Hepsi parayı alıyor, gerisine karışmıyor.

Kadıköy’ün hali, memleketin hali

Kadıköylü olup da Kadıköy’ün içinde bulunduğu halden şikâyetçi olmayan kimseyi bulamazsınız son zamanlarda.

Kentsel dönüşüm adının muazzam bir rantın bahanesi olduğuna şüphe duyan kalmadı.

Hafriyat kamyonları, beton mikserleri yolları tıkıyor, trafik duruyor.

Yine kamyonların, mikserlerin, vinçlerin yol açtığı gerek mala gerek cana zarar veren kazalar oluyor.

Gürültüden evlerde oturulmuyor, tozdan dumandan sokaklarda yürünmüyor.

Çoğunluğu nevzuhur, müteahhitlerin mağdur ettiği mülk sahipleri bir yanda, yıkım kararı alınan binalarda oturan kiracıların karşılaştığı sorunlar öte yanda.

Artan kiralar sebebiyle yıllarca yaşadıkları muhitten ayrılmak zorunda kalan kiracılar…  Arsa paylarının kuşa dönmesi bir tarafa, eski daireleri yerine teslim aldıkları daracık konutlara sığışmaya çalışan, kara kara zamlı aidatları, vergileri nasıl ödeyeceklerini düşünen mal sahipleri.

Fırlayan kiralar, azalan müşteri sayısı dolayısıyla birbiri ardına boşalan dükkanlar.

Uzmanlar, yıkım esnasında ortaya çıkan, etrafa yayılan asbeste bağlı olarak kanser dahil ciddi akciğer hastalıklarının patlama yapacağını öngörüyor.

Astımı ve alerjisi olanlar halihazırda büyük sıkıntı çekiyor zaten, bir kısmı taşınmak, evini barkını bu yüzden terk etmek zorunda kalıyor.

Ne zaman iki Kadıköylü biraraya gelse bunları konuşuyor işte; kentsel dönüşümün esas ve gizli amacının Kadıköy’de yerleşik nüfus profilini değiştirmek olduğunu…

Peki Kadıköylü olarak yakınmaktan başka ne yapıyoruz derseniz…

Söyleyeyim:

Kat maliki olduğumuz binaların yıkılıp yeniden yapılması için müteahhitlerin peşinde koşuyoruz.

Kiralarına fahiş zamlar yaparak, dükkanlarımızdaki kiracılarımızı kaçırıyoruz.

Sesimizi çıkarmayıp; benim konutum da yeniden yapılıp değerlensin, satıp “güneyde” bir yerine iki daire yahut müstakil ev veya arsa alıp, yatırım yapıp rahatıma bakarım bekleyişine giriyoruz.

Kimimiz kurtuluşu Ege’deki sahil kentlerine ve kasabalarına göç etmekte buluyoruz. Sanki gün gelip oralarda da aynı akıbete uğramayacağımız kesinmiş gibi.

En kabadayımız,” bu yüksek binalar beklenen depremde yıkılsın, görün gününüzü” diye kimseye faydası olmayacak beddualar ediyor ancak.

AKP’ye bu kadar karşı olup, onun politikasına, üstelik hangi gayeye hizmet ettiğini bilerek, bunca gönüllü destek vermek nasıl açıklanabilir peki…

Yıkım kararı için depreme dayanıklı ve sağlam binalara da istenirse mutlaka çürük raporu alındığını çocuklar bile biliyor örneğin.

Bu hal bana fena halde Türkiye’nin halini hatırlatıyor.

Büyük çoğunluk şikâyetçi fakat işte o kadar, hepsi sözde kalıyor.

Menfaat söz konusu oldu mu ne hak tanıyan var ne hukuk.

Hemen göz ardı ediliyor tehlikenin aslı.

Kazandık zannettiklerimizin bize ne büyük kayıplara mal olduğunu göreceğiz kuşkusuz.

İşte Kadıköy,  işte Türkiye.

Ne yazık ki budur hal-i pür melalimiz.


Rengin Soysal

”Kendi anadilinizi bile yazmayı okumayı bilmeden gittiğiniz Almanya’da 80 yıldır topluma entegre olmakla uğraşıp, ‘helga’lı’ masallar yazdınız, hala kaldırımlarında oturuyorsunuz kafelerine para vermemek için.. Ülkenize gelenlere ucuz evleri pahalı fiyatlarından kakalayıp, kendinizden 50 yaş büyük kadınları sadece o topraklara yamanmak için eş yaptınız kendinize. Bütün Rusları ‘nataşa’ yaptınız, üzerlerine binlerce muhabbet çevirip, tümü erkeklerden oluşan uçaklar kaldırıyorsunuz bu ülkeye. Laleliye ticaret için gelenlerin valizlerine kumaş diye kağıt parçaları doldurup kaktırdınız. Üçotuzluk odaları milyon liralara satıp kaçak içki içirdiniz insanlara. Afrikalıyı zenci, uyuşturucu satıcısı torbacı yaptınız sokaklarınızda. Para bulanınız safarilerinde fotolar yayınladı gazetelerinde. Romanyalıyı çingene, Çeçeni kiralık katil ettiniz. Arabı pis İranlıyı yobaz tuttunuz..Kimsenin ama kimsenini insan değeri yok nazarınızda. Kendi Kürdünüzün, Alevinizin, Ermenizin, Rumunuzun katili, çoçuklarınızın tecavüzcüsüsünüz. Şimdi de aynı mide bulandırıcı tavrınızla, ucuz can yeleklerinizle denizlerinizde boğup kepçe ile ölüsünü topladığınız insanların sağ kalabilenlerine ‘ülkemizi terket Suriyeli’ diye bağırıyor, sağdan soldan aşağılık suratınızı utanmadan buralarda aynaya çeviriyorsunuz... Halep pazarından getirdiğiniz, komşularınıza hava attığınız o kumaşlar vardı ya, bu insanlar o kumaşların, o ipeklerin imalatçısıydı, siz Rumlardan yağmaladığınız ipek kozalarını gavur işi diye tahrip ederken onlar bu işi yapıyorlardı.. Kimsiniz siz, nesiniz? Bu dünyaya zulüm diye mi geldiniz.. Her melanet ananızın ak sütü gibi helaldir size, afiyet olsun, bal olsun.. Gerçi siz o bala bile şekeri çoktan kattınız ya neyse..”

Sennur Baybuga

***

Atatürk Havalimanı’nda saldırı gerçekleştiren 3 canlı bombanın İstanbul Fatih’te kiraladığı evin bulunduğu İskenderpaşa Mahallesi’nin muhtarı Fikret Saral, mahallesinde 2 bin 500 kayıtsız ev bulunduğunu söyledi. Muhtar Saral, “Emlakçının kiraya verirken bunları düşünmesi lazım. ‘Bu adam bombacı mı, terörist mi? Burayı hücre evi olarak mı kullanacaklar?’ Hepsi parayı alıyor, gerisine karışmıyor. Böyle bir şey yok. Bu kişilerin nüfus kâğıtlarını aldın mı, bunlara kira kontratı yapıldı mı?” dedi.

Basından

İnsan (1916)

O bütün günahları bağışlayan, o dünyayı kutsallaştıran güneş
avucunu başıma koydu.

Bütün rahibelerin en dindarı gece de örtüsünü omuzlarıma koydu.
Öpüyorum sevdamın bin sayfalı İncilini.

Acı ve çın çın öten dualar ettim aşka,
ruhum bir başka
gelişi beklerken,
duyuyorum yeryüzü
senin
«Esenlikle git şimdi!»*ni ben.

Gemisinde gecenin
ben yeni Nuh
bekliyorum
aba dalgalan arasmda
gelsinler,
gelsinler de beni götürsünler diye,
bölsünler diye tan kılıçlarıyla
yeryüzü düğümünü ikiye.
Geliyor tan.
İşte!
Büsbütün açıla yayıla.
Her yere ışıkları girmiş de
tırmalıyorlar her yeri.

* ihtiyar Yahudi Simeon’un tapmakta çocuk İsa’yı gördükten sonra
sevinerek söylediği sözler. (Luka İncili, n , 25).

Ötüyor büklümleri
ve günler yavaşça kayıyor içlerine
çalkanıp duran bağa kabuklarıyla.

Güneş çağırıyor yine
ateşten voyvodalarını.
Trampet çalıyor tan
ileri,
yeryüzü çamurunun üzerine!
Güneş
unutma sakın
hiç yoktan
çığırtkanın
olduğumu.

MAYAKOVSKİ’NÎN DOĞUŞU

Çağdaşlarından yüz bulmuş budala tarihçiler şunu yazsınlar
varsın: «Bu ilginç ozanın hiç de ilginç olmayan, sıkıcı bir yaşam
öyküsü var.»

Bilirim
günahkârlar
inlerken cehennemde
adımı anarak yalvarmaz,
inmez
 Golgota*nın üstüne perdem de
papaz alkışlarıyla.
Ben efendi efendi yine
giderim içmeye kahvemi
Yaz bahçesi*ne.

Beytüllahm*ımın göğünde
parlamazdı hiç bir işaret,
bozmazdı hiç kimse
uykusunu
mezarlarında
saçları lüle lüle çoban kıralların* elbet.
Size doğru indiğim gün ise
bir umutsuz,
bir kesin,
bir ötekilere benzeyen gündü
ve hiç kimsenin
aklına gelmemişti kınamak komşu yıldızı
savgısız eksik diye :
«Yıldız.
nedir bu üşenme parıldamaktan?
Kutlamayacaksan eğer
doğuşunu bir insanın
yalnız
şeytan
olmaz mı yıldız
övüp ululadığın?»

Düşünün :
alsak ağların içinden

* Golgota, İsa’nın çarmıha gerildiği tepe.
* Yaz bahçesi, Sen Petersburg’un büyük parklarından biri.
* Beytüllahm, Filistin’de İsa’nın doğduğu yer.
* Çoban kırallar, çocuk İsa’nın önünde bağlılıklarını bildiren çoban krallar.

konuşan, ufak bir balığı* dipdiri,
övgüler düzer,
türküler yakarız bütün
bu altından mucizeye.
Ya ben nasıl göklere çıkarmam
kendimi,
inanılmaz bir harikaysam
baştan aşağı,
anlaşılmaz
koskoca bir mucizeyse
davranışlarımın her biri.

Bakın ne güzel,
bakın da hayran olun her yandan
bu beş kat ışıltıya.
Bunlara «el> derler işte.
Harika bir çift el!
Bakın görün :
oynatabiliyorum sağdan sola,
soldan sağa.
Bakın görün :
seçebiliyorum
en güzel boynu
sarılıp dolanmağa.

Açan
çekmecesini kafatasımın
göriir kıvılcımlar saçan
eşsiz bir aklı.
Var mı dersiniz
elimden gelmeyen şey?
İsterseniz
yaratabilirim de
yeni bir hayvan.

* Slav mitolojisindeki altın balık. Puşkln’in «Balıkçı ile küçük
balığm masallarında geçer.

Hem de iki kuyruklu,
üç bacaklı.
Beni öpen
söylemez mi ki
var mı, yok mu
tükrüğümden daha tatlı bir içki?

Ayrıca
eşsiz bir dil var bende
kıpkırmızı.
Bir bağırsam «ha-ha-ha» diye
yankılanır sesim yükseklerde, çok yükseklerde.
Bir bağırsam «HA-HA-HA»
iner usul usul süzülüp
ava çıkmış ozanın şahini gibi
alçaklara perde perde.

Ne söyleyeyim daha!
En sonra da
dönüştürebileyim
diye kışları
yaza
ve şaraba suyu,
yeleğimin yünü altında
duyulur çarpışları
ufacık, eşsiz bir yumrunun.
Sağa vurması — bir evlenme.
sola vurması — titreyen seraplar bunun.
Gene kimi örtmem gerek
aşk uğruna benim?
Kim tekmelemeye gelecek
sarhoş,
geceyle maskeli, kim?

Bir çamaşırhane.
Çamaşır yıkayan kadınlar.
Çok insan, çok ıslaklık.
Sabun köpüklerinden de ne zevk alırlar?
Bakın bakın,
yağlı kırkayaklar kayboldu artık!
Peki bunlar da ne?
Gök ve şafak kızları mı?

Bir ekmekçi fırını.
Bir ekmekçi.
Ekmek pişirmeye çalışır.
Nedir bir ekmekçi?
Una bulanmış bir sıfır.
Tam o an
örülen ekmekler
oluyor mu sana bir keman!
Keman çalıyor ekmekçi.
Her şey ekmekçiye sevdalı.
Bir kunduracı dükkânı.

Bir kunduracı.
Bir sefil birikinti.
Üç beş çivi daha
çakması gerek
bir çizmeye şimdi.
İşe bakın siz :
harp gibi açılıyor çizmenin konçları giderek,
başında da bir taç kunduracının.
Usta ve şen
bir prenstir şimdi o.

Görün beni işte
bir bayrak gibi yükselmiş yüreğimle.
Akıl almaz mucizesi yirminci yüzyılın!

Ve uzaktan, efendimizin mezarından hacılar gelmekte.
Müminler ayrıldı da boşaldı eski Mekke.

MAYAKOVSKİ’NİN YAŞAMI

Böğürmelerimle telaşa düştü büyükler, bankacdar, nazırlar.

Ortaya çıkıyor
yaldızlı
zırhlar.

«Yürekse her şeyin başı
ne demeye,
ne haltetmeye topladım
paracıklarını, sizi ben?
Nerden geliyor bu çalım,
kim bu hakkı veren?
Kim temmuz havasına çeviren her günü?
Kapatın gökyüzünü telgraf telleriyle!
Sokaklarla kıvırın yeryüzünü!
Kim ki övünmüştür
elleriyle,
tüfek verin!
Okşadığı mı var onu sıcak günlerin?
Hepsi olsun
kirpi gibi
dikenli.
Kirletin dilini ağız dalaşlarıyla onun!»

Yeryüzü ağılına kapatılmışım nasılsa,
boyunduruğunu sürüklüyorum günlerin.
Beynimin içinde
dörtnala at sürüyor
«yasa».

Yüreğimi bir zincir sıkıştırıyor :
«din».
Yan ömür geçti bile, elden ne gelir.
Fenerler gözetliyor beni her yerde, fenerler bir bir.

Tutsağım çoktan beri.
Kurtaramaz beni hiçbir şey;
yok olası yeryüzü tutuyor beni prangasında.
Yetse de yıkayıp arıtmağa sevgim sizleri
gönlümün okyanusu çepçevre evler arasında.

Bağırıyorum…
Duyduğum da
hep anahtar gürültüsü!
Zindancının sırtarması.
Fırlatıyor önüme
bir ışının ucunda
çürümüş bir et parçası.

Sırıtıyorlar :
«oh. oh!»
bense başıboş dolaşıyorum işte
ateşler içinde, sayıklayarak.
Gümbürdüyor yeryüzü güllesi
ayağıma zincirlenmiş de.

Gözlerimi anahtarla kapattı
altın
Bir körü kim tutar elinden?
Sonsuzluğa dek
ben
kapatılmışım demek
saçmasapan bir serüvene!

İşte başkaldırıyor
bağımlı suçlunun esin perileri.
Yere batsın yüce varsayımların yükü!

Sîzler, Brem’in uydurduğu
tavuslara inananlar,
sizler, bitki uzmanı kuşkafalılarm zırvaladığı
güllere inananlar
iletin, e mi,
kuşaktan kuşağa
benim bu eşsiz yeryüzü betimlememi.

Meridyenlerden
ve atlas kemerlerden fışkırıp
köpük köpük
çınlamada altın kasırga :
franklar,
dolarlar,
rubleler,
kuronlar,
yenler,
marklar.

Boğuluyor içinde her şey, kemanlar, tavuklar, atlar, cinler
ve filler
ve yaşamın ıvır zıvırı.
Burun deliklerini
ve boğazı tıkıyor
bu yapışkan gürültü.
«İmdat!»
Bu inilti bile çıkamıyor dışarı.

Ve ortada
kımıltısız, büyük bir ada,
çiçekli halılardan yapılmış.
İşte orada
yaşıyor o benim
her şeyin efendisi
hasmım,
yenilmez düşmanımın ta kendisi.

• Alfred Edmond Brem (1829-84) Alman hayvanbilimclsi ve gezgini.

Zar yok çoraplarından daha ince.
Şık pantolonları en göz alıcısından yollu kumaşın.
Alaca bulaca renkli
kıravatına gelince,
kalın mı kalın boynundan sarkıp
kümbetine sürünüyor işkembesinin.

Ölüyor insanoğlu çevrede.
Ama yükseliyor göğe bir orman gibi
kutlamaya
ululuğunu :
Yaşa!
Bravo!
Aferin!
Hurra!
Viva!
Hoh!
Hosanna!
Maşallah!

Peygamberlerin gücüne verirler yıldırımı.
Aptallığa bak!
Ama o
okumuş Lokke*yi
hem de pek hoşlanarak!
Üzerinde işkembesinin
gülüşü
ışıldatıyor,
çınlatıyor kösteğinin zincirlerini.

* William John Lokke (1863-1930), romanları mutlu sonlarla biten İngiliz romancısı.

Tutulur
dilimiz
şu Yunanlının eserine bakınca.
Düşünürüz :
«Kim
nerede,
ne zaman
yaptı bunları?»
Ama
kendisidir ısmarlayan merhum Fidyas’a :
«Kadınlar istiyorum
etli butlu,
mermerden.»

İyi bir bahane
dört s a a t:
«Canım bir şeyler yemek istiyor
köleler, yine!»
Onun acar ahçısı
tanrı da
sülün eti pişirir efendisine
kille.

Gerinir
bir dişiyi okşadıktan sonra da.
«İster misin
stoklarımdaki en umulmaz yıldızı bile?
Bu arada
onun için
bir sürü Galile
teleskop gözleriyle araştırırlar göğü.

İmparatorlukların altın danasını sarsıyor devrimler,
çoban değiştiriyor insan sürüleri,
ama
gönüllerin taç giymemiş sultanı
senin kılını bile kıpırdatmıyor hiç bir ayaklanma.

Mayakovski, F: 7

MAYAKOVSKİ’NİN TUTKUSU

Duyuyor musunuz?
Duyuyor musunuz bu at kişnemelerini?
Duyuyor musunuz?
Duyuyor musunuz otomobillerin ulumasını?
Bunlar
yıkanmaya giden kentlilerdir Onun bereketinde.

Bir insan bataklığı tüm.
Sürüklüyor beni kalabalık
rasgele bir yere
şaşkın, süklüm püklüm.
Dizginlere asılıyorum bense,
eteklere,
etekliklere.

Bu gördüğüm de ne?
Sen misin?
Oraya mı götürüyorlar?
Yalan, zındıkça bir küfür!
Gözümün bebeğini kan bürümüştür
kızıl feneri gibi
kerhanelerin.

Niçin sen ama?
Dur!
bildiğim daha tatlı zevkler var!
Ulu ormanında kirpiklerin yok bir kırmldama.
Dur!
Geçti gitti bile…
İşte oralarda, başı başlar üstünde.

Işıldıyor kafatası,
bir kundura dense yeri,
dazlak,
pırıl pırıl cilalı deri.
Ancak
son boğumu üstünde
yüzük parmağının
üç pırlanta yanında
bir iki tüy var
dikilmiş.

Yaklaşıyor yosma, görüyorum.
Eğiliyor öpmek için elini.
Dudakları fısıldıyor
küçük tüyler arasında
birine «küçük flütüm» deyip,
birine «küçük bulutum*»,
üçüncüsüne de
işitilmemiş, ünlü bir ad vererek
yaratmakta olduğum.

MAYAKOVSKİ’NİN GÖĞE ÇIKIŞI

Ozanım ben. Hani çocuklara belletirsiniz ya: «Güneş pelinler
üstünden doğar stepte» . Sevilen kadının başıdır aşk yatağında,
bu küçük tüyler arasında beliren.

Ok fırlatıyor o gözler.
Sil gözlerinden bu gülümsemeyi.
Yüreğin isteği tabanca,
gırtlak usturayı özler.»
Büyüyor gönülsemem tutarsız ve şeytanca
bir sayıklamaya gömülüp.

* Küçük flüt ve Küçük bulut, Mayakovski’nin Omnrga’nın flütü
ve Pantolonlu bulut adlı uzun şiirlerini simgeliyor.

Geliyor ardımdan kadın,
suya doğru çekiyor beni,
ya da eğimine doğru damın.
Ortalıkta kar.
Kar veriyor baskın.
Kıvrılıp donarak,
aynanın üzerine
yeniden

düşüp konarak,
kımıltısız bir zümrüt gibi.
Ruh ürperiyor
aynaların eline düşüp,
kaçmasına yok bir olanak.
Ve büyülenmiş
bir adam gibi zor
arşınlıyorum Neva rıhtımlarını.
Yürüyorum,
bir de bakıyorum hep aynı yerdeyim,
kaçmak istesem de
boşuna.
Burnumun dibinde bir ev beliriyor,
donmuş pencereler ardından
çekiliyor şiş karınlı bir şafak.

Orası!

Bir kedi miyavlıyor acı acı,
tütüyor yanarak
bir idare lambası.
Bir zili çalıyorum.
Eczacı!
Eczacı!
Asılıyorum bacaklarımın direklerine.

Büyüyor düşüncelerim,
birbirine dolanarak
geyik
boynuzları.
Gözyaşlanm ıslatıyor
yerde buzlan.
Anıyorum o yitik
cennetimi, yere yatıp boylu boyunca.

Eczacı!
Eczacı!
Nerde diner,
neyle diner
yürekteki
bu onmaz acı?
Gökyüzünün sınırsız ovalarında,
çılgınlığında Büyük Sahra’nın,
çölün o kupkuru deliğinde
kıskançlara yer var mı peki?
Kavanozların ne sırlar saklar?
Bilirsin yüce tüzeyi.
İzin ver şuna
eczacı:
fırlatayım ruhumu
hiç üzülmeden
gök boşluğuna.

Uzatıyor bana gereken!
Bir kafatası.
«Zehir».
İki de çapraz kemik.

Benim için mi bu?
ölümsüzüm ben ama,
benzemem başka müşterilere!
Gözlerim kör,
konuşmam yok,
aklım örtmüş kapısını bir kere.
Ne bulur
içimde
parçalamaya
benim bu zehir?

Azbuçuk anlıyor zavallı.
Meraklılar doluşuyor pencerelere,
dimdik oluyor saclar.

Birdenbire
Dükkânın ortasında yüzmeye başlıyorum.
Tavan açılıyor kendi kendine.
Çığlıklar.
Gürültü.
«Evin üstüne vardı bile!»
Süzülüyorum yukarda enikonu.

Batan günde
kor kesilmiş bir odun gibi kilisenin haçı.
Aşıyorum onu!
Ormanın üstünde
çığlık çığlığa kargalar.
Onları da aşıyorum.

Sözde çırağım daha!

Bütün bildiklerimiz, bütün öğrendiklerimiz
hiçlik kırıntısı,
fiziği, kimyası, gökbilimi hep saçma!
Bir istemek yetiyor ama,
ben de süzülüyorum
arasında bulutların.

Dilediğim yere gidebilirim şimdi!
Her yere.
Baladların şiirsel çamurunu çalkalayın da
türküsünü yakın şimdi, türküsünü yakın
Amerikan ceketli,
cilalı sarı papuçlu
yeni şeytanın.

MAYAKOVSKİ GÖKTE

Geldik bile!

Konuyorum bir bulutun üstüne,
yükümlüyorum
işlerimle
ve yorgun bedenimle bulutu.

Gönülaçıcı bir ver, ilk kez geldiğim.

Bakıyorum sağına soluna.
İşte
iyice yalanmış bir yüzey,
öve öve bitiremediğimiz gök.

Görürüz enine boyuna!

Bir kıvılcım,
bir parıltı,
bir ışıldama
ve
bir gürültü —
ya da
ruh gibi bir şeyler midir
ki usul usul kaymada.

«Kadın oynaktır, değişir…**

* Verdi’nin Rigoletto operasından bir arya: La donna t mobile.

Burada,
g ö k k u b b ed e
müziğini dinlemek Verdi’nin!
Yarığından bir bulutun
bakıyorum gizli gizli
şarkı söyleyen meleklere,
öyle sevimli, dingin,
öyle yollu yordamlı yaşayan meleklere.

İçlerinden biri çıkıp
tatlı tatlı bozuyor
uykulu dilsizliğini:
«Hoşunuza gitti mi
Vladimir Vladimiroviç
bu sonsuzluk, uzayıp giden?»
Aynı tatlılıkla karşılık veriyorum :
«Sevmez olur muyum hiç
bu hoş sonrasızlığı ben!»

Önce sinirleniyor adam :
ne bir köşe var
kendine,
ne çay,
ne içerken okunacak gazete.
Yavaş yavaş alışıyorum gök törelerine.
Yeni gelenler oldu mu
bakmaya gidiyorum ötekilerle birlikte.

«Ne! siz misiniz!»
Sevinçle kucaklaşıyoruz ikimiz.
«Merhaba, Vladimir Vladimiroviç!
«Abraham Vasiliyeviç, merhaba!
Şanına yaraşır
bir ölümle geldi mi
bu ölü buraya acaba?»

Ne ince şakalar, değil mi?

Çok hoşuma gidiyor bu iş,

iyice tadını çıkarıyorum
hep kapının dibinde kalıp.
Bir bakıyorum eşikte
ölü tanıdıklar belirmiş,
yanıma alıp
gösteriyorum burçlara varan yokuşu,
o gözalıcı süsünü dünyaların.

Bütün olayların merkez istasyonu,
bir düğmeler, manivelalar, levyeler kumkuması.
Burası
—dünyalar eriyip gidiyor tembel tembel—
burası
—daha güçlü, daha hızlı çeviriyor bir sürü el.
«Böyle dönmeli hep —budur istedikleri—
dünya batıp gidinceye dek.
Nedir anlamı bunun?
Kanla sulamak mı yeryüzünü?»
Canı cehenneme topunun.
«Gülüyorum telaşlarına, öfkelerine.
Sularlarsa sulasınlar,
bana ne?»

Olabilecek bütün ışınların baş ambarı.
Sönmüş yıldızların atıldığı yer.
Eski bir taslak,
—kimbilir kimden kalmış—
balinalarla ilgili, yarım kalmış bir tasan.

Burada herkes ciddi.
Herkesin işi başından aşkın.
Kimisi bulutları ütülüyor,
güneşin fırınını besliyor kimisi.
Her şeyde korkunç bir uyum
yatkın,
rütbe sırasına göre.
İlişip kakışan yok.
Daha ötesini de gerektirmiyor bu durum.

Önce homurdandılar bana karşı.
«Aylak, boşgezenin biri!» dediler.
Ama yürektir bence her şeyin başı.
Yürek ne gezer gövdesi olmayanlarda?
Ben de şunu ileri sürdüm :
«İstemiyorsanız siz burda beni,
bir kenarda
güzelce uzanıp
üzerinde bir bulutun
oradan seyredeyim olan biteni.»

«Ama pek yakışık almaz bu dedikleriniz.»
«Ya, öyleyse bana siz bir şeyler öneriniz.»

Körükler iç çekiyor zaman, fırınında,
bitmiştir hazırlığı
bir
yeni yılın.
Yılların öd patlatan çığı
geçmektedir
gümbürtülerle.

Sayıya vurmuyorum haftaları.
Bizler ki
zaman kadranına kapatılmışız,
aşkı neden bölmüyoruz günlere peki,
değiştirmiyoruz sevilen adları?

Büyük bir durgunluk.
Serilmişim
ay ışınlarının dibine,
içim yatışsın diye düşlere eğilmişim.
Bir güney plajında vatmışım desem yeri.
Ama daha bir uyuşuk, daha bir sersem.
Aşıp gidiyor her dem
beni okşayışlara gömerek
başımın üstünden sonsuzluk denizleri.


MAYAKOVSKİ’NİN DÖNÜŞÜ

1, 2, 3, 4, 8, 16 yıl, binlercesi, yüzbinlercesi.

Ayağa kalk!
Yeter!
Güneşe bak!
Böyle dilsiz, böyle miskin yatmak da neyin nesi?

Mırıldanıyorum uykulu uykulu :
«Bu böyle ne kükremesi?
Yüreğimi yerinden oynatmağa yeltenen de kim?»

Sabah mı,
akşam mı?
Göklerin solgun aydınlığı hep o bildiğim.

Nice,
nice
nice yüzyıl geçti gitti
günlerin uzaklığında parçalanıp toz olmaya.
Saman yoluna göz gezdirince
belki diyorum
kırçıl sakalım yayılmıştır uzaya.

Düşüyor bir sürü yıldız.
Gözlerimle izliyorum.
Yeryüzüne doğru
gitmede
bu hız!

Unutulmuş istekleri canlanıyor gönlümün
ve hasta
beynim
düş yapıları kurmakta.
—Şimdi
yenidir elbet dedim
ne varsa yeryüzünde.
Ağırlıklar takınır köyler mis kokulu baharla bütün.
Kentler pırıl pırıldır elbet.
Al yanaklı bir ailenin türküsü duyulur bu mutlu günde.

Büyüyor özlemim.

Özlemim gitgide daha sert, daha yaman.

Gözalıcı bir sis yükseliyor görmeyim,
bir bulut geçmesin öteden,
beliriyor sanıyorum
zaman zaman
bir yerlerden yeryüzü.

İyice kendimi verip
arıyorum
dünyayı
öteki noktalar arasında,

işte, işte!

Diktim oraya gözümü.
Seziyorum denizleri,
kartal sesi içindeki dağlan.

işte orada babam.
Hep bildiğim gibi, hiç değişmemiş adam.
Daha ağır işitiyor kulakları yalnız,
biraz da aşınmış
kolcubaşı ceketinin
dirsek bükümü.

O da sinirli.
O da gözlerini dikmiş
toprağa.
Neler gcçiyordur kafasından kimbi
Mırıldanır kendi kendine :
«Belli geldi Kafkasya’ya
bahaı dönemi.»

Ruh sürüleri de
duyuyor
sıla özlemi.

Kentli haydutun öfkesi çınlıyor kaba kaba.

Baba,
canım sıkılıyor!
Canım sıkılıyor, baba!
Ozanların aptalını çekermiş gök
yıldız nişanlarının
iğneleriyle!
Ne yayarsın kendini papaz cüppeleri gibi,
tutarsın kendini bir kardinale eş?
Yaladığın yeter uykulu ışınlarını.
Düş arkama!
Ayaksız mı böyle yalnız?
— Demek kirletecek şeyin yok senin?!
Yeryüzü çamurunda gereği yok demek çizmenin?

Bırakın örmeyi
yıldızlar
çevresinde
yeryüzünün
işkence tacını!
Onlarsa yıkanıyor kan renginde batan günün.

Kanadını parıldatan
kim ötede bilmiyorum
yakınında yeryüzünün.
Olmasın ağaran tan?
Dur!
Bu yol benim de yolum.

Kimi uzanıyorum kuyrukluyıldız gibi,
kimi ebemkuşağmca büzülüyorum.
Yay biçimleriyle bu oyun da ne?
Nedir kıvrılışlarındaki iç daralması? j

Kuleler,
kuleler gösteriyorum
dünyaya, kuleler ki
inanılmaz bir hızla geçer.
Çoktan beri
başıboş ruh düşünüyor
eski
günleri.
Görüyorum avuçlarım
kentlerle dopdolu /
yarımkürelerin.

Kulak ayırt ediyor bazı sesleri şimdi.

Tam yolla!

«Günaydın nine!»
Kaydım asfalt üzerine.
Dikildim.

Alışılmamış gücünden şaşırıyor herkes
bu gök yolcusunun.

Bir sürü ses :
«Bakın bakın,
dam aktaran bir adam
çatıdan düştü.
Herifin şansı varmış!
Ekmek parasını çıkarmak çok zor».

Kalabalık
itiş kakış
uğultulu gününe dalıyor
işlerinin tasmasıyla artık.

Ah! öyle bir gırdak
olmalı,
olmalı da daha beter,
daha korkunç bir kükreme salmalı
kentin gürültüsünü bastırmak için.

Sokakların çılgınca koşusunu kim durduracak?
Trenlerin yeraltı çilesini kim çözebiür?
Kim durduracak
havaya kapkara is salanları,
ki delip geçer her uçak
o dumanları!

Ekvator boyunca
Şikago’lardan
Tombov’lara değin
yuvarlanıyor rubleler.
Herkes kovalıyor onları
boyunları gergin,
çiğneyerek uçtan uca
dağları,
denizleri,
yollan.

Yönetense hep aym dazlak,
hep aynı görünmez varlık onları,
yeryüzünde kankan dansı oynayan büyük efendi,

Kimi bir düşünce kılığına bürünüp,
kimi şeytan,
kimi de bulutlar arkasından parlayan tanrı.

Susun artık filozoflar!
Bilirim niçin
—bırakın tartışmayı—
niçin verilmiştir onlara yaşam.
Koparmak
ve yok etmek için
takvim yapraklarım.

Acımak mı onlara?
Onlar bana acır mı?
Bulvarlar, bahçeler,
dış mahalleler
yedi yuttu beni.
Burda antikacı var mı?
Gösterin bana!
Almak istiyorum bir hançer.

Ne güzel
duymak yaklaştığını
öç saatinin.


MAYAKOVSKİ YÜZYILLARDA

Nereye gidiyorum,
niçin hem?
Koşuyorum her yöne
insan kalabalığının
uğultusu arasında
döne döne.

Petek pencereleri dolaşıyor gözlerim.
güçtür onlara
temmuz,
yabancı, tiksinç.

Söndürdü kent
camlarını, camekânlarım bu ara.

Yorgun ve başı düşük.

Yalnız işte
batan güneş, o kanlı kasap
bulut cesetlerinin karnım deşmekte.

Sürüklenip gidiyorum.

Masalsı bir köprü.
Çıkıyorum üstüne
ve garip bir coşkunlukla bakıyorum yukardaıi.
Oradaydım, iyi anımsıyorum yeri,
Tam bu parıltıydı gördüğüm.
Buydu
öyleyse
Neva dedikleri.

Bir kent vardı burada,
fabrika bacalarının tüten ormanına batmış

çılgın bir kent.
Ve bu kentte
nerdeyse başlayacak
elbette
soluk
ve camsı geceler.

Temmuzun ölümü.

Mayakovski, F: 8

Kor kesilmiş bembeyaz, yok artık gecesi.
Kaçıyor ağzından sayıklamaları fısıltılarla.
Kimi bir hasta arabasının haçı geçmede,
kimi duyulmadan bir el ateş sesi.
Ve yeniden
sessizlik.

Bir evin üstünde
ha düştü ha düşecek saçaktan
ışınlar arasında yürüyorsun, görüyorum,
bunları bir güzel demetliyorsun.
Ben eKmi uzattığım an
kaçıverdin burnumun dibinden sis gibi.

Oradayım yine
taş kesilmişcesine.

Dağıldı geceleyin aylak gezenler,
teninin dokusunu duyuyorum sanki,
soluğunu sanki,
sesini sanki,
ansızın yeniden
hortladın sanki.

Kaçıp gidiverdi büsbütün,
kurtuldu havanın incecik bağlarından.
Gitgide
—yapayalnız—

eridi bir topluluğun içinde.
Dirilen yüreğim titredi ağırdan ağırdan.
Tanıdı beni yeryüzü işkenceleri.
Çok yaşa
deliliğim
çok yaşa!

Ne iyiydi lambalar böyle
sokak ortalarına dikilmiş.
Evler de öyle.
Bir de
bu kabartma at kafası*,
üzerinde
girişin.

«Jukovski sokağı mı bu sokak
yolcu?»

Yüzüme bakıyor
nasıl bakarsa bir çocuk bir iskelete,
kocaman açılmış da gözleri;
savuşmak istiyor elbette.

«Mayakovski sokağı derler bu sokağa bin yıldan beri.
Canına kıydığı yer burası işte sevgilisinin kapısında.»
Kim?
Ben mi? Canıma mı kıydım ben?
Lafa bak!
İnce ince oy sevincini, işle yüreğim!
Uçuyorum
pencereye doğru.
Gök alışkanlığı, ne olacak.

Pencere yukarda.
Yükseliyorum kattan kata.
Pencere perdeyle örtülü.
İpeğin ardından seçtim,
oda
bildiğim oda benim.

* Lili Brik’in Leningrad’da, Jukovski sokağındaki 7 no. lu evinin
cümle kapısı üstünde kabartma bir at kafası varmış.

Bin yıl geçmiş aradan, kalmışsın yine gencecik.
Uzanmışsın
ışıldayan aydan mavileşmiş saçlarınla.
Bir an…
Ne var ki
ay
saçsız bir pembelik.

Sonunda geldim.

Uyuyorlar daha.
Elim
sıkıyor hançeri.
Kayarak
bir göz atıyorum içeri
ve başlıyor bende aşk
yeniden,
aşk
ve acıma.

Merhaba!

Elektrik yanıyor.
Yuvalarından uğramış iki çift göz.
«Kimsiniz siz?»
«Kim olacak, Nikolayev’im,
mühendis.
Bu ev de kendi evim.
Peki ama siz kimsiniz?
Ne diye karımı tedirgin ettiniz?»

Başka bir oda bu
titreştiği sabahın.
Çırpıntılı dudak uçlan
ve çırçıplak gövdesiyle
yabancı bir kadm.

Dar attım kendimi dışarı.

Tüylü,
kocaman,
cam yanmış bir gölge gibi
iniyorum ay ışığı örtülü
duvardan aşağı.
Kiracılar koşuyor savurarak geceliklerini.
Taşlara çarpıyorum küt diye.
Kapıcı bir köşede sıkıştırıyor beni.
«Nereye gitti yoldaş
kırk iki numaradaki kadın?»
«Bakarsan söylentiye
fırlatmış pencereden kendini
erkeğe doğru.
Yatarlarmış
sarmaş dolaş.»

Nereye gitmeli şimdi?
Ne çıkarsa bahtımıza,
ha kır, ha deniz.
Nasıl isterseniz!
Tralya-ya, dzin-dza,
tralya-ya, dzin-dza,
tralya-ya-ya.

Boynumda ışıkların akan düğümü sımsıkı,
sürükleneceğim kavrulan yazda!
Şakırdayacak ellerimde
kelepçeler gibi tıpkı
aşk yüzyılları.

Yok olacak her şey.
Hiçliğe dönüşecek.
Ve devindiren varlık
yaşamı
son ışığını kullanacak
son güneşin artık
karanlığına karşı gezegenlerin.

Daha sert,
daha keskin
acım sürecek yine,
beııse kalakalacağım
gömülüp alevlerin içine
sönmeyen odun yığınında
yasak aşkın.


SON

Yeniden toplanıyor
sonsuzluk
cezaevine
serseri!
Hangi göğe doğru gitmeli,
hangi yıldıza doğru gitmeli yine?

Altımda
yeryüzü,
o binlerce kiliseli
yeryüzü başladı
ölüm duasına.

Vladimir Mayakovski
Çeviri: Sait Maden

Ateş

Söndü gitti yanan ateşim, acı çekmiyorum artık,
ölüyorum, Paphos’lu tanrıça dondurdu beni.
Etimden sonra kemiklerime, yüreğime vurdu
karasevdanın her yanımı kavuran soluğu.
Aşk, tanrılara yakılan kurban ateşine benzer,
her şeyi kavurup bitirdi mi kendiliğinden söner.

(V.239)

Mabeyinci Pavlos
Çeviren: Samih Rifat

Bakele

Benim babaannemdi, ama bütün köyün, annemgilin ve dedemin dediği gibi Bakele derdim ben de ona. Dedeme ise dede.

Dedem, babamın anneme davrandığından daha iyi davranırdı Bakele’ye.
“Sen yorulma, ineği ben sağarım.” Gider sağardı.
“Su vereyim mi Bakele?” Verirdi.
Bazı geceler çok soğuk olurdu yayla, “Dur Bakele…” derdi elindeki odunları alıp. “Sobayı ben yakarım.” Yakardı.
Şehre indiği her sefer kalın kalın kitaplar getirip “Bakele…” derdi, “Al. Oku sen. İşlere ben bakarım.” Bakele dedeme kocaman güler, “Sağ ol İbrahim.” deyip gömülürdü getirdiklerinin arasına. Okurken, suyun altına girmiş de nefesini tutuyormuş gibi gelirdi bana. Sıkılırdım önce, sonra korkardım, sonra gidip dedemin eteğini çekiştirir, “Bakele’ye bi şey mi oldu dede?” diye sorardım. “Şşt.” derdi dedem. “Okuyor oğlum, ne olacak? Hadi gel, biz de gazetenin resimlerine bakalım seninle.” Alırdı beni kucağına, işaret parmağıyla göstere göstere okur, anlatırdı.
“Sen niye okumuyosun dede?”
“İşte ben de gazete bakıyorum ya.”
Yanlarına gittiğim her yaz bir şeyler öğrenirdim. Kitap okunur, gazete bakılırdı meselâ. Sağılan ineğin arkasında durulmazdı. Uyuyan köpeğin yakınından geçilmez, eriğe tırmanılmaz, örümcek, kelebek öldürülmezdi.
Öğrenirdim.
Bakele macirdi.
“Macir ne demek dede?”
“Göçmen demek oğlum.”
“Göçmen ne demek?”
Başka memleketten gelmiş insan demekti.
Okul gibiydi benim için köy. Duvarsız, çatısız. Kışın şehirde okurdum, yazın köyde.

Yazdan yaza gelip gidiyor, her yaz biraz daha büyüyor, okuryazar falan oluyor, dedemin getirdiği gazetelere kendim bakmayı, Bakele’nin elinden bıraktığı klitapları kendim okumayı öğreniyordum.
Macir’in macir değil muhacir olduğunu meselâ… Orta iki’de.

Ve Bakele’nin gözünün içine bakan dedeme saygı duymayı, onu giderek Bakele’den daha fazla sevmeyi öğreniyordum. Ama dedemi daha çok sevdiğim için değil; dedem Bakele’yi babamın annemi sevdiğinden daha çok sevdiği için.
Babam annemden su isterdi: “Semiha, su getir.” Dedem, Bakele istemeden getirirdi suyunu. Soğutur da getirirdi hem.
“Semiha çay koy.” derdi babam. Dedem çayı demler, getirip Bakele’ye ikram eder, “Beğendin mi?” diye de sorardı.
Babam anneme kızardı sık sık. Temizlik yaparken “Ayağını kaldırıver.” dediğini duysa, “Bir rahat vermedin.” diye terslenirdi. “Bağırttıracaksın beni şimdi çocuğun yanında.” Annem korkardı babamdan.
Dedem, Bakele evde yokken temizlerdi evi; en çok da onun oturup kitap okuduğu köşeyi temizlerdi. “Mis gibi yaptım Bakele. Otur, rahat rahat oku.” Bakele dedemden hiç korkmazdı.
Bakar öğrenirdim ben. Güzel şeyler öğrenirdim.

Lise sondaydım. Bir kış vakti döndüm ki babam evde; gözleri kızarmış, annem bir köşede hem ağlıyor hem toparlanıyor. “Köye gidiyoruz. Hazırlan.” dediler. Bakele ölmüş.

Yol boyu Bakele’yi düşünmeye çalıştım ama hep dedem geliyordu gözümün önüne. Kime su getirecekti? Kim yorulmasın diye ineği sağacak, rahat okusun diye köşeyi süpürüp silecek, kim için çay demleyecekti?
Ne edecekti?

Biz vardığımızda gömmüşlerdi Bakele’yi. Günahmış. Ölü bekletilmezmiş. Dedem önümüze düştü, annem ağlar, babam ağlar, köyün küçük kabristanına gittik. Başucuna bir tahta dikmişler, toprak hamile gibi kabarmış, Bakele içinde yatıyor. Ama ben gene ona veremedim aklımı. Gözüm de dedemdeydi gönlüm de. Ne zaman başucu tahtasında “Vesile Kara, Ruhuna Fatiha” yazısını gördüm, anca o zaman Bakele’ye gitti aklım.

Vesile?

“Acaba…” diye düşünüyordum dua edermiş gibi yaparken, “Bakele babaannemin gayrimüslim adıydı da dedem tutup vatan hasreti çekmesin diye?..” Ama yok. Bakele yedi göbekten müslümandı.

Üç gün kaldık köyde. Gelenden gidenden anneme de yaklaşamadım babama da. Ağlayıp duruyorlardı. Dedem donmuş gibiydi bir tek. Gözü hep Bakele’nin kitap okuduğu köşede, onu ne kadar özlediğini bilmesen gülüyor dersin, yüzünde de yumuşacık bir ifade.
Annemgil komşulara veda etmeye gidince cesaretimi toplayıp yanaştım dedeğimin eteğine.
“Dede?..” dedim, “Bakele ne demek?“
Anlattı.

“Canım” demekmiş.
Ve “Aşkım” ve “Bir Tanem” ve “Her Şeyim” ve “Ömrümün Vârı” ve “Gözümün Nûru” ve “Kalbim” ve “Işığım” ve daha yüz binlerce güzel söz, güzel ses demekmiş.

İlk “Canım” demek istediğinde ar etmiş dedem, “Hanım” dese “malım” demiş gibi olur diye korkmuş, “Vesile” dese çok resmi, soğuk. Ama kendinden tarafa bakmasını istiyormuş, onu görmesini, onun içini, yüreğini, sevdasını fark etmesini istiyormuş; anlatacak, dökülecek, gerekirse ağlayacakmış. “Baksana” dese olmaz, “Bak hele…” demiş, devamını getirebilecekmiş gibi.
Bakele dönüp bakmış.
Dedem bütün söyleyeceklerini unutmuş, öylece kalmış.
Beklemiş beklemiş Bakele, gülümsemiş, dedemin elini tutmuş, bakmış ki dedem yutkunup duruyor, “Anladım İbrahim….” demiş. “Anladım… Sen bana Bakele de bundan sonra, ben anlarım senin ne demek istediğini.”

Aşk, âşık olduğunla yekvücut olmakmış.
Öyle dedi dedem.

Sezgin Kaymaz
Bakale / April

Yalan Yere Yemin

Yemin etmiştim, ey güzel kız, ulu tanrılara
on ikinci şafağa dek senden uzak kalmaya.
Oysa, zavallı ben, tutamadım kendimi!
öylesine geç oldu ki sabah, inan bana
arada ay, on iki kez doğabilirdi.
Yakar tanrılara sevgilim, yakar ki
günah defterime yazmasınlar bu yemini
ve sevginle gel yatıştır yüeğimi.
Ne olur, çok yakmasınlar canımı
ne senin kırbacın, ne de tanrılarınki.

(V.254)

Mabeyinci Pavlos
Çeviren: Samih Rifat

akşam ve verâ

verâ, verâ, verâ!..

her şey kımıltı ve böcektir;
ve Dünya yara içinde yara…
kendini bitmeyen bir yağma
                          gibi yaşadın:

benim dışımdaki sır, 
senin içindeki aynadır; 
bilir misin, yağmurlar da darılır,
seni yazmadığım için;
yüzündür, çisil çisil iner camlara…
Dünya elbet yara içinde yara…
her aktığın yerde kalbim olursun;
bir aşkı geçer geçmez mâverâ,
sana bir nehir gibi deyecek;
bir cam gelip yüzünü de silecek;
görünür olmaya verdiğin ara…
ordadır, akrebi kısalmış günler;
orda, öte yazlar uzar yelkovanlara…
bir musıkî karanlığı var bunda; 
sonunda şiirin de kışı gelecek;
biri kalkıp acep şunu der m’ola:
‘bu sözleri nerden buldun, ey şair?
sözler ki binlerce hüznün ağırlığında!…’
belki bir kaybolan gibi yakında:
susmak! akşamın sözüne kadar;
susmak! dile çile olup dört duvar;
her şeyi bırak da, çekil erguvanlara…
verâ, verâ, verâ…
Hilmi Yavuz

Bir şairin son şiiri

1990’ların sonundaydı, Kitap Fuarı’nda imza gününde, kırkların­da bir hanım, “İleri yaşta şiir yazılmazmış. Şiir kururmuş. Doğru mu?” demişti. “Şair değilim, bilemem ki…” diye yanıtlamıştım.

Gerçi şiirle beslendim bütün yazarlık yaşamım boyunca. Romanlar, öyküler elbette can yoldaşımdı; deneme, oyun, edebiyatın bütün yel­pazesi. Ama şiir bambaşka.

Üstelik şiirsiz bir başlangıç: Yeniyetmeliğimde pek şiir okumazdım. Kitaplığımda hiç şiir kitabı yoktu. Ders kitaplarımızda yer alan şiirler bana pek ses yöneltmiyordu. Ortaokul Türkçe kitabımız­da Abdülhak Şinasi’nin Fahim Bey ve Biz‘den alınma seçme parçası, o, Fahim Bey’in giysilerini anlatan bölüm beni büyülemişti de, şiir­ler uzağımda kalmıştı.

Sonra bir akşamüzeri, Beyoğlu’nda Madamın Kitabevi’nde Sisler Bulvarı’nı ‘gördüm’. Dost Yayınları basımı, kapakta Güngör Kabakçıoğlu’nun güzelim ilüstrasyonu.

Attilâ İlhan o güne dek bildiğim bir ad değil. Hem kitabın is­mine vuruldum hem kapağına, Sisler Bulvarı‘nı ‘bir roman’ sandım. Şiir kitabı çıkınca fena halde hayal kırıklığına uğramıştım. Harç­lığım ancak o kadarına el veriyordu, o hafta başka kitap alamaya­caktım…

Umutsuz, kederli okuduğumu hatırlıyorum Sisler Bulvarı‘nı. Bununla birlikte, kitaba adını veren şiir, art arda kara bir şenli­ğe dönüşen imgeleriyle çarpmış, bir roman duygusu bırakmıştı.

Lise birde, Türk Dili ve Edebiyatı kitabımızdaki “Kır Şarkısı” bende artık şiir tutkusuna yol açacaktı. Behçet Necatigil’ler, Ok­tay Rifat’lar, Melih Cevdet’ler, çoğalıp gidecekti şairlerim.

Güngör Kabakçıoğlu’nun kapak resmine mi borçluyum şiir sevgi­sini, Sisler Bulvarı‘na mı, bugün bile çözemedim. Attilâ İlhan’a da anlatmıştım; çok gülmüştü.

“Kır Şarkısı”na kapılıp gidişimi ise Necatigil’e anlatmıştım. Şu ilginç soruyu yöneltmişti Behçet Hoca: “Ümit Yaşar’ı okumamış, dinlememiş miydin?” Epey şaşırmıştım. Yarım yüzyıl sonra Ümit Yaşar Oğuzcan’ın hakkını yemek istemiyorum, Oğuzcan kadar ünlü olma­yan Turhan Oğuzbaş’ın da. Onlar, büyük çoğunluğa, hiç değilse ‘şiir kavramı’nı öğretmişlerdir. Gerçi ikisi de edebiyat çevrelerince hor görülmüştür.

Necatigil, Ümit Yaşar’ın biyografisinde yazmış:

“(…) şiir plakları, şarkı sözleri ve yergileriyle de tanınan Oğuzcan, günümüzün en popüler şairidir. Genellikle Faruk Nafiz Çamlıbel duyarlığında ve aşk, ayrılık, özlem temaları ekseninde ço­ğalttığı şiirini, 1973’te büyük oğlu Vedat’ın ölmesi üzerine, ha­yatın boşluğu, ölüm ve acı gibi derinliklere, öz ve biçim yoğunlaşmasına yöneltti.”

Bu yönelim acaba edebiyat çevrelerinden kaç kişinin dikkatini çekmişti?

Turhan Oğuzbaş’a gelince, “İspanyol meyhanesinde seni aradım” rad­yoda sık sık okunurdu. Değerli Timur Selçuk’un bestesi ve yorumuyla şarkıya dönüşünce popülaritesi büsbütün artmıştı. O şarkıyı bugün de çok severim.

 Popüler romanlara yönelik ‘uzak duruş’, hatta düşmanlık, popüler şiirler için de geçerliydi. Yalnız Edip Cansever’in söylediklerini anmadan geçemem. Cansever, Timur Selçuk’un şarkısını sevenler ara­sındaydı. Arnavutköyü’ndeki Kaptan’dayız, yan masa usuldan “İspan­yol Meyhanesi”ni söylemeye başlamış. Edip Cansever, sözlerden, güf­teden yola çıkarak, “Herkeste, herkesin hayatında bir yerlerde var­dır böyle duygular, abartılar” demişti…

Turgut Uyar, Attilâ İlhan’ın popüler şiirin “klişe”lerinden epey yararlandığı kanısındaydı. Hele, Attilâ İlhan’dan ezbere şiirler okunmasına buruk, hafifseyici gülümserdi.

Bir yazısında şöyle saptamış:

“Şiirinizde büyük ölçüde bir Attilâ İlhan etkisi var. Hatta bu etki, bir hava halini almış çoğunda. Attilâ İlhan bile kendine kar­şın, o ağlamaklı, tumturaklı havayı bir çıkışa götürememiş, o ko­mitacı ‘vocabulaire’i, o ‘tiragique’ uslûp bile onu kurtaramamıştır.”

İlhan’la Uyar arasındaki soğukluk, için için birbirini yok sa­yış kim bilir ne zaman başlamış, sürüp gitmiş. Turgut Uyar’ın ölü­münden sonra, yazdıklarında, Attilâ İlhan’ın o ‘densiz’ denebilecek tutumu da herhalde bu yüzden…

Konuyu dağıttım, toparlamaya çalışayım.

1989 ya da 1990 olmalı. Sadri Alışık’ın evinde Attilâ Ağbi’yle karşılaşıyoruz. Karşılaşıyoruz diyorum, çünkü epeydir dar­gın gibiyiz. 1981’de yayınladığım Yaşarken ve Ölürken‘den sonra ne görüşmüşüz, ne mektuplaşmışız. O akşam üzeri Attilâ İlha­n’ın şiirde ellinci yıla ulaştığını öğreniyorum, “Argos‘ta bir bö­lüm yapalım” diyorum. Attilâ Âğbi de Argos‘un o sayısına “Ayrılık Sevdâya Dâhil” şii­rini veriyor. Çok sevdiğim bir şiir, ayrıca boşuna görüşmediğimiz yılların sona ermesine çok seviniyorum.

Elliden sonra şiir yazılmaz…

Attilâ Ağbi durup dururken “Son şiirlerden biri” diyor. Anlayamıyorum, “Nasıl?” diye soruyorum.

“Son şiir kitabı olacak: ‘Ayrılık Sevdâya Dâhil’. Başka şiir ki­tabım olmayacak.”

“Bir daha şiir yazmayacak mısınız?”

“Yazsam bile, bu son kitabın yeni basımlarına eklerim.”

Bir iç sızısı duyuyorum, Attilâ İlhan, söyleyişin, imgelerin, her şeyin eskidiğini söylüyor. Hatta, eskimenin ötesinde, “bayatladığını”. “Elliden sonra şiir yazılmaz derler, bak ben yazdım”diye gülüyor.

“Ayrılık Sevdâya Dâhil”in bilgisayar çıkışlı sayfalarına bakı­yorum, bir şey söyleyemiyorum artık, ama hep o iç sızısı. Birden son sayfada yürek yakan o dizeler:

sanmıştık ki ikimiz
yeryüzünde ancak
birbirimiz için va­rız…

Gayet aptalca, “Yazacaksınız, yazmalısınız” diyorum…

Kitap Ekim 1993’te yayınlandı. Bildiğim kadarıyla Attilâ İlhan bir daha şiir yazmadı. Ayrıca git git düzyazıdan da soğuyordu. Son görüşmelerimizden birinde, sonbahar başlangıcı, Kanlıca’da rıhtımda oturuyoruz, hava akşamla birlikte hızla serinliyor, “Yeni bir şey yazıyor musunuz?” diyorum.

Anlamsız bir şey işitmiş gibiydi. Bakışları aldırışsız, hatta bomboş; yanıtını yine işitir gibiyim: “Hayır evlâdım, hiçbir şey yazmıyorum, sadece etrafı seyrediyorum…”

Ayrılık Sevdâya Dâhil‘deki hangi şiir acaba ‘son’ şiir?

Dahası, benzeri bir sahneyi daha önce yaşamış olmamın kırıkdö­küklüğü! 1985 falan olmalı; 1986 değil. Çünkü Edip Cansever’i 1986 Mayıs’ında kaybetmiştik.

Etiler’de, Bebek’e inen yokuşun başındaki ev. Edip Cansever’in çalışma odası. Çalışma masasının karşısındaki koltukta oturuyorum. Sevgili Edip Cansever “İki Ada”yı anlatıyor. Uzun bir şiir olacak. Hem Şairin Seyir Defteri‘nin ardılı, hem Şairin Seyir Defteri‘nden çok ayrı.

Daktilosu önünde. Daktilosunda bir yaprak kâğıt. Beş on dizeyi gelişigüzel okuyor. Belleğime işlensin istiyorum. Büyük bir şair ba­na ‘yeni’ şiirinden okuyor!

Sararmış dişlerini görüyorum
Buruşmuş göz altlarını, seyrel­miş saçlarını.
Geçiyorum masamın başına
Yazacak mıyım, neyi
Neyi olursa olsun. Bir ses;
Başla başla başla!

Bu dizeler değildi elbette. Ama “İki Ada” şairin yarım kalan son şiiri olacakmış meğer,

“İki Ada”dan:

Sayısız oda bir arada. Sayısız
Hiçlik bir arada
Herkes kendini unutmuş gitmiş
Herkes kendini unutmuş gitmiş
O kadar ka­labalık
O kadar tenha
Şurada, orada, daha yakında…

Selim İleri
İstanbul Bu Gece Yine Sensiz / Everest

Bir çocuk için kaygılarını korkularını dindirecek şey kelimeler cümleler değil, başını sıkıca yaslayabileceği anne-babasının şefkatli göğsüdür.

Yedi yaşındaki oğlumun uyumadan önce sohbet etmek gibi bir alışkanlığı var. Daha doğrusu uyumadan önce gevezeliği tutuyor. Muhtemelen uyumak istemediği için yapıyor. Ama uykudan önce onun acayip sorularına cevap vermek, uykuya direnişini  ve konuşmaktan yorulup gözlerinin yavaş yavaş kapandığını  seyretmek benim için de güzel bir alışkanlık haline geldi. Dün geceki sohbetimizde, tatile gitmekten, denizden, havuzdan, nasıl yüzme öğrendiğinden, bahçeli ev hayalimizden bahsettik uzun uzun ve heyecanla. İzinlerimiz iptal olduğu için askıya aldığımız tatil planımızla ilgili dua etti önce, ‘’Allahım nolur annemin izinleri açılsın’’ diye. Sonra birden bire ‘’Anne darbe gecesi ben çok uyandım yanına geldim di mi?’’ dedi. Nerdeyse onbeş gündür gündemimizde ‘’darbe’’ olmasına rağmen onun küçük sesinden bu sözcüğü duyunca irkildim. Evet o gece çocuklar alçaktan uçan f16ların ‘’sonic’’ ses patlamalarından çokça uyanmışlardı fakat sabah uyandıklarında hatırlayacakları kadar bilinçleri açılmamıştı çok şükür. Ayrıca, olup biteni, elimize bayrağımızı alıp sokağa çıktığımızda ‘neden’ diye sorduğunda şöyle anlatmıştım: Kötü adamlar ülkemizi ele geçirmeye çalıştı ve biz de ülkemizi korumak onlara vermemek için sokağa çıkıyoruz. Ama darbe dememiştim. Gerçi duymaması mümkün değil niye şaşırıyorsun ki dedim kendi kendime. Neredeyse onbeş gündür evde başka konu konuşmuyorduk. Aman çocuklara yansıtmayalım gibi bir kaygıyı duyamayacak kadar stresli ve üzgündük. Hatta ‘’Anne ben yaramazlık yaptım diye mi üzüldün’’ diye üzerine alınıyor, gelip gidip boynuma sarılıyordu, o yüzden bir şeyin farkında olmadığını düşünüyordum. Kendime kızdım, çocukların yetişkinlerden daha kuvvetli hissedeceklerini ve anlam veremeseler de daha fazla etkileneceklerini hesap edememiştim. Çünkü şunu da biliyordum, çocuklar oyun oynarken, başka şeylerle ilgilendiğini sandığınız zamanlarda aynı anda kulaklarının birini dikkatlice size verebiliyorlar. Sorusunu geçiştirdim. Hadi artık uyuman gerekiyor, çok gevezelik ettik filan dedim. Bir süre sessizlik oldu, gözkapakları  yarıya düşüp uykuya geçeceği sırada tekrar ‘’Anne!’’ dedi. Onun anne deyişinden gelecek sorunun zorluğunu tahmin edebiliyorum artık.  ‘’Anne, siz ölüp cennete gittiğinizde beni de yanınıza çağırırsınız değil mi? Beni de çağırın.’’Sesi titreyerek devam etti: ‘’Anne çok korkuyorum senin ölmenden’’ Ve sıkıca sarılıp ağlamaya başladı. Onu teskin etmek için, arka arkaya bir sürü cümle kurdum. Uyumadan önce son söylediği şey: ‘’Anne sana sarılayım, sarılınca rahatlıyorum’’ oldu. Bir çocuk için kaygılarını korkularını dindirecek şey kelimeler cümleler değil, başını sıkıca yaslayabileceği anne-babasının şefkatli göğsüdür. Sımsıkı sarıldı, iç çekerek sakinleşti, nefes alıp verişi düzene girdi ve uyudu.

Çocuk ölümü ne bilsin. Çocuk ölümü ne anlasın. Çocuk annesinin, babasının sinesinden kokusundan kucağından ayrılınca onu ne rahatlatsın. O an yani oğlumun ‘’ölürseniz’’diye kurduğu cümlenin hemen ardından  aklıma tam onbeş gündür resimlerine rastladıkça içimdeki suları yükselten o çocuklar geldi. ‘’o gece’’ babalarının soluklarını kesip, göğsünden ayrı bıraktıkları çocuklar…

Onbeş temmuz ikibinonaltı gecesinin etrafında dönüyorum. Onbeş gündür dönüyorum.  Öfkeyle… üzüntüyle…  Söyleyeceklerim bitmedi. Yazacaklarımı yazamıyorum.

Geçmiyor.

Sanki…

kalbe yakın yaralarımın üzerine kuşlar yuva yapmış da, kapanmasına izin vermiyorlar gibi…

Geçmiyor.



Zehra Betül

Bir hikâye kalır

Yaşlanmak, epeyce yaş yaşamak nedir biliyor musunuz?
Çok basit bir şeydir.
Bütün dünyaya, bütün hayata bakıp, “her şeyin geçtiğini” bilmektir.
Her şey geçer.
Sen de geçersin.
Geriye hikâyen kalır sadece.
Thales öleli iki bin beş yüz yıldan fazla oldu.
İnsanlık tarihinin en büyük bilgelerinden biriydi… Teoremleri hâlâ geçerliliği koruyan bir matematikçi, çocuklar hâlâ üçgenler hakkında onun bulduğu gerçekleri öğreniyor okullarda.
 Sahilde kumlara üçgenlerini çizerken, “komutanım seni çağırıyor” diyen askere “şimdi üçgenleri çiziyorum” dediği, askerin de onu mızraklayarak öldürdüğü anlatılır.
Anlatılanlara göre son sözü, kendisini öldüren askere, “üçgenlerimi bozdun” olmuş.
Thales geçti.
Hikâyesi kaldı.
Hüseyin Cahit, yaklaşık doksan yıl önce İstiklal Mahkemesi’nin karşısına çıkarılmıştı, temyizi olmayan, kapısında adam asılan mahkemenin hâkimine, “senin gibi hâkim olmaktansa benim gibi sanık olmayı tercih ederim” demişti. Ömür boyu sürgüne mahkûm etmişlerdi.
Gün geçmiş, devran dönmüş, o gene bir gazetede yazarlığına devam etmiş ve 79 yaşında bir kez daha tutuklanmıştı.
Hüseyin Cahit geçti.
Hikâyesi kaldı.
Hayat geçer, herkes geçer, her şey geçer.
Bir hikâye kalır geriye.
Victor Jara, arkasında iz bırakmış, bütün Latin Amerika’yı etkilemiş Şilili bir şarkıcı.
Askerî darbeden sonra diğerleriyle birlikte tutuklanıp bir stadyuma koymuşlardı.
Onu sahneye çıkartıp işkence yaptılar, bir daha gitar çalmasın diye ellerini parçaladılar.
Onlar dipçiklerle ellerini parçalarken Jara, gittikçe kısılan sesiyle Venceremos’u söylüyordu.

“Fırtına yırtıyor sessizliği 
Ufuktan bir güneş doğuyor”

Ümidin şarkısını söylerken makinelilerle taradılar onu.
Jara geçti.
Hikâyesi kaldı.
Şarkısı kaldı.
Yaşlanmak budur işte, her şeyin geçeceğini bilmektir, geride bir hikâye kalacağını bilmektir, hayatın teslim olmaya, korkmaya değmeyeceğini bilmektir, yeryüzünde kısa süre kalıp kaybolan bir bedenin biraz daha iyi şartlarda yaşaması için “hikâyenden” vazgeçmemen gerektiğini bilmektir.
İnsanlık, “hikâyelerini” bırakan insanlar sayesinde ilerledi, onlar sayesinde “insan olmak” övünülecek bir değere dönüştü.
Binlerce yıldır insanlık iktidar mücadeleleriyle birbirini öldürüyor.
Kaç imparatorluk kuruldu, kaç imparatorluk battı, sayısını bile bilemezsiniz.
O imparatorlukların saraylarındaki iktidar kavgalarında kimler kimleri yok etti, bilemezsiniz.
Kimler kimlere boyun eğdi, kimler çıkarları için kendini sattı, bilemezsiniz.
Onların bir hikâyesi yoktur.
Onlardan geriye kalan bir “sedâ” yoktur.
Bir iz yoktur.
Yeryüzünden gelip geçen milyarlarca insandan oluşan bir kalabalığın içinde onlar da kaybolup gitmiştir.
Zor zamanlardan geçiyoruz.
Bir darbeyi atlattık, bir iç savaşın eşiğinden döndük ama özgürlüğün ışığı şavkımadı üstümüze.
Halkın yiğit direnişiyle tarihe bir “hikâye” bırakacak bir iş yapıldı ama ertesi gün seksen yaşındaki Hilmi Yavuz gözaltına alındı.
Sadece Türkiye’nin değil, dünyanın en büyük şairlerinden biri.

“herşey nasıl da bütündü bir zaman: 
şimdi bahçe eksik, güllerse yarım; 
kar yağar, hüzün bile yok… ve nerdesiniz, 
âh, evet nerdesiniz, yok saydıklarım?”

Herhalde elli yıl kadar oluyor, ben gencecik bir çocuktum, o adı bilinen bir şair, bir otobüs yolculuğunda uzun uzun “kelimeler” üstüne konuşmuştuk… Şiirin “kelimeleri kullanarak kelimelerin ötesine geçme sanatı” olduğundan.
Ben yaşlıyım şimdi, o benden de yaşlı.
Ve ben onun polis sorgusunda fenalaştığını okuyorum.
Seksen yaşındaki şairini polis sorgularına alacak kadar insafsızlaşan bir toplum olmayı hak ediyor mu burası?
Bu mu bir darbeyi yenmenin ertesinde yaşanacak hikâye?
Şahin’in ellerini arkasından kelepçelemişler.
Resmini gördüm.
Bütün hayatı darbelere karşı mücadeleyle geçmiş, bütün hayatı “demokrasiye” adanmış, yetmiş iki yaşında bir adam.
Beyaz gömleği, asık yüzü, elleri arkasından kelepçeli, polislerin arasında merdivenlerden iniyor.
Övünüyor musunuz bununla?
O yiğit direnişin “hikâyesini” böyle gölgelemeyi mi tercih ediyorsunuz?
Nazlı’yı, “operasyonlarla” aramak mı bu toplumun hikâyesi?
Polis arabasında tutuklanmaya giderken kalenderâne gülümseyen Ahmet Turan Alkan’la, Nuriye Akman’ı hapse atmak mı hikâyemiz?
Neden yapıyorsunuz bunları?
Bu insanların darbeci olmadığını, darbeyle hiçbir alakaları olamayacağını bilmiyor musunuz?
Niye bu insanlarla birlikte onca gazeteciyi zindanlara dolduruyorsunuz?
Neden hikâyenizi gölgelendiriyorsunuz?
Neden o muhteşem direniş hikâyesinden, o hikâyeyi daha da parlatacak bir özgürlük yaratmayı tercih etmiyorsunuz?
Üstelik bir de bunları söyleyenleri de hapsetmekle tehdit ediyorsunuz.
Bunlar geçer.
Her şey geçer.
Herkes geçer.
Hikâyeler kalır geriye… Anlatılmaya değer hikâyeler.
Yaş yaşamak bunu bilmektir.
Bir toplumun tarihte iz bırakacak, yıllarca anlatılacak hikâyesini, bu görüntülerle neden silmeye çalışıyorsunuz?
Seksen yaşındaki şairini sorgularda zorlayan bir toplum iflah olur mu, hiç böyle bir hikâye okudunuz mu?
Bunları görüp de susacak mıyız?
Susarsak, tankların önüne atlayan, hayatını feda eden, sakat kalan o çocuklara biz nasıl layık olacağız?
Korkarsak, sinersek, eğilirsek, bu toplumun hikâyesine ihanet etmiş olmayacak mıyız?
Bir hikâyesi olan bir toplumun, o topluma övünülecek yeni hikâyeler armağan etmek zorunda olan üyeleriyiz.
Bizden susmamızı beklemeyin.
Bizden korkmamızı beklemeyin.
Bizden bu toplumun hikâyesine ihanet etmeyi beklemeyin.

 “herşey nasıl da bütündü bir zaman: 
şimdi bahçe eksik, güllerse yarım”

Bahçeyi eksik, gülleri yarım bırakmayın.
Zindanlara doldurmayın günahsız insanları.
Bu topluma layık olun.
Bir hikâyemiz olsun, geçip giderken arkamızda bırakacağımız.
O hikâyeyi gölgelere teslim etmeyin.

Ahmet Altan

Hikâye, anlatılandan ibaret değil

Darbe girişimi gecesi, 15 Temmuz’u 16’sına bağlayan gece 11 saat 48 dakika boyunca Twitter’da en gözde başlık (“trend topic”) ne olmuş, biliyor musunuz: “#HulusiAkar”. Genelkurmay Başkanı, #NoCoupInTurkey’i, #DarbeyeHayır’ı falan hep geride bırakmış. (Verilerin gerikalanını merak ederseniz, şurada.)

Yalnız Hulusi Akar, trend topic’liği şüphesiz bütün Türk Silahlı Kuvvetleri adına elde etmiş sayılmalı. Diyeceksiniz ki, 15 Temmuz’dan bu yana memleketin trend topic’i tartışmasız “FETÖ”. Ben de nâçizâne, bu etiketi gözlerimize yapıştırdıklarını, her ağzını açanın bize yalan söylediğini düşünüyorum. İnanmamızı istedikleri hikâye, 15 Temmuz darbe girişiminin, münhasıran ordu içindeki Gülencilerin marifeti olduğu.

Hikâyenin bundan ibaret olmadığından eminim.

Düğündekiler, torunlar vesaire

Genelkurmay Başkanı, İkinci Başkan ve Kara Kuvvetleri Komutanı toplanmışlar, tanklar çıkmasın, uçaklar uçmasın, demişler, Ankara Garnizon Komutanı’nı aramışlar, Hava Kuvvetleri Harekât Başkanı’nı aramışlar, Hava Kuvvetleri Kurmay Başkanı’nı aramışlar. “Bu şekilde öncelikli tedbirleri aldıktan sonra toplantıları bit[miş]”. Hava Kuvvetleri Komutanı’nı yetkili kimse aramamış! Eşi aramış…

Orgeneral Abidin Ünal, İstanbul’da düğündeydi. MİT’in darbe ihtimalini haber almasından üç buçuk, Genelkurmay’ı haberdar etmesinden bir buçuk-iki saat sonrasına, 19:30 sularına kadar “herhangi bir olumsuzluk ya da olağanüstü bir durum hissetme[miş]”. Herkesin elinde akıllı telefonla yatıp kalktığı bir devirde kimsenin niyeyse tek kare fotoğraf paylaşmadığı düğün sürerken, 21:30’da komutanın eşi arayıp, genelkurmaydaki bir hava korgeneralin gözaltına alındığını bildirmiş, komutan bunun üzerine Ankara’daki vekilini aramış, telefondan jet seslerini duymış, ne olduğunu sormuş, vekili, “valla ben de bilmiyorum” demiş, “ancak şu anda Ankara’nın üzerinde jetler geziyor”. Komutan bunun üzerine, vekili Tümgeneral Cevat Yazgılı’yı, “duruma hemen elkoysun” diye Hava Kuvvetleri Harekât Merkezi’ne göndermiş.

Düğündeki Hava Kuvvetleri Komutanı sonra ne yapmış, kendisinden dinleyelim:

“Ankara Akıncı 4. Üs Komutanlığı’nın komutanı olan Tuğgeneral Hakan Evrim’i telefonla aradım. Uçakların kendisi tarafından uçurup uçurulmadığını sordum. Hakan Evrim bana, ‘Görevi ben verdim, mecburdum’ dedi. Ben de kendisine, ‘Böyle bir mecburiyet yok, havaya uçak kalkmayacağına dair emir size verildi’ dedim. Bana, ‘Durum bildiğiniz gibi değil, benim de canım tehlikede sizin de canınız tehlikede’ dedi. Bu konuşmadan önce ben darbeciler kendisini tehdit etmiştir diye düşünmüştüm, ancak daha sonra bu işin içerisinde kendisinin de olduğunu anladım.”

Akıncı Üssü komutanı, “Yanımdakiler konuşmamızın sonlandırılmasını istiyorlar,” deyip telefonu kapatmış, Orgeneral Ünal daha sonra Evrim’i iki defa daha aramış, ama üs komutanı cevap vermemiş.

“Genelkurmay başkanıyla beraberdim, aynı durumdaydım” diyene kadar bize tantanayla “darbenin bir numarası” diye sunulan eski Hava Kuvvetleri Komutanı Akın Öztürk’e göre, şimdiki -düğündeki- komutan, Orgeneral Ünal, vaziyete hakim olmasını kendisinden istemiş. Öztürk, gidecekken vazgeçtiği düğünün sahibiyle de önce tebrik için, sonra jetler için görüşmüştü: “Akıncı Üssü’nde mutat uçak iniş ve kalkışları oluyordu. Devamlı hareketlilik olduğu için önce bir şey fark etmedim. Düğün sahibi Mehmet Şanver’i aradım, tebrik ettim. Bir süre sonra o da beni tekrar aradı. Uçakların alçak uçuş yaptığını, ne olduğunu sordu. Televizyonda altyazı geçtiğini söyledi. Ben de bu sırada televizyonda gelişmeleri izliyordum.”

Orada ne arıyordu? Kuvvet komutanlığı yapmış havacı orgeneral, “mutat hareketlilik”le o gece olan biteni ayırt edemiyor olabilir mi? Düğündekiler töreni pastayı bırakmış televizyon mu izliyorlardı? Hava Kuvvetleri’nin başındaki generaller jetlerin alçak uçuş yaptığını, telefondan seslerini işitip, geçen altyazıları okuyup mu öğreniyorlardı?

Orgeneral Abidin Ünal’ı dinleyelim, bakalım bunlara cevap bulabilecek miyiz:

“…Orgeneral Akın Öztürk’ü aramayı planladım… Öztürk’ün Akıncı’da torunlarının yanında olduğunu biliyordum. Akın Öztürk’ün damadı Hakan Karakuş’un Akıncı’daki 141. Filo’nun komutanı olduğunu biliyordum. Akın Öztürk’ün telefonuna uzun süre ulaşamadım. Daha sonra Korgeneral Mehmet Şanver’den Akın Öztürk’e ulaşmasını istedim. Mehmet Şanver, Akın Öztürk’e ulaşınca telefonu bana verdi. (…) ‘Ankara’da uçak uçuruyorlar, ne oluyor oralarda, senin emirlerin hilafına darbe mi yapıyorlar?’ diye sordum.”

“Senin emirlerin hilafına darbe mi yapıyorlar?” diye sormuş! Devam edelim:

“…kendisi bana ‘Ben sadece gece uçuşu olduğunu zannediyorum, ben bir araştırayım’ dedi, ben de kendisine, ‘Gece uçuşu değil, Ankara’da alçak uçuşlar olduğunu’ söyledim.”

“Gece uçuşu sandım, bir bakayım,” demiş! Bu esnada son hücresine kadar hareket halindeki bir üste, darbenin karargâhında bulunuyor orgeneral. Torunları orada diye yani.

Hava Kuvvetleri Komutanı’nı dinlemeye devam:

“Bundan sonra Akın Öztürk bana hiçbir şekilde dönüş yapmadı. Yapmaya teşebbüs etmiş ise de, telefon bende olmadığından bana dönmeye teşebbüs edip etmediğini bilemiyorum.”

Ben de … bilemiyorum.

Velhâsıl, Moda Deniz Kulübü’ne helikopterlerle rambolar indi, komutanı alıp götürdü.
Genelkurmay Başkanı, anlatılanlara göre epeyce itilip kakılarak, rütbeleri sökülerek, sonra yeniden takılarak darbenin karargâhı Akıncı Hava Üssü’ne götürülmüştü. Oraya nasıl gittiğini henüz öğrenemediğimiz Tümgeneral Mehmet Dişli, itilip kakılmamış, rütbeleri sökülmemiş, kelepçelenmemiş halde karşısına çıkmış. Dişli’ye bakarsanız, komutanı ikna etsin diye darbeciler onu öne itmişlerdi. Hulusi Akar’a reva gördükleri muamelenin zerresi ona yapılmamıştı. Hulusi Akar darbecilerin helikopteriyle başbakanlığa gelirken de Dişli ona eşlik etti! Darbeye katılsın diye Genelkurmay Başkanını ikna etmeye çalışan darbeci general konumundaydı; neye güvenerek geldi o helikopterle?

Önce Hulusi Akar’ı Fethullah Gülen’le görüştürmeye kalkan darbeci diye sunulan -sonradan bu itham Akıncı Üssü Komutanı Tuğgeneral Hakan Evrim’e çevrildi- Tuğgeneral Mehmet Partigöç de 15 Temmuz akşamı 20:00 sularında “bir gürültü duymuş” ve bahçeye çıkmış. Tatbikat, diyenler, koşuşanlar varmış. Sonra Genelkurmay İkinci Başkanı’nın emir subayı emirler getirmiş, ama tuğgeneral nedense bunları teyit etmek için ikinci başkanı aramaya başlamış. Ona demişler ki: “Şimdi belirsizlik durumu var, kışla dışına çıkarıldı.” O da Genelkurmay Harekât Merkezi’ni aramış, “durumda değişiklik yok, işimize devam ediyoruz” demişler. Devam ettikleri, nasıl bir “iş”miş?

Temel soru, “niye haber verilmedi”dir

Savcı jargonuyla “hayatın olağan akışı”na uymayan, başka şeyleri söylememek için söylendiği belli mantıksız sözlere çok daha fazla örnek verebilirim. Zamanlamalarda, odada kimin bulunduğu-bulunmadığında, oturduk-oturmadık, çay-kahve içtik-içmedik gibi ayrıntılarda çelişen ifade parçalarının dökümünü yapmaya girişebilirim.

Doğrusunu isterseniz giriştim de. Ama çabuk vazgeçtim. Çünkü bu kadar çok yalanın olduğu yerde böyle bir iş anlamsız kaçacaktı.

Vazgeçtim ve başımı derde sokmaya karar verdim. Çünkü hakikat peşindeysek başka çare yok.

Darbe girişimini Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a ne zaman, kim haber verdi?

Erdoğan’ın beyanını esas alırsak, akşam saat 20:00 civarında, eniştesi.

MİT’in bu işten 16:00’da haberi olduğu söyleniyor. Genelkurmay başkanı, 17:00-18:00 arası, diyor. Diyelim 18:00. İki saat MİT, sonraki iki saat de hem MİT hem Genelkurmay, neden cumhurbaşkanını haberdar etmedi?

Bu soru göründüğünden de ağır. Düşünün, Gezi İsyanı çıkmış, memleket ayakta, cumhurbaşkanı Tunus’tan, Türkiye’deki bir haber kanalında geçen altyazıyı görüp telefona sarılıyor. En ufak ayrıntıya karıştığını, her şeye kendi karar vermek istediğini, her şeyden her an haberdar olmak istediğini biliyoruz. Aşırı merkezîleşmiş, yetkinin tek adamda toplandığı bir yönetim tarzı hüküm sürüyor Ankara’da.

Ve MİT Müsteşarı ile Genelkurmay Başkanı, kendisini öldürmeyi, en azından yakalayıp yargılamayı amaçlayan silahlı kalkışmayı böyle bir cumhurbaşkanına bildirmiyorlar!

Peki o ne yapıyor? “Eniştemden haber aldım,” diyor! En azından bunu böyle söylemeyebilir, değil mi? Devlette zaafı ortaya dökmemek için. Özellikle yapıyor. Böyle bir durumda Erdoğan’ın “eniştemden haber aldım”ı bir tek anlama gelir: Bakın ben size ne yapacağım! (En kibar ifadeyi bulmaya çalıştım.) O halde bu işte kasıt arıyor.

MİT ve Genelkurmay’ın başındaki insanların şaibeli tutumuna eklenecekler var: Başbakan Binali Yıldırım’ın uzun uğraşlar sonucu bulup konuşabildiği havacı komutanın darbecilerin jetlerine karşı uçak kaldırmamak için ayak sürüyüşü, yazılı emir isteyişi. Boğaziçi Köprüsü’ndeki abuk sabuk operasyonu daha başlangıç aşamasında bastırmayan, en azından oradaki darbeci birliğin etrafını sarıp etkisiz hale getirmeyen, az ötedeki koca 1. Ordu’nun (hemen oraya sevk edebileceği binlerce askeri var!) sözde ataleti. Bunları nasıl izah edeceğiz? TSK’nın darbe girişiminin hemen ertesinde yaptığı açıklamayı geri çekmesi, Akın Öztürk’ü ve dolayısıyla Hulusi Akar’ı temize çıkaracak şekilde düzenleyip yeniden yayımlaması nedir, basit bir “düzelti” işlemi midir?

Çok konuşuldu, yine de hatırlatacağım: Silahlı Kuvvetler, personelinin “yüzde bir buçuğunun” menfur darbe girişimine karıştığını, ordunun gerikalanının temiz olduğunu iddia etti, biliyorsunuz. Gözaltındaki subaylarının komuta ettiği asker sayısı aşağı yukarı 250 bin olarak hesaplanan bir ordu komuta heyeti söyledi bunu! General-amiral mevcudunun yüzde kırkından fazlası ihraç edilmeden az evvel. Darbecilerin harekete geçirdiği, kullandığı araçlar: 35 uçak, 37 helikopter, 246 tank ve zırhlı araç, 3 gemi! Akim kalacağı pek erken ortaya çıkan teşebbüste henüz harekete geçememişlerin sayılmadığı bir döküm bu.

Peki, ne demeye çalışıyorum?

Edindiğim izlenimi, tahminimi aktarmaya çalışıyorum. Yani şunu: Orduda darbe girişimine katılanlar, Gülenci teşkilattan ibaret değil. Şüpheli konumdakilerin hepsi Gülenci değil. Mağdur gözüken kimileri mağdur değil. Şüpheli gözükmeyenler şüpheli. Birkaç değişik saikle birkaç değişik grup, üst komuta heyetinden kimileri dahil, bu işin içinde. Kalkışıldı, daha ilk aşamada birileri üzerlerine düşenleri yapmadı, belki sattı, belki başka şekilde ayartıldı, ortaya çıkan berbat manzara birilerini daha caydırdı, başarısızlık ihtimali erken bir evrede kesinleşince öfke nöbetleri ve intiharî eylemler ortaya çıktı. Muhtemelen bir aşamadan sonra birilerinin başlıca kaygısı ve uğraşı, başlangıçtaki konumlarını farklı göstermek ve başlangıçtaki tavırlarının izlerini silmek oldu.

Sonra işte, 15 Temmuz gecesi de HulusiAkar trend topic olmuş.

Ümit Kıvanç