Onu hepi topu iki kez gördüm. Çok değil. Fakat müstesna olana zaman açısından bakmak olmaz. O tedirgin, uzaklardaymış havası, fısıldaması (konuşma demek uygun düşmezdi buna), ikircikli hareketleri, insanlara yahut şeylere uğramayan bakışları, latif hayalet edaları beni hemencecik ele geçirdi. “Kimsiniz? Hangi diyardan geldiniz?” diye sorası geliveriyordu insanın. Cevap verebileceğinden değil ya, öylesine de bağlıydı sırrına işte, ya da sırrını ortaya dökmeye hiç niyeti yoktu. Ne nefes alma işinin altından nasıl kalktığı (nasıl bir gafletle bunun büyüsüne kapıldığı) ne de aramızda ne aradığı kimsenin bileceği şey değildi. Kesin olan bir şey varsa, o da onun bu diyarlardan olmadığı ve düşkünlüğümüzü sırf nezaketinden ya da marazi bir merakından dolayı paylaştığıydı. Onun yanında duyduğunuz hissin benzerini uyandırsa uyandırsa melekler ve derman bulmazlar uyandırabilir. Bir yandan mest ediyor, beri yandan da akıl sır ermez bir tedirginliğe sevk ediyordu!
Onu gördüğüm gibi ürkekliğine vuruldum; hatırdan çıkmaz, eşine rastlanmaz o ürkek haliyle esrarlı bir tanrıya hizmet ede ede iflahı kesilmiş bir vesta rahibesini yahut kapıldığı sıla hasretinden veya vecd yüzünden yaşamda belirmeye güç yetirememecesine tükenip gitmiş bir mistiği andırıyordu!
Mala mülke boğulmuş, göngörmüş sayılmıştı sayılmasına ama her şeyden büsbütün kopmuş gibiydi. Sezilemez olanın bağrında sefaletini mırıl mırıl söylenip dilenmeye mahkûm edilmişti. Zaten onda sükûnet ruhunun, şaşkınlık da evrenin yerini tutarken bir şeylere sahip olması, bir şeyleri dile getirmesi mümkün müydü?.. Rozanov’un bahsettiği şu ay ışığı yaratıklarını akla getirmiyor muydu?
Onu uzun uzadıya düşündükçe zamanın zevklerinden ve görüşlerinden ayrıca değerlendiresi geliyordu insanın. Başka bir zamandan kalma bir felaket gelip çökmüştü tepesine. Talihine ki albenisi de maziye karışmıştı. Başka bir çağda, başka bir yerde doğmalıydı, diyelim ki pusun ve çaresizliğin hüküm sürdüğü Haworth’un bozkırlarında, Bronte kardeşlerin yanında…
Yüz okumasını bilenler onun çehresine bakınca uzun yıllar yaşamayacağını, senelerin kâbusundan muaf tutulacağını şıp diye anlayıverirlerdi. Sağ haliyle yaşamdan o denli kopuk duruyordu ki onu bir gören bir daha göremeyeceği düşüncesine kapılırdı. Meşrebinin alameti farikası ve düsturu, yazgısının şaşaası, dünyadan gelip geçtiğinin işareti elvedaydı. Bundan ya onu bir haleymişçesine taşıyordu, gösteriş olsun diye değil, görünmez âlemle olan bağından dolayı.
Emil Cioran
Bazen öyle olur ki şiir bir insanın bütününü ele geçirir ve aynı zamanda ona tamamen teslim olur – bu durumlarda ele geçirilen, sahip olandır ve zulme uğrayan zulme uğrayandır – jestlerini, bakışlarını, konuşmasını, sessizliklerini aydınlatmak, sesini diğer sese, varlığını diğer varlığa, hayatını diğer hayata dönüştürmek […] Susana Soca, şiir tarafından ve şiir için seçilen ya da mahkûm edilen mutlak şairlerin bu gizemli soyundandır.
Guido Castillo
İşte o uzun şiir, her zaman
birkaç kez yarıda kesilip biten,
benim olmadığım biri tarafından yazılmış bir şiir.
Onu ortada, sonu ve başı olmayan bir yerde bulduğumu biliyorum.
Ama artık onu aramıyorum,
sadece baştan başlamak için şiiri arıyorum.
Susana Soca












