Çünkü hiç hazır olmadığım bir yaza girmek üzereyim ve çünkü geçen kışın soğuklarında, şimdi senin rüzgârlı bir tepesinde uyuduğun bu kentteki son sevdiklerim, beni, sevdiğim için öldürdüler!
Bazen kendi evini terk etmesi gerekir insanın. Tası tarağı toplayıp ardına son bir defa bile bakmadan çekip gitmek. Çünkü ağır geldiğini hissedersin bazı evlere, insanların sana “gitse de kurtulsak” gözüyle baktığını. Bunu fark ettiğin ama …
Binbir dilde konuşan şiir, arif olana Sadece tek bir dildir, sade tek bir lisandır.
***
Aciz gibi hem şair, hem filolog olanlar, Benim gibi sadece tercüme yapmalıdır… Şiirdeki suçumu filolojiye yükler, Dildeki noksanı da şairliğe verirsin.
***
Araplar bazan yemek yemez, oruç tutarmış, Başka zamanlar ise bol bol ziyafet varmış, Çorak çöllerden geçer, sonra dinlenmek için, Yeşil vahalıklara varıp konaklarlarmış, Yüklerini taşıyan, iş gören develermiş, Bindikleri atlarsa sanki birer rüzgârmış, Bunların hepsini ben, tefsirlerle beraber Hamasa’dan öğrendim okuyup karış karış.
***
Görünüşte maddiyat üstü şeyler söylerken, Bahseder büyük Hafız yalnız maddi şeylerden. Yahut o sade maddi şeylerden söz açınca, Bahsettiği hep madde üstü müdür acaba? Düşünceyle çözemez ondaki sırrı insan, Zira onun maddesi, madde üstü her zaman.
***
Okumaya başladım, Allah adın anarak, Yabancı bir dilden bir kitap ele alarak; Harfleri tanıyordum, yazı Tamil yazısı, Fakat sesler mânasız, yabancıydı yapısı, Biliyordum, gözlerim hep o adı arardı, Bu karışık harflerin içinde mutlak vardı; Yani Allah’ın adı! Onu bulduğum zaman, Aydınlığa kavuştum, kurtulup karanlıktan; Bu adın yardımiyle yazıyı incelerken, Muammayı hem çözmüş, hem de bağlamıştım ben.
***
Ey kalbim, pek yaşlandın ve akıllanmadın hâlâ Günden güne ümit etmektesin, Açan baharın getirmediğini sana, Sonbahar getiriversin.
***
Zavallı ben, tek şahsiyette filolog ve şair, Tercümeden daha iyisi gelmez elimden… Filolojik hatayı, şiirsel serbesti hatırına affedersin. Şiirsel borcu filolojiye hediye edersin.
***
İstemiyorum hayata veda etmeyi Bu şehre ettiğim gibi, Gözü arkamda kalanın olmadığı yer, Kimsenin [beni] anmadığı.
***
Kabirdeyken ona teşekkür etmeliyim, Ki şiirimi Hiçbir zaman anlamadı, yine de hiçbir zaman engeller koymadı onu yasaklamak için.
***
Ne yazıyor yüzlerce yaprağında Bir gülün? Ne duyulur binlerce feryadında Bülbülün? Hepsinde o, ne varsa tek bir yaprak Üstünde, Her şarkıda duyulan ilkindeki İlk nağme: Hüsn hep kendi içinde döner, çizer Bir halka, Aşk kimseyi bulamaz sevmeye Ondan başka. Onun için dönüyor yüz yaprağı Bir gülün, Ve onun etrafında bin feryadı Bülbülün.
***
Birbirinden ayrılmış olmak Birbirine yakın olduktan sonra Çok daha kötüdür kesinlikle Hiç yanyana gelmiş olmamaktan.
***
Gökten bir gözyaşı düştü Denizde kaybolduğu sanılıyordu Midye geldi ve onu içine aldı Artık sen benim incim olacaksın Dalgalardan korkma Seni aralarından sessizce taşıyacağım Sen benim acım sen benim sevincim Sen göğsümdeki göksel gözyaşı İzin ver gökyüzü, saf yüreğimde Saklayayım en saf damlacığını
***
Hangi kaba ayak bastı benim çiçek bahçeme, Hangi gizli dehşet girdi benim tatlı nağmeme; Ölüm birden ve habersiz çıktı hayat içinden, Meyve nasıl çıkıyorsa yaprakların süsünden; Ölüm hayatın tohumu, çiçekle meyve gibi, Önce içinde gizliydi meydana çıktı şimdi;
***
Kelime oyununa çatanlar da var ama, Gelişmesi tam olan bir dile uygun gelir. Dil ilkin sır dolu bir kelime oyunuymuş, O zamanlar bilmezmiş, şimdi bunu biliyor. Herkesin bilmeksizin yaptığını yapalım, Gelin, kelimelerle bizler de oynayalım!
***
Şunu iyi öğrenin! Dünya edebiyatı, Dünyanın anlaşması, dünyanın barışıdır.
***
Dünyadaki anlaşmayı dil bilgisi sağlayacak, Onun için sen hiç durma dile hâkim olmaya bak!
***
Terennüm etmediğimi yaşamış da değilim.
*** Kırk Yaşında
Kırk yıl engebeli dağa tırmandığımızda, Durup geriye bakarız; Çocukluğumuzun huzurlu pınarını hâlâ görüyoruz orada, Ve coşan gençlik başıboş geziyor.
Arkasına bir kez daha baktıktan sonra, yeni bir güç kazanarak, Asa kavradı, artık kalmadı; Bak, bir başka yokuş, uzun bir yokuş, hâlâ inen Ere yolu aşağı doğru çeviriyor!
Cesur, uzun bir nefes al ve zirveye doğru– Hedef seni çekecek; En azından düşündüğün zaman, kader sana yakındır– Aniden, yolculuk bitti!
***
Çocukluk Günlerimden
Çocukluk günlerimden, çocukluk günlerimden, Çınlıyor eski bir şarkının hüzünlü tonu– Ah, ne uzun yollar, ah, ne uzun yollar katettim o zamandan beri!
Kırlangıç ne şarkı söyledi, kırlangıç ne şarkı söyledi, İlkbaharda ya da sonbaharda ılık– Asılır mı yankıları, yankılanır mı çiftlik hakkında?
“Gittiğimde, gittiğimde, Dolu kasalar, sandıklar vardı; Bugün geldiğimde, bugün geldiğimde, Her şey bomboştu!”
Çocuksu dudaklar çok bilge, çocuksu dudaklar çok bilge, Altın kadar zengin bir irfanla, Tüm kuşların çığlıklarını bilmek, tüm kuşların çığlıklarını bilmek, Eski bilge gibi!
Ah, sevgili eski yer – ah, sevgili eski yer Tatlı teselli edici parıltısı Yüzümde parlasın, yüzümde parlasın, Bir kez rüyada!
Ben gittiğimde, ben gittiğimde, Dünya neşe içinde uzanıyordu orada; Bugün geldiğimde, bugün geldiğimde, Hepsi, hepsi çıplaktı.
Yine de gelir kırlangıçlar, yine gelir kırlangıçlar, Ve dolu boş sandık– Ama bu hasret dilsiz, ama bu hasret dilsiz Durdurulmayacak asla.
Hayır, hiçbir kırlangıç getirmez, hayır, hiçbir kırlangıç seni daha önce olduğun yere geri getirmez– Kırlangıç şarkı söylese de, kırlangıç şarkı söylese de, Hala eskisi gibi.
“Gittiğimde, gittiğimde, Dolu kasalar, sandıklar vardı; Bugün geldiğimde, bugün geldiğimde, Her şey bomboştu!”
***
Akşam Şarkısı
Dağın zirvesinde durdum, Güneşin battığı saatte; Ormanda nasıl asılı durduğuna dikkat çektim Akşamın altın ağı. Ve çiy inerken, Yeryüzüne bir barış geldi– Ve doğa sessizliğe büründü, Akşam çanının sesiyle. Dedim ki, “Ey gönül, düşün her şey nasıl bir sessizliğe bürünüyor, Ve çayırdaki her çocukla Hazırla kendini uykuya! “ Çünkü her çiçek sessizce kapanıyor küçük gözü; Ve deredeki her dalga Daha yumuşak bir şekilde mırıldanır. “Yorgun tırtıl Otların altına yuva yaptı; Çiyden ıslanmış, şimdi uyukluyor.
Sazlıktaki yusufçuk. “Altın böcek yatırdı onu Gül yaprağından bir beşikte kayaya; Şimdi gittiler gece barınaklarına Çoban ve sürüsü. “Yukarılardan gelen tarla kuşu nemli çimenlerde yuvasını arıyor; Geyik ve geyik onları ormanlık barınaklarına dinlenmeleri için yatırdı. “Kulübesi olan, uyumak için onu yatırmıştır; Ve rüyalarında yabancılar arasında dolaşan, kendisininkini görecektir.” Ve şimdi bir özlem sarıyor beni, Bu barış ve sevgi saatinde, Yukardaki meskene, Benim olan eve ulaşamayacağım.
***
Şark’ın Gülü deniyor Celâleddin’e, Benim şiirimse yansıtıyor onun bir suretini. Sabah seninle uyandım, ey Mevlâna Gözlerimin yaş yerine gök şarabıyla dolduğunu gördüm. Mevlâna Celaleddin! Senin ağzın öğretti bana bu kelimeyi, Ne zaman dostuna yalnız gitmek isterse kalbim yanılıyor Åh Celâleddin! Bu engin denizde erimiş ruhun senin. Sen sırdaşsın, sır veren değilsin. Kalbim, maden ocağı ve darphanedir Kalbime saf ve gerçek altınlar basıyorsun, ey Celâleddin! Bir tanrı adamı derinliklerde gizlidir; sen de Bir tanrı adamısın, Doğu’da, ey Celâleddin! Neysem, ne değilsem; ben oyum. Sen bilirsin ben neyim. Söyle Celaleddin, ben her şeyde ruhum! Eğer güzelliğine parlak bir ayna ararsan, Mevlâna Celâleddin! Bak buradaki parlak aynaya. Karşı gelemeyeceğin davet ey sevgili Celaleddin’in şiiridir, uzaklaşma, gel ondan uzaklaşma! Selamımı söyleyin Mevlana’ya, onu çok seviyorum. Acaba ne der bana, onu çok seviyorum. Biz baharın kurtarıcı nefesini bekler dururduk, Ey Celâleddin! Seninkisi Doğu’dan Batı’ya geliverdi. Ey Celaleddin, bunu sen gerçekleştirdin Bu sihirli oyundan daha sihirlisi nedir? Söyle! Ey Mevlâna, seni canlandıran, sana hayat veren Yüksek ruha şaşıyorum, hayretler içindeyim. Ey Mevlâna, seni neşidelerimde “Celâleddin” diye övdüm, Senin Ebû Talib’in oğlu Ali’yi övdüğün gibi. Ey Celaleddin! Eğer O’nu bulursan, Onu arıyorum, n’olur söyle! O nerededir? Ey Celaleddin, sen şarkın merhem tüccarısın, Ben de Batıda bir dükkân açtım, bilesin. Bütün bölgelerin azizleri arasında neredesin? Selam sana! Ey Mevlâna Celaleddin! Hatıran mübarek olsun bana
Friedrich Rückert, 16 Mayıs 1788’de Almanya’nın Schweinfurt şehrinde doğmuştur. Bu yıllar, Doğu ile Batı arasındaki münasebetlerin bir dönüm noktası sayılabilir. İslâm âlemi ile olan maddi ve manevî çatışma ve çarpışmalar, bir yandan harb ve diğer yandan da, polemik gayeler için ve gayrı kâfi vasıtalarla da olsa, İslâm dini ve arapça ile meşguliyet şeklinde aşağı yukarı 1000 yıldan beri devam edip gidiyordu. Bununla beraber Avrupa’da Doğu dünyasına karşı hakiki ve hattâ kısmen de objektif bir alâka ancak Aydınlanma Devrinden itibaren başlamıştır. 17 nci asırdan beri Doğu’yu ziyaret eden tüccar ve misyonerler yeni ve değerli bilgilerle geri dönmüşler ve âlimler Doğu kültürlerini, dünya tarihinin tasavvur edilemiyecek kadar genişliyen ufukları içine alırken sadece avrupal ve hıristiyanlığa ait bir görüş tarzı takip etmekten vazgeçmişlerdi. Bir yandan edebiyatta Doğu kisvesi seve seve kullanılırken, diğer yandan Hamann gibi bir mütefekkir, şiirin insanlığın anadili olduğuna dair coşkun fikirleri ile Herder’e, insanlığın felsefesini yapmak ve bütün milletlerin halk şarkılarımı bir araya toplamak hususunda ilham kaynağı oluyordu. Herder’in ideal düşüncelerini benimsiyen romantik cereyan, insanlığın beşiği, tekmil efsane, şiir ve dinlerin kaynağı olarak Doğu’yu görmüş, manevi bir (Maşrik)’da hasretinin hedefini bulmuştur. 1808’de Almanya’da Sanskrit dilini ilk defa olarak ilmi bir şekilde inceliyen Schlegel kardeşlerin bu gayretleri de romantik duygulardan ileri gelmiştir.
Aşağı yukarı aynı yıllarda Arapça incelemeler de İlâhiyat ve İbranicenin sadece bir yardımcısı olmaktan kurtulmuşlardır. “Arap edebiyatının fedaisi” diye anılan ve 1774’de ölen dahi J. J. Reiske ile Avrupa’da Arapçanın ve hattâ bütün şarkiyat ilimlerinin babası sayılan ve 1801’de Paris’de ilk defa olarak ilmi bir Arap grameri yayımlayan Sylvestre de Sacy müstakil bir arap filolojisinin temellerini daha o zamanlar atmış bulunuyorlardı. Yine bu yıllarda, daha ziyade siyasi hizmetlerde kullanılan pratik bir dil öğretimine önem veren Viyana’daki Tercümanlık Akademisinin eski talebelerinden Joseph von Hammer-Purgstall eline geçen bütün Arapça, Farsça ve Türkçe metinleri Almanca’ya çevirmekte ve aynı zamanda İslâm milletlerinin siyasi ve edebi tarihlerini yazmak için yorulmak bilmez bir gayret sarf etmekte idi”. Hammer’in tercümelerine her ne kadar ne dil ve ne de edebiyat bakımından şaheser unvanı vermek kabil değilse de, bu âlimin Doğu tarihçiliğinde ve bilhassa Alman edebiyatında oynamış olduğu rolü küçümsemek de doğru olmaz. Zira, kaba da olsa, onun Hafız tercümeleri Goethe’nin Batı-Doğu Divanı’ndaki ölmez şiirler için birer ilham kaynağı olmuşlardır. Nasıl ki Goethe bu ahenksiz mısraları içinde Hafız’ın ruhundaki parlaklık ve güzelliği sezebilmişse, Friedrich Rückert de Mevlânâ Celaleddin Rumi’yi yine Hammer’in “İranın hitabet tarihi” isimli eseri sayesinde tanımış ve onun ateşi ile coşmuştur. O zamana kadar ayrı ayrı mecralar takip eden dil ve şiir cereyanları bu Alman âliminin eserinde büyük bir başarı ile birleşmişlerdir.
Genç ilim adamı Rückert daha 1811 yılında Jena Üniversitesinde savunduğu doktora tezinde, Doğu dillerinin Yunanca’dan üstün olduklarını, Almanca’nın, bütün dillerin özelliklerini benimsemek şartiyle ideal bir dil haline gelebileceğini iddia etmiş ve bu iddiasını hayatı boyunca saymaz eserlerinde desteklemiye çalışmıştır. Burada bile, Rückert’in “dilden sadece dil olarak” zevk aldığı belli oluyor. “Dünyanın en eski dillerinin kök yapısına” nüfuz edebilmek kabiliyeti şairi en uzak dillerin en zor şiirlerini bile erişilmez bir şekilde tercüme edebilecek bir duruma yükseltmiştir. Benfey’in “Bugün dil hâlâ mevcut olmasaydı, onun teşekkülünde Rückert’in hiç şüphesiz büyük hizmetleri dokunurdu” demesi çok yerinde bir sözdür”.
Jena’da geçen kısa doçentlik devresinden sonra ateşli şiirleri ile Alman İstiklâl harblerine katılmış, aşk şiirleri yazmış ve konularını Doğu illerinden alan henüz yayımlanmamış piyes denemeleri yapmıştır. Fakat hayatının en mühim anlarından biri, 1818 yılında Viyana’ya gidip Hammer-Purgstail’den Farsça öğrenmesi olmuştur. Bir yazısında: “Kendimi tamamiyle şarkiyat tahsiline vermiştim” diyor”. Bu şekilde başlıyan Doğu ilimleri alanındaki araştırmaları her yıl biraz daha genişlemiştir; meşhur bir beyitinde okuduğu kitapları şöyle sıralıyor: “Yunanca, Almanca, Latince, Islavca, Roman dilleri, Sanskrit ile beraber Farsça, Türkçe ve bir de Arapça kitaplar.”
Halbuki hakikatle karşılaştıracak olursak bu uzun listede de birçok noksanlar olduğu görülür; bizler buraya hiç çekinmeden İbranice, Kürtçe, Ermenice, Posto, Gliney Hindistan lehçeleri, Malayaca, Kiptica, Suryânice, Fin dili ve saireyi de ilave edebiliriz”. Bir dil öğrenirken gösterdiği çabukluğa şaşmamak elden gelmez; kendisini sadece 6 hafta belli bir dile verdiği takdirde o dili, tercümeler yapabilecek kadar iyi öğreniyordu. Şu hikâye meşhurdur: Temmuz ayında kendisine Tamil dilini öğrenmek isteyen bir misyoner gelmiş; Rückert bu talebeye bu dili kendisinin de henüz bilmediğini, Ekim ayında geldiği takdirde öğretebileceğini söylemiş ve gerçekten söz verdiği zamanda, İncil’in ve misyoner Ziegenbalg’in bazı notlarının yardımiyle kendisine mükemmelen ders verebilmiştir. Bu işi nasıl yaptığını bir manzumesinde zarif bir şekilde anlatıyor:
Okumaya başladım, Allah adın anarak,
Yabancı bir dilden bir kitap ele alarak;
Harfleri tanıyordum, yazı Tamil yazısı,
Fakat sesler manasız, yabancıydı yapısı,
Biliyordum, gözlerim hep o adı arardı,
Bu karışık harflerin içinde mutlak vardı;
Yani Allah’ın adı! Onu bulduğum zaman,
Aydınlığa kavuştum, kurtulup karanlıktan;
Bu adın yardımiyle yazıyı incelerken,
Muammayı hem çözmüş, hem de bağlamıştım ben.
O böylece, “bütün milletlerin şiirlerinde uçuşan çiçek, kuş ve kelebekleri” yakalayıp bir araya toplamış ve Alman edebiyatını bunlarla zenginleştirmiştir. İlk önce, Farsça şiirler yazan iki meşhur şahsiyet, yani Mevlânâ ile Hafız, Rückert’in ilgisini çekmiş ve Hammer’in Mevlânâ’nın eserinden yaptığı tercümeleri Almanya’da ilk defa gazel şekline sokan kendisi olmuştur. Avusturyalı şarkiyatçının kuru ve hantal tercümeleri içinde Mevlânâ’nın kâinatı aydınlatan aşk nurunu duyup sezebilmesi âdeta bir harikadır. Çok kereler bu tercümelerin tek bir satırından yepyeni bir şiir çıkaran Rückert, Divanı Kebir’in orijinal nüshasını tanımamasına rağmen bu büyük mutasavvıfın ruhunu tam beş buçuk asır sonra bütün parlaklığı ile aksettiren bir ayna olmuştur. Mevlânâ’yı tanımak istiyen bir Alman’ın bu şiirleri okuması mutlak lâzımdır.
Burada Rückert ‘in şahsiyetindeki çok mühim bir noktaya temas etmiş oluyoruz: Orijinal hangi dilde ve hangi kültür seviyesinde olursa olsun, Rückert’in tercümelerinde aynı ruh tamamen aksetmektedir. Bu mütevazı şair ve şarkiyat âlimi dünya edebiyatında sanki nesri bir yana bırakıp yalnız şiiriyet ve ahengi aksettiren bir dağ gibidir.
Mevlânâ’nın gazelleri gibi, Hafız tercümeleri hakkında da aynı şeyleri söyliyebiliriz. Yalnız şu var ki, Rückert ‘in Hafız’la teması iki şekilde olmuştur: Birisinde şiirlerini aynen çevirmiş, diğerinde ise serbest olarak sadece ruhu aksettiren mısralar yazmıştır. Bu metodu başka şairlerin eserleri için de kullanmış ve mesela Firdevsi’nin Şahnâme’sinden Rüstem ve Sohrab hikâyesini önce oldukça serbest tercüme etmiş, sonra bütün eseri tam bir şekilde nazmen çevirmiştir. (Ancak bu eser ölümünden 30 yıl sonra yayımlanabilmiştir)”.
Goethe’ye ithaf edilen “Şark Gülleri” adlı serbest şiirlerde Hafız’ın ruhu sezilmektedir. Rückert, “Goethe’nin ruhu ile bendeki şekli birleştiren ve bunlara Hammer’in Hafız tercümelerindeki konkre malzemeyi katan bir kimse, Farsça bilmese de, Fars şiiri hakkında aşağı yukarı bir fikir elde edebilir” diyor”. Bu eserin birinci kısmında, Rückert’in en derin duygularını dile getiren gayet güzel bazı şiirler vardır; ikinci kısımdaki gazellerde ise yüksek bir sanat başarısı göze çarpar. Gül ile Bülbül hikâyesi gibi bu şiirler de sonsuz bir şekilde devam edip gitmektedir. Esasen Goethe de Hâfız hakkında şöyle dememiş miydi:
Senin şiirin de yıldızlı sema gibi döner;
Başı ve sonu hep aynı kalır…
Doğu edebiyatının pek sevdiği “Hüsn-ü Aşk” motifini Rückert ölmez bir şekilde şöyle ifade ediyor:
Ne yazıyor yüzlerce yaprağında
Bir gülün?
Ne duyulur binlerce feryadında
Bülbülün?
Hepsinde o, ne varsa tek bir yaprak
Üstünde,
Her şarkıda duyulan ilkindeki
İlk nağme:
Hüsn hep kendi içinde döner, çizer
Bir halka,
Aşk kimseyi bulamaz sevmeye
Ondan başka.
Onun için dönüyor yüz yaprağı
Bir gülün,
Ve onun etrafında bin feryadı
Bülbülün.
“Şark Gülleri”, sonraki büyük eserler için bir giriş telâkki edilmiş ve çok geçmeden şairin nişanlısına ithaf ettiği sayısız şiirlerden mürekkep “Aşk Baharı” isimli eser Alman edebiyatında yer almıştır. Fakat büyük ve orijinal bir başarı olmamasına rağmen bir çok Alman okuyucusunun takdirini kazanan bu eserciğe nisbetle Rückert’in Hâfız’dan yaptığı ve ölümünden çok sonra yayımlanan gazel tercümeleri çok daha önemlidirler. Bunlar bugün dahi eşine rastlanmayan en doğru Hafız tercümeleridirler. Hafız’ın romantik olmayan ve daha ziyade Almanlar’ın Barok liriği ile İngilizlerin metafizik şiirini hatırlatan sanatını Rückert mükemmel bir şekilde aksettirmektedir. Rosenzweig Schwannau’un biraz avamî olan tercümesi ve hele Daumer ile mukallitlerinin üstünkörü ve aslından çok uzak olan serbest şiirleri Rückert’in pek tanınmayan tercümeleri yanında çok sönük kalmaktadırlar.
Rückert’in bütün ömrü boyunca Hafız’a karşı beslediği derin sevginin izlerini, şiir defterindeki sevgi dolu, candan satırlarda sezmemek kabil değildir. Büyük Şirazlı’nın şiirlerindeki aşkın dünyevî veya ilâhî mi olduğu sorusuna şair, dahiyâne bir kelime oyunu ile şöyle cevap veriyor:
Görünüşte maddiyat üstü şeyler söylerken,
Bahseder büyük Hâfız yalnız maddi şeylerden.
Yahut o sade maddi şeylerden söz açınca,
Bahsettiği hep madde üstü müdür acaba?
Düşünceyle çözemez ondaki sırrı insan,
Zira onun maddesi, madde üstü her zaman,
Mevlâná ve Hâfız’dan sonra Firdevsî’nin kahramanlık efsaneleri, Sadî’nin didaktik bir karakter taşıyan Gülistan ve Bostan’ı ile yüksek bir sanat eseri olan divani”, Camî’nin hassas ve sanatkârâne şiirlerle dolup taşan divani”, Rückert’in, büyük bir kısmı ancak ölümünden sonra yayımlanan sayısız manzum tercümeleri için parlak birer ilham kaynağı olmuşlardır. Şair bu arada Fars halk edebiyatından bazı parçaları da şiir defterine not etmeyi ihmal etmemiştir”. Şair yalnız Farsça’dan değil, belki daha çok sayıda bütün Sami dil ve edebiyatından sayısız tercümeler yaratmıştır. 1824 yılında Rückert, doğup büyüdüğü Frank illerinde küçük bir üniversite şehri olan Erlangen’da Doğu Dilleri profesörlüğüne getirilmiş ve 1841’den 1848’e kadar Berlin üniversitesinde aynı vazifeyi yapmıştır. Fakat ders vermekten pek hoşlanmadığı için öğrencileri ile kuru gramer dersleri, yerine çeşitli dillerden edebî tercümeler yapmakta ve dili öğretmekten ziyade duyurmaya çalışmakta idi. Asıl gayesi her şeyden önce kendi özel çalışmaları için mümkün olduğu kadar çok vakit kazanmaktı.
Rückert’in bu arzusuna hak vermemek kabil değildir. Zira Erlangen’e geldiğinin daha ilk yıllarında Harîrî’nin Makamatı’nı aslındaki gibi seci’ ve kafiyeli ve kısmen de metin içine dağılmış mısralar şeklinde Almanca’ya çevirerek yayımlamıştır. Arapça okuyan bir kimse bu eserdeki üslubun ne kadar güç olduğunu, konu diyebileceğimiz bir şeyin bulunmadığını ve tekmil konunun sadece parlak kelime çelenklerinden, coşan şiir fiskiyelerinden ve nükte pırıltılarından ibaret olduğunu bilir. Mübalağaya kaçmadan diyebiliriz ki, bu eserin Almancası da aslı kadar kelime oyunları ile dolu, parıl parıl parlayan ve göz kamaştıran bir üslupla yazılmıştır. Hariri’nin eseri esasen daha 1667’de ölen Hollandalı şarkiyatcı Colius zamanından beri Avrupa’nın ilgisini çekmiş ve 18 inci asırda da Schultens ve Reiske birkaç makamı tercüme ederek yayımlamışlardı. Fakat asıl edisyon kritik 1822 yılında ilk olarak Shylvestre de Sacy tarafından yapılarak yayımlanmıştı. Bundan dolayı bu âlimin Rückert’in çalışmalarına karşı beslediği takdir duygusu bilhassa önemlidir: “Almanca bilen ve bu nevi Doğu eserlerinin muhteviyatı hakkında doğru bir fikir elde etmek isteyen bir kimse sizin sayenizde artık Arapça öğrenmek ihtiyacını duymayacak”.
Rückert’in kendisi Hariri tercümeleri hakkında aşağıdaki hükmü vermiştir ki, bu hüküm onun bütün edebi başarıları için muteber olsa gerektir:
Aciz gibi hem şair, hem filolog olanlar,
Benim gibi sadece tercüme yapmalıdır…
Şiirdeki suçumu filolojiye yükler,
Dildeki noksanı da şairliğe verirsin.
Rückert aşağı yukarı aynı yıllarda ilk olarak Kuran’ın metni üzerinde çalışmalara başlamış ve birkaç sureyi aslındaki mehabeti yakından aksettirir bir şekilde Almanca’ya çevirmiştir”. Keza Eski Ahid’den ve Mezmur’lardan yaptığı bazı tercümeler de gerçekten mükemmeldirler.
Klasik Arap edebiyatından İmrulkays ile başlayan tercümeleri arasında bilhassa Hamasa tercümesi gerçekten dikkate değer”. Bedevîlerin tekmil hayat ve faaliyetini, düşünce ve gayelerini gösteren bu muazzam şiir külliyatı, tefsirleri ile beraber, Alman şairinin Araplar hakkındaki bilgilerini yıllar boyunca arttıran değerli bir kaynak olmuştur:
Araplar bazan yemek yemez, oruç tutarmış,
Başka zamanlar ise bol bol ziyafet varmış,
Çorak çöllerden geçer, sonra dinlenmek için,
Yeşil vahalıklara varıp konaklarlarmış,
Yüklerini taşıyan, iş gören develermiş,
Bindikleri atlarsa sanki birer rüzgârmış,
Bunların hepsini ben, tefsirlerle beraber
Hamasa’dan öğrendim okuyup karış karış…
Bin kadar manzumeden meydana gelen Hamasa tercümesini baştanbaşa okuyan bir Alman, Rückert’in sözlerine hak verir ama bunu okumak kolay bir iş değildir. Nitekim Hammer’in, “şarklı gayreti ile Alman şiir perisinin birleşmesinden doğan dev çocuk” diye adlandırdığı bu eser ne yazık ki lâyık olduğu takdiri görememiştir. Zira gerek konunun yabancılığı ve gerekse Arapça aslına mümkün olduğu kadar yaklaşan vezin ve kafiye özellikleri yanında bir batılı için anlaşılması çok zor olan sayısız cinaslar bu eserin okunmasını güçleştirmektedirler.
Rückert, gerek bundan ve gerekse diğer doğu eserlerinden aldığı ilhamla iki manzum esercik daha yazmıştır ki, bunların okunması ve anlaşılması daha kolaydır. Bunlardan birincisi: Sicben Bücher morgenlaendischer Sagen und Gaschichten” ve diğeri ise: “Erbauliches und Beschauliches aus dem Morgenlande”dir. Okuyucu bu hikâyelerde Arap tarihinin bütün safhalarını yaşar; İslâm’dan önceki devirleri, Halifeler zamanını, Emevi ve Abbasi’lerin hâkimiyetini yakından görür. Şair ve filosofların sözleri, hakimane cümle ve misaller bu çok taraflı tasvirlere özel bir hava vermektedirler. Denilebilir ki, bu iki esercik, Doğu tarihini incelemek isteyenler için faydalı birer başlangıç teşkil etmektedirler.
Hamasa tercümesi, Rücker t’in Arapça’dan yaptığı tercümelerin en uzunudur. Bunun yanında daha küçük yüzlerce tercümesi vardır ki, bunlardan meselâ 1600 Arap Atasözünü ihtiva eden bir eser henüz basılmamıştır.
1846’da yayımlanan Hamasa tercümesi için Rückert daha 1828’de, yani bu alandaki çalışmalarının başlangıcında güzel bir önsöz yazmıştı; bu önsöz şu meşhur beyitlerle başlar:
Binbir dilde konuşan şiir, ârif olana
Sadece tek bir dildir, sade tek bir lisandır.
Rückert’in kendisi de gerçekten böyle ârif bir kimseydi. Arabistan’ın yakıcı çöllerini, İran’ın bahar kokan bahçelerini Almanya’ya tanıttığı gibi, Hindistan’ın bâkir şiir ormanlarına da dalmaktan çekinmemiş ve her daldan devşirdiği en nefis çiçekleri ve en olgun yemişleri vatanına getirmekten geri kalmamıştır. Hind edebiyatı Almanya’da bir asra yakın bir zamandan beri çok canlı bir ilgi uyandırmıştı. Goethe ve Schiller’in Şakuntala dramına ithaf ettikleri coşkun methiyeleri hatırlamak; Wilhem von Humboldt’un Bhagavadgita’ya dünyadaki şiirlerin en güzeli ve ulusu gözüyle bakarak söylediği takdir dolu sözleri düşünmek kâfidir. Rückert de Şakuntal’yı Almancaya çevirmiş, büyük milli destan Mahabharata’daki en meşhur hikâyeleri kısmen serbest ve kısmen de aynen tercüme etmiştir. Aynı zamanda Herder tarafından da çok takdir edilen şair ve filosof Bhartrihari’nın aşk ve hikmet dolu misralarını” ve nihayet Hinduizm’in mukaddes kitapları olan Veda’lardaki karanlık ve esrar dolu ilâhileri ve efsun dualarını yakın bir anlayış ve ilgi ile Almanca’ya nakledebilmek, bunlardaki derin mânayı Alman şiirinde aksettirebilmek için yıllarca çalışmıştır”. Fakat Hind edebiyatından yaptığı bütün bu tercümeler arasında en hoş ve en cazibi, 12 nci asırda yazılmış lirik ve dramatik bir şiir olan Gitagovinda’dır. Bu eserde Hind teslisinin ikinci şahsi Vişnu’nun bir tecellisi olan Krisna’nın maceraları, çoban kıyafetinde yeryüzüne inişi ve çoban kızları ile sevişip oynaşması hikâye edilmektedir. İtiraf etmek lazımdır ki bu eser, tercüme sanatı alanında en yüksek başarılardan birini teşkil ediyor. Şiirdeki dinî ve mistik hava Rückert’in tercümesinde her ne kadar ikinci plânda kalırsa da, sanat görüşü, yani vezin, kafiye ve ahenk bakımından bundan daha mükemmel bir tercüme tasavvur edilemez. Beyitlerin değişen şekilleri, kulağı okşayan musikisi, imaj ve sembollerdeki pırıldayan ve ışıldayan renkler tamamen muhafaza edilmiştir.
Rückert’in Farsça ve Arapça alanında yaptığı incelemelerden serbest hikâyeler vücuda geldiği gibi, Hindçe çalışmaların mahsulü de “Brahmân’ın Hikmeti” isimli eser olmuştur. Fakat burada Hindli olan şey muhteviyattan ziyade isimdir. Şair, elindeki tekmil malzemeyi, felsefi problemleri ve hikmet dolu atasözlerini kullanarak insana, Allah ve kâinat karşısındaki en doğru davranışı öğretmektedir. Eserin Aleksandriner vezninde yazılmış olması kendisine barok didaktik şiirler geleneğinde yer vermektedir.
Fakat Hindistan’ın dahi Rückert için son durak olmadığını, Çin edebiyatının en eski şiir kitabı olan Şi-Kink’i tercüme ederek 1832’de yayımlanmış olmasından anlıyoruz. Fakat bu tercüme Çince aslından değil, Lâtince bir tercümesinden yapılmıştı. Alman okuyucusu bu kitabı gayet soğuk karşılamış ve bu yorulmak bilmez âlimin bu eseri ile, en uzak diyarlarda daima aynı insanî his ve ihtirasların mevcut olduğunu göstermek istediğini anlayamamıştı:
Şunu iyi öğrenin! Dünya edebiyatı,
Dünyanın anlaşması, dünyanın barışıdır.
Bu beyit Rückert’in hakiki hedef ve gayesini belirtiyor. Nitekim kendisi gerek şiirlerinde ve gerekse dillerin mukayesesine dair henüz yayımlanmamış incelemelerinde”, aslında bir olan ruhun çeşitli dillerde nasıl tecelli ettiğini ve dil bilgisinin aynı zamanda bütün ilimlerin, dini toleransın ve hatta siyasî barışın da temeli olduğunu ispat etmek istemiştir:
Dünyadaki anlaşmayı dil bilgisi sağlayacak,
Onun için sen hiç durma dile hâkim olmaya bak!
Rückert için dil ve şiir aslında birdir. Nitekim maceralarını, his ve arzularını yalnız şiir şeklinde ifade edebiliyordu:
Terennüm etmediğimi yaşamış da değilim,
Tercüme de, yine Rückert’e göre, “sözlerdeki göze görünmez periciklerin elbise değişmelerini duyabilmektir”. Şiir ise, kâinatın tecellisi demektir: Kâinatın en büyük zevki, şiirin billûrdan aynasında kendi aksini seyretmektir”… Şiir, bu billûr ayna vazifesini görebilmek için cilalanmalı, billûr gibi traş edilmelidir. Şairin vazifesi, her muhtevaya uygun ayrı bir dış şekil bulmaktır. Rückert, hangi şiir nevinin ve hangi muhtevanın kendi sanat ve istidadına uygun olduğunu çok iyi biliyordu. Onun alanı, Sone hariç, klasik ölçülerin ahenk ve tevazunla yükselen yapısı değil, halı gibi dokunan gazel nevi idi. Kafiye tekniği ve kelime zenginliği bakımından büyük bir maharete lüzum gösteren bu şiir nevini Alman edebiyatına tamamiyle mal eden Rückert olmuş ve önceleri Mevlânâ Celaleddin Rumi ve Şark Gülleri’indeki gazeller gibi klasik kaide ve şekillere tamamen uygun gazeller yazmıştır. Sonraları, Aşk Baharı ve Panteon gibi çeşitli eserlere serpiştirilmiş olan gazellerde ise zamanla gelişen ve bütün hayat çevrelerini içine alan daha yumuşak bir şekil göze çarpmaktadır. Bu gazellerde artık Şiraz’ın gülleri değil, bir Alman mezarlığında açan çiçekler terennüm edilmektedirler. Küçük yaş ta ölen iki çocuğu için yazdığı ağıtlar gösteriyor ki, bu şiir nevi şairin en içi, en hazin ve en sübjektif duygularını ifade edebilecek bir kudret kazanmıştır
Hangi kaba ayak bastı benim çiçek bahçeme,
Hangi gizli dehşet girdi benim tatlı nağmeme;
Ölüm birden ve habersiz çıktı hayat içinden,
Meyve nasıl çıkıyorsa yaprakların süsünden;
Ölüm hayatın tohumu, çiçekle meyve gibi,
Önce içinde gizliydi meydana çıktı şimdi;
Rückert’in gazellerindeki sanat başarısına Alman edebiyatında ikinci bir defa rastlamak zordur; Platen’in belki daha parlak ve sanatkârâne gibi görünen gazellerinde bile Rückert’teki sıcaklık bulunmaz.
En zor kafiyeleri ve vezin şekillerini seçmiş olması da, bu şair ve müşteşrikin yüksek kabiliyetine bir delildir; nitekim kendisine haklı olarak “canlı kafiye lûgatı” ismi verilmiştir. Bilhassa kelime oyunlarına meraklı idi”; bu bakımdan doğu şairlerini çok andırır. “İranlılar’da gramer, şiir ve hitabet sanatı” isimli Farsça bir eseri bütün özellik ve incelikleri ile Almanca’ya çeviren Rückert, kelime oyunlarına karşı gösterdiği derin ilgiyi, Arapça köklerin sonsuz irtibat ve iştikak imkânlarına işaret ederek, şöyle savunuyor:
Kelime oyununa çatanlar da var ama,
Gelişmesi tam olan bir dile uygun gelir.
Dil ilkin sır dolu bir kelime oyunuymuş,
O zamanlar bilmezmiş, şimdi bunu biliyor.
Herkesin bilmeksizin yaptığını yapalım,
Gelin, kelimelerle bizler de oynayalım!
Rückert’in tabiatının sun’ilikten hoşlandığını söyliyenler olmuştur. Gerçekten sayısız manzumelerinde ihtirasla coşan, kendinden geçen mısralara hiç rastlanmaz; çok kereler Doğuya has imaj ve sembollerle…
(Not: Metnin bundan sonraki bölümü google translate ile çevrilmiştir.)
Yapay olanın Rückert’in doğası olduğu söylendi. Gerçekten de, sayısız şiirinde tutkulu, kendinden geçmiş bir biçimde belirsiz dizeler yoktur; Aşk şiirlerinde bile, imgelerin bazen doğulu taşkınlığına karşın, sakin bir duygulanım, yas şiirlerinde ölçülü bir acı vardır. Rückert kendi ifadesine göre “sarhoşken asla tek bir kelime yazmadı”. Duygu ve şiir değil, düşünce ve şiir birbirine akar; düşündüğü şey hemen bir şiir olur.
“Dünya benim için şiir malzemesinden başka bir şey değil” diye itiraf ediyor. Ve amacı, yabancı ülkelerden gelen hikayelere yeni bir şeyler eklemek değil, dili bu şekilde zenginleştirmektir. Almanya’da veya diğer ülkelerde, tüm hayatı şiire bu şekilde girmiş başka bir şair muhtemelen yoktur; hiçbir olay onun için bir şiire dönüşmeyecek kadar küçük ve anlamsız değildi (Nisan ayında yağan bir kar ona 38 şiir yazma ilhamı verdi!)
Gündelik cümleler bile melodik kadansların gümüş şelalesinde zarifleşiyor!
Rückert için en büyük tehlike burada yatıyor: onun gibi şarkı söyleyen adam nefes aldı, paramparça oldu. “Alman şarkı otu” dil bahçesini tekrar tekrar kapladı (şiir üretiminin genellikle aşırı büyümüş bir bahçeyle veya bin bir dallı orman)”. Sonunda artık ne yazdığını, ne çevirdiğini bilmiyordu ve bir şiir yazmak yerine yeni bir şiir yazmayı tercih etti”. Zaman zaman gerçek cevherlerin de bulunduğu taşan şiir bolluğu böyle ortaya çıktı. Şakacı, virtüöz “aylaklık”, ara sıra derinden hissedilen, son derece sanatsal şiirin ortaya çıkmasının koşuludur. Rückert, eserlerinin etkisini zayıflattığı için bu parçalanmadan muzdaripti (kim birkaç değerli inci bulmak için binlerce şiir okurdu ve yine de bu özelliğini eleştirenlere şöyle cevap verdi: Göller yaratmaktan, denizleri hareketlendirmektense, yüzlerce damlada kendini yansıtmak ona daha yakışırdı.
Hayat bana bir halı gibi geliyor,
Ve elim hep kayıyor;
Üstte veya altta
Sonunda, en küçük birçok şeyin
sessizce birbirine bağlandığı her yerde,
Büyük, çok genel bir şey meydana geldi.
Rückert, duvar halısını andıran bu şiiriyle doğu şiirinin özünü yakalıyor. Bu nedenle şiirlerinde Alman ve Doğu motifleri ve sembolleri arasında keskin bir sınır çizilemez. Şiirsel eserinin ana fikrini oluşturan sevgiyi, faniliği, Tanrı’ya güveni, bilgeliği öğretmeyi, Doğu şiirinde daha da büyük ölçüde yeniden buldu.
Friedrich Rückert 31 Ocak 1866’da öldüğünde, meslektaşları bile onun doğu dillerinden yaptığı çeviriler hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyordu ve bugüne kadar Arapça ve Sanskritçe’den yapılan kapsamlı çeviriler hâlâ basılmamıştı. Şair ve bilim adamı haklı olarak şikayet etti:
Bana ilham veren müzik zihinlere nadiren dokundu,
dillerde yaptığım şey bilim adamlarını neredeyse hiç etkilemedi.
Yine de şiirsel ve bilimsel çalışmaları çok az bilinen mütevazı Rückert, Goethe’nin dünya edebiyatı talebine en önemli hizmetleri sunmuş, Herder’in dünya şiiri hayallerini gerçekleştirmesine yardım etmiş ve en yüksek çeviri sanatını anlamıştır:
Rückert, Tanrı’nın, yaratığı her varlığa bir ses verdiğinden, bu ses ve dilde onları dinleyip anladığından emindir. Dillerin ve dinlerin farklı biçim ve kurallarının arkasında saklı bir şarkıyı aramış, Doğu’da ve Batı’da bu melodiyi müşterek bir bestede buluşturma arzusuyla yanmıştır.
“İnsanların ilk ve asli lisanı şiirdir.”
“Şimdinin benden çaldığı ismimi, gelecek teslim edecek bana” diyen Friedrich Rückert hakkında, 150. ölüm yıl dönümünde, “Goethe’yi bırakın Rückert okuyun” başlığıyla Süddeutsche Zeitung’ta yayımlanan makale, Prusyalı şairi haklı çıkartmıştır.
1788’de doğan ünlü şair, “İnsanların ilk ve asli lisanı şiirdir” der. Bir milleti tanımak ve sevmek, ne o ülkeyle yapılan savaş ve siyasetle ne de o ülkeyi kitaplardan öğrenmekle mümkündür. Zira bir milleti anlamak, o milletin şiirini ve kelimelerini anlamakla olur. Bireyler gibi milletlerin de bir his ve ruh dünyaları olduğuna inanan Rückert, bu dünyalara ancak şiir yoluyla temas edilebileceğine inanmış ve ömrünü de bu yola vakfetmiştir.
Sadece milletleri değil, insanın kendisini anlamasının yolu da evren, eşya, insan ve dildeki birliği kavramakla mümkündür. Şair ömrü boyunca varlığına inandığı ve tüm ses, tını, harf ve kelimelerin ait olduğunu düşündüğü bir ilahi lisanı yakalamanın peşinde koşmuştur.
Mevlana, Sadi, Hafız
Onun vahdet arzusundaki şair ruhu, Hıristiyan dogmasının dar sınırlarına sığamaz ve dil sofuluğunun (Sprachfrömmigkeit) verdiği ilhamla, Allah’ın birliğinin en güzel izlerini Doğu’nun şiirinde ve inancında bulur
Parçalanmış bir Almanya’ya doğan Prusyalı ünlü şair, Mevlana’dan etkilenerek tevhid ilkesinden ve vahdet-i vücud prensibinden etkilenmiş bir hayat ve sanat anlayışı geliştirmiştir. Onun vahdet arzusundaki şair ruhu, Hıristiyan dogmasının dar sınırlarına sığamaz ve dil sofuluğunun (Sprachfrömmigkeit) verdiği ilhamla, Allah’ın birliğinin en güzel izlerini Doğu’nun şiirinde ve inancında bulur. Araplar, Farisiler, ve Hintliler onun hiç tanışmadığı hususi ruh arkadaşlarıdır.
Kendi yazdığı gazellerini Freimund Raimar (Özgür Avaz) adıyla yayınlayan Rückert, hayatını, Doğu ve Batı nazmının en nadide iplerinden ilmek ilmek örülmüş ipekten bir halıya benzetir. O zaten kendine kurduğu bir rüya ülkesinde, Sadi’nin yüz yapraklı güllerinin açtığı, bin nameli bülbüllerin şakıdığı, Hafız’la şarapların içildiği, dervişlerin meşk ettiği bir bahçede yaşamaktadır. Tüm insanların asli lisanını arayan Rückert, o kadim ortak dili, tereddütsüz şiirde bulmuştur. Dünyayı açıklayan temel prensiptir şiir; ölçülerin ölçüsü.
Rückert, bir dilden başka bir dile kelime ve anlam çevirisi yapmaktan ziyade, o şiiri yeniden söylemiştir. Tercüme ve şiir söylemede o kadar mahirdir ki orijinal gazellerde yer alan kelime oyunlarının neredeyse aynısını Almanca tercümelerde de yansıtabilmiştir. Rückert’te şiir ve hayat o kadar iç içe geçmiştir ki büyük şair, “Yaşadıysam şiir gibi söyleyim, şiir gibi söyleyemezsem yaşamışım neyleyim” demiştir.
44 Dil Biliyordu
Rückert hakkında şöyle denmiştir: Dil diye bir şey yaratılmamış olsaydı, Rückert onu yapacak derecede dil ve üslup dehasına sahipti. Avrupa dillerinin yanı sıra Farsça, Arapça, Türkçe, Kıptice, İbranice, Tatarca gibi 44 dil bilen Rückert, Sanskiritçeyi de sadece 3 ayda öğrenmiştir. Pahalı olduğu için satın alamadığı Sanskritçe sözlüğünü kendi el yazısıyla kopya etmesi bile şairin dile ne derece yüksek bir tutku ile bağlı olduğunu göstermektedir. Şiirin yanı sıra 1600 Arapça deyiş ve atasözünü derlemiş, Hamasa isimli Arap halk türkülerinden oluşan bir eseri ve öğretici hikâyelerin yer aldığı Harîrî’nin Makamat’ını Almancaya kazandırmıştır. Bununla da kalmamış İslam öncesi Arap şiiri tercümelerinin yanı sıra Kâ’b İbn Züheyr’in Hz. Muhammed’den(sav) af dilediği şiiri de başarıyla tercüme etmiştir.
Kur’an’ı Şiirsel Bir Üslupla Çevirdi
1823 yılında Kur’an’ı dikkatle okuyup incelediğini ifade eden Rückert, ilk kez, Kur’an’ı şiir üslubu ile kısa ve uzun mısralar şeklinde tercüme etmiştir. Tamamlanmamış bu çalışmanın bazı bölümleri ilk kez 1888 yılında yayımlanmıştır. Annemarie Schimmel’in ifadesine göre bu çalışma, Kur’an’ın orijinal üslup ve ruhuna en yakın Almanca tercüme niteliğindedir.
Özellikle Duha ve İhlas surelerinin çevirisi, Arapça ve Almancaya aşina kulakların teslim ettiği üzere orijinalindeki duygu ve melodiyi neredeyse aynıyla vermektedir. O dönemde tercüme için yardımcı sözlük, gramer kitapları ve diğer teknik malzemenin yokluğu düşünüldüğünde, Rückert’in tercüme çalışmalarının ancak yüksek bir edebî deha ve istidatla mümkün olabileceği görülecektir.
Firdevsî’nin Şahname’sini önce el yazısı ile kopya eden ve Almancaya kazandıran şairin asıl yoldaşı ise Almancada gazel yazma ilhamını aldığı Hafız’dır. Hafız’la meşgul olduğu dönemde (Östliche Rosen) Şark Gülleri isimli çalışma ortaya çıkmıştır. Ölümüne kadar Hafız okuyan ve tercümesiyle meşgul olan Rückert Farsçanın Almancadaki hoş sadası olmuştur.
Rückert, öğrenmenin ve anlamanın rasyonel değil sezgisel olmasından yanadır. Ona göre tercüme sanatı, kelime anlamlarını tam olarak bilmediğin bir metni, tam ve doğru olarak ifade etme sanatıdır ve gerçek tercüme eserler de böyle ortaya çıkar. Bu seziş kabiliyetini edinmenin yegâne yolu ise, tercüme edilecek dilin yahut öğrenilecek “şey”in dünyasına girmek yani onu sevmektir. Rückert öğrendiği her dille, inandığı ilahi ortak lisana daha çok yaklaştığını düşünür ve ruhunu esir eden zincirin halkalarından tek tek kurtularak özgürleştiğini hisseder.
Kindertotenlieder – Çocuk Ağıtları
Eşine ve çocuklarına vefa ve aşk ile bağlı bir aile babası olan Rückert’in henüz 3 yaşında kaybettiği kızı ve oğlunun hatırası için kaleme aldığı 400 çocuk ağıtını içeren Kindertotenlieder şiirlerinden bazı parçalar Gustav Mahler, Shubert, Schumann ve Loewe tarafından da bestelenmiş ve büyük ün kazanmıştır.
Bu derlemede yer alan şiirler evlatlarını kaybetmiş bir babanın çaresizliğinden çok kaderin cilveleri ve hayatın manası ile ilgili bir arayışın ifadesidirler. Çocuk ağıtlarında acıdan teselliye geçişin nağmeleri okunur.
Gündüzüme gölge geceme ay ışığısın
Ölümün hükmü geçmez kalpte olana
Sen benim ahımda yaşayanımsın
İlkbaharda Şair, Sonbaharda Bilgin
Rückert iki iklimli bir hayat sürmüştür. Kısa sürede, anlamanın da ötesinde o dilde şiirler tercüme edecek ve yazacak seviyede dil öğrenen bu büyük deha, Erlangen’da ve Berlin’de filoloji öğreten bir üniversite hocası ve sınırsız bir duygu ve hayal dünyasına sahip bir şairdir.
Rückert, şair ve filolog kimliğini birbirinden ayırır. Nitekim kendisine üç semitik dilde tercüme yapması için gönderilen metinleri bekletmiş ve şöyle demiştir: “Şimdi kuşlarla, çiçeklerle ve yeni gelen baharla söyleşmekteyim, bekleyin, sonbaharda sisin gün ışığını örtmesi gibi şairin ilhamını gölgeleyecek Bilgin’i bekleyin.” Baharda çiçeklerle söyleşmek ve çiçek tozlarını koklamak varken, kitap tozları arasına kendilerini gömen insanları hayretle karşılamıştır.
Ona göre yalnızca insanların, kuşların, çiçeklerin değil, dillerin ve kelimelerin de ruhları vardır ve o, bu ruhlarla söyleşip durmaktadır.
Rückert, Tanrı’nın, yaratığı her varlığa bir ses verdiğinden, bu ses ve dilde onları dinleyip anladığından emindir. Dillerin ve dinlerin farklı biçim ve kurallarının arkasında harf harf, kelime kelime, vezin vezin saklı bir şarkıyı aramış, Doğu’da ve Batı’da bu melodiyi müşterek bir bestede buluşturma arzusuyla yanmıştır.
Ayna ve Sema: Zikir Motifleri
Yabancı dil öğrenmek ne demektir?
Mevlana’nın şiirinde sıklıkla kullandığı ayna metaforu Rückert’in de en çok kullandığı sembollerden biridir. Dünya ve evren Allah’ın, şiir ve sözcükler insan ruhunun, seven iki kalp ise birbirlerinin aynasıdır. Sevgililer birbirlerinin penceresinden dünyayı temaşa ederler. Her bir sevgili diğerinin dünyaya açılan penceresidir ve o aşk penceresinden yaşamın türlü manzaralarını izlemekte, iklimlerini yaşamaktadırlar.
Rückert’e göre kelime ruhun aynasıdır; İnsanın Tanrı’ya sunabileceği neyi vardır ki ödünç aldığı kelimelerinden başka; dualarından, şarkılarından ve şiirlerinden başka. Tanrı da varlığının aksini bu kelimelerde seyreder çünkü bilinmek istemiştir. Şiirin ruhu, (Geist der Poesie) varlığın arkasında ve önünde, içinde ve dışında gezinir durur. Arayanlar oradan belki açık bir kapı bulur ve dünyanın hakikatine doğru yol alırlar.
Hayatı boyunca şairi meşgul eden temalardan birisi de Mevlana şiirlerinden aşina olduğu sema ve zikirdir. Mevlana’nın gazellerinden ilhamla yazdığı ve “Def söylesin ney inlesin Allah hu!” diye başlayan ve “Yalnızca Semada aşk ile dönen erenler/ Aşk uğruna tatlı canın verenler/ Allah’ta yaşar ve Allah’ta ölürler/ Allah hu!” diye biten kısa gazelinde, semadan duyduğu coşkuyu dile getirmiştir.
Dönen bir dervişin varlığında tevhidi gördüğü gibi, doğum ve ölümle birbirine eklenen halkalarda varlığın devridaimini izler. Sema edenler bu dansta kimi zaman yer değiştirseler de şarkı susmaz, ritim durmaz aslolan semadır. Sema sonsuza kadar döner ve ölüm
Beni zelil edecek mala el uzatmam Şerefime leke sürecek bir şeyi asla hoş bulmam
Sizden ayrıldıktan sonra yalnızlıktan uyuyamadım Nihayet (yokluğunuza) sabrettim de uykularım geri döndü
Olur da sizin dostluğunuz gibisiyle bir daha sınanırsam Onlardan ayrılmayı da kendime hak görürüm
Atım koşumunu yıprattı sizden uzaklarda Gemi ve dizgini değiştirildi Fustat’ta
Yiğit Ebu’l-Misk’in diyarında Onun cömertliğinde boğulur Yemen ve Mudaru’l-Hamrâ
Bana olan bazı vaatlerini her ne kadar geciktirmiş olsa da Ne ona olan umudum azalır ne de gücünü yitirir
O esasen sözünün eridir ancak Benim ona olan muhabbetimi imtihan etmektedir
Mütenebbî Çeviren: Hüsna Tosun
“Ben şiirle kehanette bulunan ilk kişiyim” (أَنَا أَوَّلُ مَنْ تَنَبَّأَ بِالشِّعْر) mısrasının şairi Mütenebbî, Şîraz’dan Bağdat’a geçerken bir grup bedevî tarafından yolu kesildi, meydana gelen çarpışma sonunda oğlu ve kölesiyle birlikte öldürüldü, divanının kendi yazdığı nüshası dahil bütün malı ve eşyası yağmalandı.
Alain de Botton: ‘Önce yalnızlığınızı kabullenin, sonra aşkı yaşamak kolay’
Birbirine ölesiye âşık olanlar nasıl oluyor da iki aya kalmadan kanlı bıçaklı iki düşmana dönüşüyor? Hayatta herkesin bir ruh eşi var mı? Yalnızlık nasıl paylaşılır? Evlilik yeminleri neden baştan yazılmalı? Modern ilişkilere, aşklara dair kafadaki tüm soruları bu kez bir aşk romanı yazan ‘modern filozof’ Alain de Botton’a sorduk, yeni kitabı ‘Aşk Dersleri’nden yola çıkarak yeni nesil ilişkileri konuştuk.
Yanlış insanla evlenmek, romanınızın ana damar konularından. Bir yandan da son araştırmalar, boşanma sayılarının katlanarak arttığını gösteriyor. Neden boşanmak, evlenmekten daha popüler oldu?
– Etrafına bir bak, herkes birlikte olmak isteyeceği kişiyi tanımlarken ‘nazik’, ‘eğlenceli’, ‘maceraya açık’, ‘etkileyici’ gibi laflar sayar. Bunları arzulamakta bir sakınca yok. Fakat mutluluğu yakalamak için biraz gerçekdışı niyetler bunlar. Modern insan hiç olmadığı kadar defolu. Bu yüzyılda, modern hayatın içinde yaşıyorsan nevrotik ve dengesiz olmaman mucize. Herkes az biraz deli, herkes belli bir seviyede ruh hastası.
Daha sağlıklı bir ilişkinin temelleri nasıl atılır?
– Birbirinizi tanıma evresinde “En sevmediğim özelliğim mükemmeliyetçi olmam” gibi cümleler kurmaktan vazgeçin. Huysuz, deli, ruh hastası taraflarınızı aylarca halının altına süpürüp saklamanın faydası yok. O halı, elbet bir gün havalanacak. Birbirinizi tanıma faslında, arıza taraflarınızı olabildiği kadar karşılıklı dökmeye bakın. İyi gelecek.
AŞK İÇİN EVLENEN KALMADI
Günümüzde romantik ilişkilerin, evliliklerin geçmişte kaldığına dair bir kanı var. Sizce de mutlu evlilik dönemi bitti mi?
– Evliliği, geri kafalı bir müessese olarak düşünmek kulağa çok cazip geliyor tabii. İnsan sevdiğiyle birlikte mutlu mutlu yaşayıp giderken neden bunu ele güne karşı tescil etme ihtiyacı hissetsin? Hayattaki tüm yakınlarını bir odada toplayıp “Bakın, ne kadar sevdiğime siz şahitsiniz” demek kadar saçma bir şey olabilir mi? Dünyada her beş kişiden dördü yapması gereken bir şey olduğu için evleniyor. Düzen böyle işliyor. Tanrı bizden bunu istiyor.
Evliliğe artık inanmıyor musunuz?
– ‘Evlilik’ten ne kastettiğimize bağlı… Günümüz evliliklerinin çoğu dayatma ürünü. Ya da başka başka sebeplerin sonucu: Anne-babanı memnun etmek, rahata ermek, sosyal baskıdan kurtulmak, çocuk sahibi olmak diye uzar gider liste. Âşık olmak, maalesef sıralamanın en altında. Sırf aşk için evlenen kalmadı ki evliliğe olan inancımız kalsın.
Bir yandan bir anda âşık olmak sanki hiç olmadığı kadar kolay. Fakat günümüzde bir ilişki yürütebilmek aynı derecede zor. Neden?
-Modern aşk fikri, birini sevmekten çok birine hayranlık duymakla güçlü bir şekilde ilintili. Birinin zihnine ve/veya fiziğine hayranlık duymakla başlar aşk. Karşımızdakini her geçen gün daha zeki, cesur ve güzel bulmaya başlarız. İnsan doğası bu; hayatı boyunca sürekli hayranlık duyacak, yörüngesinde dolanacak bir ışık arar durur. Aslında insana değil, ‘âşık olma’ haline âşık olur dururuz.
Âşk sandığımız şey aşk değil o zaman.
– Alakası yok. Ancak kendinden vazgeçebilince başlar aşk. Modern hayatta başkasının mutluluğunu, kendi mutluluğundan önce düşünebilir misin? Geçmiş yüzyıllarda bu çok mümkündü. İnsan hayatının kapladığı alan sınırlı, dünyası daha küçüktü. Hayattaki seçeneklerinin sonsuz olduğu bir düzende, kendinden vazgeçebilmek hiç de kolay değil.
HEPİMİZ YALNIZ ÖLMEK ZORUNDAYIZ
‘Ruh eşi’ne inanır mısınız? Herkesin bir ruh eşi var mıdır?
– Yok, asla olamaz. Hayatta bizi gerçekten anlayan birinin olması teknik olarak mümkün değil.
Neden?
– Sevgilinizle istediğiniz kadar aynı görüşe, zevklere, ilkelere sahip olun; şiddetli ölçüde bir uyumsuzluk her zaman baş gösterir. Sebebi basit: Dünyaya farklı zamanlarda gelmişsiniz, başka ailelerin ürünüsünüz, deneyimleriniz farklı. Bir manzaraya karşı aynı şeyi düşünmek mümkün değil. Mavi gökyüzüne karşı biri yanındakinden son derece romantik ve büyüleyici cümleler duymayı beklerken, öteki belki de bu kareyi azap verici derece banal buluyor. Hayatımızdaki insan bizi bir noktaya kadar anlayabilir, gerisi hep yalnızlık.İstediğimiz kadar evlenelim, âşık olalım, biriyle aynı evi, hayatı paylaşalım; bu, günün sonunda yalnız olduğumuz ve yalnız öleceğimiz gerçeğini değiştirmiyor. Hepimiz yalnız ölmek zorundayız. Doğa böyle işliyor.
Tuhaf bir ikilem yok mu bu durumda?
– Şu hayatta yaşayacağımız en utanç verici yüzleşme de bu zaten: Yalnızlığı kabullenmek. Gerisi kolay. Bununla barışmadan başlayacağınız her ilişki sakat doğar, sancılı geçer, saf mutluluk getirmez.
Bir yandan yaşı ilerleyen her bekâr insan, “Yalnız yaşlanacağım” korkusuyla ilişki peşinde.
– Yapılan en büyük hata da bu zaten. İnsanların çoğu gerçekten âşık olduğu için değil, yalnız kalmak istemediği için bir ilişkiye başlıyor, hatta evleniyor.
Mutlu bir hayat, sağlıklı bir ilişki için önce yalnızlığımızı kabullenmemiz gerekiyor yani…
-Kesinlikle. Hayatı boyunca aslında yalnız olduğunu, idrak eden, hayatı daha hafif, daha sorunsuz yaşar. Rahatlar bir kere. Daha yaratıcı olur. Şarkılar söyler, şiirler yazar, kitaplar üretir. Bambaşka bir mertebede yaşar, üretir. O seviyeye anacak kendi kendine yetebildiğini fark eden insan erişebilir.
Yalnızlığına alışan biri ilişkiden, evlilikten hepten uzaklaşmaz mı?
– Tam aksine, asıl kendi kendine yetebilen bir insan sağlıklı, mutlu bir ilişki kurabilir, bir başkasını gönülden sevebilir. Başkasının düşündüklerini tekrar edip durmaz, kendine ait bir görüşü vardır çünkü. Daha dikkatli dinler, kendini dinlemekten antrenmanlıdır çünkü.
VÜCUT EVRİMİNİ TAMAMLASA DA KAFA DEĞİŞMİYOR!
Tamam, ruh eşi yok. Peki ya ‘ideal eş’?
– İşte, orada tamamen şans devreye giriyor. Dünya üzerindeki 7 küsur milyar insan arasında elbet sizi en iyi anlayacak, ruhunuzu tamamlayacak bir avuç insan var. Kim bunlar, neredeler, en ufak fikrimiz yok. Belki az önce sokakta yürürken yanımızdan geçti gitti, belki iki hafta önce Sydney’de hayatını kaybetti, kim bilir… ‘Big Data’, hepimizi kodlayıp etiketleyerek dev bir bilgi havuzuna atmadan kiminle nasıl kusursuz bir uyum sağlayacağımız bilinemez.
Etrafına, yakınlarına son derece anlayışlı ve yumuşak olan biri, neden sevgilisine dünyayı dar etsin?
– Çocuklarla kurduğumuz ilişkiyi düşün… Ufak yaştakilere karşı sonsuz bir toleransımız vardır. İster durduk yere çığlık atsınlar, ister elindeki oyuncağı garip bir şekilde yerden yere vurmaya başlasınlar; ‘çocuk’ der geçeriz, huysuzluğunu uykusuz olmalarına ya da acıkmalarına veririz. Oysa bir de yetişkinlerin ilişkilerdeki davranışlarına bak… Eşiniz, annenizin doğum günü partisine işi yüzünden geç kaldıysa gününüzü mahvetmek istiyordur. Eve gelirken diş macunu almasını birkaç kez hatırlatmasına rağmen unuttuysa kesin yapmak istemediğiniz bir şeyin öcünü alıyordur. Kulağa başta garip gelse de bilimin de kanıtladığı bir gerçek var: Yaşımız kaç olursa olsun, hepimiz, az biraz çocuk kalıyoruz. Dışardan koca yetişkin bireyler olarak gözükebiliriz. Vücut, fiziksel değişimini, evresini tamamlasa da kafa değişmiyor.
BOŞANMAK DA EVLİLİK KADAR KUTLAMAYA DEĞER OLMALI
Bir müessese olarak evlilik nasıl kurtulur?
– Ancak ve ancak evlilik öncesi söylenen yemin metnini yırtıp baştan, yeniden yazarak…
Eşini, sağlıkta hastalıkta, iyilikte kötülükte yalnız bırakmayacağına ve hep yanında olacağına dair yemin etmenin, söz vermenin neresi yanlış?
– Yanlış değil, gerçeklikten uzak. Fazla optimistik, aşırı iyimser. Maalesef hayat her zaman aynı iyimserlikte ilerlemiyor. “Evet” demeden önce sarf etttiğimiz büyük laflar, farkında olmadan bizde ağırlık yapıyor. Bu yüzden, sözünü yerine getirmediğinde yenilmiş hissediyorsun, boşanma eşiğine geldiğinde insan karşısına çıkamayacak kadar utanç içinde buluyorsun kendini. Oysa boşanmak da evlilik kadar kutsal ve kutlamaya değer olmalı. Evlilik öncesi verilen yeminler yüzünden boşanmak bir insanın başına gelip gelebilecek en kötü şeymiş gibi gözüküyor.
Nasıl olmalı ideal evlilik yemini?
– Çoğu zaman kavga edeceğiz, mutsuz olacağız, acı çekeceğiz, bu deliliği yaptığımız için pişman olacağız. Seks hayatımızın yavaş yavaş ölmesine tanıklık etmeyi de kabul ediyor, ilk gün heyecanının kaybolacağına baştan razı oluyorum. Yıllar sonra, evlenmenin hayatta aldığımız en kötü karar olduğunu fark ettiğimde paniklemeyeceğimi kabul ediyorum. Amin.
DERİN SOHBET HER ZAMAN İYİ SEKSİ DÖVER
Sizden bir felsefe yazarı, aşk düşünürü gözüyle birkaç ‘ilk buluşma’ tavsiyesi vermenizi istesem..
– Karşınızdaki kişiyi bir an önce soymayı değil uzun ve güzel sohbet etmeyi hayal edin. Burnu, gözleri ne kadar ilgi çekici olursa olsun bir süreden sonra gözünüz alışacak, sıradan gelecek. Birbirinizi, saatlerce sıkılmadan konuşacak kadar enteresan bulmuyorsanız, o ilişkiden hayır gelmez. Çoğumuz farkında değiliz ama günün sonunda derin ve ilginç bir sohbet, her zaman iyi seksi döver. Tercihimiz, başta seks gibi gözükür. Ama asıl kazanan, sohbeti güzel olan olur.
ali şiir yazıyor mu sevgilim ali de ayşe gibi salondaki peteği kapatıp kendi çapında şiir karalıyor mu
ilaç alıp bunu düşünüyorum her şey ben tam uyumak üzereyken olmuş gibi net hatırlamıyorum ama kesin biliyorum seni sevmek bir suya götürdü beni bir suya gittim dönemiyorum
insan bazen dönemiyor sevgilim her sabah dilinin altına bir sözcük daha bırakıp dönemiyor ben bir ilk tam uyumak üzereyken nerelerden ben bir ilk uyanır uyanmaz nerelerden
dönemedim
bir dağın belindeki ağaçları hınçla sallamak diye bir ilaç ambulanstan yol istemek adlı bir atak ve bir ay kadar koşmak bana iyi geldi
bana iyi geldi ne demek sabahları bana içimdeki deşik etimdeki işaret sabahları bana son anda ölmemiş olmanın öfkesi sabahları bana sert sessiz harfler
sabahları içimin en güzel yeri
senden bana dökülen incilerim sevgilim
dökülüyor kaşıma sabahları içimi
dünyada çok önemli şeyler oldu ama ben de sizin eve baktım bir tayın bir taya baktığı bir tayın bir taya uzun uzun baktığı bir tayın bir tayı bıraktığı gibi dünyada çok önemli şeyler oldu
atlar yalnız kalmamak için bu kadar koşarlar diyen o at yalnızlar koşarken de yalnızdır diyen o at yalnızlar öperken de yalnız ben sana sımsıkı sarılırken de o at buramdaydı
bu ses nereden geliyor dediğim o gün göğsümdeki at kardeşlerim göğsümdeki at yere uzandı
dünyada çok önemli şeyler oldu hem ölmedim yüzükoyun hem alnımda yeryüzü
ölürüm dediğim yerde ev yaptım
hatırlamayı unutma sevgilim kırılmasın diye yükseklere bıraktığın o şeyleri hatırlamayı unutma
dağların belindeki ağaçlardan çıkardığım hışırtıyı bu ses nereden geliyor dediğin zamanı o sesin sadece sana gelmesindeki rüzgârı unutma
bazı sesleri sadece atların duyduğunu ve bu yüzden yalnız olduklarını atların yalnızlıktan koştuklarını
görmek ve duymakla düştüğün ovayı yediğin kırbacı edindiğin vebayı unutma insan bazen unutup ölemiyor
dünyanın sonunu görüp unutup ölemiyor
nefis bir hevesle başka neresine gider başka nereme gidebilirim ki deyip göğsümdeki kazı alanına gittiğim o gün yerdeydi her şey yerdeydi herkes üzerini örtüp sen uyu dedim sen uyu
ben bu yerde biraz daha bağdaş kurup
sen uyu
ben biraz artık hiç uyumayacağım
ancak yükseklerde unutabilirim diyerek çıktığım ağaçlar yerleştiğim ilaçlar indiğim ovalar seni bir ormanda bulup bütün yokuşlardan sonra dümdüz bir yerde kaybetmiş olmak da marifet sevgilim
şimdi uyumak ve bir ovayla tamamlanmak dışında bana ne iyi gelir bana ne iyi gelir uyumak ve bir ovayla tamamlanmak dışında
sevgilim yatağın kırışmamış düzlüğü yastığın olmayan çukuru her şey neden bu kadar pırıl her şey neden bu kadar aklımda göğsündeki çöl sırtımdaki vaha reçinenin ağaca yapıştığı gibi hiddetle yapışıyordun bana
senden sonra dünyada çok önemli şeyler oldu uçtum
birine bakmıştım deyip içine girdiğim yüzlerden biri yokmuş içinizde diyerek çıktım biri yokmuş her sabah biri yokmuş her masa biri yokmuş her çarşı
çalışmayan bir aleti kapatıp açmak gibi beni de her gece kapatıp kapatıp her sabah açan yeryüzü sanki dünyaya gelmedim de olmayan bir yerde olmayan birine bakıp bakıp çıktım ben
düşersem kendim düşerim diye hem güzel uçtum hem muazzam düştüm
sağ salim sensiz ve ayaküstü
artık insan bana iyi gelmiyor artık insan bize iyi gelmiyor diyerek beraber havalandığımız göğü tek başına ve hiçbir yere değmeden düşmek düşmek nefisti sevgilim
yere ilk indiğimde bir ağacı sallar gibi salladılar beni yere ilk indiğimde şimdi ben neyin yanındayım dedim ne benim yanımda
boğazımdaki yumruyu boğazımdaki yumruyu göğüs kafesimi eklem yerlerimi seni ve bunu yerde anlatmamı benden bekleme
“düşen şeylerin gürültüsü”nü konusu olmayan bir mutsuzluğu anlatmamı benden bekleme
insanı çok aşağıya yapmışlar sevgilim
insanı çok aşağıya
içine çok yeryüzü içine çok dünya
biliyorsun yükseldiğimiz gökte bu da olsa yer yarılır bu da olsa dünya durur dediğimiz her şey oldu dünya durmadı
biliyorsun bir kere saçlarını çok bir kere sımsıkı bir kere tutam tutam üç yıl arkaya doğru tarayıp üç yıl bir muska gibi yanımda sakladım
biliyorsun senin saçlarınla başlayıp nasıl oluyorsa benimle devam etmiş insan sevmeyen insan sevmeyen ama kırlara katkı sunan bir yüzün kapkaranlık bir ormanın vardı
ormanımız
düşsem ölürüm düşsek ölürüz dediğimiz o ormanda sana edilmiş bir yemin gibi başında beklemediğim cümle dalını budamadığım ağaç eğilmediğim yüz kalmadı
sevgilim bir şey var artık kuramadığım kurmalı bir saat başımda çın çın öten bir demir dönemediğim bir yer fırlatmak için bir odaya koyup her gece salladığım bir cümle durup dururken başına geldiğim başıma gelen bir heves bir serinlik gittikçe kalbimi gagalayan bir kuş
sevdiği şeye dokunmadan etrafını döndüğüm içimde sessizce büyüyen bir yer düşmek değil çakılmak isteği
beni artık çağırma sevgilim kırınla ovanla etinle saçınla beni artık çağırma başından beri içimde birbirine bakan birbirine değmemiş iki tay var ben bir yere batayım bir yer bana batsın arzusu ben bir yere çarpayım bir yer bana çarpsın hevesi
beni delinme beni parçalanma isteği beni taylarını saldığı gün cam yiyen bir at beni kardeşlerini çiğneyen genlerim beni tam ortasında kaldığım dünya beni Allah günde beş defa olmamışım diye geri çağırıyor
sen beni çağırma
yeryüzünde bazı konular yok bazıları da hiç kapanmıyor diye seni ateş ve suyla değil toz ve demirle değil künçle hınçla utançla icat ettim
başkasın sen başkadır ağzın başka bir ağaca benziyorsun yüzünde başka bir orman var diye diye seni ben hem ormanına girip hem hiçbir dalına değmeyerek dokunmayarak hiçbir ağacına içimi taşlara sırtımı duvarlara süre süre
seni ben gövdemse tir tir titreyen bir kuş ters dönmüş bir kaplumbağa seni ben durup dururken değil içinde sıkıldığım bir yeryüzü içimde sıkılan bir yeryüzü var diye diye icat ettim sevgilim
ben hevesim kursağımda burada buralarda
sen mucidini öldüren her icat gibi ne işe yaradığını bilmeyen bir alet gibi orada oralarda
herkes durmuş birbirine bakıyor herkes durmuş birbirine neden bakıyor sürekli beni aşağıdan çağıran biri bir hırıltı olarak iniyorum çarşılara çarşılar renkli çarşılar dağılmışım beni yanlış toplamışlar gibi
sevgilim artık başım tam gövdemin üstünde değil rüzgâr alan yerlerim su geçiren yerlerim karın boşluğumda tayını salan atın sesi kulaklarımda göğe fırlatılmış hep birbirine çarpan iki taşın sesi ağacıma salıncak kuranların sesi
sorduğum herkes seni uzaktan tanıyor gittiğim her yerden az önce çıkmışsın kime baksam kim bana baksa içimde incinmiş bir atın o son cümlesi ölmek değil asılmak istiyordum dünyaya tayımı saldığım günden beri
şimdi kim bilir nerede değilim diyerek günler yanımdan günler önümden günler içimden etinle geçiyor sevgilim etinle
seni göğsüme takıp çıktığım rüzgârlar ne güzel ne güzel vurulduğum yerlerde yürüyebilmen evine rüzgâr götürebilmen aşağı bakabilmen ne güzel
ağzınla kuş tutman kılı kırk yarman derini yüzmeden yeni bir deriye değdirebilmen ne güzel
içimde bir yer bir yere değiyor kenarları kalkıyor aklımın kime değsem kim bana değse o tören
düşerken biçim almış bir gövdeydim beni ancak düşerken sevebilirlerdi
düşmek yapraklıdır sevgilim önce dökülüyorum zannediyor insan yana eğilmiş bir ağaç gibi dizlerimin orada başlayan harp omuzlarımda titremeye dönüştüğü zaman vakti gelen bir yaprak nasıl hem döküldüğünü zannedip hem düşüyorsa ağaçtan nasıl iniyorsa öyle yere öyle görkemli öyle yavaş öyle un gibi bakıp teni cam olan birinin boynuna şahdamarına
seni tamamen unuttum ama etinin içini görüyorum saçlarının dibini razı bir rüzgâr gibi azar azar da olsa senden artık uyurken dökülüyorum kendi etrafıma
kendi etrafıma sevgilim dal dal yaprak yaprak günde birkaç defa hafif sıyırıklarla
çünkü yapraklar sevgilim düştükten çok sonra inanırlarmış artık ağaçta olmadıklarına çünkü yaprağın daldaki boşluğu yine o yaprağın kendisi kadar
süzüle süzüle sevgilim süzüle süzüle
döküldükten sonra da ağacını anlatan yapraklar gibi şimdi günlerim hiç geçmiyor olabilir ama geçmişim çok güzel gidiyor
Boş eller yere bakan gözlerle duruyorum yaşamın ve
ölümün eşiğinde Ve sesini duyduğum deniz boğulanları geri vermeyen bir denizdir zaman Ve benden sonra dağıtacaklar ruhumu ezik düşlerim kurtulamayacak açık arttırmadan Sözlerim şimdiden ıslak dudağımda bir yaprak gibi
kuruyor işte
Bu dizeleri kollarım sonuna kadar açıkken yazacağım duyulsun kalbimin orda dört kez çarptığı Geçeceğim boğazımı ve sesimi nefesimi ve şarkımı ölümü göze alarak Biçmekten sarhoş olan orakçıyım ben yaşamını ve tarlasını yıkarak Ve kaybedince de nefes nefese tozunu silkeler gibi vurur da vurur tırpanını
Bendim seçen bu çarmıha germe boyutunu vermeyi dizelerime Ve şans nasıl isterse öyle düşsün üstüme dizelerin durağındaki bıçak En sonunda gerekecek ölçüsüzlüğüme uygun bir ölçüye ulaşmak Düşlerimle bir manto yapmak için gerçeğin boyutlarına göre
Yaşam rüzgârların katettiği kocaman hüzünlü bir şato gibi geçmiş olacak Kapılar çarpar hava akımlarından ama hiçbir oda kapalı değil işte Tanınmamış zavallı ve yorgun kişiler oturur kimi silahlı nedense Otlar bürümüş hendekleri parmaklık hep yukarıda kalacak
Bu evde kim ne derse desin eskiler veya yeniler kendi evimizde değiliz Yolu niye buraya düşmüştür kimse bilmez belki her şey
bir düştür Kimi açtır kimi üşümüş çoğu onları kemiren bir sırra gömülmüştür Arada sırada yüzü olmayan krallar geçer önlerinde
çökülür diz
Gençken meleklerin zaferi yakındır diye söz edilirdi bana Ah nasıl inanmışım nasıl da kanmışım sonra yaşlandım işte Gençlik çağı düşen bir perçemdir hep onların gözlerine Ve ihtiyarlara kalan çok ağır ve çok kısa öyle ki rüzgâr başka türlü eser onlara
Öze değgin olan’la ilgili sorular sorarlar kendi kendilerine Ne kadar da azdır yapıp ettikleri görürler geçerken bu terkettikleri şantiyeden Kurbana tercih edilen gölge ey zavallılar kimse medet ummasın gelecekten Sokakta oynayan küçük çocuklar sonsuz acıyorum sizlere
Görüyorum önünüzdeki her şeyi mutsuzluğu kanı ve usancı Hatalarımızdan hiçbir şey anlamamış olacaksınız düşlerimizden hiçbir şey öğrenemeyeceksiniz Hiçbir işinize yaramamış olacağız bedelini kendiniz ödeyeceksiniz Omzunuzun çöktüğünü görüyorum Alnınızdaki alışkanlıkların kırışıklıklarını
Elbette elbette diyeceksiniz bana durum hep böyle ama bu yüzden Düşünün hele bir kez canlı parmaklarını etten ellerini çarka sokanları Durum değişsin diye ve düşünün işte kafeslerini bile tartışmayanları İnsanın hakkı olabilir umutsuzluğa bir anlık duraklama hakkı yokken
Ve bir gün gelir de zaferin anlamsız güneşi üstünüzde olursa Hatırlayın biz de biliyorduk bunu kölelik bayrağını indirmek için Başkalarının Akropol’e çıkışını ve hâlâ nefes alan kendileri ile ünlerinin Atılışını tarihin toplu mezarına
Düşünün hiç bitmeyeceğini savaşın ve değersizliğini yenginin Ve her şey altüst olabilir insan insandan sorumlu ise Büyük olaylar yaratıldı gördük ama korkunç olanları da vardı içlerinde Zira her zaman kolay değildir ayırdedilmesi kötü ile iyinin
Siz de geçtiğimiz yerden geçeceksiniz açık bir kitap gibi okuyorum içinizi İçinizde çarpan bu kalbi duyuyorum bir kalp nasıl çarpıyorsa benim içimde Onu nasıl eskiteceğinizi biliyorum ve nasıl sönüp sustuğunu içinizde Sonbaharın makyajını nasıl sildiğini ve bir kış gülünün çevresindeki sessizliği
Moral bozmak için söylemiyorum bunu hiç’e bakmak gerekir Yüzyüze onu yenebilmek için Şarkı yitirmedi güzelliğini eksilse de Bir başka yerde dinlemeli ki bir yankı gibi tekrar doğar tepelerde Yalnız değiliz dünyada şarkı söylemek için ve oyunsa şarkıların tümü demektir
Oyunda rol yapmasını bilmeli ve bir sesin susmasını bile Bilin bunu derin koro tekrarlar hep yarım kalan cümleyi Şarkıcı yapsın sonuna kadar ne varsa elinden geleni Ne önemi var bir varsayım gibi beni yanyolda terketseniz de
Ben de terkediyorum sizi son kez ayağa kalkan bir oyuncu gibi Sitem etmeyin ona gözlerinde taşıdığı gölgeden bir şeyler yansırsa dışarıya Artık bir armağan veremem size bu karanlık ışıktan başka Yarının insanları üfleyin mangaldaki kömürü Siz söyleyin görüp geçirdiklerimi
Londra’nın bu kızıl labirentlerinde bakıyorum en garibini seçmişim insan uğraşlarının, bir bakıma hepsi de, kendine göre, öyle olsalar bile. Ele geçmez cıvada felsefe taşını arayan simyacılar gibi sıradan sözcükler yapacağım -hileli kumarbaz kâğıtları, halkın uydurduğu sözler- Thor esin ve patlama, gök gürlemesi ve tapınmayken onları büyülerinden vazgeçireceğim. Bugünün deyişiyle, sırası gelince ben de ölümsüz sözler söyleyeceğim; daha değersiz olmamaya çalışacağım Byron’un yüce yankısından. Yaralanmaz olacak ben olan bu toz. Bir kadın aşkımı paylaşırsa, şiirim onuncu katına değecek eşmerkezli göklerin; bir kadın omuz silkerse aşkıma, ezgiler yaratacağım hüznümden, zamanın içinde yankılanan koca bir nehir. Kendimi unutarak yaşayacağım. Görür gibi olup unuttuğum o yüz olacağım Hainliğin kutsal yazgısını kabul eden Yehuda, bataklıktaki Caliban, korkusuz ve inançsız ölen paralı asker olacağım, yazgının geri çevirdiği yüzüğü görmekten korkan Polycrates, benden nefret eden o dost olacağım. İran bülbülü sunacak bana, Roma kılıcı.. Maskeler, derin acılar, dirilişler örüp sökecek alın yazımı ve ben bir yerde Robert Browning olacağım.