6 Mart 1930 günü halkın tezahüratları arasında ikametine ayrılan eve geldik. Sofrada buluşmak üzere refakatinde bulunanlardan ayrıldı ve beni yanına alarak yatak odasına girdi. Bir koltuğa oturdu ve eliyle işaret ederek, beni de oturttu. Yorgun, düşünceli ve sinirli görünüyordu, bir sigara yaktı ve konuşmaya başladı:
“Bunalıyorum çocuk, büyük bir ızdırap içinde bunalıyorum. Görüyorsun ya her gittiğimiz yerde durmadan dert ve şikayet dinliyoruz.
Her taraf derin bir yokluk, maddi, manevi perişanlık içinde. Ferahlatıcı pek az şeye rastlıyoruz. Maalesef, memleketin gerçek durumu bu işte.
Bunda bizim günahımız yoktur. Uzun yıllar, hatta asırlarca dünyanın gidişinden habersiz, bir takım şuursuz yöneticilerin elinde kalan bu cennet memleket, düşe düşe şu acınacak hale düşmüş. Memurlarımız henüz istenilen seviyede ve kalitede değil; çoğu görgüsüz, kifayetsiz ve şaşkın. Büyük istidatlara sahip olan değerli halkımız ise, kendisine mukaddes akideler (inanlar) şeklinde telkin edilen bir sürü batıl görüş ve inanışların tesiri altında uyumuş kalmış.
Bu arada beni en çok üzen şey nedir bilir misin? Halkımızın zihninde kökleştirilmiş olan her şeyi başta bulunanlardan beklemek alışkanlığı. İşte bu zihniyetle; herkes büyük bir tevekkül ve rehavet içinde, bütün iyilikleri bir şahıstan, yani şimdi benden bekliyor, fakat nihayet ben de bir insanım be birader. Kutsal bir kudretim yok ki.
Münasebet düştükçe, daima tekrar ediyorum; bütün bu dertlerin, bütün ihtiyaçların giderilmesi, her şeyden evvel, pek başka şartlar altında yetişmiş; bilgili, geniş düşünceli, azim, feragat ve ihtisas sahibi adam meselesidir. Sonra da zaman ve imkan meselesi. Bu itibarla, öncelikle kafaları ve vicdanları köhne, geri, uyuşturucu fikir ve inançlardan temizleyeceksin. İşleri ehli, idealist ve enerjik insanlardan oluşmuş muntazam, her parçası yerli yerinde, modern bir devlet makinesi kuracaksın; sonra bu makine halkın başında ve halkla beraber durmadan çalışacak, işleyecek, böylece memleket ileriye, refaha yol alacak başka çaremiz yoktur, ileri milletler seviyesine erişmek için, bir yılda, beş yılda, hatta bir nesilde tamamlamak da imkansızdır.
Biz şimdi o yol üzerindeyiz; kafileyi hedefe doğru yürütmek için beşer takatinin üstünde gayret sarf ediyoruz. Başka ne yapabiliriz ki?”
Büyük Kurtarıcı Mustafa Kemal Atatürk; her zaman olduğu gibi olayları olduğu gibi algılıyor ve gerçekleri görüyordu. Kahvesini içtikten sonra konuşmasını metanet içinde sürdürdü ve şöyle dedi:
“Her ne hal ise, ne ise değil. Hatta en ufak bir tereddüte dahi düşmeye mahal yoktur; halimizi bilmekle beraber, cesaretimizi kaybetmemeli, ümit ve şevk içinde yolumuza devam etmeliyiz, Fakat er geç gayemize varacağız.” Ve konuşmayı kesti.
Hasan Rıza Soyak
(Atatürk’ten Anılar, İstanbul 1973, s. 405–406)
