Üstüne Gül

eli ayağına dolaşıyor,
Allah’ım ne güzel düğüm.

avucuma yazıyorum bu şiiri
karışsın diye mürekkebi saçlarına.
çünkü saçların bugün sağanak yağışlıdır,
saçların bugün günlerden çarşamba.

bakar bana gülersin sanki kimse ölmemiş gibi bugün.
ama bilirim başkasının yarasıdır sende kanayan.
ve yanakları al al bir anneyi doğuran
gülüşünün güneşi, ardına saklanacak bir dağ arıyor gibi…
oysa ömrünün öğlesi bile olmamıştır henüz.

“rüzgâr gülü, rüzgâår kokar” içimden bir ses:
“bir mucizeye sırt dönmek için karamsar olmak yetmez.”

öyleyse ey kader, ey ben demiştim diyen suflör!
sen de çölünün hamza’sını getir istersen.
bir kaplumbağa -yarası kabuk bağlamış sırtında- neyden korkar…
hem kim uzun yaşayabilir ki; öldüğünü anlayacak kadar..

nasıl da atıyor kalbim bu yalanları!
anahtarı içerde unutulmuş bir kapı telaşından senin kalbin,
bense kendini kesmek için bilenmiş bir bıçağım, hepsi bu!

Muzaffer Serkan Aydın

Hüvelbâki

sen çıkınca merdiven de
seviniyor mu bilmiyorum.
erken teşhis, başka doktor,
yeni bir ilaç.
ilerde lazım olur diye
mutlu bir gün.
yalvarıyorum.
bir bahar daha Allah’ım..
bu son, bu son..

D. 01.02.1953 Trabzon
Maçka Sevinç köyü Hüzün eşrafından
babasıyla teneşirde tanışan babam:

bir yudum su için eğilmedi
hayatın kıyısında dahi.
ağzına kadar acıyla doluydu, sustu.
kan kustu, kızılcık
şerbeti istediler, verdi.

ağladım.
çünkü aklıma başka bir şey gelmedi.

oğlun uyuyordur oğlum serkan uyan baban ölüyor.

hayır anlamında sustum.

insanın babası ölmez,
doğar olsa olsa
evladından önce
her iki hayata da..

bir oğlun gül kokan
babasını bembeyaz
kundağıyla beşiğine
yavaşça bırakması.

-Seyfettin Aydın’ın yakını siz misiniz?
-evet, ben oğluyum.

hayır, babamı kaybetmedim.
nerede olduğunu biliyorum.

ruhuna el-Fatiha.

Muzaffer Serkan Aydın

Tuşe

şimdi ne yapacaksın?

sürünür kokusunu gecenin
bir kör yılan,
kuyruksuz kediler
ellerini tırmalar.

Allah’ım benim neyim var?
doktora morgun yerini soruyorum,
cevap vermiyor.

biliyorum, raylara uzansam
bir tren gelecek koşarak
biliyorum, zaten hayat
ben ölünce başlayacak.

düşününce insan teselli buluyor:
uçurumlar yalnız çalışır,
güneş arkadaş aramaz..
öyleyse ben neden üzülecekmişim?

başımı eğdim, gökyüzü geçti.
soruları görmezden geldim.
bunu bir cevap olarak
kabul edebilirsiniz.

hâlâ anlatamadıysam eğer:

gül tüter, gerçek geçer.
anılar ve anlam esner.
hükmü ertelendiğinde sözün
bir kuyu,
düşün.

Muzaffer Serkan Aydın

Şimdi biri çekip vursa beni

Çoktur böyle yoğun istek üzerine
Uyandığım sabahlar..
Şimdi biri çekip vursa beni
İnan kendini daha çok yaralar.

Muzaffer Serkan Aydın

Annelik Sanatı

Bir kadını al, onu yont yont anne olsun

Her kadın acıma anıtı bir anne olsun

  Sezai Karakoç

Annelerimizi düşündüğümüzde ilk olarak hangi yüz ifadesiyle, uzuvları hangi düzende kıvrılmış, bedeni nasıl bir ifadeye bürünmüş, hangi ışığın yahut gölgenin altında bize bakarlar? Bize bakarlar mı? Yaşasa da bizi ardında bırakmış da olsa, annemize dair bu imge, bu yontu bir değişim geçirir mi? Sezai Karakoç “Bir kadını al onu yont yont anne olsun/ Her kadın acıma anıtı bir anne olsun” diyordu bir şiirinde, bir anneyi yontsanız da hep tek bir anda ve ışığın altında donup kalmış tek bir kadını görürüz. Annelerimize derin bir bağla raptolunmuşuzdur. Pek az duygu annelerimiz için hissetiklerimiz kadar derindir. Her insan annesinin, babasının sevgisini ister ama ana sevgisi adeta bizi hayata bağlayan, bu dünyadaki varlığımızı teyid eden en temel besindir. Annenin fiziksel varlığı değildir önemli olan, onun ruhen de orada ve mevcut bulunmasıdır. Mesele onun varlığından dalga dalga yayılan neşe, coşku ve sevinçtir. ‘Anne gerçekten ve sevgi dolu bir şekilde orada olduğunda annenin sütü ve kalbi birbirinden ayrılmaz. Orada olmadığındaysa sütü o kadar da besleyici olmaz.’ Her çocuk annesinin gözlerinde kendi biricikliğine dair bir alamet arar, anneciğinin gözlerindeki o ışıltıyı göremediğinde onun dikkatini çekememiş demektir. Varlığına kayıtsızlık, bir bebeğin tahammül edebileceği zorlukların en fecisidir.  ‘Bir bebek için en acı veren deneyim, annenin dikkatini çekememektir’.

Anne dünyaya baktığımız penceredir. ‘Dünyaya bir kez bakarız, çocuklukta / Geri kalanı hatıradır’ diyordu Nobelli şair Louise Glück. Anne cömertse ve bizim ihtiyaçlarımıza cevap vermişse dünyanın da bize karşı cömert olmasını bekleriz. Ama bizi donuk bakışlarla karşılamışsa dünyanın kuru ayazını yemeye hazır olarak doğar ve o tekinsizliği iliklerimize dek hissederiz. Büyümek, dünyanın anneyle aynı şey olmadığını görmekle mümkündür.

“Anne çocuğu kendisiyle birlikte tutar.” demişti Winnicott. Anne nesnelere ve olgulara yükleyeceğimiz anlamların ilk kaynağı ve tutkalıdır, henüz çok çok ufak ve savunmasızken bizi sevgiyle tuttuğunda ve bizim için gerçekten orada olduğunda, çocukluğumuzun ve yetişkinliğimizin fırtınaları için tutunacak bir kovuk yaratır kalbinden. Bebekliğe geri dönülmüyor ve kaçırılmış kucaklama bir daha ele geçirilemiyor maalesef, anne tarafından verilmemiş, esirgenmiş şeyi, anne gibi olan bir eşten, dosttan, terapistten sağlamaya çalışmak hüsranla sonuçlanıyor ekseriyetle. Yapılması gereken şey yine de geriye dönmek ve annemize bir kez daha bakmak; onun hakkında yazdığımız sığ ve tek yönlü hikayeden çıkıp, onu kendi hayatının içinde mücadele eden bir kişi olarak, ayrı bir insan olarak var kılmaktır. Bebeklikte kavuşamadığımız o kucaklaşmayı bir daha hiç ele geçiremesek de gerçekleştiremediğimiz ayrışmayı şimdi başarabiliriz. Budur, büyümenin anlamı işte.

Bizim “iyi anne”miz, babanın aksine çocuğunun karşısında bir rolü icra etme ve bir gösterge, bir sembol değildir. Çünkü çocuğun karşısında değildir, kanatlarıyla onun çevresinde döner durur, onun daima etrafındadır. Çocuğun bedeninin çevresinde, gözünün ve zihninin içinde, her yerdedir. Onu besleyen, seven, her çağrısına icabet eden, her ne yana dönse gördüğüdür. Anneleri suvaran, çekip çeviren varlık Rahman ve Rahim’dir. Anne böyledir de, çocuk için ise en iyi baba, anneyi seven ve onun mutluluğunu gözeten babadır. Zira insan, istisnalar olsa da, annesini sevmekten kaçamaz. ‘İnsan annesini sever ve Tanrıya inanır’ demişti şair, gözlerinden bir ışıltıyı okumak istediğimiz o var olan annenin yokluğu, çocuk için en büyük meseledir.

L. Cori şöyle yazar: “Çocukken kötü annelik görmüş olanların çoğunun “yoksunluk bilinci” diye adlandırılabilecek bir durumda olduklarını gördüm. Bu yaşadığımız deneyimlerden süzülmüş, bilinçaltına yerleşmiş ve içimizde taşıdığımız bir yokluk algısıdır. Bazılarımızın hayatımızda tekrarlanan bir tema haline gelen bir “yoksunluk öyküsü” yarattığını söyleyecek kadar ileri gidebiliriz. Bir yoksunluk öyküsü, “Benim için asla yeterli değil” ya da “Asla istediğim şeylere sahip olamayacağım.” gibi düşüncelerle tamamlanır… Sanki bir yetimhanede sıranın en sonundaki bebeksinizdir ve her zaman kucaklanma sırası size gelmeden bırakıp giderler.” Yoksunluk öyküsü, küçük yaşta bir insanın ruhunda inşa edildiğinde, her yerde – kendi içinde bile – bulduğu şey bir yetinmezlik veya bir yokluktur. Çünkü nasıl birisi olduğumuz, kendilik algımız, öz saygımız, ilişkilere dair inanışlarımız, beklentilerimiz tamamı annemiz tarafından oluşturulmuştur. ‘Eğer annem beni olduğum gibi sevmediyse ben sevilebilir biri değilim, beni kim sevsin ki?’ cümleleri sevilmememiz gerektiğine dair bir inanç ya da hiç sevilemeyeceğimize dair bir endişenin kaynağı olabilir. Bir gün gerçekten sevilse bile bunun samimi bir sevgi olamayabileceği hakkındaki kuşkular yüzünden sevilmenin sıcaklığına kendilerini bırakamazlar. Tersine bu yetişkinlerin içlerinde dinmeyen ve adını koyamadıkları sancılar üremeye başlar. En başından beri sevilmemiş olan çocuklar kendilerini nasıl seveceklerini bilmezler. Kendilerini sevemeyen insanlar, meylettikleri insanları da sevemiyorlar, onlara ait olamıyor ve güvenemiyorlar, kendilerini “bile” sevebildiğine göre bu kişinin sevilmeye değer olmadığını düşünüyorlar. Duygusal olarak olgunlaşmamış ebeveynler çocuklarıyla duygusal bağ kurmayı başaramaz ve onları derin bir yalnızlıkla baş başa bırakır. Çocuk hislerinin yok sayıldığını yaşayarak büyür ve hatta bir tür erken olgunlaşmaya zorlanır, böylece kendisi büyümemiş olan ebeveyninin de sorumluluğunu üstlenmesi gerekir. Bu çocuklar yaşadıkları duygusal yalnızlıktan bir an önce kurtulmak ve çocukluklarını geride bırakmak ister. Evden ayrılmak için acele ettiklerinde yanlış kişiyle evlenebilir, iş ortamında sömürülebilir ve dünyaya karşı daima borçlu hissedebilirler. İlhan Berk “Ne yaparsa yapsın sevemediklerim var benim, bir de çanıma ot tıkasa da sevmekten vazgeçemediklerim” demişti. Anneden ihtiyacını alamayan çocuk yetişkin olmak zamanı geldiğinde kendisine iyi gelmese de vazgeçemediğimiz şeylerin içinde yaşamış olduğu mazinin yeni hallerini tekrar tekrar üretmeye devam edebilir. Bildiği tek senaryoyu farklı oyuncularla yeniden yeniden yaşar, ta ki başka seçeneklerinin olduğunu keşfedip cesaretle yeni hikâyesini yazmaya girişene kadar.

Kötü anneler çocuklarından kendi geçmiş yaralarını sarmalarını bekler ve bu büyük yükü onların üzerine bilinçsizce bırakır. Oysa her insan olduğu gibi sevilmek, görülmek ve olmayı istediği kişi olabilmek için desteklenmek ister. Bir çalışma, anne ve babalarını olumlu kelimelerle tanımlamayan insanların ezici çoğunluğunda hayatın ileriki dönemlerinde fiziksel hastalıklar geliştiğini gösteriyor. Bir danışanım onun hayatını bir dereceye kadar etkileyen fiziksel bir sorunla doğmuş, başarılı bir öğretmendi. Anne onun bu engeli yüzünden o kadar suçluluk duyuyor ve bu duygusunu çocuğuna o kadar fazla geçiriyordu ki danışanım böyle olduğu için çocukluğu boyunca sürekli bir öz kınama halinde büyümüştü. Adeta annesini ve ailesini hak etmediğini düşünüyordu.

Ataerkil kültür, babayı bir tür baskıcı disiplin idealine yükselterek, annenin başka bir versiyonunu aktarmış ve empoze etmişti. Annelik fedakarlığın timsali ve her kadının kaçınılmaz kaderiydi.  Ataerkil toplumdaki kadını baskılayan “annelik” veya hipermodern çağdaki anneyi reddeden “kadınlık”, annenin iki temsili değil, onun eşit patolojik varyasyonlarından ikisidir. Lacan’ın öğretileri, annelik arzusu tarafından tamamen emilmemiş kadınlık arzusunun varlığının, annenin üretken olmasının temel koşulu olduğunu göstermiştir. Bir anne, yalnızca çocuğun varlığına yoğunlaşmazsa annelik işlevini gerçekten yerine getirebilir. Bakıcı rolüne bağlılık ile annenin onaylama güdüsü arasındaki çelişki, bugün anne olma görevini neredeyse imkansız hale getiriyor gibi görünüyor. Sözler veya arzu olmadan varlık, belki de doğru yaklaşımı nasıl göstereceğini bilen bir yokluktan çok daha zararlı olabileceğini öğretir. Annenin etkin iletişimi, çocuğuyla geçirdiği saat miktarının önüne geçiyor. Anneliğin vazgeçilmezi olmaya devam eden şey, günümüzde anonim olmayan bir bakımın varlığıdır. Bu bakım, fenomenolojisini değiştiren tüm hipermodern dönüşümlere rağmen, korumayla görevli olan ve çocuğuna koşulsuz sevgi sunan anneliktir. Bu tür annelik bize, kapitalist söylemin mutlak ihmaline sarsılmaz bir direnç olarak özel olanı önemsemeyi öğretir. Yani annelik, hayatını iş sunaklarına kurban etmesi beklenen kadın için, kapitalist aç gözlülükten hasislikle korunacak bir kaledir.

Annelik her kadının içinde saklı. Kadın, bu annelik iç güdüsünü hayata geçirmek için doğurmuş olmak zorunda da değil, kendini anne olmak mecburiyetinde hissetmeyen ya da istese de doğuramayan kadınlar da birilerine annelik ediyorlar. Eşlerine, dostlarına, etrafındaki başka çocuklara, yeğenlerine, hayvanlara, bitkilere, yaşam çevrelerine annelik ediyor kadınlar. Şefkat mesleklerinde ağırlıklı olarak kadınlar çalışır. Üstelik bu meslekler hem fiziksel olarak hem de ruhsal olarak dünyadaki en yorucu, en yıpratıcı mesleklerdir. Bu, besleyip büyütme, yaşam verme, hayat aktarma arzusu sosyokültürel açıdan da desteklenen bir şey olsa bile temelinde, biyolojisine kodlanmış olması nedeniyle bir ufuk tasavvuru kadın açısından. Tıpkı gökyüzünün, henüz yumurtadaki bir yavru kuşun kanadının ufuk tasavvuru olması gibi bir durum bu. Erkeğe nisbetle, kadın bedeni ve onun sürekli geri bildirimle yoğurduğu kadın zihni bir “hayat veren” olarak yorumluyor dünyayı. Yine de bir çocuğun fiziksel doğumu, bir annenin psikolojik doğumu demek. Bir çocuk doğuyor ve aynı anda bir anne de doğuyor. Çocuk, ağlaması, bakışları, ilgisi, çığlıkları ve gülücükleriyle annenin davranışlarını, beslenme ve rahatlık ihtiyacına cevap verecek biçimde şekillendiriyor. Çocuğun anneye ihtiyaç duyduğu kadar, annenin de kendi ruhsal doğumu için bebeğine ihtiyacı var. Psikolog Harriet Rheingold bu karşılıklı ilişkiyi şu şekilde vurguluyor: “Sosyalleşmenin ebeveyn davranışı – bebeğe sorumlu bir şekilde bakabilme – adı verilen bu yönü, anne babaya çocuk tarafından öğretilir. Bebek, anne babasına neye gereksinimi olduğunu öğretir. Anne ve babasının, kendi büyümesine yardımcı olacak şekilde davranmasına yol açar… çocuk, erkek ile kadını baba ve anne haline dönüştürür.” Annenin bu anlaşılmaz ve korkutucu maceradaki varlığı ilk üç yılında çocuk ruhuna çok sağlam bir ilmek atıyor. Ya da annenin ihmali veya ihlali o çocuğun ruhunda çok büyük bir çentik, çok zor kapanabilecek bir yara da açabiliyor. Sözlü kültür ve yazılı kültür üzerine kaleme aldığı Öküzün A’sı eserinde bu dili şöyle tarif ediyor Barry Sanders: “Noam Chomski’yi bile gülümsetecek ilkel bir dil bilgisidir bu. Her anne bu özel dili anlar, bebeğin agu’larını dinleyerek hemen hemen neye ihtiyacı olduğunu bilir. Soruları görüşlerden, gereksinimleri isteklerden ayırır ve gereken cümleyi söyleyerek doğru ve ilgiyle yanıt verir. Bu dil, okumuşların Latincesiyle taban tabana zıttır: yazılı değildir, yapısal dil bilgisi ya da yazım kuralları yoktur, asla retoriğin kesinliğine sahip olamaz. Bu dil öğretilmez ve derslerle öğrenilmez. Bebeğin çıkardığı sesler gelişip konuşmaya benzemeye başlamadan önceki haliyle sözellikte bile uçucu ve tuhaftır. İşte sohbet dediğimiz şey en temel düzey ve biçimiyle budur: En derin, en duygusal ölüm kalım meseleleri bu masum dille halledilir. Bebek ne istediğini “anlatarak” anneyi ” haberdar eder”; annenin cümlelerin ritmine, soluk alık verişe – kıkırdama ve kahkahalarla canlı ve ayakta tutulan, gevşek ve önceden tahmin edilemez bir yapıya – ayak uydurmasını sağlar. Yani çocuk annenin “akışkan” olmasına yol açar ve ona kendini “akıntıya bırakmasını” öğretir… Eğer bebeğini anlamak istiyorsa anne, esnek olmalı, anında tepki verebilmeli, farklı çözümleri deneyebilmelidir.” Anneliğin kadının biyolojisinde yarattığı değişim hemen herkes tarafından bilinir ancak zihinsel dönüşüm de en az bir o kadar etkileyici ve şaşkınlık vericidir. Çocuğunun güvenliğini sağlamak için annenin duyuları keskinleşir ve zihinsel esnekliği güçlenir. Çocuğun ona yaşamsal açıdan bağlı olduğu süre boyunca da bu adaptasyon çeşitlenerek sürer. Ancak bir noktadan sonra annenin bebeğe bu büyük adaptasyonu yavaş yavaş azalır; anneyle özdeşleşmeye ihtiyaç duyan bebek bu engellenme nedeniyle kızmaya başlar.  Heyhat, bu da anneliğin taşıdığı bir başka misyondur, anne bebeğe onun ayrı bir varlık olduğunu öğretmek üzere hazırlanmaktadır.

Henüz bu aşamaya gelmeden annenin çocuğun bedenini ve ruhunu bol bol emzirmesi gerekiyordur, emzirirken çocuğunu öyle bir hizada tutar ki, çocuk bir yandan annesinden süt alırken bir yandan da o sevgi dolu bakışları alır. Buradaki kilit nokta bebeğin annesiyle birincil ilişkisindeki rahatsızlıktan kaynaklanır. Eğer emzirilen çocuk annesinin şefkatli bakışları yerine donuk ve umursamaz bir bakışla karşılaşırsa, bunu ilerideki hayatında anlamlandırır ve annenin ürettiği hayata kayıtsız kaldığını içselleştirir. Winnicot annenin cevapsız bıraktığı çocukların kendilerine baktığını ama görmediklerini savunur. Annenin şefkatli bakışlarından ve ilgisinden yoksun bırakılmış bu çocuklar Lacan’ın tabiriyle narsistik bir biçimde kendilerini sevdirmeyi bilen, annenin bakışlarının bir uzuvu haline gelirler. Bu durumda annenin yüzü dünya üzerinde olumlu bir ayna olma konusunda başarısız olmuştur. Bu nedenle çocuk, annesinin bakışının yokluğuna dayanarak dünyayı algılama halini sürekli tehditkar olarak algılayacaktır. Çünkü algı, kendimizin “öteki” aracılığıyla algılanmasına bağlıdır. Bu yaşamın ilk evrelerinde gerçekleşmezse, çocuğun kendisine yönelik algılama olasılığı eksik kalacak ve dünyaya erişimi temel bir kaygı tarafından zayıflatılacaktır. Çocuk olgunlaşmanın çok erken bir aşamasında annenin ihtiyaçlarına uyum sağlamaya ve onun sevgisini yakalayabilmek için hassas ‘antenler’ geliştirmeye zorlanmıştır. Zaten az olan sevgiyi ancak bu hassas antenlerle yakalayabilmiştir. Sonunda kendisinden ölçüsüzce vererek, hep başkalarının ihtiyaçlarına ayarlı ama kendi ihtiyaçlarını görmeyen, kendine döndüğünde suçluluk hisseden bir yetişkin olmuştur.

Bir bebeği insan kılan, “ben sevilmeye değer bir varlığım, çok özelim, çok güzelim” dedirten şey, işte o anneden gelen, çocuğu olumlayan, sıcak, sevgi dolu bakışlar. Lirik düet diyorlar buna, karşılıklı cıvıldaşma. İki kişi karşılıklı şarkı söylüyor. Çocuk aguluyor, anne ona tatlı seslerle cevap veriyor ve duygusal rezonans dediğimiz karşılıklı bir ahenkleşme oluyor. Anneyle çocuğun ruhları orada birbirine kenetleniyor. İşte çocuğun ruhsal sağlamlığının temeli orada atılıyor. J. L. Cori bu mekanizmanın işleyişini şöyle ifade ediyor: “Etkili bir düzenleyici olarak anne olmaksızın, duygularımızı etkin bir şekilde yönetmeyi öğrenemeyiz. Ya duygularımızı köreltiriz ya da duygularımız kontrolsüzce katlanarak büyür… düzenleyici olarak anne, gelişimi sırasında son derece kırılgan olan çocuğun sinir sistemi için bir kadife kutu görevi görür… daha da derinde, anne çocuğun üzüntüsünü son zamanlarda limbik çakışma ya da limbik düzenleme adı verilen bir süreçle düzenler. Limbik düzenlemede bir kişinin duygusal beyni diğerininkine nüfuz eder ve onun beyni birinci kişinin beyniyle uyumlu hale gelir. Bütün memeliler bu yeteneğe sahiptir… yalnızca gözlerinin içine bakarak anne çocuğuyla beyinden beyine bir ilişki kurar ve çocuğun limbik sistemini kendisininkiyle uyumlu hale getirir… hayatımızın ilerleyen aşamalarında kendi kendimizi düzenlemeyi öğrenebilmemize rağmen bu kritik yetenek konusunda annenin bizi erken dönemlerde ustalaştırması bizi bir çok dertten koruyabilir.” Bu ahengi sağlama yetisi, ileri hayatında bir yetişkini pek çok duygu durum bozukluğuna karşı da daha dirençli hale getirir, travma sonrası stres bozukluğu, anksiyete atakları, ağır depresyon vakalarında eksik olan bu regülasyon yeteneği berkitilmeye çalışılır. Herkes bu lütfu ihtiyaç duyduğu zamanda kazanacak kadar şanslı olamıyor, anne çocuk için ulaşılabilir olmayabiliyor. İlgilenmesi gereken başka çocuklar ve yükümlülükler olduğu kadar, annenin kendisinin de depresyonda olması, yahut dikkatinin başka yaşam zorluklarına yoğunlaşmış olması da imkan dahilinde.

İlk üç yıl insan yaşamı için çok çok önemli, insan beyninin geliştiği, en duyarlı olduğu, bazı şeylerin oluştuğu ya da oluşmadığı bir dönem. Annenin çocuğunun gözünün içine bakarak ona ninniler söylemesi, sevgi sözleri söylemesi ne kadar çok önemli. Anlamadığını düşünebiliriz; bebek her şeyi içine alıyor, ruşeym halindeyken bile, fetus söylenen şarkıları duyuyor. Eskiden psikolojide “otistik dönem” diye bir dönem tanımlanırdı. Mesela ilk bir ay bebeğin dünyayı algılamadığı zannedilirdi. Oysa bebek daha ilk günden itibaren annenin sesini arıyor. İnsan evladı yakınlık ve kendisiyle ilgilenecek bakış arayan bir varlık. Bütün yavrular yakınlık arar ama insan evladı aynı zamanda annenin o yatıştırıcı sesini ve bakışını da arar. Budur bizi insan olarak büyüten, yetiştiren, seciye ve ahlak sahibi bir insan kılan. Annelik dünyanın en önemli işidir çünkü annenin dünyaya bıraktığı çocuk bir psikopat, bir cani olabileceği gibi dünyaya çok faydası dokunacak yüksek ahlaklı bir insan da olabilir. Anne sekteye uğramamış kendi doğal yönelimiyle çocuğuna karşı iyi annelik yapabildiği takdirde pek çok kötü ve tehlikeli gelişmenin önünü alabilir. Ama tek başına anneyle de olmaz, babanın da bazen annenin üstlendikleriyle örtüşen, bazen ayrışan nitelikte bir o kadar önemli bir misyonu vardır. Evladı dünyaya gelen erkeğin baba olmayı başarması her zaman kolay değildir. Köken ailelerin de yeni doğanın aileye katılmasına sevinçle ve hızlıca iştirak etmeleriyle zaman zaman babalar bu yeni süreçte kendilerine ait bir yer bulmakta güçlük çekebilirler. Özellikle, annelerin eşlerine babalık yapabilmeleri konusunda engelleyici değil cesaret verici ve teşvik edici olmaları sayesinde yeni doğan ile baba arasındaki bağ daha derin bir şekilde kurulmaya başlar. Çocuklarının üzerine aşırı hassasiyetle düşen annelerin bazen kocalarının onların izin verdiği kadar babalık yapabildiğini görmeleri gerekir. Bu farkındalık aile birliğinin müşterek olarak sağlanmasına yardımcı olacaktır. Ailenin diğer fertlerinin, bilhassa yaşlıların ve de büyük kardeşlerin de önemi yadsınamaz. Tüm bunların haricinde başta devlet kurumları olmak üzere, toplumun destek ağlarının, çocuğun büyümesi için ailenin ihtiyaç duyduğu zaman, etkinlik, kaynak ve maddi-psikolojik açıdan pozitif düzenlemeler içeren tüm muhiti oluşturması gerekiyor. Anneleri tek başına aşırı bir suçluluk yüküyle karşı karşıya bırakmak haksızlık olur. Bazı toplumlar bir tek anne üzerinden çocuğa bakım vermiyor. Çocuğa bakım veren bir sürü insan oluyor; abla, teyze, hala bakım veriyor – süt annelik var – “Bir çocuğu yetiştirmek bir köyün işidir” anlamına gelen bir Afrika deyişi var. Bazı çocuklar çok kalabalık ailelerde büyüyorlar, Latin ailelerinde de böyledir. Ve bu çocuklar anneyle birebir çok ve özel bir ilişki kurmadığı için de mahrum yetişmiyorlar. Önemli olan çocuğa sevildiği duygusunu verecek insanlar olması etrafında. Bu anne de olabilir, babaanne, dede de olabilir. Bazı çocuklar, dedeyle babaanneyle büyüyorlar ve onlardan o kadar yoğun sevgi alıyorlar ki anne eksikliği hissetmeden büyüyebiliyorlar.

Günümüzün ideal anne modeli, tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar çetin ve oyalayıcı; işyeri, kutular şeklinde istiflenmiş apartman dairelerinin içi, mesai vakti 7/24 ve maaş-sosyal güvence yok, ama bolca prestij var, çocuklara evin bu yeni efendilerine hizmet, yaşam koçluğuna benzer yeni bir kariyer alanı olarak lanse ediliyor kadına. Evet, anne hayattaki ilk yaşam koçudur ancak eğer çocuk gereğinden fazla yardım alıyorsa problemi siz devralırsınız ve onun öğrenme fırsatını da berhava edersiniz. Oysa burada önemli olan, bakım verenin içten, samimi, doyurucu ilgisidir. Anneler kendilerini hiçbir zaman suçlu hissetmesinler, ellerinden geleni yapsınlar, mükemmelliğin bir sanrı olduğunu bilsinler.  Tabii, fedakarlık ve sorumluluk gibi kavramları eskimiş bulan, ‘Bu kız kurusu tavırlar’ı kendine yakıştıramayan bir nesil de geldi. Feminizm ‘özgeciliğin yerine kendine güveni, görev ve ilginin yerine ise saldırgan bir kendini beğenmişliği koydu’ diyor Elizabeth Farrely. ‘Bir tür prensesçilik oyununa dönüşen feminizm, bencilliği sadece saygı duyulan değil, aynı zamanda hayranlık uyandıran bir şey haline getirdi’. Ticaret de bunu sloganlaştırarak (‘bunu hak ediyorsunuz’) her türlü ürünün reklamında kullanmış ve bu ‘kendine aşk’ halini  alabildiğine sömürmüştür.

Pediatrist ve psikanalist Donald Winnicott’un terimleştirdiği yeterince iyi anne, çocuğa hayata iyi bir başlangıç yapabilmesi için ihtiyaçlarını yeterli bir biçimde sağlayabilen annelik tarzını ifade ediyor. Son çalışmalar bir annenin yeterince iyi annelik edebilmek için çocuğuyla tam anlamıyla uyum içinde ve daima ulaşılabilir olmak zorunda olmadığını, yüzde otuzluk bir uyumun da yeterince işe yaradığını gösteriyor. Çocuğun bedensel ve ruhsal bütünlüğünün-iyiliğinin ihlal ve süreğen bir şekilde de ihmali olmadıkça… Winnicott, Başlangıç Noktamız Ev isimli eserinde “Hiçbir şeyi hiç unutmamak korkunçtur. Çocuk bir şeylere güvenmeden ortalıkta dolaşır. Sanırım, bebeklerin ve küçük çocukların bir şeyler iyi gittiğinde hatırlamamalarını, yanlış gittiğinde hatırladıklarını söylemek doğrudur, çünkü yaşamlarının sürekliliğinin ansızın koptuğunu, boyunlarının arkaya düştüğünü (doğru şekilde tutulmadıklarında), bunun bütün savunmaları kırdığını, buna tepki gösterdiklerini, bunun başlarına gelen son derece acı verici, asla yitirmedikleri bir şey olduğunu hatırlar. Ortalıkta bununla dolaşmaları gerekir, bakımlarının örüntüsü buysa çevreye güven eksikliği oluşturur.” diyor. Çocuğa verilen bakımın örüntüsü, yani genel manada tekrarlanan manzara ihlal ve ihmal şeklinde değilse, yüzde otuzluk bir iyi annelik de çocuğun ilerideki gelişimi açısından fena iş görmeyecektir, çocuğun her istediğine koşmak, belki bir arzusu olur diyerek daima dibinde oyalanmak hiç de lüzumlu değil, üstelik boğucu olabileceği için zararlı da.

Doğu ve Batı arasında psikoloji alanında bilhassa aile ilişkilerinin normallik algısına dair farklar oldukça fazla. Düzenlediğimiz uluslararası bir kongreye Kanadalı çocuk psikiyatristi profesör arkadaşım Jaswant Guzder, konuşmacı olarak katılmıştı. O ve o dönem rektör olan bir arkadaşım, arkadaşımın eşi sohbet ediyorduk. Arkadaşımın eşi “benim üç tane evladım var, iki oğlum bir de kocam, ona da annelik ediyorum” dediğinde Jaswant’ın nasıl şaşırdığını tarif edemem. Batılı bir zihne göre bu bir hayli anormal ve problemli bir ilişki sayılıyor.

Doğu ve Batı’daki anne-çocuk ilişkisi de aynı şey değil. Batı, insan evladının anneden göbek bağını hızlı bir şekilde kopartmasını, ayrımlaşmasını teşvik eden bireyci bir paradigmayı yüceltiyor. Doğu’da anne ile sıkı duygusal bağ sonsuza kadar sürebilir. O duygusal bağı erken koparmak ayıp kabul ediliyor, hatta kültürel olarak çok arzu edilmeyen bir durum. Sadece bizim toplumuzda geçerli değil bu bakış, mesela bir Japon annesi için çocuğunu 25-30 yaşında da bakmak, ona her türlü bakım ve ihtimamı göstermek gayet kabul edilebilir tabii bir şey. Ama İngiltere’de, ABD’de veya belki İtalyanları hariç tutacak olursak diğer Batı toplumlarında, 18 yaşını doldurmuş bir insana, kendi başına ayakta durabilmesi gereken bir birey olarak bakılır. Doğu toplumlarındaki bu anlayışın çocuğun büyütülmesi esnasında onun özerkleşmesini sağlayacak değer ve becerilerin planlı bir şekilde esirgenmesiyle de ilişkisi olabilir. Bilhassa erkek çocukları, eğer üniversite eğitimi veya çalışma hayatı için başka bir şehirde yaşamaları gerekmemişse evlenene kadar, en basit ev işlerini hatta kendi bakımlarını dahi yapmaktan bihaber şekilde büyütülür. Anacıklarının kanatlarının altından çıkamayış, bir hayat acemiliği ve ebedi bir beceriksizlikle malul bu gençler; anneleri tarafından bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde sakatlanmış da olabilir. Bu durumda onları el altında bulundurmak için sıklıkla kullanılan bir stratejiden bahsetmiş oluruz.

Annelerin, bakım misyonu kadar önemli bir diğer işlevi de çocuğu hayata hazırlama vazifesi. Bir annenin çocuğuna gerektiğinde ‘hayır’ diyebilmesi, onun isteklerinden bir kısmını reddetmesi, çocuğun da ileride kendini rahatsız eden durumlarda “hayır” demeyi öğrenmesini sağlar, ama daha ötesinde başkalarının sınırlarına saygı gösterme duygusunu geliştirir. Kişiliğin çekirdeğini oluşturan özdenetim duygusu böylece biçimlenir. Annenin çocuğunun gözünde kötü kişi olarak görünmemek için sınır koymaktan kaçınması ve bu işi mesela babanın sırtına yüklemesi, annenin ilişki değerleri konusunu çocuğa çok yanlış bir şekilde öğretmesine neden olur.  Annenin çocuğu disipline etmesi çok önemlidir, bu yapılmadığı takdirde çocuk ileride sevgi duyacağı insanlara saygı duymaz.

Bazı ebeveynler, sevgilerini bir şarta bağlarlar; çocuklarını kendilerinin ve isteklerinin bir uzantısı olarak görür ve çocuğun cesaretini kırmak için, onu önemsemeyerek, ondan parasal desteği çekerek cezalandırırlar. Yine bir başkasından beklenmemesi gereken, muhakkak annenin yapması gereken bir görev de çocuğu ivazsız, garazsız, karşılıksız ve şartsız sevmektir. Erich Fromm, Sevme Sanatı’nda buna, annelik bilinci diyor, “Annelik bilinci, ‘Beni, seni sevmekten, yaşamanı, mutluluğunu istemekten alıkoyacak hiçbir yanlış hiçbir kötülük olamaz’ der. Babalık bilinciyse, ‘Suç işledin yaptığın yanlışın cezasını çekmekten kurtulamazsın; bunlardan daha önemlisi seni sevmemi istiyorsan tutumunu değiştirmelisin’ der.” diyerek iki bilinç arasındaki farkı vurguluyor. Ancak bu bilinç türleri, illa da cinsiyet bazlı olmak zorunda değil, bazen anneler de babalık bilincine sahip olabilirler veya tam tersi. Henry Cloud ve John Townsend de Anne Faktörü adlı kitaplarında şöyle diyor: “Çocuklar özel olmadıkları zamanlarda bile özel olduklarını bilmek ihtiyacındadırlar. Her çocuk başarısız olur ya da her şeyi en iyi biçimde yapamaz. Bunun nedeni, çaba göstermemesi, yeteneksizliği ve şanssızlığı olduğu gibi hepsinin bir karışımı da olabilir. Başarılı oldukları zaman annelerinin kendileri için mutlu olduğunu bilmek ihtiyacındadır, ama başarılı olsalar da olmasalar da annelerinin sevgisinin sürekli olduğunu da bilmeye gereksinimleri vardır… Anne çocuğun başaramadığını başarmalıdır. Eğitim budur. Çocuğun taşıyamadığı duyguları anlayıp kabul eder ve onları değiştirmeye kalkmadan kendinde saklar. Daha sonra çocuğu bunaltmadan onun sindirebileceği biçimde ona geri verir. Böylece, çocuk yeteri kadar olgunlaşıp duygularının sorumluluğunu almaya hazırlanır.’’  İyi anne, çocuğun yaşadığı olumsuzluğu sükunetle dinler, çocuğunun ıstırabının altında ezilmemesi için ona el verir, çocuğun kusurunu onun suratına çarpmaz. Annenin bu rahatlığını çocuk alır ve kendi kişiliğine yansıtır, artık acısıyla ve öfkesiyle daha rahat baş edebilir, kendi kusurlarını daha objektif değerlendirebilir hale gelir. İyi annelik sayılamayacak tavrı ise Peyami Safa Dokuzuncu Hariciye Koğuşu adlı romanında “Felaketimizi başka biriyle taksim etmek saadettir, fakat annelerle değil, annelerle değil. Annelere anlatılan kederler taksim değil, zarbedilmiş (çarpılmış) olur: Çocuklarının felaketini iki kat şiddetle hisseden anneler, bu ıstıraplarını çocuklarına fazlasıyla iade ederler; böylece keder anadan çocuğa ve çocuktan anaya her intikal edişinde büyüdükçe büyür.” diyerek anlatıyor. İyi anneler, kendilerinin duygusal eğitimini çocuklarının sırtına yük olarak bırakmazlar.

Fromm, Freud Düşüncesinin Büyüklüğü ve Sınırları adlı eserinde “Anne figürüne olan bağlılık ve bağımlılık, herhangi bir insana olan bağlılıktan farklıdır. Anneye bağlılık, çocuğun hiçbir sorumluluğu olmadan ve bir çaba göstermeden korunup sevildiği duruma olan bir özlemdir.” diyordu. Anne kucağı bizim ilk sığınma yerimizdir ve daha sonra ev diye tanımladığımız şeyle anlamdaş hale gelir. Anne kucağının sıcaklığının olmadığı durumlarda, kişi yetişkinliğinde bir yuva algısı oluşturmakta zorluk çekebilir. Bizi olduğumuz gibi her türlü hatalarımızla, kusurlarımızla, yanılgılarımızla kabul edecek yer ana kucağıdır. Bizim kültürümüzün anne algısında bir cefakarlık burukluğu vardır. Anne saçını süpürge eden kişidir, anne çocuğu için her türlü fedakarlığa katlanan kişidir. Annelik sabır işidir. Modern zamanlarda bu anlayış “Çocuk da yaparım kariyer de” şekline dönüştü daha ziyade. Aslında hayatının ilk yıllarında annenin çocuğun yanı başında olması, bugünün gelişim psikolojisinin önde gelen isimlerinin ısrarla önerdiği bir şey. Annenin çocuktan uzaklaştırılmaması lazım. Dolayısıyla iş hayatının bunu kolaylaştıracak şekilde düzenlenmesi gerekiyor, nitekim Türkiye’de de buna dair bir takım iyileştirici düzenlemeler yapıldı. Bu, postmodern belirsizlik zamanında kadın ister istemez şu soruyu soruyor, “çocuğun bütün bakım sorumluluğunu ben üstlenmekle, iş hayatımdan kariyerimden, kişisel gelişim çizgimden fedakarlık etmiş olmuyor muyum? Eşim kariyer basamaklarını hızla tırmanırken, ben bu fedakarlığı niye yapmak zorundayım?” Bu iyi eğitimli kadının geliştirdiği modern bir soru. Bizim geleneksel anlayışımızda ise annelik, zaten kadının donanımsız ve eğitimsiz olması nedeniyle, fedakarlıkla, saçını süpürge etmekle alakalı bir şey, kadının yegane kariyeri ve tek çaresi çocuğu ve evi. Aynı şey, sonrasında iyi bir meslek sahibi kadından da bekleniyor. Bunda da düzeltilmesi gereken taraflar var. Çocuk bakımı aslında her toplumda, görünmeyen bir iş tanımıdır. Bunun görünmüyor olması, değersiz olduğu anlamına gelmez. Bunun görünmesi ve takdir edilmesi insan olarak, eşler olarak vazifemizdir. Erkeklerin, bilhassa çocuğun ilk yıllarında tamamen kadının omuzlarına binmiş bu görünmez işi takdir etmesi gerekiyor. Bir söz var, yuvayı yapan dişi kuştur diye: Bugünlerde erkek kuşların da yuvayı yapmaya başlaması gerekiyor.

Kadının, kendini sadece anne olarak tanımlaması nedeniyle, çocuklar evden ayrıldıktan sonra birçok kadın boşanmayı tercih edebiliyor. “Boş yuva sendromu” diyorum bu psikolojiye. Çocuklar evlenip gittikten sonra ellili yaşlarda pek çok kadının depresyona girdiğini gördüm. Çünkü uğraşacak bir şeyleri kalmıyor. Kendi hayatını çocuklara ve aileye o kadar adamış ki, onlar gittikten ve kendi müstakil hayatlarını kurduktan sonra ne uğruna yaşayacağını bilemiyor kadınlar. O yaşlarda karı koca baş başa kalınca birbirlerini yemeye başlıyor. O zamana kadar annenin dikkatini çocuklar aldığından, bütün hayatını onlara adamış, kendisiyle ilgili hiçbir projesi olmamış, kendini geliştirebileceği bir alan açmamış kendisine… Uçaklarda her kalkıştan önce uyarı olarak verilir hani, “hava basıncında bir değişiklik olduğunda hava maskesini önce kendinize sonra çocuklarınıza takın” diye, hayatımızda hepimizin kendimize mahsus bir oksijen maskemizin olması lazım. Sadece çocuklara adanmış bir hayat, yarın bir gün çocuklar gittikten sonra geride büyük bir boşluk bırakır. Bizim de nefes aldığımız, insan olarak bu dünyadaki değerimizi hissettiğimiz alanlar olmalı.

Uslu dediğimiz zaman biz etrafıyla uyum içinde olan, etrafına sıkıntı vermeyen, fazla gürültü patırtı çıkarmayan uyumlu bir tipi kastediyoruz. Bu da bizim kültürümüze has bir şey. Uslu sıfatı akıl manasına gelen us kelimesinden türetilmiştir. Bizimki veya Japonya gibi toplumun ahengini daha fazla önemseyen toplumlarda, topluma uyum sağlamak akıllılığın bir göstergesi olarak alınıyor. Ama bir Batılı toplumda uslu diye o çocuğa demezler.

Her çocuk için annenin hem varlığını hem de yokluğunu deneyimlemek esastır. Annenin yer değiştiren bir yokluk ve varlığını deneyimlemeyen çocuk için annenin sonsuz varlığı zulmedici özellikler kazanabilir ve boğucu hale gelebilir. Öte yanda, annenin sonsuz yokluğu depresyona veya terk edilme duygularına yol açabilir. Annenin sağlıklı varlığı bize, yokluğun zemininde çocuğun yüceltici kaynaklarının olumlu bir şekilde harekete geçebileceğini öğretir. Anne her zaman orada olsaydı, keşfetmeye alan olmazdı. Klasik psikanalitik kurama göre yokluk deneyimi, çocuğu anneye ait tümgüçlülükten, aşırı mevcudiyetinden ayırır. Çocuğun yokluğu deneyimleyebilmesi için nasıl alan tanıyacağını bilmek, kendi sevgi dolu varlığını garanti etmek kadar önemlidir. Sözün özü anne gerektiğinde geri çekilmeyi bilmeli, çocuğunun dünyayı tek başına keşfetmesini yüreklendirmelidir.

Harville Hendrix ve Helen Hunt, Ailede İyileştirici Sevgi kitabında iyi bir annenin bunu nasıl başaracağını anlatıyor, “Anne kesinlikle sıcak ve ulaşılabilirdir. Çocuğun kendi meraklarını gidermesi için ona zaman tanır ve o merakları paylaşır. Başarılarını över ve keşiflerini takdir eder. Çocuğun kendi başına yapabileceğinden daha fazlasını keşfetmesi için fırsatlar yaratır ve bu araştırmaların eğlenceli ve kahkahayla dolu olması için bilinçli olarak çaba harcar.” Söz konusu cesaretlendirme sözleri ve gösterilen hedef gerçekçi olduğu kadar çocuğa da uygun olmalıdır. Bazı anneler istiyorlar ki çocukları her şey olsun, hem piyano çalsın, hem ata binsin… proje çocuklar yetiştiriyorlar. Bunu yaparken bazı anneler kendi narsistik ihtiyaçlarını karşılıyorlar. Benim çocuğum başkalarının çocuklarını geçsin, ben de kendime buradan bir haz devşireyim telaşındalar. Frank Furedi, kaygılı, aşırı korumacı ve takıntılı ebeveynlerin tutumlarının endüstri sonrası risk toplumlarında ortaya çıkan, geleceği ve bilinmeyeni yönetme, uzmanların desteğine başvurma (ihtiyatın kurumsallaşması) ve her türlü beklenmedik meselede bir bilenden akıl sorma alışkanlığının bu belirsizliği izale etme ihtiyacından kaynaklandığına dikkat çekiyor. Evhamlı ebeveynlerin, çocukla çok daha fazla vakti yapışık bir şekilde geçirerek ve çocuğu olabildiğince evde oyalayarak onu halihazırdaki tehlikelerden sakınmasının ve hem kendilerinin hem de ileride çocuğun sınıf atlamasını sağlayarak da gelecekteki tehlikeleri savuşturmasının bir yaşam stratejisi haline geldiğini iddia ediyor. Özellikle ekonomik kaynakları kıt ailelerde bu aşırı ebeveynlik de annenin uhdesinde yer alır. Bazıları da samimi bir inançla çocuklarının hayatta daha yenilmez, daha iyi yerlerde olacağını düşünüyorlar bu şekilde. Oysa, yanlış bir düşünce bu. Siz bütün zamanınızı, bütün imkanlarınızı sadece çocuğunuza hasrederek, çocuğunuzu adeta kutsallaştırarak, ama onun hemen yanında oturan sınıftaki bir başka çocuğu, ya da yoksul mahallesindeki bir çocuğu, Suriyeli öksüz bir çocuğu görmezden gelerek, başka çocukların problemlerine tamamen duyarsız davranarak iyi bir anne olamazsınız. Çocuğunuzu elinizden gelen imkanlar ne ise o ölçüde, gayretle, ahlaklı, temiz, seciyeli, karakter sahibi olarak yetiştirmeye çalışırsınız, ondan sonra da ona kendi kişiliğini deneyeceği, yanılacağı ve geliştireceği bir boşluk alanı bırakırsınız. Her alanı doldurduğunuz, daralttığınız zaman çocuğunuzun kişiliği gelişemez. Burada bilhassa, şehirli, orta sınıf bir anne tipinden bahsediyoruz. Ama çocuğun her şeyine yetişmek zorunda hisseden bu tür aşırı ebeveyn anneler de bir süre sonra bu aşırı mükemmeliyetçilikten yoruluyorlar ve “Ben çocuğuma iyi bir anne olamadım” diyerek kendilerini tüketmeye başlıyorlar. Çocuğunuz siz ne kadar uğraşırsanız uğraşın sonuçta ortalama %60 oranında, genetiği onu nereye çekiyorsa oraya doğru meyledecektir. Bir zamanlar ders kitaplarında, çevre- genetik etkileşiminde oranlar %50-%50 şeklinde yer alırdı, şimdilerde son gelişmeler ve araştırmalar ışığında, hayatımızın ve karakterimizin genel çehresi üzerinde %60 genetik, %40 çevre amildir deniliyor. Bu alanda yazan alanının önemli teorisyenlerinin eserlerini incelemeye çalışıyorum, ne yaparsanız yapın çocuk genetik mizacının çektiği yere doğru gidecektir denilmekte. Siz, o kadar iyi bir annelik yapabilirsiniz ki, belki kötü bir yöne gidebilecekken bunu önleyebilirsiniz ama kalıtsal olarak aktarılan şeyleri de göz ardı edemeyiz. Kaldı ki, sosyal sınıfın ve ülke gerçeklerinin etkisi çok daha yıkıcı bir engel. %100 mükemmel annelik yapacağım diye kendinizi paralasanız dahi, bu böyle. Engelli çocukların anneleri çok yoruldukları zaman bazen danışmaya geliyorlar bana. Onlara “Çocuğunuz o kadar şanslı ki, sizin gibi bir annesi var. Siz çok yoruluyorsunuz ama başka bir anne sizin kadar onunla ilgilenmeyebilirdi. Sizin bu dünyadaki çileniz, imtihanınız, öte dünya öte dünyadaki mükafatınız işte çocuğunuz” diyorum. İşte onların yaptığı mükemmel annelik. Bu anneler mübarek, seçilmiş anneler.

Postmodern zamanların en önemli hususiyetlerinden bir tanesi de bir uzmanlar toplumu yaratmış olması. Burada, bir uzman sıfatıyla annelik üstüne bilmiş bilmiş yazıp çiziyorum. Anneliği deneyimlemedim ama anneliğin nasıl olduğuna ve olması gerektiğine dair bir kanaatim var. Aslında okuduğum kitaplardan süzdüğüm bilgileri ve gözlemlerimi paylaşıyorum. İnsanlar genel bir fikir edinmek, faydalanmak için paylaştıklarımı dikkate alabilirler. Fakat her konuda da uzman görüşüne baş vurmak gerekmiyor. Annelik sevgiyle, şefkatle, doğaçlama, coşkuyla, vecdle ve sabırla yapılacak bir sanattır bana göre. Sanatın uzman görüşü olur mu? Biz sadece “şunu yapma” diyebiliriz. “Şunu yaparsan çocuğunu örseleyebilirsin” diyebiliriz, onun dışında annelere ‘’çocuğunuzu şu şekilde yetiştirin’’ diyemeyiz. Veya “Duyarlı olun” demek gibi, genel ilkeleri koyabiliriz. Üstelik bu akımlar bile zamanla değişebiliyor. Bir dönem çocuk terbiyesinde katı disiplinin önemine dikkat çekilirdi, bugünün şefkati öne alan psikoloji dünyasında bu tarz bir disiplinin barbarca bulunacağını tahmin edebiliriz. Bir yönelim değişti: Çocuğu sev sevebildiğin kadar, çocuk anne kokusuna doysun, çocuk annenin ten temasını, anne bakışını hissetsin, ağladığı zaman yanında ol, diyoruz şimdi. Bütün eski fikirler değişti çünkü hissedişin, empatinin, bir başkasının yerine kendini koyabilmenin en temel saikinin annenin çocuğa verdiği şefkat ve merhamet olduğu anlaşıldı. Yani bir anneden çocuğa şefkat ve merhamet akmıyorsa o çocuk başkalarının duygularını okuyamamaya başlıyor. Zira ‘sadece sevginin okuma yazması vardır’.

Anne, aslında emek veren kişidir. Biyolojik olarak anne olması gerekmez. Evlat edinilmiş bazı çocuklarımız o kadar güzel annelik görüyorlar ki. O emeği çocuk adeta içine sünger gibi çekiyor ve biyolojik annesi olmasa bile sağlıklı bir insan olarak hayata katılıyor, kendisini yetiştiren o insanı her zaman aziz ve kıymetli biliyor. Üstelik bu çok çok büyük bir iyilik ve sevap, çok güzel bir şey gibi geliyor bana. İnsan belki kendi kanından canından olan kişiye daha doğal bir eğilim gösterebiliyor ama hayata yoksun, annesiz babasız başlamış bir çocuğu alıp, onu bütün sevgisiyle büyüten, adeta bir çiçek gibi sulayan, ışık veren, besleyen, şefkat veren bir koruyucu anne dünyaya çok güzel bir insan kazandırıyor, çok büyük bir iyilik yapıyor.

Bir tavsiyem var; evde elektronikten azade bir saat formülü. Evde bütün elektronik eşyaların kapatıldığı bir saat yaratabilirsek, herkesin birbiriyle görüşebildiği, birbirinin yüzüne bakabildiği, birbirinin varlığını hissedebildiği o bir saat içinde küçük çocuklarımızla oynayabilir, daha büyük çocuklarımızla hikâyeler paylaşabilir, daha da büyük olanlarla güncel olayları değerlendirdiğimiz konuşmalar yapabilirsek ve onların dertleriyle yakından ilgilenirsek, onlara fikirlerinin değerli olduğu hissini verebilirsek, bize bir şey anlatmak istediklerinde onları içten bir şekilde dinleyebilirsek – benim de zaman zaman zorlandığım bir şey maalesef – sıkılsak bile o konuşmada kalabilirsek anneliğimizi iyi yapmış oluruz. ABD’de önemli bir psikiyatri kongresine katılmıştım, gelirken uçakta yanımda bir anne-kız bir aile oturuyordu. Hayranlıkla dinledim onları, dönüp bakamasam da kulağım onlardaydı, anne ile kızı neredeyse iki saat konuştular. Kız, iki-üç yaşlarında afacan bir şey. Rollere giriyor, öğretmen oluyor, başka bir şey oluyor. Annesi de onun istediği rollere girdi ve hiç sıkılmadan neredeyse iki-iki buçuk saat kızıyla konuştu. Çocuk adeta bütün hücrelerine kadar o sevgiyi ve ilgiyi emdi. Bu çok değerli bir şey işte. Çocuklarımızın yüzüne bakmak, onların istediği kişi olabilmek, onlarla oyun oynayabilmek, onların hayal dünyasını genişletebilmek paha biçilmez bir hediye.

Buna mukabil annenin çocuğu emdiği, kendi uzvu haline getirdiği, çocuğun şahsi varlığını geçersizleştirdiği, kendinin bir aksamı kıldığı çocuklar da var. Bunlar çoğu zaman narsistik, yani kendine sevdalı annelerdir. Kendine sevdalı anne, çocuğun ayrı bir varlığı olacağını kabul etmez. Onun kendi başına kararlar alabileceğini, yemeklerini artık kendi evinde yemek istediğini, karısıyla baş başa zaman geçirmek istediğini kabullenmez. Her an onun yanı başında olmak ve onu yönetmek ister. Anne olmak çocuğun mazisinin büyük bir kısmını şekillendirme sorumluluğunu taşımak demektir, lakin bu çocuğun geleceğini de annenin oluşturması gerektiği anlamına gelmez. Yetişkin olan evladın kendiliğini ve geleceğini kendi biricikliği içinde deneyimleme fırsatı vermek sınırlarını koruyan bir anne olmayı gerektirir. Çocuklarımızın savunmasız oldukları bir dönemde onların ihtiyacını karşılamış olmamız buna karşılık geleceklerini de ipotek altına almamız anlamına gelmemeli. Maalesef bizim toplumumuzda evliliklerdeki anlaşmazlıkların önemli bir kısmı ana kuzusu evlatlardan kaynaklanıyor. Kendi varlığını anneden tam manasıyla ayrıştıramamış, anneyle göbek bağını kesememiş evlatlar bunlar. Anne ile sevgi ilişkisi sona ersin demiyorum, sevgi sonsuza kadar sürmeli ama psikolojik varlığımızı da annemizden ayrı kılabilmemiz lazım. Yetişkin insanlar olarak hayatta kendi başımıza kararlar verebilmemiz lazım. “Benim oğlum/kızım çok değerli, gelinim/damadım o kadar da değil” diye düşünerek bir tarafı değersizleştirdiğiniz zaman terazinin kefesini dengesizleştiriyorsunuz. Karşı taraf kendini daha değersiz hissettiği zaman öfkeli oluyor ve karşılıklı masa altından vurmalar başlıyor. Bunun yerine şu şekilde düşünmek daha iyi “Oğlum/kızım bu kişiyi seçti, ben oğlumu/kızımı seviyorsam onu da seveceğim. Onun seçimleri bana uygun olmayabilir, o kişi benim gönlümü çok fazla okşamak zorunda değil. Ama seveceğim ve saygı göstereceğim.” Seveceğim derken can ciğer kuzu sarması olmak zorunda da değilsiniz, en azından onun müstakil duruşuna, seçimlerine, hayatına saygı gösterebilirsiniz, güler yüzle yaklaşabilirsiniz. Ona kendi seçimlerinizi empoze edemezsiniz, kızınızı veya oğlunuzu kalkan olarak kullanamazsınız. O sizden ayrı, siz de ondan ayrı bir varlıksınız. Ana kuzuları, annelerinin kendilerini yönetmelerine karşı durarak bunu engelleyebilir. Narsistik annelerin bir mahareti vardır; çabuk küsüp darılırlar, bayılıp fenalaşırlar, ustalıkla ve kolayca manipüle ederler ve bu dargınlığı bir kırbaç gibi kullanırlar. Çocuklarını küserek adam ederler. Çocuklar da aman annemiz üzülmesin diye onların her söylediğine tav olur, bu arada eşleriyle aralarında büyük bir yarık, aşılmaz bir duvar oluşur. Annelerin, evlatlarının kurduğu yeni çekirdek ailenin gidişatına saygı duyabilmesi, evlatlarının ruhunda yaralar açmaktan kaçınması ve onlara koşullu sevgi vermemesi lazım. Koşulsuz sevgi demektir annelik. Annelik şudur; bir bankaya para yatırıyorsunuz ve o paranın size hemen geri gelmeyeceğini biliyorsunuz. Ama o yatırdığınız para doğru yerlere gidecek ve güzel şeylerde kullanılacak. Katlanarak çoğalacak, siz biraz geride durup insanları oldukları gibi sevebilirseniz, o bereket size de kuşatacak. “Çocuğum da büyüyünce bana baksın, beni sevsin” veya “çocuğum evlenince ben onu perde arkasından yönetirim” diye çocuğu seviyorsak işte bu koşullu sevgidir.

Annelik aslında doğumdan bile daha önce hamilelikle başlayan bir maraton. Bazen karşılaşılan hamilelik hüznü diye bir şey var, sonrasında bundan farklı olarak doğum sonrası depresyon hadisesi de var. Hamilelikle beraber bazı hormonal değişiklikler oluyor ve kadınlar hamilelikle beraber daha hüzünlü, daha alıngan olabiliyorlar, eşlerinin dikkat etmesi lazım. Katherine Allison’ın enteresan bir kitabı var, Anne Beyni: Annelik Bizi Nasıl Daha Zeki Yapar? (The Mommy Brain: How Motherhood Makes Us Smarter) isminde. Yazar, hamilelikle beraber ilkin anne beyninin biraz büzüşüp, hafif küçüldüğünü sonra yeniden genişlediğini ve çok daha zeki, çok daha akıllı bir beyin haline geldiğini yazıyor. Beyin tekrardan bir reorganizasyona gidiyor. Zor ve yeni durumlarda ne yapacağını bilen daha akıllı, daha bilge bir beyin oluyor. Allah dağına göre kar veriyor. Ama bazen çevresel şartlar bu doğal seyri çok olumsuz yönde etkileyebiliyor. Mesela eşle veya eşin ailesiyle çok büyük bir geçimsizlik olabiliyor, evde hanımefendinin korunma, kollanma, gözetilme ihtiyaçları karşılanmamış oluyor, çocuğun yüküyle tek başına uğraşmak zorunda bırakılmış oluyor. Hamilelik ve doğumla beraber hayatında çok zor bir dönem başlıyor. Bütün bunlarla yalnız başına mücadele etmek zorunda kalan, duygusal destek alamayan kadınlarda da bazı psikolojik problemlerin ortaya çıkması kaçınılmaz hale geliyor. Doğum sonrasında doğum yapmış kişinin annesinin, o olmadığında veya yorulduğunda kayınvalidenin hemen devreye girmesi çok rahatlatıcı bir şey. Tecrübeli iki anne, münavebeli olarak, sırayla yeni anne olmuş kişinin etrafında pervane oluyorlar. Kız kardeşler, kuzenler, görümce ve eltiler de yardım edebiliyor destek olmak için. Annenin kendini toparlayabileceği zamanı ona kazandıran çok güzel bir gelenek bu.

Annelik konusunda sık karşılaştığımız dertlerden biri de, çocuklar arasında ayrımcılık yapılması. Her gün buna benzer hikâyeleri dinliyoruz. İsmet Özel’in bir dizesi var, “Kapanmaz yağmurun açtığı yaralar çocuklarda” Çocuklarda açılan bazı yaralar kapanmıyor, çok çok uğraşıldığında bile, şanslıysa, zor kapanıyor. Onlardan birisi de çocukluğunda değersiz hissettirilmektir. Hele ki kardeşine karşı. “O iyi ki var, sen ne demeye doğdun, istenmeden doğdun.” Bu mesajları bir çocuğa verdiğiniz zaman, ömür boyu bununla uğraşıyor. Büyüyor, meslek erbabı oluyor, doktor oluyor, profesör oluyor ama hala içindeki o aşağılanmış çocukla uğraşmaya devam ediyor. Bu, evliliğine yansıyor, insanlarla ilişkilerine yansıyor, çocuklarıyla ilişkilerine yansıyor. Karşılıksız sevgi verilmesi gereken birinin yaptığı ayrımcılık kadar acı veren başka bir şey yoktur.

Yazar Judith Viorst, Gerekli Kayıplar (Necessary Losses) kitabında anne-çocuk kaybını Esas Kayıp olarak adlandırıyor. Çocuğun annesini kaybetmesinin, yaşadığı ilk kayıp olarak annenin, daha sonraki zamanlarda karşılaşacağı kayıplar konusunda onu hassaslaştırdığından bahsediyor. “Anne gitti ve sular buruştu testilerde/ Artık çamaşırlar yıkansa da hep kirlidir/ Herkes salonda toplansa da kimse evde değildir.” diye anlatıyor öksüzlüğü Sezai Karakoç. Zor bir kayıptır gerçekten ama çok daha acısı da var: Anadolu’da çok güzel bir dua vardır, Allah sıralı ölüm versin denir. Anne babalar için en zor şey çocuğunun vefatıyla başa çıkmaktır. Çok zor bir yük, Allah bizi bu kadar zor yüklerle sınamasın. Benim meslek hayatımda çocuğunu kaybetmiş annelerle konuşmak en çok zorlandığım anlardır. Çok zordur, kelimeleri nasıl bir araya getireceğinizi bilemezsiniz, günlerce kendinize gelemezsiniz. Size getirilen hikâyeyi yükleniyorsunuz, size danışan insanın kabul edebileceği bir formata dönüştürüyorsunuz onu içinizde, ona yeniden veriyorsunuz. Ama o yükü önce bir yükleniyorsunuz. Çocuk kaybının yükünü yüklendiğim zaman benim bazen omuzlarım düşüyor, konuşacak kelimelerim bazen olmuyor. Hani Wittgenstein’ın bir sözü var, “söylenemeyen yerde susmalı” diyor. Bazı yerlerde sadece duygudaşlık önemli. Sadece paylaşmak… konuşmak, daha fazla kelime, yarayı daha çok kanatır. Bir de “müphem kayıp” denen bir durum var, kayıp ama nerede olduğu belli değil, göz altında, işkencede, savaşta, göçte kaybedilmiş, cesedine kavuşamamış evladının anne. O bile bir teselli, cesede bile kavuşamayan annelerin derdi hiç bitmiyor. Her an bir kapı açıldığında gelecekmiş gibi bir heyecanla yaşıyorlar, her gün o yasları katmerleşerek devam ediyor.

Benim rahmetli anneciğim Nuran Sayar, Allah ona gani gani rahmet eylesin dünyalar iyisi bir insandı. Öyle bir ananın evladı olduğum için kendimi şanslı hissetmişimdir daima. Karıncayı incitmeyen, şefkat dolu, cefâkâr, çok gayretli, sevgiden başka bir şey vermeyen, kimse hakkında kötü konuşmayan, yeryüzünde melek gibi bir insandı. Genç yaşta vefat etti annem. Son döneminde ciddi bir nörolojik rahatsızlık neticesinde her şeyi unutmaya ve bizi de zaman zaman tanıyamamaya başlamıştı. Hastalığın çok ilerlediği bir dönemde ziyaretine gittiğimde benim yüzüme baktı, kim olduğumu zaman zaman hatırlayamıyordu, ama yüzüme baktığında bana “Karnın aç mı?” diye sordu. O halinde, o kadar ağır bir rahatsızlıkta bile analıkla ilgili nüve onun ruhunda kaybolmamıştı.

İyi anneler, uzakta da olsa yakındır ve çocuklarının ellerini asla bırakmaz.

9 Mayıs 2021

Kemal Sayar 

Yuvaya Dönüş

Bahçede bir elma ağacı vardı –
Bu kırk yıl evvel olmalı- ardında
Alabildiğine çayırlar. Çiğdemler
Islak çimlerde sürüklenen.
O pencerede duruyordum:
Nisan sonuydu. Bahar
Çiçekleri komşunun bahçesinde.
Kaç kez çiçek açtı o ağaç,
Tama o gün ama, doğum günümde,
Daha önce ya da daha sonra değil?
Değişkenin, evrilenin
Sabitle ikamesi
Amansız yeryüzünün
İmgeyle ikamesi. Ne biliyorum
Bu yere dair
Ağaç rolünü onyıllardır
Bir bonsai oynuyor, sesler
Yükseliyor tenis kortlarından —
Tarlalar. Uzun çimenlerin kokusu, taze
Biçilmiş.
Lirik bir şairden bekleneceği gibi.
Dünyaya bir kez çocukken bakarız.
Gerisi hatıradır.

Louise Glück
Çeviren: Nuray Önoğlu

Rainer Maria Rilke Malte Laurids Brigge’nin Notları

Şimdi ıssız kalan yurdumu düşündükçe, öyle sanıyorum ki, eskiden böyle değildi bu. Eskiden insan biliyordu (ya da belki de seziyordu) ki, meyvenin çekirdeğini taşıması gibi, ölümü kendi içinde taşımaktadır. Çocukların içinde küçük, yetişkinlerin içinde büyük bir ölüm vardı. Kadınlar, ölümü kucaklarında, erkeklerse göğüslerinde taşırlardı. O vardı işte ve ölüm, onların her birine garip bir ağırbaşlılık, sakin bir gurur verirdi.


Hepsi de kendi ölümlerini öldüler. Ölümü bir esir taşır gibi zırhlarının altında taşıyan o erkekler; çok yaşlanıp küçülen, sonra muazzam bir yatak içinde, bir sahnede gibi, bütün ailenin, hizmetçilerin, köpeklerin önünde, kibar ve saltanatla göçüp giden o kadınlar. Hatta çocuklar, en ufakları bile, rastgele bir çocuk ölümünü değil, kendilerine hâkim olup bulundukları ya da ileride olacakları hale göre bir ölümü ölüyorlardı.

Sonra, kadınlarda ne hüzünlü bir güzellik vardı; gebe olup ayakta durdukları zaman, ince uzun ellerinin, kendiliğinden üzerine düştüğü şişkin karınlarında iki meyve taşıyorlardı: biri çocuk, biri ölüm.


Hiç kimseniz ve hiçbir şeyiniz yoktur, elinizde bir valiz ve bir kitap sandığı, çevrenize karşı ilgi duymaksızın, dünyada dolaşır durursunuz. Hayat mı bu! Yersiz yurtsuz, ana baba yadigarı eşyalardan yoksun, köpeksiz. Anılar olsaydı hiç değilse. Ama kimde anılar var ki? Çocukluk olsaydı, derinlere gömülmüş gibidir çocukluk. Bütün bunlara yaklaşabilmek için yaşlanmak gerek belki. İhtiyarlık bana güzel görünüyor.


Yirmi sekizimdeyim ve başarılmış hiçbir şey yok. Tekrarlayalım: Carpaccio üzerine bir inceleme yazdım, berbattır; bir dram kaleme aldım, “Evlilik” adını taşır ve şüpheli yollardan yanlış bir şeyi kanıtlamaya çalışır ve mısralar yazdım. Ah, gençken yazılan mısraların kıymeti zaten nedir ki. Beklemeliydi ve mümkünse bir ömür boyu, manâ ve lezzet toplamalıydı, ve sonra, tamamen sonunda belki iyi on mısra yazabilirdi. Çünkü mısralar, insanların dedikleri gibi hisler değil (his pek erken başlar) tecrübelerdir. Bir mısra için insan, bir çok şehirler görmelidir, insanlar ve eşyalar görmelidir, hayvanlar tanınmalıdır, kuşların nasıl uçtuğunu hissetmelidir, küçük çiçeklerin sabahları hangi kımıldanışlarla açtığını bilmelidir. İnsan, meçhul semtlerdeki yolları, beklenmedik tesadüfleri ve uzun zamandır gelmekte olduğu görülen vedaları düşünebilmelidir, hâlâ anlaşılmamış çocukluk günlerini; bizi sevindireceğini sanarak hazırladıkları (ama ancak bir başkasını sevindirebilecek) bir sürpriz yüzünden, anlamayıp incittiğimiz anne ve babayı, o kadar çok, derin ve müphem değişmelerle, acayip ve tuhaf başlıyan çocukluk hastalıklarını; sessiz, kapanık odalarda geçen günleri ve deniz kıyısındaki sabahları; denizi; denizleri; üstümüzden esen ve bütün yıldızlarla uçan yolculuk gecelerini düşünebilmelidir, bütün bunların hepsini düşünebilmek de yetmez. İnsanın, birbirinden farklı birçok sevda gecelerine ait hâtıraları olmalıdır. Ama, hem de, can çekişen kimselerin yanında oturmuş bulunmalıdır; kesik kesik gürültü duyulan, penceresi açık odada ölülerle durmuş olmalıdır. Ve insanların hatıraları olması da kâfi gelmez. Hâtıralar çoksa onları unutabilmelidir, ve insanın, hâtıralar gelecek diye büyük bir sabrı olmalıdır. Çünkü hâtıralar da henüz o değildir. Hâtıralar ancak hücrelerimizde yerleştikleri, bakış ve hareketlerimizde okundukları, isimsizleştikleri ve artık bizden ayırdedilemedikleri zaman, işte o vakit, çok nadir bir saatte, bir mısranın ilk kelimesi, hâtıraların ortasından ve hâtıralardan tecelli eder.

Rainer Maria Rilke
Malte Laurids Brigge’nin Notları

Seninle ilk tanıştığımda seni bulduğum aşırı yalnızlığa ne kadar şaşırdığımı hatırlıyor musun?

Paul Valéry, Muzot Kalesi’nde Rainer Maria Rilke’yi ziyaret ettikten sonra:


“Seninle ilk tanıştığımda seni bulduğum aşırı yalnızlığa ne kadar şaşırdığımı hatırlıyor musun? Yanından geçiyordum; İtalya yolunda beni durdurdun ve birkaç dakikalığına içeri aldın. Oldukça hüzünlü dağlardan oluşan geniş bir alanda korkunç derecede yalnız, çok küçük bir kale; koyu renkli mobilyalar ve dar pencereli antika ve düşünceli odalar – bu kalbimi burktu.

Hayal gücüm, hiçbir şeyin kendinden ve benzersiz olma duygusundan uzaklaşmadığı, oldukça yalıtılmış bir bilincin sonsuz monoloğunu içinizde duymadan edemedi. Bu kadar ayrı bir varoluşu, sessizlikle mahremiyetin bu kadar suiistimalinde sonsuz kışları, hayallerinize, kitaplardaki temel ve fazla yoğun ruhlara, yazının değişken dehasına sunulan bu kadar özgürlüğü tasavvur edemezdim. hafızanın güçlerine.

Sevgili Rilke, bana saf zamanın içine hapsolmuş gibi göründün ve senin için, birbirinin benzeri günlerin döngüsünde insanın ölümü açıkça görmesine izin veren, fazlasıyla tekdüze bir hayatın şeffaflığından korktum.”

— Paul Valéry , Reconnaissance à Rilke’de , Cahiers du mois, 23-24, Paris, 1926.

ARTIK VEDA VAKTİNİN GELDİĞİ İÇİNE DOĞMUŞTU

Artık veda vaktinin geldiği içine doğmuştu.
Metindi, kimseyi kınamıyor, incitmiyordu.
Yolda gördüğü kimselerle selamlaşıyordu.
Her gün sanki biraz daha yaşlanıyordu.
Oysa sadece yirmi ak vardı siyah sakalında.
Durup su içen develeri izliyordu arada sırada.
Böylece deve güttüğü zamanları hatırlıyordu…
Sanki cenneti görmüş, ilahî aşkı bulmuştu;
Sanki kâinatın yaratılışına şahit olmuştu.
Alnı dik, yanakları kusursuz, benzersizdi,
Kaşları ince, bakışları anlamlı ve keskindi,
Boynu gümüş bir testinin boğazıydı sanki.
Tufanın sırlarını bilen Nuh’un havası vardı.
Ona danışmaya gelenlere adil davranırdı,
Kimi itiraf eder, kimi gülüp inkâr ederdi;
Sessizce dinler, en son konuşurdu kendisi.
Ağzından dua ve zikir hiç eksik olmazdı.
Çok az yer, karnının üzerine taş koyardı.    
Boş durmaz, koyunlarını sağıp oyalanırdı.
Oturur yere, elbiselerini kendisi yapardı.
Artık genç değildi, eski gücü kalmamıştı;
Yine de herkesten daha fazla oruç tutardı.
Altmış üç yaşında bir ateş sardı vücudunu.
Kutsal kitap Kur’an’ı bir kez daha okudu;
Sonra sancağı, Said’in oğluna devretti;
Ona: “Artık aranızdan ayrılma vakti geldi,
Allah birdir, hep onun yolunda savaş” dedi.
Mahzundu, bakışlarında, yurdundan zoraki
Göçen yaşlı bir kartalın hüznü vardı sanki.
Yine her günkü vaktinde mescide geldi;
Ali’ye yaslanmış, insanlar da eşlik ediyordu,       
Ve kutsal sancak rüzgârda dalgalanıyordu;
Benzi soluktu, döndü ve kalabalığa seslendi:
“Ey insanlar, ömür bitiyor, hayat gelip geçici;
Biz karanlıkta birer zerreyiz, yüce olan O’dur.
Ey insanlar, O’ndan başka rehberim yoktur;
Bu dünyada onsuz hiçbir kıymetim olmazdı.”
Bir zat ona: “Ey müminlerin gerçek Sultanı!
Seni dinler dinlemez, herkes inandı sözüne,
Sen doğduğunda bir yıldız doğdu gökyüzüne,
Kisra Sarayı’nın üç kulesi birden yıkıldı” dedi.
O da : “Melekler ölümümü müzakere etti:
“Vakit tamam, dinleyin! Eğer herhangi birinize
Bir kötülük yaptıysam, çıksın herkesin önünde,   
Ben ölmeden gelsin intikamını alsın şimdi.
Kime vurmuşsam, o da bana vursun.” dedi.
Ve uzattı usulca asasını oradan geçenlere.
Yaşlı bir kadın bir koyunu kırpıyordu eşikte,
Ona: “Allah yardımcın olsun!” diye seslendi.
Bakışlarında bir hüzün vardı, oldukça bitkindi,
Ve birden şöyle seslendi: “Herkes duysun!
Allah benim adımı andı, bundan emin olun;
Ben topraktan bir can, nurdan peygamberim,
İsa’nın getirdiği dini tamamlamaya geldim.
Ashabım, ben sabır taşıyım, İsa tatlı dilliydi;
Zira her şafak, doğacak güneşin müjdecisi,
İsa benden önce, ama ne Tanrı’dır ne de oğlu;
O, gülü koklayan Bakire Meryem’den doğdu.
Unutmayın, ben de etten kemikten bir fâniyim,
Kuruyan bir balçıktan başka bir şey değilim.
Şu hayatta başıma gelmeyen şey kalmadı,
Çektiğim çilelere yol olsa dayanmazdı;
Zulüm ve işkenceden şu bedenim çok çekti.
Şayet işlediğimiz her bir günahın bedeli
Korkunç bir haşere olsa, o karanlık mezarı
Bize dar eder, cehenneme çevirirdi orayı.            
Tekrar tekrar bedenlenir cehennem ehli,
Ve kurtlar yeniden kemirir tüm bedenlerini;
Böylece defalarca tükenir ve yeniden dirilir,
Cezalarını çekince de yeniden huzura erişir.
Ben kutsal savaşların mütevazı meydanıyım;
Bazen bir efendi bazen de bir köle gibiyim.
Kelamım çöldeki kumlar ve kuyular gibidir;
Bir sözüm korkutuyorsa, diğeri müjdecidir.
Ashabım! Çektiklerimi görüyorsunuz işte,
Karşıma alıp, insanı aldatıp yeniden dalalete
Sürüklemek isteyen o dehşet saçan iblisleri
Engellemeye çalıştım, bağladım pis ellerini;
Çoğu zaman, Yakup gibi, karanlıklar içinde,
Çarpıştım durdum görmediğim kimselerle;
Fakat insanlar beni özellikle öldürmek istedi,
Bana karşı sürekli kin ve kıskançlık besledi;
Ben ise Hak davamdan hiç vazgeçmedim.
Onlarla savaştım, ama kimseye kin gütmedim.”
Savaşlarda: “Bırakın yapsınlar!” diyordum,
Benden başkası yaralansın istemiyordum.
Hepsinin derdi benimleydi, vazgeçmezlerdi;
Zira sağ ellerine ayı, sol ellerine ise güneşi
Versem de düşmanlarım inanmazdı asla,
Yine de saldırırlardı şu çileli yolculukta.
Fakat ne olursa olsun geri adım atmadım,
Bu kutsal dava uğruna tam kırk yıl savaştım.
Çile dolu şu ömrümü nihayet tamamladım.
Şimdi Hakk’a gidiyorum, dünyayı bıraktım.
Greklerin Hermes’i, Yahudilerin Levi’yi
Desteklediği gibi siz de bırakmadınız beni,
Çektiğiniz bu sıkıntılar mutlaka son bulacak;
Bu karanlık geceye elbet güneş doğacak.
Ashabım, asla ümidinizi kesmeyin O’ndan;
Zira Kronnega dağlarını aslan yuvası yapan,
Denizleri incilerle, geceleri ise yıldızlarla
Donatan Allah, elbet sizleri de koymaz darda.
Sonra: “Yalnızca O’na güvenin” diye ekledi.
İnanmayan, ancak inkâr da etmeyenlerin yeri,
Cennet ile cehennem arası Araf, ne yazık ki!
Kararmıştır kalpleri, günah işlemek tek işleri;
Hiç kimse tamamen günahsız değildir belki,
Ama çabalayın ki, Allah da bağışlasın sizi;
Namaz kılın, bütün azalarınız değsin yere,  
Zira o dayanılmaz cehennem ateşi, sadece
O’nun için secdeye kapanmayanları yakar.
O, kapkaranlık dünyayı masmavi gökle açar.
Misafiri sevin, dürüst olun, adaletle hükmedin.
Yüce katında türlü türlü nimetler var sizin için:
Yedi göğü geçmek için, altın eğerli atlar,
Yıldırımları geride bırakan kanatlı arabalar,
Tertemiz huriler, hep terütaze ve neşeli;
İncilerle bezeli köşklerde oturur her biri.
Cehennem ateş ehlini bekler, vay hâllerine!
Ateşten ayakkabıları olacak ve giydiklerinde,
Sıcaklıkları kazan gibi beyinlerini kaynatacak;
Cennet ehli ise pek neşeli ve gururlu olacak.”
Biraz durdu, hep ümitli olmalarını öğütledi,
Sonra ağır adımlarla yürümeye devam etti.
Ardından: “Ey insanlar! Size sesleniyorum,
Vakit saat doldu, ebedî yurduma gidiyorum.
Belki bu sizinle son görüşmemiz, acele edin,
Beni tanıyan herkes gelip son kez dinlesin;
Bir hatam olduysa, yüzüme söylesin” dedi.
Kalabalık sessizce sağa sola açılıp yol verdi,
Gitti ve Ebufleya Kuyusu’nda sakalını yıkadı.
Biri ondan üç dirhem istedi, çıkardı verdi.  
“Şimdi, mezara bırakmaktan daha iyi” dedi.
Bir güvercininki gibi ışıl ışıldı ashabın gözleri;
Bakıp kendilerini hep kollayan o yüce insana,
Ağlıyordu halk; evine kadar eşlik ettiler ona;
Birçoğu gözünü bile kırpmadan orada bekledi,
Bütün geceyi orada taşların üzerinde geçirdi.
Sabaha doğru günün ağardığını fark edince:
“Ben artık kalkamıyorum, dedi, Ebubekir’e,
Kur’an’ı götürüp sen kıldıracaksın namazı.”

Eşi Aişe de o sırada cemaatin arkasındaydı.
Ebubekir okuyor, Muhammed ise dinliyordu,
Nihayet okuduğu ayetleri usulca bitiriyordu.
O, dua ve zikrini yaparken herkes ağlıyordu.

Ve Ölüm Meleği çıkageldi akşamüzeri:
“İçeri girebilir miyim” diye müsaade istedi.
“Buyursun” dedi. Dünyaya teşrif ettiği
O ilk günkü gibi yine ışıl ışıldı gözleri.
Ve Melek ona: “Allah seni bekliyor” dedi.
 – Seve seve, dedi. Şakakları şöyle bir titredi,
Bir an aralandı dudakları ve ruhunu teslim etti.

La légende des siècles, L’Islam
(Asırların Efsanesi, İslam)

Victor Hugo (1802-1885)
Fransız şair, yazar ve dramaturg.

Hugo’nun 2 Ağustos 1883’te dostu Auguste Vacquerie’ye yazıp teslim ettiği vasiyeti:

“Elli bin frangı fakirlere bırakıyorum. Onların cenaze arabasıyla götürün beni mezarıma. Hiçbir kilisenin duasını kabul etmiyorum. Tek isteğim, tüm canlardan birer dua. Ben Allah’a inanıyorum” 

ŞİDDETLİ RÜZGÂRLAR GÖRÜYORUM SON YOLCULUĞUMDA

272
La vita fugge et non s’arresta un’ora

Yaşam kaçıyor ve durmuyor bir saat
ve Ölüm geliyor arkadan dev adımlarla;
ve şimdiki ve geçmiş şeyler
savaşıyor benimle, gelecek şeyler de,

anılar ve umut bir bu yanını eziyor
yüreğimin bir o yanını; öyle ki, aslında,
kendime merhamet duymasam,
artık kurtulurdum bu düşüncelerden.

Karşımda beliriveriyor en küçük tatlılık
elemli yüreğin duyduğu; ama öte yandan
şiddetli rüzgârlar görüyorum yolculuğumda,

fırtına görüyorum limanda ve artık yorgun
dümencim ve kopmuş direkler ve ipler
ve sönmüş bir zamanlar baktığım güzel ışıklar.

273
Che fai? che pensi? ché pur dietro guardi

Ne yapıyorsun? Ne düşünüyorsun? Niçin bakıyorsun
asla geri dönmeyecek zamana hâlâ?
Huzursuz ruh, niçin odun ekliyorsun
durmadan ateşe, içinde yandığın?

Yumuşak sözler ve tatlı bakışlar,
tek tek betimleyip resmettiğin,
alındı yeryüzünden; ve çok iyi biliyorsun,
burada aramak onları yersiz ve çok geç.

Ah, yenileme bizi öldüren şeyi;
ardına düşme artık aldatıcı, özlemli düşüncenin,
sağlam, kesin olanını izle, bizi iyi sona götürecek olan.

Cennet’i arayalım, hiçbir şey zevk vermiyorsa
burada bize; açıkça gördük çünkü güzelliğin,
ölü ya da diri, bizi yoksun bırakacağını huzurdan.

274
Datemi i pace, o duri miei pensieri!

Huzur verin bana, ey acımasız düşüncelerim!
Yetmiyor mu Aşk, Talih ve Ölüm’ün
kuşatması çevremi ve kapılarımı,
içimde başka düşman bulmaya gerek kalmadan?

Ve sen, kalbim, ne idiysen o musun hâlâ?
Yalnız bana sadakatsiz, barındırıp
acımasız hafiyeleri, ittifak ediyorsun düşmanlanımla, onca çevik ve hızlı.

Sende sergiliyor Aşk gizli iletilerini,
sende açığa vuruyor Talih her gösterişini,
ve Ölüm anısını o vuruşun,

benden kalanı yok edecek olan,
sende hatayı kuşanıyor huzursuz düşüncelerim:
bu yüzden, yalnız seni suçluyorum her derdim için.

275
Occhi miei, oscurato è ‘l nostro sole

Gözlerim, karardı güneşimiz,
daha doğrusu Cennet’e yükseldi ve orada parıldıyor,
orada göreceğiz onu yeniden, orada bekliyor bizi
ve belki acı çekiyor gecikmemizden.

Kulaklarım, melek sözleri yankılanıyor
bir yerde, daha iyi anlayan birinin var olduğu.
Ayaklarım, gücünüz erişmiyor
sizi hareket ettiren güzelin olduğu yere.

Öyleyse niçin savaşıyorsunuz benimle?
Nedeni ben değilim artık göremiyorsanız onu, duyamıyorsanız, bulamıyorsanız yeryüzünde.

Ölüm’ü suçlayın; daha doğrusu hamdedin O bağlayıp çözene ve bir anda açıp kapayana, ve ağlayıştan sonra kişiyi mutlu edebilene.

Francesco Petrarca
Çeviri: Kemal Atakay