Bir iletişim aracı olarak aşk mektubu

V. Bir Örnek: Fatma Cevdet Hanım’dan İhsan Bey’e Yakılacak Mektuplar

Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılıp yerine Cumhuriyet rejiminin tesis edildiği aralıkta üç yıl boyunca devam eden bir aşk hikâyesi yalnızca geç Osmanlı mektup kültürünün karakteristik vasıflarını göstermekle kalmaz, aynı zamanda geleneksel toplum yapısındaki dönüşümlerle toplumsal cinsiyetin inşasına da örnek teşkil eder. Son mektubun alıcısına ulaştığı tarihten tam doksan sene sonra yayınlanabilen bu mektuplar, 1920’de başlayarak üç yıl sürecek bir mektup arkadaşlığının aşka dönüşmesinin de canlı tanığıdır. Fatma Cevdet Hanım ile İhsan Bey arasındaki gönül ilişkisini en ince detaylarıyla betimleyen bu mektuplar her ne kadar tek taraflı olarak sadece Fatma Cevdet Hanım’dan İhsan Bey’e gönderilen arşivi içerse de mektupların detaylı tasvirlerle ve eğretilemelerle dolu olması dönemin aşk ilişkilerini ve toplumsal cinsiyet normlarının kurgulanışını yansıtması bakımından çarpıcıdır. 

Mektupları ilginç kılan bir başka özellik ise İhsan Bey’in Fatma Cevdet Hanım’ın son mektubunda dile getirdiği isteğini yerine getirmemesidir. Eserin adından da anlaşılacağı gibi Fatma Cevdet Hanım veda mektubunda İhsan Bey’e mektupları yakmasını özellikle rica etmesine rağmen İhsan Bey bunu yapmamış, yıllar sonra tanıştığı ve mektupları günümüz Türkçesine aktaran sahafa kendisinin ölümünü müteakip yakılmak üzere bırakmıştır. Ömrünün son günlerini tek başına bir huzurevinde geçiren İhsan Bey, arkadaşlık ettiği sahaf Bahtiyar İstekli’ye bir kutu bırakmış ve mektupların en üstüne de “ölümümden sonra yakılacak mektuplar” ibaresini düşmüştür. Görünen o ki İhsan Bey, Fatma Cevdet Hanım’la yaşadığı mektup aşkının hatırasını kendi elleriyle yok etmeye kıyamamış, bu görevi bir başkasına devretmeyi tercih etmiştir. İhsan Bey teşebbüs etse de Fatma Cevdet Hanım’ın hatırasını tamamen yok etmenin ağırlığına dayanamayacağını bildiğinden mektupları yakmaya bir türlü eli gitmemiş olabilir.

Buradaki asıl amacın daha ziyade saklı kalmış bir mahremiyeti açığa çıkarma isteği olduğu düşünülebilir. Belki de İhsan Bey uzunca bir ömür sürmüş, kendi öldüğü zaman yaş itibarıyla Fatma Cevdet Hanım’ın da vefat etmiş olacağını hesaplamış ve arkasında bu aşka taraf olabilecek hiç kimse kalmadığından emin olduğunda böyle bir istekte bulunmayı uygun görmüştü. Böylece İhsan’la Fat-ma’nın büyük aşkı, daha doğrusu İhsan’ın Fatma’ya karşı bir ömür boyu bitip tükenmek bilmez aşkı sadece iki şahıs arasında kalmayacak herkese mal olacak yani kamusallaşacaktır. Ancak burada belirtilmesi gereken husus, İhsan-Fatma aşkının meşruluğunun dayanağı olarak İhsan Bey’in değil, Fatma Hanım’ın mektuplarının alınmasıdır. Analize konu olan mektuplar, sadece Fatma Hanım’a ait olup gönderilebilenlerdir. Oysa belki de hem Fatma Hanım’ın hem de İhsan Bey’in yazılmış ama muhatabına yollanmamış ya da yollanamamış mektupları da olabilir. Diğer bir ihtimal de İhsan Bey’in Fatma Hanım’a yazmış olduğu mektupların kopyasını almış olmasıdır. Bu durumda, İhsan Bey hangi saikle sadece Fatma Hanım’ın mektuplarını kamusal alana sunmayı tercih etmiştir? Eğer durum bundan ibaretse, o halde İhsan Bey’in bu tutumunun ahlakiliği de tartışılır hale gelir. Belki de İhsan Bey, gerçekten Fatma Hanım’ın eleştirilerindeki gibi kızlarla gönül eğlendiren, onların duygularıyla oynayan bir erkektir. Ama İhsan Bey’in bu davranışının kökeninde yatan ahlak prensibini tartışırken önem vermediği bir gönül ilişkisinden yadigâr mektupları neden yakmadığı ya da yakamadığı sorusu da karşımıza çıkmaktadır.

Öte yandan, mektupların kitaplaşarak okuyucuyla buluşmasında, yani bir nevi kamusallaşmasında başat rolü üstlenen kişinin İhsan Bey’in sahaf ahbabı İ. Bahtiyar İstekli olduğu görülmektedir. İstekli, İhsan Bey’in mektupları neden yakmadığını ve bu görevi kendisine devrettiğini tartışırken şöyle demektedir: “Amaç sadece mektupların yakılması olsaydı, bunu kendisi de yapabilirdi. Diyelim ki eli varmadı, bunu huzurevi görevlilerine vasiyet edebilirdi… Bütün bunlar, İhsan Bey’in bu mektupları özellikle okumamı istediği sonucuna ulaştırdı beni. Asıl vasiyetinin mektupları yakmam değil, onları okumam olduğunu düşündüm” (İstekli, 2013: XI). İstekli, mektupları okuyunca öylesine etkilenmiştir ki onların sanki kendisine yazıldığını hissetmiştir. Bu duygularla Kızıltoprak’ta, Kalamış’ta, Şifa’da, Haydarpaşa’da, Köprü’de, Galata’da, Boyacıköy’de dolaşarak yaşananları yâd etmiştir (İstekli, 2013: XII). Bununla birlikte, Bahtiyar İstekli mektupların kendisine kalsa belki de bir ömür boyu sırlarını koruyacaklarını belirtmektedir. Yani İstekli, İhsan Bey’in vasiyetine sadık kalmak, dostunun mahremine ait yazıları kamuoyuyla paylaşmamak niyetindedir. Lakin Haluk Oral’ın mektupların yayınlanması yolundaki ısrarlarına dayanamayan Bahtiyar İstekli onların kamusallaşmasına razı olmuştur. 

Anlaşıldığı kadarıyla Fatma Cevdet Hanım ile İhsan Bey, Melahat adlı bir arkadaşları vasıtasıyla tanışmışlardır. Dönemin kaçgöç geleneğini halen devam ettirmeye meyilli olması nedeniyle kamusal mekânlarda bir araya gelemeyen iki genç, birbirilerini mektup yoluyla tanımaya karar vermişlerdir. Bu yönde ilk adım geleneğe uygun biçimde erkek tarafı olarak İhsan Bey’den gelmiştir. Üç yıl sürecek bir mektuplaşma ve muhabbet dönemini başlatan bu ilk girişim, Fatma Cevdet Hanım tarafından da olumlu karşılanmıştır. Yine de Fatma Cevdet Hanım, tedbiri elden bırakmaz ve mektupları müstear isimlerle önceden tespit edilmiş yerlerden alınmak üzere gönderir. Buna sebep olarak dönemin ahlaki baskılarını öne sürer. Hatta “mektubundaki isimleri birinin eline geçerse anla-şılmasın diye yazmamıştım, şimdi Melahat’ta ilave ediyorum, ayrı mürekkeple oldu, affediniz” (İstekli, 2013: 11) diyerek İhsan Bey’den özür dilemeyi de ihmal etmez.

Dikkati çeken bir başka nokta da iki gencin mektuplar aracılığıyla kurdukları mahremiyetlerini tahkim etmek adına tayin ettikleri buluşmalarla ilgilidir. İlişkilerinin daha başlangıcında olan gençler, birbirilerini tanımak için özel bir gayret sarf ederler. Bilhassa kadınların kamusal alanlardaki varlıklarının tesettürü gerektirmesinden ötürü İhsan Bey, Fatma Cevdet Hanım’ı tanımakta güçlük çekmektedir. Fatma Cevdet Hanım’ın bu müşkül duruma bulduğu çare ise elinde sürekli musiki dersleri için edindiği notaları tutmak ve buluşma mekânına hep aynı çarşafla inmektir (İstekli, 2013: 11). Osmanlı toplumsal cinsiyet kültürünün dinî  ve ahlaki vecibeler dolayısıyla kadınla erkeği birbirinden olabildiğince ayrı tuttuğu kaçgöç geleneğine rağmen genç bir kız ve erkeğin flört etmek üzere randevulaşmaları ilgi çekicidir. Fatma Cevdet Hanım’ın randevu mekânına iniş gerekçesi olmak üzere sürekli musiki derslerini öne sürdüğü mektuplardan da anlaşılmaktadır. Aslına bakılırsa genç kızın elinde nota ile dolaşmasının bir tür tanınırlık sembolü haline getirilmesi Osmanlı aşk geleneğinde gözlenen sembollerle ve işaretlerle anlaşma usulünün farklı bir türüdür. O dönemde, Fatma Cevdet Hanım’ın elindeki notalar gibi onlarca farklı nesnenin karşı tarafa işaret vermek ve kendini tanıtmak üzere kullanıldığı öne sürülebilir. Böylelikle erkek, “diğerleri”nin arasından kendisiyle ilişkili olanı seçebilmektedir ki bu durum hem yanlış anlaşılmaların önüne geçmekte hem de ilişkinin devamlılığını temin etmekte kullanılan bir yoldur.

Fatma Cevdet Hanım’ın musiki derslerine devam etmesini Osmanlı-Türk modernleşmesinin cinsiyet rejimiyle ilişkilendirmek de mümkün görünüyor. Bilhassa on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından başlayarak payitaht İstanbul’da görülen Batılılaşma hareketlerinin ivmelenmesi, kaçınılmaz olarak Batılı kültür aygıtlarının ve yaşam biçimlerinin de yerel halkça benimsenmesi sonucunu doğurmuştur. Gündelik pratiklerine ve alışkanlıkların değişimi kamusal alanın başat aktörü olan erkeği etkilediği gibi Osmanlı kadınının hem özel alandaki konumunun tartışılmasına yol açmış hem de onu kısmen hane dışındaki dünyayla ilgilenmeye yöneltmiştir. Kadınlar için kamusallaşabilmenin yollarından biri de güzel sanatlarla ilgilenmektir. Fatma Cevdet Hanım da modernleşmenin nimetlerinden faydalanmayı bilmiştir. Öte yandan, Türk modernleşme projesinde yer alan küçük öğeler çoğu kez bütünün yerine geçmektedir. Piyano çalmak, Fransızca konuşmak Batılı olmanın birer parçası olabilirler ancak hiçbir zaman Avrupalılığı bütünüyle temsil de edemezler (Yavuz, 2009: 66 v.d.) Bununla birlikte, önemsiz gibi görünen bu noktalar uç uca eklendiğinde modernleşme projesinin bizzat kendini oluşturmaktadır. Üstelik gündelik yaşantıda gözlemlenen değişiklikler, Fatma Cevdet Hanım örneğinde olduğu gibi, cinsler arası ilişkilerin mahreç alması ya da pekiştirilmesine ön ayak olmaktadır.

Öte yandan, her ne kadar burjuva tipi bir aileye mensup olsa ve modernleşme söylemlerinden kendine kâr çıkarsa da Fatma Hanım mektuplaşmalar yüzünden tedirgin olmaktadır. Bu yüzden de İhsan Bey’e yazacağı mektupları ya odasının kapısını sıkı sıkıya kilitlemek suretiyle ya da lambasını söndürüp ev ahalisini uyuduğuna inandırarak mehtabın kendisine sağladığı ışıkta kaleme almayı tercih eder. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, mektubun mahrem bir ilişki biçimi olarak aşkın kurucu öğesi olmasıyla toplumsal cinsiyet ve ahlak normları arasındaki sıkı ilişkidir. Bilindiği gibi Osmanlı toplumsal yaşantısı ataerkil bir örgütlenme etrafında gelişmişti. Bunun bir sonucu olarak toplumsal sistem ve gündelik pratikler erkek cinsine kadınlara ve kızlara tanınandan daha özgür bir hareket alanı temin ediyordu. Bir erkek için sevgiliye mektup yazmakla bir genç kız için muhabbetini anlatacağı bir mektup yazmak farklı şeylerdi. İçtimai ahlakın kadın cinsi üzerinde kurduğu gözetici iktidar mekanizması onun hane içindeki yaşantısını düzenlemekle kalmayarak hane dışındaki hayatının da belirleyici motifi oluyordu. Görünürde kamusal niteliği olmasa da özel alanın kapsamının dışında kalan bir iletişim aracı olarak aşk mektubu, içeriğindeki mahremiyet unsurları ahlaka mugayir addedilebileceğinden bilhassa kadın cinsi için oldukça tehlikeliydi. Fatma Cevdet’in İhsan Bey’e yazdığı mektupların da mahrem içerikli olması dolayısıyla ailesinden gizli biçimde kaleme alınması normal görünüyor. Diğer taraftan, aşk mektubunu ayrıcalıklı kılan niteliği özel olanla kamusal olanı iç içe geçiren ve yakalanma korkusunu cinslere, özellikle de kızlara yaşatan bir iletişim vasıtası olmasında aranabilir. Aşk mektupları, cinsler arası ilişkiler bakımından muhafazakâr karaktere sahip toplumlarda içerdikleri “açık gizlilik” yüzünden baştan çıkarıcı bir rol de oynarlar. Ancak bu cezbedici yönüne karşı kimi kez tehlikeli de olabilirler. Son tahlilde, hiçbir şey bir sır kadar baştan çıkarma ve lanetle çevrili değildir (Kierkegaard, 2013: 15).

Fatma Cevdet Hanım’ın İhsan Bey’e yazdığı mektuplar toplumsal cinsiyeti kuran kültür örüntüleri bakımından adeta birer hazine değerindedir. Fatma Cevdet Hanım’ın erkeklere ve erkekliğe ilişkin genellemeleri, bir kadının gözünden geç Osmanlı toplumsal yaşantısında gözlemlenen erkek kimliğini okumanın da temel anahtarı olmaktadır. Fatma Cevdet Hanım’ın İhsan Bey’in şahsında tüm erkeklere karşı getirdiği eleştirilerin sıklıkla “aldatma”, “kadınları bir oyuncak olarak telakki etme” ve “itimatsızlık” gibi konular çevresinde döndüğü gözlemlenir. Erkeklik kimliğine özgü olduğu düşünülen genellemeler, Fatma Cevdet Hanım’ın farkında olmaksızın muhayyel bir Osmanlı erkekliğini tasarlamasının da yolunu açar. Fatma Cevdet Hanım’ın ailesi kamusal alanda kızlarının iffetine düşkün olsa da özel alanda, bilhassa evlerinde düzenledikleri davetlere birçok erkek misafiri davet etmekten imtina etmezler. Dolayısıyla genç kızın aile dostu bazı erkeklerle arkadaşlık etmesine engel yoktur. Bu arkadaşlıklardan edindiği izlenimlere dayanan Fatma Cevdet Hanım, mektuplarında dönemin erkeklerine ilişkin genellemeler yapmaktan çekinmez. Nitekim 16/17 Kasım 1920 tarihli mektubunda erkeklerle ilgili şu hükümleri öne sürer:

“Söyleyeceğim sözlerden kendinize hisse çıkarmayın ama siz erkekler yok musunuz, eşi bulunur kimseler değilsiniz. Elinize ne geçerse kırmak, parçalamak mutadınız; bu bir kalp bile olsa sizce hiç ehemmiyeti yok. Bu itiyadınıza çocukken elinize geçen oyuncakları kırmakla başlar, bütün hayatınızda hep bunu tatbik edersiniz. Kalp nedir? Aşk nedir? Bunu bilen erkek var mıdır? Yoktur yahut pek azdır!” (İstekli, 2013: 79)

Ne var ki Fatma Cevdet Hanım kamusal mekânlarda bir türlü gönlünün arzuladığı gibi görüşemediği İhsan Bey’i bu genellemelerle darıltır. İhsan Bey bunun farkındadır ve bu yüzden de Fatma Cevdet Hanım’dan daha sık görüşme talep eder. Fatma Cevdet Hanım da mektuplarda erkeklere karşı sergilediği ve tekil muhataplık dolayısıyla İhsan Bey’de cisimleşen öfkenin nedeni olarak flört ettiği erkekle görüşememenin yol açtığı itimatsızlığı öne sürer. 21/22 Haziran 1921 tarihli mektuptaki şu ifadeleri bunu göstermektedir:

“Bana pek uzun gelen bir intizardan sonra mektubunuzu aldım. Okuduktan sonra sizi lüzumsuz şeyler için darılttığımı hissettim. Yalnız ‘itimatsızlık’ bunları bana elimde olmadan yaptırıyor… Bu itimatsızlığı da meydana getiren iddia ettiğiniz gibi görüşememek oluyor…” (İstekli, 2013: 202)

Bununla birlikte, Fatma Cevdet Hanım ve İhsan Bey’in ilişkisini özel kılan sadece mektuplaşmadan ibaret kalmaması, aynı zamanda fiiliyata da dökülmesidir. Yani taraflar karşıdakini hiç görmeden üç yıl boyunca mektup muaşakası yaşamamışlardır. Aksine mektuplarda belirtilen zaman ve mekânlarda seyrek de olsa buluşmuşlar, birbirilerini uzaktan uzağa seyretmişler ve hatta fırsatını bulduklarında küçük sohbetler edebilmişlerdir. Dahası, ilk mektubu yollayan taraf İhsan Bey ise de bu ilişkiyi ilk başlatan taraf esasında Fatma Cevdet Hanım’ın kendisi olmuştur. Bu, çok önemli bir noktaya işaret etmektedir. Kadının erkeğe merbut bir cins-i lâtif olması hasebiyle daha ürkek ve uysal, mecburi haller istisna olmak üzere özel alanın sınırları dışına pek çıkmayan bir varlık biçiminde tasavvur edildiği geç Osmanlı toplumunda bu tarz bir örneği bulmak hayli zor olsa gerektir. Zira sözü geçen dönemde Türk kadını – hem de kadınlar eliyle de – iyi anne, iyi Müslüman, iyi eş ve namusuna düşkün ev hanımı olarak icat olunuyordu. Oysa Fatma Cevdet Hanım 12/13 Ekim 1920 tarihli mektubunda:

Sizi birinci defa olarak Haydarpaşa İskelesi’nde Hürrem Bey ve daha bir-kaç arkadaşınızla görmüştüm. İkinci defa da o gün fakültede gördüm… Eve avdette ilk işim Melahat’a sizi sormak oldu. ‘Bilmiyorum, haberim yok, sevdiği bir arkadaşı var: İhsan İhsan diyor, o olacak’ dedi. Sonra bu havadis size kadar gelmiş” (İstekli, 2013: 61)

demek suretiyle ilk adımı atanın kendisi olduğunu açıkça belirtmektedir. Şu halde, bu ilişkiyi asıl başlatan taraf genç kızdır.

Dikkati çeken nokta, ilişkinin önünü açan tarafla mektuplarında karşı cinse olan itimatsızlığını mütemadiyen dile getiren tarafın aynı kişi olmasıdır. Mahrem olduğu kadar sosyal bir ilişki niteliği de taşıyan flörtün içerik bakımından belirleyici unsuru olan genç kızın İhsan Bey’in şahsında aralıksız olarak erkeğe özgü güvenilmezliği vurgulamasının altında yatan neden de muhtemelen budur. Zira T. Reik’in de belirttiği üzere, nesnenin eleştirilmesi, büyük ölçüde, öteki kişiye yönlendirilmiş özeleştiridir, kendi kendini yargılama ve vekâleten kendi kendini suçlamadır (Reik, 2006: 105) Flörtte çift uçlu bir ilişki biçimi olması dolayısıyla iki özne ve iki de nesne bulunduğuna göre (kadın=özne, erkek=aşk nesnesi; erkek=özne ve kadın=aşk nesnesi) Fatma Cevdet Hanım’ın eleştirileri görünüşte aşk nesnesine yöneltilen ve fakat esasında öznenin kendisine doğrulttuğu eleştiri oklarına işaret etmektedir.

Mektubun, İhsan Bey ve Fatma Cevdet Hanım’ın ilişkisinde oynadığı diğer bir rol de âşıklar arasındaki buluşmaları tayin edici bir vazife yüklenmesidir. İhsan Bey’in mektuplarını okuma imkânı bulunmadığından burada sadece Fatma Cevdet Hanım’ın randevu düzenlemelerini gözden geçirebiliriz. Âşıkların uygun bir mekânda buluşmaları konusunda Fatma Cevdet Hanım’ın hayli titiz davrandığı görülür. Öyle ki mektuplarında İhsan Bey’e nerede, ne zaman ve nasıl buluşacaklarını detaylıca tarif eder. Fatma Cevdet Hanım’ın 7/8 Kasım 1920 tarihli mektubundaki randevu tarifi bunun açık bir örneğidir:

Şimdi size nasıl görüşeceğimizi izah edeyim: Siz 1.52’de Haydarpaşa’dan kalkıp tam ikide buraya gelen trenle gelirsiniz. Daha erken gelirseniz olmaz çünkü yemeği biraz geç yeriz, o gün erken olması için ısrar etsem olmaz, nazar-ı dikkati celbeder. Siz trenin penceresinden pek gözükmeyin. İnince parmaklığın en alt başına gelip durun. Melahat trene bakacak fakat Hürrem Bey parmaklığa gelmesin, siz yalnız gelin. Eğer Melahat’la ikimiz balkona çıkarsak siz de Hürrem Bey’le doğruca deniz kenarına inerek bizi bekleyin. Hürrem Bey deniz kenarını bilirmiş. Şayet ben olmadığım halde balkona Melahat yalnız çıkarsa o zaman her zamanki yerde bekleyiniz. Yani bizim kapının önünde. (İstekli, 2013: 70)

Fatma Cevdet Hanım, buluşmanın tüm detaylarını gözden geçirmiş ve İhsan Bey’e gerekli talimatları vermiştir. Kamusal alanın tartışmasız hâkimi erkek olsa da flört konusunda kadının fendi erkeği yenmiş, Fatma Cevdet Hanım çoğu zaman özel alanla sınırlı dünyasını genişletmek üzere dizginleri ele almıştır. Bu nedenle de ilişkiye yön vermek konusunda herhangi bir çekince duymadan İhsan Bey’e isteklerini iletebilmektedir. Nihayetinde asıl tehlikeye atılacak taraf kendisi olduğundan bu cesareti kendinde bulmaktadır. Göze çarpan bir nokta ise tarafların gündelik hayatlarını ilişkiye göre düzenlemeleri, bilhassa Fatma Cevdet Hanım’ın kamusal alanlardaki varlığının kuvvetini gösterecek biçimde çevresini ve saatleri dakikalarıyla biliyor olmasıdır. Yukarıdaki pasajda yer alan “yani bizim kapının önünde” ifadesi ise Fatma Cevdet Hanım ile İhsan Bey’in birçok kez yüz yüze görüşme, konuşma imkânını elde ettiklerinin bir delili olmaktadır. Hatta bu buluşmaların en sık gerçekleştiği yeri işaretledikleri ve o mekânın artık kamusal niteliğinden çok “bizim kapının önü” biçiminde anılmaya başladığını görmek kayda değer.

Temelde flört üzerine kurulu olmakla birlikte, mektuplardan toplumsal cinsiyete içkin normların da sık sık tartışıldığı görülmektedir. Bilhassa eğlendirici niteliği olan kamusal alanların Osmanlı toplumunca salt erkeklere özgü mekânlar ya da ahlakça düşük kadınların gidebileceği alanlar olarak görüldüğü anlaşılmaktadır. Osmanlı toplumunda, örneğin bir gazinoya kadınların kabul edilmesi, burada vakit geçirmeleri imkânsızken erkeklerin buralara devam etmesi ve dilediğince eğlenmesi de hoş karşılanabilecek bir olay değildi. Eğer bu tarz mekânlara gelmek isteyen kadınlar çıkarsa bunların da düşük ahlaklı kimseler, gayrimüslim kadınları ya da eğlence mekânlarında çalışmanın yanı sıra fahişelik edenler olacağı yolunda genel bir kanı bulunduğunu iddia etmek yersiz olmaz. Bu durumdan şikâyetçi olan Fatma Cevdet Hanım, 31Mayıs/1 Haziran 1921 tarihli mektubunda: “Moda’da iskelede müzik var, dans var… Türk hanımlarına gazinoya girmeye müsaade varmış. Yalnız dansa izin yokmuş galiba… Bu hususta siz beylere çok öfkeleniyorum… Siz gider gezer, dans edersiniz kimse ses çıkartmaz amma bize gelince ne haddimize!” (İstekli, 2013: 194) demektedir.

Bu mektupların içerik bakımından önem arz eden diğer bir niteliği de dönemin sanatsal, sosyokültürel ve siyasal olaylarının da yer yer analiz konusu edilmesidir. Fatma Cevdet Hanım’la İhsan Bey arasında geçen bir muhabbet de buna bir örnektir. Söz konusu yazışmada bahsedilen kişi ünlü şair Nazım Hikmet olup iki tarafın da alaylarına konu edilmektedir. Fatma Hanım’ın yazdıkları-na bakılırsa İhsan Bey de tıpkı kendisi gibi Nazım Hikmet’i gülünç ve soğuk bir karakter olarak görmektedir:

Mektubunuzun Nazım Hikmet Bey’e ait kısmına birçok güldüm. Siz de onu görünce gülermişsiniz, bu bizde de mevcut. O gün konserde Melahat’la birçok güldük. Nazım’ı bundan birkaç sene evvel -o zaman bahriye nazırı olan- Cemal Paşa’nın yalısında tanımıştım. Küçük oğlunun yevm-i  velâdeti olması hasebiyle ufak bir eğlence tertip olunmuştu. O gece tanıştık. Yazdığı bir şiiri okudu fakat bu sefer ‘Yangın Var’vezninde değil… Olmuyor İhsan olmuyor, askerden şair olmuyor! Nazım Bahriyelidir. Sizi üşütmüş. Üşümek de bir şey mi! Bu beyin yanında, dondurma tenekesi hatt-ı istiva sayılır! (İstekli, 2013: 94)

İfadeler, geç Osmanlı toplumunda modernleştirici aktörlerin sıklıkla askerî elitlerden çıkmasına mukabil Fatma Cevdet Hanım’ın da İhsan Bey’in de sanatsal etkinliklerle askerlik mesleğini bağdaştıramadığını göstermesi açısından önemlidir. Düşünsel bağlamda asker-sivil ayrışmasının kökeninde yatan saikin savaşmakla insani değerler üretmek arasında kurulamayan köprüden kaynaklandığı öne sürülebilir. Fatma Cevdet Hanım ve İhsan Bey bilhassa yirminci yüzyılın ilk çeyreği boyunca evvela Balkan Savaşları’nda alınan yenilgiler ve ardından da Cihan Harbi’nin Osmanlı toplumuna getirdiği yıkım dolayısıyla askerlik mesleğinin duygusallık açısından insanı kısır bıraktığına karar vermiş olabilirler. Başka bir ihtimal de Fatma Cevdet Hanım’ım Nazım Hikmet’in vatan sevgisine hasredilmeyen bu şiirini şairin karakterine yakıştıramamış olmasıdır. Daha evvel  vatana duyulan derin aşkı betimleyen “Yangın Var” şiirini yine Nazım Hikmet’in kendi ağzından dinlemiş olan Fatma Cevdet Hanım’ın, bu şiirin anlattığı savaş hali ve parçalanan imparatorluk temalarının kendisinde uyandırdığı milliyetçilik duyguları dolayısıyla yeni şiiri beğenmemesi ihtimali düşünüldüğünde ikinci şık akla daha yakın görünüyor.

Fatma Cevdet Hanım’la İhsan Bey’in üç yıl süren mektup muaşakası, Fatma Cevdet Hanım’ın 2 Temmuz 1923 tarihli mektubuyla sona ermektedir. İzmir’in düşman işgalinden kurtulduğu sıralarda Fatma-İhsan aşkı da Fatma Cevdet Hanım’ın ailesi tarafından öğrenilmiştir. Aile bu beraberliğe şiddetle karşı çıkmış, Fatma’yı Paris’teki akrabalarının yanına yollamayı teklif etmişlerse de o kabul etmemiştir. İhsan’la aralarında geçen itimatsızlık, ilgisizlik ve sair tartışmaları müteakip Fatma Cevdet Hanım, memleketi İzmir’e dönmeye karar vermiştir. Son mektubu İzmir’e doğru yol aldığı gemide kaleme alan Fatma Cevdet Hanım, İhsan Bey’den tüm mektup ve resimleri yakmasını rica eder. Lakin Fatma-İhsan aşkına son veren bu mektupta Fatma Hanım’ın öyle bir pasajı vardır ki burada tüm metin boyunca üzerinde durulan bir iddiayı, mektubu yazanın aslında bir bakıma aşkını, sevgisini, nefretini ve sair duygularını önce kendisine itiraf ettiğine ilişkin iddiayı doğrulamaktadır:

Belki de sen bir hayaldin İhsan, yalnızlıktan sıkılarak benim icat ettiğim bir hayal… Köprü’de görmeye başladığım, sonra sürekli etrafımda dolaşan, arkadaşlarımla arkadaş, dostlarımla dost olan, sinemada, konserde, tiyatroda etrafımdan hiç ayrılmayan… Tenime dokunduğunda dokunuşunu hissedebileceğim kadar gerçek bir hayal! Bu tatlı hayal sonradan korkunç bir hayalete dönüştü! Karşıma çıkmasını istemeyeceğim bir hayalete!.. (İstekli, 2013: 409)

Görülebileceği gibi Fatma Cevdet Hanım, İhsan Bey’e olan aşkının muharrik kuvvetinin ve asıl taşıyıcısının yine kendisi olduğuna işaret etmektedir. O, İhsan Bey’i bir hayalet olarak görmektedir artık; ama bu hayaleti yaratan da kendi tahayyülünden başkası değildir. Bu yüzden İhsan Bey ile olan ilişkisi Fatma Cevdet Hanım’ın kendisiyle yaşadığı bir iç hesaplaşma anlamına da gelmektedir. Tatlı bir flörtle başlayan ilişki artık acı bir sona mahkûm olmuştur. Taraflar birbirini suçlasa da bu gerçeği değiştirmeyecektir.

İnsan okuduklarından bu dünyada yalnız olmadığını, bazı olayların başına tesadüfen gelmediğini anlar. Her insan yaşamında bazı travmalarla, bazı korkularla, bazı coşkularla yüz yüze gelebileceği gerçeğini öğrenir. Evrende yalnız olmadığını öğrenen birey kendine güç ve umut verir (Öncü, 2012: 149). Mektuplar, kendi kendini yazan metinlerdir. Mektubun esas alıcısı da çoğu zaman onu kaleme alan kişinin bizatihi kendisidir. Exupéry’nin Rinette’ye veda etmeye hazırlanırken yazdığı gibi: “usul usul mektup yazıyorum. Belki de aslında kendi kendime yazıyorum” (Özburun, 2001: 262). Şu halde, mektup en iyi ihtimalle bir iç dökmedir. Kişinin kendi duygularını yine kendine itirafıdır. Âşık, sevgiliye kendini anlatır ama aslında aynaya konuşmakta, kendi kendisiyle yüzleşmektedir (Tosun, 2006: 189). Dolayısıyla aşk mektuplarının en temel özelliği, âşığın kişiliğinden çok onu temsil eden imgeye yazılıyor olmalarıdır. Diğer yandan, Fatma Cevdet Hanım’ın kendiyle yüzleşmesi, bir bakıma aşkın aynaya bakmak gibi bir eylem olduğunu kendisine itiraf etmesi biten ilişkinin onun içsel macerasında nasıl bir akis yarattığını göstermesi açısından çarpıcıdır:

Bendeki mektuplarınızı, fotoğraflarınızı ve onların arasında bulunan bir-kaç hatırayı daha dün gece yakarak yok ettim. Yıllardır bin bir müşkülatla sakladığım, her fırsatta baştan sona yeniden okuduğum mektuplarınızın yanarken çıkardığı alevlerde öfkelerimi, sevinçlerimi son bir defa daha seyrederek hepsiyle vedalaştım. (İstekli, 2013: 410)

Fatma Hanım’ın burada ifade ettiği şey aslında İhsan Bey’in değil yine kendi tabiriyle kendi öfkelerini ve sevinçlerini yok etme isteğidir. Öte yandan, bu son mektuptaki duygu ve içerik kendisinin İhsan Bey’in şahsında muhayyel bir sevgili yaratıp, bütün o mektupları aslında ona yazdığını söyleyerek bir çeşit rahatlama (belki de kendini kandırma) ihtiyacını, eğilimini de ima ediyor. Öyle ise, yaşanırken sonuna kadar sahici olan bu aşkın ağırlığından kurtulmanın tek mümkün yolu, Fatma Hanım için zaten o aşkın hiçbir zaman gerçek olmadığını ilan etmektir! Eğer İhsan Bey cephesinde de durum farklı değilse, bu, ikisinin de birbiri için eksik kaldıkları anlamına gelir. Bu nedenle de flörtleri boyunca birbirilerine yazdıkları mektupların bir yandan da aşk imgesine yazılan tamamlayıcı metinler olduğunu ileri sürmek mümkündür. Sorun şu ki bugün sadece Fatma Cevdet’in İhsan Bey’e yollamış olduğu mektupları okuma imkânı bulabiliyoruz. İhsan Bey’in bu aşkı aynı şekilde görüp görmediğini, en azından o son fasılda durumu kabullenmek ve meşrulaştırmanın bir aracı olarak böyle bir “aslında sen yoktun!” söylemine sığınıp sığınmadığını bilemiyoruz. Elimizdeki tek ipucu, İhsan Bey’in Fatma Cevdet Hanım’ın yaptığı şeyi yapmamış, bu aşka ait mektupları ve resimleri yakmamış veya yakamamış olduğu gerçeğidir. Yoksa İhsan Bey, Fatma Cevdet Hanım’a nispeten aşklarına, en azından kendi duygularına daha sıkı mı sahip çıkmıştır bu tutumuyla? Yahut daha bencilce bir saikle mektupları değil, aslında hayatının çok özel bir safhasını teşkil eden anılarını yok etmeye eli varmamış olmasın? Eğer öyleyse, Fatma Hanım’ın aksine, İhsan Bey aynadaki “ben”e bakmaktan vazgeçememiştir denilebilir mi?

 VI. Sonuç Yerine

Mektup türünün içinde önemli bir yeri olan aşk mektupları, toplumsal cinsiyet kodları çerçevesinde yazılır. Bu nedenle de aşk mektuplarının bir cinsiyeti olduğu iddia edilebilir. Yazıldıkları dönemin hâkim erkeklik ve kadınlık imgelerinden beslenen aşk mektupları, muhataplarına ilişkin gözlemler ya da şahsi yargılardan hareketle karşı cins hakkında verilen peşin hükümlerle doludur. Bu durum da mektubun doğal olarak bir cinsiyeti olduğunu düşündürmektedir. Benliğe, ötekiliğe ve nihai kertede asıl yazılma amacı olan aşka dair bireysel kavrayışı bulunan mektubun, bu haliyle toplumsal kimliklerden etkileneceği de açıktır. Mahrem bir ilişki biçimini simgeleyen mektubun Osmanlı toplumsal yaşantısında önemi büyüktür. Karşı cinsle ilişkilerin kısıtlı şartlar altında sürdürüldüğü ataerkil bir cinsiyet rejimine sahip olan Osmanlı toplumu, bu özelliği nedeniyle birbirileriyle flört etmek niyetinde olan gençleri birtakım sembolik işaretlerden müteşekkil bir alt iletişim kültürü oluşturmaya itmiştir. Mektup da bu kültürde önemli bir yeri işgal etmiş, âşıklar arasındaki şifreli yazışmalar sevgiliye edilecek iltifattan serzenişe varana bir dizi rol üstlenmiştir. 

Aşk mektuplarının temel yazılış amacı bir aşka başlamak, aşkı sürdürmek ya da sonlandırmaktır. Karşı tarafa olan hislerini itiraf etmenin yarattığı içsel etkiyi, belki de mektubu okuyandan çok yazanda aramak gerekir. Her ne kadar hâlihazırdaki sevgiliye ya da potansiyel flörte duyulan derin hislerin bir kanıtı olarak yazılsalar da aşk mektuplarının başat görevi kendilerini yazanı suya baktırmak, orada kendi suretini görmesini sağlamaktır. Burada bir kez daha aşk mektuplarının bibliyoterapik bir niteliği olduğu gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Fatma Cevdet Hanım’ın İstanbul’u terk ederken İhsan Bey’e veda etmek üzere yolladığı mektupta: “Sizinle başlayan dram umuyorum ki sizinle bitsin!” (İstekli, 2013: 409-410) temennisinde bulunması, aslında Fatma Hanım’ın acısını biraz olsun hafifletebilmek adına bizzat kendisine itiraf etmesinden başka bir şey değildir. Zaten ilerleyen satırlarda da “Ben bütün bütün bambaşka biriyim artık, hiç tahayyül edemeyeceğin” (İstekli, 2013: 410) demekle kast ettiği şey aslında İhsan Bey’in değil, kendisinin bile tahayyül edemeyeceği bir “hâl”de bulunduğu gerçeğidir.

Mektup içsel dünyaya yapılan bir yolculuktur. Bu yönüyle, Roma tanrısı  Janus gibi çift yüzlü bir karakteri vardır. Aşk mektuplarında sevgiliye ithafen söylenenler, bir aynaya bakarcasına söyleyene yansır. İtiraf edilen aşklar, ilan edilen nefretler, umutsuzluklar ve sevinçler, hayal kırıklıkları, sevgiliden beklentiler karşıya yöneltilen değerler olduğu kadar yazarının kendi kendisiyle girişmiş olduğu bir iç hesaplaşmadır. Aşk mektuplarında söylenmek istenenlerse hep yarım kalmaya mahkûmdur. Zira sevgilinin sevdiğine söyleyecek sözü bir deryayı andırırcasına hiçbir zaman bitmez. Bu açıdan aşk mektupları, bir bakıma ya-zanın kendisine anlattığı sonu getirilemeyen masallardır.

Cem Doğan

Mektuplarla Tarih

Çalışmanın en başında bahsedilen “Yakılmamış Mektuplar”dan bazıları kadın-erkek ilişkilerinin 1920’lerin İstanbul’unda nasıl başlayıp devam ettiğine ilişkin bol ayrıntı sunar. Alıcı İhsan Bey’in hayatı boyunca sakladığı mektuplarında Fatma Cevdet isimli genç, güzel, eğitimli bir İstanbullu kadın portresini görmek mümkündür. Okuma deneyiminden edebiyat tadı bırakan bu mektuplar yardımıyla ikili arasındaki ilişkinin nasıl başladığını, sürdüğünü, bittiğini görebiliriz. Bir önceki sene İspanyol gribine tutulduğundan doktoru sağlığını bir de röntgenle teyit etmek isteyince, Fatma Cevdet Hanım Tıp Fakültesi’ne gitmiştir. Hastanın sağlığı hakkındaki bu tetkik yeni bir aşkın başlamasına neden olur: “Sizi birinci defa olarak Haydarpaşa İskelesi’nde Hürrem Bey ve daha birkaç arkadaşınızla görmüştüm. İkinci defa da o gün Fakülte’de gördüm. Paşa’nın muavini Necmettin Bey’in odasının önündeki koridorda caddeyi seyrediyordum. Siz geçtiniz, Hürrem Bey de yanınızdaydı. Evde ilk işim Melahat’e sizi sormak oldu.”

 Melahat, Fatma Cevdet Hanım’ın en yakın arkadaşıdır, bu iki kız birbirlerine o kadar sık gidip gelirler ki babası Fatma’yla Melahat’lerin evinin önünden geçerken “ıstavroz çıkarmayacak mısın?” diye takılır. Hürrem’se Melahat’in uzaktan akrabası olması muhtemel tıbbiyeli sevgilisidir. 1920 yılının Ağustos ayı itibarıyla şüphesiz çoğu mektuplar üzerinden kurulu on bir aylık bir beraberlik-leri vardır.

Fatma Hanım’la İhsan’ı birbirleriyle buluşturan bu ilişkilerdir. Tarafların ilk “karşılaşması” zamanın ruhuna uygun şartlarda gerçekleşir; Fatma Cevdet, İhsan’ın kendisini görünce hayal kırıklığına uğrayacağı düşüncesiyle müstakbel sevgilisine görünmek istemez: “Haydarpaşa’da peçemi kapamak istedimse de maatteessüf pek ince olması hasebiyle yine görecektiniz, ondan da vazgeçtim. Beni de gördünüz… Eminim müthiş bir sükût-hayale uğradınız. Ben de sizi kapıdan çıkar çıkmaz görmüştüm, beni dikkatle tetkik ediyordunuz. İşte o zaman titremek sırası bana gelmişti. Sizde ne tesir hâsıl ettiğimi anlayamadım, daha doğrusu tetkike vakit bulamadım.”

 Ancak İhsan’ın bu ilk görüşmede “tetkik” ettiği genç kadının kim olduğunu bildiği pek net değildir. Hatta daha sonraki “görüşme”lerde onu tanımaz: “Perşembe günü Köprü’de görüştük. Daha vapurdayken sizin Köprü’de olduğunuzu görmüştüm. Yanımda da gördüğünüz hanımlar vardı. Aksi taraftan çıktık, sizinle o zaman göz göze geldik. Tanımamakta haklısınız, peçem kapalıydı.”

 Aksilikler bir sonraki “görüşme”de de devam eder. Taraflar yine hanımların ders günü olan Perşembe günü şehre inerken Haydarpaşa İskelesi’ni kullanırlar. Hürrem Bey vapura biner; ama İhsan görünmez. Ancak Köprü’den üç buçuk vapuruyla eve dönerken Fatma, “birdenbire karşısında” İhsan’ı görür. Önünden geçerek vapura biner, İhsan onu kolayca görebilsin diye güvertede kenara oturur. İhsan’sa vapura bindiğinde, ilgili cümlenin sonuna koyduğu ünlemle Fatma’nın da dikkat çektiği gibi, nedense erkekler tarafını seyretmeye başlar. Ama Fatma bu dalgın adama kendisini göstermeye kararlıdır: “Yerimizden kalkarak önünüzden geçtik.” Bütün bunlara rağmen İhsan, Fatma’yı tanıyamamıştır. Haliyle bir sonraki vapur yolculuğunda görme fiilini işteş hale getirmek için kendince bir çözüm bulur: “Bu Perşembe yine ineceğim. Elimdeki notalardan beni tanıyabilirsiniz. Bu sefer çarşafıma dikkat ediniz, bundan sonra beni tanımanız için hep aynı çarşafla ineceğim.”

 Fatma Cevdet’le İhsan’ın buluşması, hakikaten görüşmesi, birbirlerinin seslerini duyabilmesi de bin bir ayrıntılarla hazırlanmış planlarla gerçekleşebilir. İhsan, ilk olarak belki Fatma dışarı çıkar da görüşebilirler diye saatlerce genç kadının evinin çevresinde bekler.

 Gerçek bir görüşme planının yapılması için ilk karşılaşmanın üzerinden aylar geçmesi gerekir. Fatma planı şöyle açıklar: “Şimdi size nasıl görüşeceğimizi izah edeyim: Siz 1.52’de Haydapaşa’dan kalkıp tam ikide buraya gelen trenle gelirsiniz- Daha erken gelirseniz olmaz çünkü yemeği biraz geç yeriz, o gün erken olması için ısrar etsem olmaz, nazar-ı dikkati celbeder. Siz trenin penceresinden pek gözükmeyin. İnince parmaklığın en alt başına gelip durun. Melahat trene bakacak fakat Hürrem Bey parmaklığa gelmesin, siz yalnız gelin. Eğer Melahat’la ikimiz balkona çıkarsak siz de Hürrem Bey’le doğruca deniz kenarına inerek bizi bekleyin. Hürrem Bey deniz kenarını bilirmiş. Şayet ben olmadığım halde balkona Melahat yalnız çıkarsa o zaman her zamanki yerde bekleyiniz. Yani bizim kapının önünde.”

 Şu an için eldeki iki çiftin karşılaşma deneyimleri üzerinden kadınla erkeği tarihin düz kronolojik çizgisi üzerine yerleştiren tarihçi sessiz kalsa bile iki örneğin farklılığı yorumu kendi başına üretir. Fatma Cevdet Hanım seçkin bir ailenin üyesi olmasına rağmen yanında bir refakatçı olmadan sokağa çıkmaz; ama Afyonlu genç kadın Ankara’da Özen Pastanesi’nde tek başına oturmaktadır. Yine çiftlerin tanışma, karşılaşma, ilişkinin boyutu gibi ayrıntıları unutmadan yürüme rotalarını karşılaştırmak bile tarihçiye çekici gelecektir: Kızıltoprak gibi periferi-deki bir semtten deniz kıyısına giden patikalarda veya başkentin iki merkezi arasında uzanan bulvarda yürüyen genç bir çift. Haliyle konu buradan toplumsal değişim, toplumsal dönüşüm, cinsiyet meseleleri, modernleşme vs. gibi birçok büyük anlatıya bağlanabilir. Böylelikle toplumsal tarihe önemli bir katkıda da bulunmuş olacaktır. Ancak aynı temayı farklı zaman dilimleri üzerine koyarak tarih yazmak, en azından mektuplarla, kolaya kaçmaktır. Aynı türden karşılaşmalar pekâlâ anılar üzerinden de yapılabilir. Mektuplardan dahasını isteyense alacağından da emin olabilir.

Her ne kadar kullanıldığında renk verse de mektuplar yukarıda örneklendiği gibi şehrin, sinemaların, pastanelerin küçük veya toplumun büyük tarihine dolgu malzemesi olmaktansa başrolde olmayı hak eden kaynaklardır. Çünkü mektup en nihayetinde bireye aittir. İçeriğini taraflar arasındaki ilişkinin mahiyeti, tarafların gelecekten beklentileri ve her ikisinin de karakterleri belirler. Haliyle mektuplar ilişkilerin tarihi kadar bireylerin tarihini yazmak için kullanılabilir. Büyük tarihin bireydeki yansımaları hakkında olduğu gibi bireylerin tek tek kendilerini inşa etme sürecinde kullandıkları malzemeye dair günümüz araştırmacısına bilgi  verir. Birey inşa malzemesi olarak kendi öznel tarihini olduğu kadar toplumsal tarihini, yani ailesini, yani ailesiyle beraber edindiği kazanımları ya da büyük değişimlerin gündelik hayatına getirdiği somut kazanımları yani okulu, eğitimi nasıl kullanıyor? İzlediği filmler, okuduğu romanlar karakterini, ilişki yürütme biçimini nasıl etkiliyor? Ya da taraflar ilişkinin devamı adına kendilerini karşı tarafa kendini nasıl tanıtıyor? İlgisini, aşkını, duygularını nasıl ifade ediyor? Bu soruların hepsini birden cevaplamak bu kısa çalışmada imkansız. Mektupların merkezde olacağı bir anlatıyı denemekse mümkün.

Hakan Kaynar

Sonrası sükût olsun…

Bendeki mektuplarınızı, fotoğraflarınızı ve onların arasında bulunan birkaç hatırayı daha dün gece yakarak yok ettim. Yıllardır binbir müşkülatla sakladığım, her fırsatta baştan sona yeniden yeniden okuduğum mektuplarınızın yanarken çıkardığı alevlerde öfkelerimi, sevinçlerimi son bir defa daha seyrederek hepsiyle vedalaştım. Son ricamı tekrar ediyorum İhsan: Sizde bulunan mektuplarımı, fotoğraflarımı yakınız.

Sonrası sükût olsun…

Fatma Cevdet Hanım

Şiire ihtiyacım var

Ben paraya muhtaç değilim.
Hissiyata muhtacım.
Kelimelere,
Ustalıkla seçilmiş kelimelere,
Düşünceleri aktaran çiçeklere,
Buradayım diyen güllere,
Ağaçların yaşamasına imkân sağlayan rüyalara,
Heykelleri dans ettiren şarkılara,
Aşıkların kulaklarına mırıldanan
Yıldızlara ihtiyacım var.
Her kelimesi
Yeni bir duygu rengini uyandıran,
Sihri kelimelerin yükünü yakan
Şiire ihtiyacım var.

Alda Merini
Çeviri: Sercan Leylek

SİGMA, requiem

Sahne kararıyor ve ağır ağır batıyorum
mecnûnu olduğum suyun içinde, görüyorum
hızla yanımdan geçen yüzleri: Odisseus,
Iason, Sinbad, Kaptan Ahab Pirî Reis ve
diğerleri, kaç kişiye nasip olur böylesi bir
karşılama töreni-

Son gece bir düş gördüm: Boylu boyunca
Uzanmışım Dantes’in küpeştesine, kıyıdan
el sallıyor herkes ve yelkeni dolduruyor
uzaktaki dağlardan inen rüzgâr, dümen
sahipsiz, sular kabarmış, öfkeli köpüklerin
ortasında kararlı bir hayalet tekne gibi
açılıyor tozun dünyasına o titrek kabuk,
anlıyorum ki geridönüş yok artık, tam
o sırada sesin geliyor: Dostum,
Baudelaire’in sözünü ettiği
“Sonsuz yolculuk bu işte”-
birden rahatlıyor içim.

Son gece, son düş, sonsuz yolculuk, son hava
kabarcığı ağzımdan çıktığında varmış
olacağız, teknem ve ben, dipteki öteki
batıkların yanına. Şu işte Argo, hazır
bekliyor adamlarım. Her yıl geçeceğiz
boğazların dibinden, derin fırtınalar
ve yıldırıcı akıntılar kesecek yolumuzu,
Ağustos geldiğinde Kuruçeşme’ye inin
hep birlikte, sis doldurun kadehlere,
cam cama değsin, göz göze, tin tine,
aranızda yaşadığıma değsin.

Enis Batur

Muhacir Kuş

I

Büyük, yalnız, yaralı bir kuştu
Hamdi beyin gördüğü: Odasında
otelin iç organlarını dinliyordu
her gece: Kimbilir kaç kış çökmüştü
yazların arkasına, uyku onu çoktan
terketmişti. Hatırlamıyordu şimdi
güneşi ve sise doladığı kadınları,
istasyonlar bile kendi zamanını
kemiren aç bir tünel faresinin
dişlerinde öğütülmüştü.
Doğduğu evden bir pencere karosu,
M ontparnasse’den bir ara sokak,
Beylerbeyi’nde bir sakız çamının
avcuyla sıcaklığını yokladığı sert
kabuğu ve nerede ne zamandı
bilemediği sinsi bir yağmur:
Dilinin ucunda aksak müziğiyle
gezinen eksik bir mısraydı artık
hayatı.

II

Yorgundu göz kapakları ve belleği,
o bellek ki rüzgârda inatla aynı sayfalarını
karıştırıp bulan bir defter gibi
büyük kar sessizliğinden seçiyordu görüntüleri.
Varşova’da çekildiği gün sararmış fotoğraftaki
çoktan kaybolmuş maiyeti
sonsuz bir kışın hazırladığı odun çıtırtılarıyla
donatıyordu hâlâ Sefaret’teki koyu sıkıntıyı.
Hiçbir yerde durmamıştı yüksek duygu topağından
kopartıp buluşturduğu kelimelerin yenik tadı:
“Birden çöle düşmek ve susuzlar gibi yanmak” –
iki satır arasında mutlak bir boşluktu kalan
onları kendisine, neden bilmemişti hiç,
ayırdığı zaman.
Çıkıp yürümüştü ertesi sabah dönmemecesine.
Sırtında uzun ağır bir paltoydu mevsim,
yüzünde kaskatı korku
içinde sabırsız bir atmacaydı tüneğine kilitli,
kimsenin tanımadığı bir ezgiyi mırıldanan.
Açmıştı birden gözlerini: Aklında o an bu an
ilk karşılaştığında, Cuma’nın ayak iziydi
uğuldayan.

III

Başının altındaki yastığı düzeltiyor
hemşire. Sermet Sami gelebilir akşamüstü,
Ankara’dan bir telefon belki, Erenköy’den
bir tek kendisi için yaratılmış bir serinlik,
“Allahım, böyle bırakma beni: Göğsüm de
büyüyen kederden ne kadar bezginim”
Bir yanlış anlamalar zinciridir Zaman,
hiçbir şeyi sırayla yaşam az insan:
Şimdi bir topaçın tükenmez kavislerinden
geçiyor Münir ve Biarritz’deki yapışkan
yaz ve Çengelköy’de yudum ladığı adaçayı ve
Martinho da Arcada’da günlerce oturup
durm adan içki içtiği sessiz gölge.
Usulcana kapatıyor kapıyı hemşire.
Güneş bir daha hiç aynı noktadan
doğmayacak. Bir daha hiç aynı noktadan
batmayacak, yekpare sessiz gemi.

Enis Batur

Kan Lekesi

“Bütün bunlar çok iyi, çok zarif şeyler de”
demişti: “Artık tek bir mümini kalmamış
bir dinin peygamberi olmak neye yarar?”
Doğruydu bir bakıma, her zaman taktığı
soğuk mesafe maskesinin ağzından tane tane
çıkan bu sözler, başka doğrular da ekliyordu
nefes aldırmadan: “Hem kim tanır bugün
Juliette Drouot’yu ya da erguvanın rengini
nisanın ilk haftasında, Tanrı aşkına, bir
tek kul biliyor m usun çevrende – uyansın
sabah ve Monteverdi dinlesin, bir kadınla
beyaz örtülü bir m asada yemek yerken yeni
gelen kırmızı şarabı şişe boşalana kadar
kadehe yavaş yavaş doldursun -gömlekte
yayılan kan lekesini düşünme hemen-,
soyu tükendi güzelim sessiz karanlığın,
kelimeleri ve anlamın yanındaki ham büyüyü
ve gecenin sonuna bel bağlamayı iki gün
arasında nirengi sayabileceklerin soyu
tükendi”. Bir an susup yankı mı beklemişti,
bağlamıştı sözünü fazla açmadan arayı:
“Aramıza karışmak için çok geç şimdi
dostum: Neden küçük bir çıkın doldurup
yola çıkmıyorsun – haritasız, pusulasız,
bütün bütüne hedefsiz? Yeryüzünde senin
gibi kıblesi baştan kaybolmuş başkaları da
olduğu aşikâr: Bosch’un o yarı meczûp
yarı dâhi Harika Çocuğu’sunuz belki de siz-
kimseye ulaşmayacak bundan böyle, durmadan
mektup yazıp doldurduğunuz şişeler”

Enis Batur

FUGUE XVII

“Ne Zaman Bitiyor Peki Kitap?”

“Nerede ne zaman başlıyorsunuz bir kitaba
sözgelimi?” diye soruyor kadın. “Bilemiyorum”
diyor şair: “Başlangıcı sonra farkediyor galiba
insan: İlerlemiş bir hastalık gibidir şiir: Hemen
hep gecikir teşhis”. Birkaç aydır kitabı kuruyor.
Hayatlar geri duruyor artık: İmgeleminde yüzen
yüzler, kesitler, sanrılar bırakıyorlar yerlerini
harflerin ve boşlukların yarattığı pürüzlere.
“Vazgeçtiğim kelimeler”: Gülümsüyorlar, uzun
bir sessizlikte aynı anda karar kılmadan önce.

“Ortaya çıkan tartılır, uzun uzun didiklenir de
sonunda size kalır elinizden kayarak gidiveren
şiirin delici tortusu”. Fransız Hastanesi’nin dar
yan sokağında kaç gün dolaştığını kimse bilmeyecek
artık: Dışarıdan, pencerelerin arkasından dikkatli
retinasına çekilen enstantanelerin içeriği boğmuştu
kabaran içinde kabaran sözü: Hayat, Ölüm, Bellek,
Unutuluş arası ötekilerde birikenler çatlatmıştı
günden güne artarak kendisinde biriken kederi.
Kimse bilmeyecek neden tökezlediğini Browning
üzerine çattığı uzun şiirin, neden belirsiz bir
sonraya bıraktığını Olga’yla Anton arasında
tutup dağlandığı kor parçayı, “Fantastik Senfoni”
için kurulan ve çözülen akrostiş düzenin nasıl
camdaki buğu, silindiğini. “Bir başka Kül Dîvan’a
kalmış olabilir bazı aykırı mevsim tohumları:
Buruk şakrak bir Mucitler Tarihi’yle yanyana gelsin
istediğim nihavent Dîvan Edebiyatı Müzesi şiiri,
beste uçarı diye güftesini kökünden kazıdığım
Lady Sings The Blues – ve ürkerek sakladığım
Bir Ölü’nün Şiiri: Her kitabın koyu noktasıdır
ondan taşan, eksilen biricik taşların duvarı.
Kimse bilmeyecek, ben bile: Ne zaman çalacak,
başka bir elin kurduğu durma geciken kör saat.”

“Nerede ne zaman bitiyor peki kitap? Bir
karar mı, bir pes etme eşiği mi yoksa sizi
boğan?” İçinden geçiriyor bu soruları kadın,
biliyor ki bazı yanıtlara kavuşmak için yırtıcı
bir suskunluk dönemini tamamlamak gerekecektir.
“Ne zaman biter kitap, diye soracak olursanız,
bunu basıldıktan çok sonra belki anlayabilir
şair: Gün gelir bir tek şiirin ışığı anlık bir
tutku yaratır: Tıpkı gece gökyüzünü bir uçtan
ötekine kateden yıldırımın bize gecikerek ulaşan
sesi. Ona bakarsanız: Belki anlamayabilir de”
Kitabı çattıkça deliniyor uykusu. Bazı geceler,
biriki saat yatıp dikiliyor. Tek bir ışık yanıyor
uzak bir pencerede, rüzgârda sürükleniyor hızla
çöp tenekelerinden düşen bez parçaları, kimbilir
nereden nereye yol alıyor karanlık gökyüzünde
ışığı bir yanıp bir sönen uçak. M asaya oturup
kısa dalga istasyonlarını tarıyor bir seferinde,
bir başka sefer masaya oturmadan dönüp yatıyor.
Dopdolu uyandığı sabahlar. Tıkandığı akşam.
Çıkıp bir yürüyüşün içinden tutturamadığı
bir kıvamı arıyor: Dilin ucunda dolaşan oynak,
uçarı bir gamze sesi sanki: Yakaladığı an
kaçırdığı ayar: İşin burasına gelindi mi
biraz da çaput, büyü, muska tadı: Aranan.

Enis Batur

Fa Bemol

Sanmıştım ki: Gidersem dönebilirim.
Bilirsiniz, hem de nasıl basmakalıptır
zaman tüneli imgesi. Girdim oysa ben,
çıkamadım: Uzun, hızlı, girdaplı bir
tek yöndü – vardığımda ne kendimdim
artık, ne başkası: Ne canlı, ne cansız,
eskimiş nota kâğıtları üzerinde bir avuç
kanlı ses, mürekkep lekesi, iç çekiş;
ne olmuşum, ne olmamış.

Enis Batur

Vasiyet

Her yıl vasiyetimi yazardım bir kağıda,
insan birdenbire ölebilir ve bıraktığı izler
sayısız kararsızlık doğurabilir korkusuyla
kalanlar için – soru işaretleriyle tıkabasa
dolu kalanları gördüydüm: Rahmetli benden
sonra tufan diye mi düşünmüştü, yoksa
aklına mı getirmek istememişti öleceğini,
anlamadım hiçbir zaman nasıl yaşanabilir
ölüm düşüncesinden bunca firari: Birden
gidenlerle ağır ağır gidenler doldururken
günlerimizi, neydi ki vasiyet bellediğim:
Kâğıt üzre kâğıt üzerindeki vaziyetti.
Vasiyet gidenle ilgili benim durumumda,
kalan için tek kalan tasa verici bazı işlemler.
Bıraktığım bırakacağım borçsuz bir hayatla
içerikleri yalnızca benim gözümde açık seçik
olan yüzlerce dosya: Nereden kim baksa
benim gider hanemde kayıtlı bütün bunlar,
bir de mütevazı bir gelir olasılığı torunlarım
için: Ne öldürür, ne yaşatır. Asıl sorun
manevî bedelin altından kolay kalkılsın:
Varsa ruhum, olacaksa gövdem zerrelerine
ayrıldığında bile, kıvranmasın isterim
sessiz soluksuz gezeceği sessiz boşlukta,
rastlayıp bir kahvede genç bir insana:
Hâlâ kitap okunuyorsa ve basılıyorsa
hâlâ yazdıklarım: Elindeki kitaptan
göreceğim yanlış kurulmuş bütünlüğüm
doğru bırakılmış bir eksikten beni
o halimle o an acıtmasın.

Belki birkaç şiir, belki birkaç satır, kelime-
ben böyle kurmak istiyordum beğenmediğim
evreni yeniden, ne geçtiyse geçmiştir elime.

Enis Batur