başkanı
Et yemezler Kulübü’nün ve Kızıl Haç’ın,
eğitici eşek, kurtarıcılığa
özenen timsah, uluslar atası,
Başbuğ, köpekbalığı, geleceğin
mimarı, üniformalı domuz,
yeğ tutulan oğlu Kilisenin

yıkayan kara dişlerini ve alan
demokrasi ve İngilizce dersleri,
görünmez duvarlar, çürümüş maskeler
ayıran insanı insanlardan,
insanı kendinden,
göçüp giderler
sonsuz bir an içinde ve sezinleriz
yitmiş olan birliğimizi, var olma
sıkıntısını, var olma kıvancını gene,
ekmek paylaşmayı, güneşi, ölümü,
unutulmuş olan uyuşukluğunu yaşamanın;

sevmek savaşmaktır, dünya değişir
iki sevgili kucaklaşınca, cisimleşir istekler,
cisimleşir düşünce, kanatlar çaprazlanır
omuzlarında kölenin, dünya
gerçek ve dokunulandır, şaraptır şarap,
kavuşur ekmek tadına, sudur su,
sevmek savaşmaktır, kapılar açmak,
bırakmak gölge olmayı bir kütük defteriyle
yargılanmış olan sürüp gitmesine soyun
yüzü yok bir tanrıca;
………dünya değişir
iki varlık bakışınca ve bilişince,
sevmek adından arınmasıdır kişinin:
«bırak, orospun olayım», Eloisa’nın
sözleridir bunlar, ama erkek yasalara baş eğdi,
onunla evlendi ve karşılık olarak
iğdiş edildi;
yeğdir kıya,
canlarına kıyan sevgililer, kız kardeşle
erkek kardeşin böceği, tutkun
aynalar kendi benzeyişlerine,
yeğdir ağılanmış ekmeği yemek,
külden yataklarda aldatış,
yırtıcı sevgiler, sayıklama,
ağılı sarmaşığı, doğaya karşı suçluluk
yakaya takılan bir karanfil gibi

bir tükürük taşıyan, yeğdir taşa tutulmuş olmak
alanlarda çevirmekten bostan dolabını
yaşamın özdeğini açıklayan,
döndüren sonsuzluğu çukur saatlere,
dakikaları zindanlara, zamanı
bakır meteliklere ve soyut dışkılara;

yeğdir iffet, görülmez çiçek
sessizliğin saplarında sallanan,
ermişlerin güç elmas’ı
istekleri süzen, zamanı doyuran,
devincin ve gönül dirliğinin düğünleri,
kendi çiçek tacında şakır yalnızlık,
her saat bir taç yaprağıdır billûrdan,
arınır maskelerinden yeryüzü,
ve merkezinde, titreşen saydamlık,
Tanrı dediğimiz şey, adsız varlık,
yüzü olmayan varlık, kendine bakar hiçlikte,
ortaya çıkıp görünür, güneşler güneşi,
var oluşlar ve adlar bolluğu;

sayıklamamı izlerim, odalardan, sokaklardan,
el yordamıyla yürürüm aralıklarında
zamanın ve çıkarım ve inerim basamaklarını
ve yoklarım duvarlarını ve kımıldamam,
başladığım yere dönerim, ararım yüzünü,
yol alırım sokaklarında kendi kendimin
yaşsız bir güneş atlında, ve yanımda sen
yol alırsın bir ağaç gibi, bir ırmak gibi
yol alırsın ve söylersin bana bir ırmak gibi,
bir başak gibi büyürsün ellerimin arasında,
bir sincap gibi titrersin ellerimin arasında,
uçarsın bin kuş gibi, gülüşün
köpüklerle sarar beni, başınsa
küçük bir yıldızdır ellerimin arasında,
dünya yeşerir sen gülümsersen
yerken bir portakal,
dünya değişir
iki sevgili, baş dönmesiyle ve sarmaş dolaş,
çayıra düşerken: alçalır gök,
ağaçlar yükselir, uzay
yalnız ışık ve sessizliktir, uzay
kartalca, göz açıp,
bulutların ak oymağından geçer,
kırar halatlarını gövde, demir alır can,
adlarımızı yitirir ve yüzeriz
maviyle yeşil arasında sürüklenerek,
içinde tek bir olay geçmeyen tüm zaman
mutlu, öz akışından başka,

tek bir olay geçmez, göz kırpıştırır, susarsın
(sessizlik: şu anda bir melek geçti
yüz güneşin yaşayışınca uzun),
yok mu bir göz kırpmasından. başka şey?
– ve şölen, sürgün, ilk kıya,
eşeğin çene kemiği, ölünün
donuk gürültüsü ve inanmaz bakışı
kül rengi ovaya düşerken,
Agamemnon ve sonsuz böğürüşü
ve yankılanan çığlığı Casandra’nın
dalgaların çığlığından daha güçlü,
zincirlenmiş Socrates (güneş doğar,
ölmek uyanmaktır: «Criton,
Esculapio için bir horoz, işte yaşamdan sağıltır beni»,
bilimsel araştırmalar yapan köpek Niniva’nın
yıkıntılarında, gördüğü gölge Brutus’un
savaştan önce, Moctezuma
dikenli yatağında uykusuzluğunun,
ölüme doğru yolculuk yük arabasında
-dakikası dakikasına ölçülmüş
sonu gelmez yolculuğu Robespierre’in,
ellerinin arasında kırık çenesi -,
Churruca fıçısının içinde lâl rengi
bir taht üzerindeymiş gibi, önceden hesaplanmış
adımları Lincoln’ün tiyatroya giderken,
Trotski’nin hırıltısı ve yakınmaları
yaban domuzundan, Madero ve bakışı
yanıtlayamadığı kimsenin: neden öldürüyorsunuz beni?,
«tanrı adına» lar, yakınmaları, susuşları
kıyacının, ermişin, zavallı şeytanın,
tümcelerin, fıkraların mezarlıkları
sanat köpeklerince kazılan, altüst edilen,
sayıklama, kişneyiş, ölürken çıkardığımız
anlaşılmaz gürültü ve doğan
yaşamanın bu soluması ve kırılmış
kemiklerin sesi bir dövüşmede
ve yalvacın köpük saçan ağzı
ve haykırışı ve cellâdın haykırışı
ve kurbanın haykırışı…
gözler
alevlerdir ve alevler baktıkları,
bir alev kulak, bir alev ses,
dudaklar ateşler, kor parçası dil,
dokunum ve dokunduğu, düşünce
ve düşünüş, alev düşünendir,
yanar her şey, alevdir evren,
ve yanar alevli bir düşünceden başka
bir şey olmayan hiçlik, sonunda duman:
ne cellât vardır ne kurban …
ve çığlık,
cuma akşamında mı? ve simgelerle
örtülen sessizlik mi, hiçbir şey demeden
diyen sessizlik mi, hiçbir şey demez mi?
hiçbir şey değil mi insanların çığlıkları?,
hiçbir şey geçmez mi zaman geçerken?

hiçbir şey geçmez bir göz kırpışından başka
güneşin, az çok devinç, hiçbir şey,
kurtuluş yok, zaman geri gelmez,
ölümlerine yerleşmiştir ölüler
ve ölemezler başka bir ölümle,
kımıltılarına çivilenmiş, paryalar,
yalnızlıklarından beri, ölümlerinden beri
çaresiz, bakmadan bakarlar bize,
ölümleri şimdiden yontusudur yaşamlarının,
hiçlik olan bir sonsuzluk şimdiden,
her dakika hiçtir her zaman,
gölge bir kral yönetir çırpınışlarını ve işler
son duruşunu, sert maskeni
değişen yüzünde senin:
bizler anıtıyız bir yabancı,
yaşanmamış, az çok bizim olan yaşamın,

– yaşam, gerçekten ne zaman yaşamımız oldu bizim?,
biz gerçekten ne zaman biz olduk?,
biz yalnızlar, değiliz, boşluktan ve baş dönmesinden,
aynada yüz buruşturmalardan,
korku ve bulantıdan başka bir şey gerçekte,
yaşam bizim olan değildir, başkalarınadır,
yaşam değildir kimsenin, biz hepimiz
yaşamımız,- başkaları için güneş ekmeği,
herkes için bizden başka -,
ben başkasıyım ben olduğumda, edimlerim
başkalarının da olursa benimdir en çok,
bir başkası olmalıyım diye var olabilmeliyim ben,
benden çıkıp, beni başkalarında arayabilmeliyim,
var değilsem var olmayan başkalarında,
bana varoluşu veren başkalarında,
yoktur ben, biz her zaman başka bizleriz,
başkadır yaşam, her zaman orada, en uzakta,
senin, benim dışımızda, her zaman ufuk,
bizi yolumuzdan şaşırtan ve ayıran kendi kendimizden,
bize bir yüz tasarlayan ve bunu kullanan yaşam,
var olma açlığı, ey ölüm, herkesin ekmeği,

Eloisa, Perséfona, Maria,
artık yüzünü göster göreyim diye
gerçek yüzümü, başkasının olan yüzü,
başka bizler olan yüzümü bütün herkese,
ağacın, ekmeğin yüzünü,
şoförün, bulutun ve denizcinin,
güneşin, derenin ve Pedro’nun ve Pablo’nun yüzünü,
ortaklaşa yalnızın yüzünü,
uyan, işte ben doğuyorum:
yaşam ve ölüm
uzlaşır sende, gecenin kadını,
ışığın kulesi, tanın kraliçesi,
aysıl erden, annesi anne-su’yun,
dünyanın gövdesi, ölümün evi,
düşerim doğuşumdan beri durmadan,
düşerim, dibime ulaşmadan, kendi kendimde,
gözlerine devşir beni, topla dağılmış
tozu ve uzlaştır küllerimi,
bağla ayrılmış kemiklerimi, es
varlığımın üstüne, beni toprağına göm,
göm de erinç versin kendisine karşı dinelmiş
düşünceye sessizliğin;
elini aç,
günler olan tanelerin kadını,
ölümsüzdür gün, yükselir, büyür,
doğmaya başlar ve hiç bitmez bu,
doğuştur her gün ve doğuş
her tan, ve uyanırım,
hepimiz uyanırız, güneş
doğar, güneşin yüzü, Juan kalkar
Juan’ın yüzüyle, herkesin yüzüyle,

varlığın kapısı, uyandır beni, sabah ol,
ko, yüzünü göreyim bu günün,
ko, yüzünü göreyim bu gecenin,
her şey birbirini bulur ve başkalaşır,
kan kemeri, çırpınışlar köprüsü,
götür beni bu gecenin öte yanından,
sen olduğum yere, başka bizler olduğumuz yere,
sarmaş dolaş zamirler krallığında,

varlığın kapısı: aç varlığını, uyan,
var olmayı da öğren, yüzünü yont,
çizgilerini işle, gözlerini bul
yüzüme bakman için, sana bakayım diye,
yaşama bakmak için ölüme değin,
denizin, kayanın, ekmeğin, pınarın yüzüne,
eriten kaynağa yüzlerimizi
adsız yüzün içinde, yüzü yok varlıkta,
anlatılmaz var oluşunda var oluşların…

isterim sürdürmeyi, uzağa gitmeyi daha, yapamam:
an atılmıştır bir başkasına ve bir başkası,
uyudum düş kurmayan bir taşın düşlerini
ve yılların sonunda taşlara benzer
şakıdığını duydum tutsak kanımın,
bir ışık uğultusuyla şakıyordu deniz,
birer birer duvarlar baş eğiyordu,
devrilip gidiyordu bütün kapılar,
ve güneş koşuyordu yağma’ya alnımın altında,
sargısından çözülüyordu varlığım,
beni koparıyordu kendimden, ayırıyordu
hoyrat, taş yüzyıllar uykumdan,
aynalardan büyüsüyle yaşatıyordu gene
billur bir söğüdü, bir su kavağını,
yelin büktüğü yüksek bir fıskiyeyi,
iyi dikilmiş bir ağacı, ama oynayan,
çukurlaşan bir ırmağın ilerleyişini,
uzanan, gerileyen, çevrilen
ve yetişen boyuna:

Mexico, 1957

Octavio Paz
Çeviri: Said Maden