Ne Var ki Avucunda

ölesiye çalıştın ya da hiç çalışmadın
hiçbir sevinç -sevinç ne- hiçbir şey yok
şu gecenin ucunda
ve öteki boşluklar ürpertiyor insanı
tek başına olmanın dengesine vurunca
evet şimdi ne var bakalım avucunda:
dövüş mü, yenilgi mi, bir bulut parçası mı
aşkın fotoğrafı olan bir mayıs sonrası mı
bir türkü mü, bir asker matarası mı
terhis tezkeresi mi, karakol sırası mı
becerikli bir anahtar mı, bir polis tabancası mı?
şimdi nerde, ne zaman, nasıl bir kadın
-bir adam da olabilir-
mutlu olabilmiştir bir (tek) başkasıyla
gökler başıboş bir fanus gibi
çılgın bir kürre gibi gidip
her yanımızı boş bırakınca
bomboş bırakınca
yalnızlık çoğalan bir yunus gibi etrafını sarınca
ne var avucunda:
soylu dedenin anısı mı, bir sultan sofrası mı
pasaport şubesinde bir sıra numarası mı
gökkuşağı, tüberkülin, intihar dalgası mı?
olagan bir öğle sonu sonsuzluk
bir bitimlik olarak kapıya dayanınca
ne elverir, kim kurtarır kişiyi bundan
kurtarmamaya
ne var ki avucunda
ağır kamyonlar ve sürücüleri mi
dağda yitenler ve yol göstericileri mi
evde kalmış kızlar ve görücüleri mi?
imdi:
son buzul erirken durduranları
hatırla!

hani kan vericileri, kan vericileri
ve kanı alıcıları da unutma.

Turgut Uyar

Yana Sızıla

I./

Yontular, hepsi dağılıyorlar. Ağ
olup dağılıyorlar. Öptüğün an.

O yerde; ırmağın denize döküldüğü,
bildik bir çiçeğin koparılmadığı, bir
açalyanın varlığından habersiz,
kuşların kısacık öttükleri ve
öldükleri, kimsesiz çocukların ırmak–
ırmağın sürüklediği akağaçları
topladığı ve yonttuğu o kıyı,
o kıyıda; yontular, hepsi de ağ
olup dağılıyorlar, o kıyıda, güneş–
güneşin sürüldüğü ve ırmak denize
dökülürken kopuk denizcilerin
içki şişelerini kırıp uzun,
gözalıcı dalgakırana gittikleri
o kıyıda, dalgaların durmaksızın vur-
vurdukları-bir şeyleri karaya
vurdukları, o yontuların, çocukların
şekillendirdiği o ağaçların, sürgün
güneşin batıp kırık akşamların
yaşandığı, piyanoların kapak-
kapaklarının hafifçe örtüldüğü,
kıyısız bir deniz mi artık, hangi kıyı,
ırmağın denize döktüğü yontu-
yontular dağıldıkça, serseri bir
deniz adamının, hiçbir zaman elinde
lavtası, oturup Bach’ı çalmayacağı,
güneşin göğe sürüldüğü, uçsuz
kıyıda, esrik ikindiler, eyağ-
eyağsız, divitsiz, kâğıtsız, çiçeklerin
koparılmadığı, kuşların,
                                                           o yerde. Öp-
öptüğün an. o yerde, o yerdeyiz.

II./

Güneşin ıslandığı, gözeriminde buğunun
dalga dalga yayıldığı, kendiliklerde, deniz-
denizde, gözeriminde, bulutların buğuyu
dalga dalga yaydığı, cazı dinlemediğimiz
saatlerde ve çayı bıraktığımız, geçirip
başımıza şapkaları, gözlükleri takıp bir
kadını düşündüğümüz saatlerde, tuz ve gün-
güneşin ıslandığı, söndüğü, akşam geçirip
giysilerini sırtına ağır ağır inerken,
inlerimizde büzülünce, gecede, gazino-
gazinoların çın çın öttüğü, dağıttığımız
saatlerde, dilimizde pasın tadı, ölünce
akşam; hangi denizin derinliklerinde yitti-
yittiğimiz ve neleri yitirdiğimiz, martı-
martılar
, güneş, deniz, bulut ve bizi andıran bir şeyler.

Martılar
, güneş, deniz, bulut ve bizi andıran bir şeyler.

III./

Gözeriminde küçücükcük bir yelkenlimsitrak gidiyor!
ken, güneş-buğulaşınca geride tuz bırakan denizin
suyu gibi, yani ince bir buhurdan-ağır ağır batıyor!
ken, güneş sabah da böyle mi doğar, kendimizi
                                                         (yenilerken
biz?
                                               saat kaçta
                           Güneş                                     batar?
                                               kaç saatte

Seyhan Erözçelik / Kır Ağı

Günahım işret olsun affeden Allah-ı Ekberdir

Günahım işret olsun affeden Hüdai Ekberdir,
Bu halı ta’n eden insan değil bir laet-i şerdir.

Biri gizli günah etse olur mu gözleri mahmur,
Bilinmez böyle mücrimler neler vardır neler vardır.

Kıyamet kopsa da görsek ibadullahı seyretsek,
Sukara, zümre-i sofi, müra-i hep beraberdir.

Benim bu işretimde kıl kadar hakkul abd yoktur,
Şefiül müznibin affettirir emri mukarrerdir.

Çekersen bir kadeh bâde, günahkârım, benim sade,
Ne kâfir var bu dünyada bilen yok, sade Haydardır.

Haydar Efendi
(Haydar Bilginer)

Çıktığın Geceler

Ba’zan sarı bir çehre-i ru’yâ gibi hissiz.
Tenhâ bir ufuktan görünürsün bize sessiz…

Çehrenden akan hüzn-i ziyâ, hüzn-i müebbed.
Her rûha döker giryeli bir hasret ü gurbet,
Bir hasret ü gurbet ki bütün geçmişe âid:

Günlerle ölen hâtıralar… her şeyi râkid.
Her bir şeyi pür hande yapan mâzî-yi mes’ûd…
Bir lâhza sevilmiş, unutulmuş, keder-âlûd,
Ru’yâlı kadın gözleri… âsûde semâlar:  
Sislerde solan gizli ziyâlar gibi muğber,
Akşam dökülen reng-i tahayyül gibi meşkûk,
Sîmâ-yı sükûtunda yüzer mübhem ü metruk…
Göklerde ilerler yine âheste cebînin,
Eşkâli dağılmış uyur altında zeminin
Bir gölge rükûduyle hayât-i ezelisi.
Nurundan akar yerlere bir sâye-i hissî…

Her şey dağılır ince dumanlar gibi bi-renk,
Yalnız bir ağaçtan duyulan bir küçük âhenk,
Leylin bu sükûtunda hafî ye’sini saklar:
Bir bülbül-i âvâre melâl-i şebe ağlar…

Sihrin o kadar nafiz olur fikr ü hayâle,
Her şey değişir titreyerek hüsn-i muhale.
Bir mestî-yi hülyâ vü ziyâ gözleri sisler.
Artık bütün eşya bize ru’yâlara benzer:
Gök sihr-i serabınla olur çöl gibi mûhiş,

Nûrunla eder -şûbhe-i eb’âda boğulmuş-
Bir belde-i ru’yâ vû sükût ufka tecellî,
Ezhârı ziyâ, arzı bulut, bâdı tesellî.
Dâmânına bir nehr-i hayâlî uzatır leb,
Üstünde uyur gölgeli bir gaşy-ı mükevkeb;          
Pûşîde, soluk, ince, ziyâ-kalb kadınlar,
Nehrin uzanan sâhil-i ru’yasını dinler.
Pûşîde kadınlar, bu kamer gözlü kadınlar,
Hep hâtıralardır ki geçen günlere inler.
Hep hâtıralardır ki ziyan ufku sararken,
Sessizce gelir hepsi gezer rûhumu birden…

Ahmet Hâşim

Kadın Nedir, Çiçek Nedir?

Kadın nedir?… O münevver menekşedir ki uçar,
Samîm-i hüsn-ı bahârında hande-i âfâk,
Çiçek nedir?… O da bir aşk-ı mütebessimdir ki
Şemîm-i rûh-ı behîminde bir kadınlık var!..

Çiçek meâl-i ebedden terekküb etmiş ise,
Kadın hayâl-i ezelden temessül etmiştir.
Bu mâh ü mihre mutâbık bir teşâbühtür;
O, rûhu, rikkate âid, bu kalbe âid ise…

Kadın, semâ; o da bir nuhbe-î tesellîdir,
Kadın, çiçek, o da bir hande-î nihânidir;
Bu iki rûh-ı nefîsin meâli sevdâdır!..

Bu cân-rübâ, bu iki Zühre, böyle hem-dil iken,
Sezâ mıdır ki demek aşka, sen çiçeksin, sen;
Sezâ mıdır ki demek her şeye kadınlıktır?..

Ahmet Hâşim

Bir hasîrüm yoğ iken külbe-i ahzânumda

Bir hasîrüm yoğ iken külbe-i ahzânumda
Bûriyâ nakşı görinür ten-i ‘üryânumda

Sâyemi ben başuma ben gün doğacağın bilürin
Başa ol gün mi doğar sâye görem yanumda

Merdüm-i dîde ciger gûşelerini néce bir
Götürem kendü yetîmüm gibi dâmânumda

Yédügüm ayru géderken seg-i kûyuñla benüm
Görmedüm nân u nemek hakkını yârânumda

Baña ol nâme-i a‘mâl yeter ÂHÎ kim
Yâr hattıyla ğazeller ola dîvânumda

Ahi

Şöhretim isyan benim sen afv ile meşhûrsun

Sâyesi düşmez yere bir böyle nahl-i Tûr’sun
Mihr-i âlem-gîrsin başdan ayağa nûrsun

Târik-i gülzâr-ı âlem mâlik-i mülk-i adem
Münkirîne mahz-ı mâtem mü’minîne sûrsun

Sensin ol şâh kim Süleymanlar kapında mûrdur
On sekiz bin âleme hükmetmeğe me’mûrsun

El benim dâmen senin ey rahmeten li’l-âlemin
Şöhretim isyan benim sen afv ile meşhûrsun

Padişah-ı evvelîn ü kıblegâh-ı âhirîn
Evvel ü âhir imâmu’l-enbiya mezkursun

Ya Resûlallah umarım diyesin rûz-ı cezâ
Gerçi cürmüm çoktur ammâ, “Itrî’ya mağfûrsun!

Itrî

Yeter çalındın ey hâce fenâ mülkün metâına,

Nazar kıldıkça insâna gönül hayrâna dolanur,
Acebdir kimi Hakk ister, kimi butlana dolanur.

Gel ey dertsiz kişi dervişliğe duruş sâ’y eyle gel bunda
Bu hâl ile olursan bil işin hüsrâna dolanur.

Nedendir kani olmuşsan murad‐ı nefse dalmışsın,
İçine hırsı almışsan işin şeytâna dolanur.

Yeter çalındın ey hâce fenâ mülkün metâına,
Çok uzatma ki Azrâil gelür bu cânâ dolanur.

Gönül verme bu dünyâya başını verme kavgâya,
Kazandığın amel bir gün gelür mîzâna dolanur.

Başı devletlû kul oldur Hakk’ı bulmuş ola seri,
Gözü gönlü dil u cânı kamu Subhâna dolanur.

Niyâzî kulunun yâ Râb vücûdu zenbini mahv et,
Mülâzimdır kapunda ol heman ihsâna dolanur.

Niyâzî-i Mısrî
Kaynak: niyaziimisri.blogspot.com.tr

Aşkın kime yâr olur dâim işi zâr olur

Aşkın kime yâr olur dâim işi zâr olur,
Dinmez gözünün yaşı yanar içi nâr olur.

Sevdâ‐yı zülfün kimin takılsa gerdanına,
Mansûr gibi âkibet yolunda ber‐dâr olur.

Leylâ‐yı aşkın senin her kimi mecnun eder,
Firkât oduna yanup her gice bîmâr olur.

Varlık cibâlin kesüp dost iline yol eder,
Ferhatleyin gözünün yaşları pınâr olur.

Şol İbrahim Edhem’i derviş eden aşkındır,
Derdine düşen şâhın tahtı târümâr olur.

Ben de ârı terkedip girdim bu dervişliğe,
Her kim senin aşkına düştüyse bi‐âr olur.

Bu yolda cânın veren cânân alur yerine,
Aşk dükkânında anın canıyla bazâr olur.

Ey dilber‐i rûhânî al koma işbu cânı,
Sevdâna düşeliden dünyâ bana dâr olur.

Terk et Niyâzî seni, bul anda o Sultanı,
Her kim canından geçer ol vâsıl‐ı yâr olur.

Niyâzî-i Mısrî

Kesmedim ümmîd vaslından, kesildi her emel / Havf-ı firkatte kalıp nâdâna minnet etmedim

Nâre yanıp aşk-ı pâkinden ferâgat etmedim
Mahvolup cânân yolunda cânâ rağbet etmedim

Kesmedim ümmîd vaslından, kesildi her emel
Havf-ı firkatte kalıp nâdâna minnet etmedim

Çektim el benden, bana benlik veren bildimki Sen,
Benliğimde kaldığımca zerre rahat etmedim

Bir zaman sen, ben, gönül, sevdâ, elem, derd var idi
Hiçbirinden bir zaman kalben şikâyet etmedim

Zu’m-i zâhiddir mükâfat ü mücâzat-i ibâd
Bilmedim havf ü recâ zanna ibâdet etmedim

Hâmil-i bâr-ı emânet olduğum günden beri
Hamdülillâh âcizim da’va-yı kudret etmedim

Sa’yisiz kalmış fakir, erbâb-ı sa’y olmuş gâni
Bu fikir belki cünûndur öyle cinnet etmedim

Bî-şerîk bir mülkte mümkün mü da’va-yı vücûd
Düşmedim şirk-i vücûda öyle gaflet etmedim

Zevk u ekdâr-ı cihânı serbeser gördüm velî
Hiç biriyle kalmadım nefse sahabet etmedim

Elde her nem var ise fazl u rezaletten eser
Anlamam fazlı KEMÂLİ sarf-ı himmet etmedim

Osman Kemâlî Efendi