Bab-ı Ali’de Yayınevleri

19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetim merkezi Babıâli, aynı zamanda Türk basınının da merkezi ve kalbidir. Divanyolu üzerindeki Sultan Mahmut Türbesi’nden başlayıp Sirkeci meydanına kadar kavisli bir şekilde inen bu cadde, bir orta noktada kırılır. Bu orta nokta Babıâli denilen, yani Osmanlı sadrazamlarının konağı, yönetim yeri olan, aynı zamanda da Paşakapısı denilen, valilik binasını orta merkez olarak alır. Sultan Mahmut Türbesi’nden, yani Divanyolu’ndan, köşeden başlayıp valiliğin uç noktasına, yani köşe noktasına kadar olan kısma eskiden Mahmudiye Caddesi adı verilmekte, valilikten aşağı ve Sirkeci’ye kadar olan kısmına da Babıâli denmektedir. Fakat bu iş 1934 yılında değişir. Osman Nuri Ergin yeni sokakların isimlendirilmesi ile ilgili görevlendirildikten sonra Sirkeci’den valiliğe kadar olan bölüme Ankara Caddesi, valilikten sonra Sultan Mahmut Türbesi, yani Divanyolu’nun başlangıç kısmına kadar olan yere de Babıâli Caddesi adını verir. Bu isimlendirmeye çok sinirlenen Reşat Ekrem Koçu İstanbul Ansiklopedisi’nin “Ankara Caddesi” maddesinde bunu sert bir dille, ağırca eleştirir.
19. yüzyılın sonundan, 1870’lerden itibaren bu caddede kitapçılar yer almaya başlar. Yüzyıl sonlarında bu kitapçılar önemlerini ve sayılarını çoğaltarak caddenin Türk basın yayın dünyasının en önemli merkezi haline gelmesini sağlarlar. 19. yüzyıl sonundan 20. yüzyılın sonuna kadar kitabevleri, matbaalar, gazete idarehaneleri, mücellitler, kırtasiyeciler, klişeciler velhasıl Babıâli Türk basınının kalbi olur. Reşet Ekrem Koçu “Büyük şehrin, dolayısıyla Türkiye’nin  fikir ve sanat merkez meşheri, İstanbul basının beşiği, bir politika kanalı, alimler, mütefekirler, müellifler, muharrirler, artisler güzergâhıdır. İstanbul’un büyük kitapçıları, en büyük kırtasiye mağazaları, mücellitleri, klişe atölyeleri, ilanat büro ve şirketleri, gazete ve mecmua bayileri, birkaç büyük matbaa, gazete ve mecmua idarehaneleri, bu caddenin iki kenarı boyunca sıralanmıştır” diye tanımlar Ankara Caddesi’ni. Gerçekten de bu bölgedeki kahvehaneler, berber dükkânları bile edebiyatla, siyasetle iç içedir. Nitekim İttihatçıların anılarından Sirkeci’deki berberde buluştukları, bazı hükümete yönelik işlerin oralarda fısıltılar halinde konuşulduğu bilinir. Yine burada ünlü Meserret Kıraathanesi’nde bir sürü insan hem Jön Türk neşriyatını el altından birbirlerine devreder, bir yandan da yine siyaset konuşurlar. Babıâli böyle hem siyasetle, hem yayın dünyası ile iç içe yaşayan bir mekândır.
Babıâli’nin ayrıntılı bir tarihi yazılamamıştır. Nitekim Türk basınının eskilerinden ve Babıâli’yi en iyi bilenlerden Münir Süleyman Çapanoğlu da “Basın tarihimiz yazılamamıştır” der ve Ahmet Rasim’in Vakit’te, Akşam’da ve bazı dergilerde, Ahmet Cevdet’in İkdam’da, Abdurrahman Adil’in İkdam ve Alemdar’da, Azim’de ve birkaç dergide yayımlanan basın tahine ait yazıları, hatıraları Arap harfleri ile çıkan gazete ve mecmuaların sütunlarında gömülü kaldığını, arada bir yeni harflerle çıkmış olan çıkan hatıralar ve notların da basın tarihini yazacaklar için kâfi olmadığını, eski Babıâli’yi bilenlere hatıraları yazdırmak, not almak, üstatların yazılarını gazetelerden dergilerden çıkarıp ayıklamak, yayımlamak gerektiğini ekler. Bu yazının yer aldığı kitabın yayımlandığı 1962 yılında hakikaten de çok sayıda yayıncı, gazeteci, eski kütüphane sahibi, eski kitabevi sahibi hayattadır.
Babıâli üzerine irili ufaklı çalışma yapanların başında Ahmet Rasim ve Ahmet Mithat Efendi gelir. Selim Nusret Gerçek, Server İskit, Münir Süleyman Çapanoğlu, Reşit Halit Gönenç, Orhan Koloğlu, Alpay Kabacalı, Ali Birinci, Nuri Akbayar, Yahya Erdem, Lütfü Seymen, Başak Ocak, Cem Atabeyoğlu, Cüneyt Okay, Naşit Baylav, Arslan Kaynardağ gibi araştırmacı ya da edebiyatçı, gazeteciler Babıâli ile ilgili çeşitli yayınlarda bulunmuşlardır. Fakat bu çalışmaların tümünü kapsayan topluca bir çalışma yoktur.
Babıâli kitapçıların yerleşmeye başladığı 1880’lerden günümüze, 1980’li yıllara kadar burada açılıp kapanmış yayınevlerinin, kitabevlerinin derli toplu tarihçelerine, kurucularının kimler olduğuna, aile bağları ve akrabalık derecelerine, ne zaman kapandıklarına, hangi zamanlarda ticari anlamda darboğazdan geçtiklerine dair hemen hemen hiçbir şey bulunmamaktadır. Bunlar sadece kıyıda köşede kalmış, notlar halinde, cımbızla toplanabilecek nitelikte belgelerde yer alır.
Babıâli Caddesi’nin 19. yüzyıldaki durumu hakkında Ahmet Rasim ve Ahmet Mithat Efendi çok güzel bilgiler sunarlar. gibi kitabı var. Kültür Bakanlığı tarafından yeni harflerle yayımlanan Muharrir, Şair ve Edip adlı kitapta çok ilginç bilgiler yer alır. Yine Ahmet Mithat Efendi’nin yazmış olduğu birkaç romanda hem Cağaloğlu’nun hem İstanbul’un diğer semtleri ile ilgili olarak çok güzel tasvirlere rastlanır. Bu kaynaklardan Babıâli Caddesi’nin açılışının 1865 yılında Hoca Paşa yangını sonrasına dayandığı anlaşılır. Islahat-ı Turuk komisyonu bazı binaları, evleri yıkarak caddeyi genişletir ve Babıâli Caddesi bu şekilde oluşur. İlk Babıâli kitapçısı hakkında Ahmet Rasim Vakit gazetesinde “Matbaa Tarihinden Bir Nokta” başlıklı bir makale yayımlar. Ahmet Rasim Efendi bir gün Babıâli’de otururken, Asır Kütüphanesi’nden Kirkor Faik Efendi’yle bir söyleşi yaparlar. Bunun üzerine Ahmet Rasim bize şu bilgileri aktarır: Babıâli’de ilk kitapçı dükkânı Toros isimli birine aittir. Dükkân, İkdam gazetesinin çıktığı İkdam Han’dadır. Ahmet İhsan Tokgöz ise Matbuat Hatıralarım adlı kitabında Mülkiye Mektebi’nde dersleri takip ederken, eski Babıâli yokuşunun matbuat hayatı ile son derece alakadar olduğunu, caddede Esat Efendi Kütüphanesi adlı tek bir Türk dükkânı bulunduğunu, sahibinin de hâkimlikte bulunmuş ulemadan olup Abdülhamid döneminde ara verdiği faaliyetine hürriyetin ilanıyla geri döndüğünü ve bu esnada Basiretçi Ali Efendi ile birleştiğini anlatır. Fakat her ikisinin de ömürleri vefa etmediğini, Esat Efendi kütüphanesi dışındaki kitapçıların da Ermeniler olduklarını ekler. Ahmet İhsan’ın bahsettiği Esat Efendi’nin bulunduğu tarihte Aleksan, Kaspar, Kirkor, Ohannes Efendiler kitapçılığa başlamış durumda gözüküyorlar. Bu bahsedilen tarih ise 1881 ile 1887 arasında bir yıl olmalıdır; çünkü Ahmet İhsan Bey Mülkiye Mektebi’nde 1881-1887 arasında okur. Dolayısıyla Babıâli’de ilk kitapçılık yapan kişi meselesi bu anılardan da pek ortaya çıkmamaktadır. Bir de bizim halen bildiğimiz saatli maarif takvimlerini yayımlamakta olan Maarif Kütüphanesi’nin sahibi Naci Kasım Bey’in babası Hacı Kasım Efendi’nin ilk Türk kitapçısı olmak gibi bir iddiası vardır. Çünkü bu bey 1862 yılında İran’ın Hoy kentinden İstanbul’a gelip hemen kitapçılığa başlar, fakat kitapçılığa başladığı mekân Babıâli’de değil, Beyazıt’ta Hakkaklar Çarşısı’ndadır. Daha sonra oğlu Naci Kasım Babıâli’de Maarif Kütüphanesi’ni kurar. Hüseyin Tutya da Yeni Şark Kütüphanesi’ni kurup 1970’li yıllara kadar Babıâli’de kitapçılık yapar. 1881 tarihli Annuaire Oriental’de İbrahim Hazım diye bir isme rastlanır. İbrahim Hazım Babıâli Caddesi 26 numarada, onun dışında Avedis Papazyan Babıâli Caddesi 18 numarada, Arekel Tozluyan Babıâli Caddesi 46 numarada görülür.
Bütün bu belgelerden ve notlardan çıkardığımız sonuca göre, Babıâli’deki ilk kitapçı bence Arakel Tozluyan Efendi’dir. Arakel Tozluyan Efendi 1875 yılında İstanbul’da Babıâli’de dükkânını açar ve çalışmalarını uzun zaman sürdürür. İşin başında daha yaptığı çok büyük bir hizmet, 1301 yılında (1884) yılında Matbaa-i Ebuziya’da Arakel Kütüphanesi kataloğunu bastırmış olmasıdır ki bu benim tespitlerime göre ilk ticari kitapçı kataloğudur. Babıâli kitapçılığının modern kitapçılık anlamında ve sahaflıktan ayrılan bütün ilk müteşebbisleri Ermenilerdir. Daha çok tömbekici, tütüncü dükkânlarında, kahvehanelerde, bir miktar Beyazıt’ta Sahaflar’daki dükkânlarda satılmakta olan matbaa baskısı kitaplar ancak bu ilk dönem Ermeni kitapçılar sayesinde modern anlamda bir ticari meta olarak karşımıza çıkar, vitrine çıkar, alınır satılır hale gelirler.
Bu Ermeni kitapçılarının çoğu gazete müvezziliğinden, gazete dağıtıcılığından gelmektedir. Eskiden çoğunlukla gazeteler sokaklarda, meydanlarda müvezziler aracılığıyla satılmakta, dağıtılmaktaydı, o yüzden bu müvezziler de çok önemliydi. Bu müvezziler aynı zamanda bu kitabevlerinde kitapçı oldukları zaman, gazetelerde abone ederek ya da posta yoluyla da bazı insanlara göndermek aracılığıyla gazeteciliğin gelişmesine hizmette bulunurlar.
İkinci bir grup olarak İran kökenli diye addettiğimiz Azeriler de Babıâli’de epey bir yer teşkil ederler. Maarif, Yeni Şark, Cemiyet gibi büyük yayınlar, büyük işler yapmış, yayın alanında isim olmuş bazı kitabevleri ve yayıncılar da Azeri kökenli, Acem denilen insanlardandır. İbrahim Hilmi Çığıraçan hakkında ciddi bir araştırma yapan Başak Ocak’ın tespitine göre Ermeni kitapçılar bilimsel ve edebi kitaplar ile okul kitapları piyasasını, İranlı kitapçılar da halk, medrese kitapları piyasasını ellerinde bulundurmaktadırlar. Bir de 1870’li yıllardan itibaren Beyazıt’ta, Hakkaklar Çarşısı’nda, Sahaflar Çarşısı’nda dükkân açan bazı kimselerin de daha sonra bu dükkânları kapatıp Babıâli’ye doğru kaydığını tespit ediyoruz ki, kitapçılık ağırlık merkezinin giderek Babıâli’ye doğru kaydığının bir göstergesidir bu.
1890’lardan başlayarak, 1900’lü yıllara doğru, yani Babıâli’de Ermeni ve İran kökenli kitapçıların ticari faaliyette bulunması sırasında birtakım Türk kitapçılar, müteşebbisler de bu faaliyetlere katılırlar. Bunların en başında yine Ahmed İhsan gelir. Servet-i Fünun mecmuasının sahibi ve yayımcısı olan Ahmed İhsan 1890 yılında bir arkadaşı ile birlikte Alem matbaasını satın alır ve yayıncılık işine başlar. Yine Hüseyin Kitapçı Babıâli’de önce İran kökenli bir kitapçı olan Şems Kütüphanesi’nde belli bir müddet çıraklık yapar, daha sonra kendisi Beyazıt’ta Zafer adıyla bir dükkân açar. Ardından o dükkânı kapatıp yeni köprünün başındaki dükkânlardan birini tutarak orayı İkbal Kütüphanesi yapar. Hatta bir ara bir İtalyan gemisi köprüdeki o dükkânların olduğu yere çarpar ve bütün kitaplar Haliç’te yüzmeye başlarlar. Bu tehlikelerden sonra Babıâli’nin üst tarafında bir dükkân kiralar ve yine 1970’li yıllara kadar kitapçılık faaliyetini sürdürür İkbal Kütüphanesi. 1896’da Tüccarzade İbrahim Hilmi Bey bir kütüphane açar. İlk ismi Kitaphane-i İslam ve Askeri olan bu dükkânda önce daha çok askerlere yönelik, İslami bazı eğitici kitaplar yayımlanır. Daha sonra adı Hilmi Kitabevi’ne çevrilir ve kitabevi, sahibinin ölüm yılı olan  1963’e kadar faaliyette Babıâli’de bulunur. Özellikle meşhur Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın bütün eserlerinin tek yayıncısı konumundadır. 1962 yılında hastalıklı bir haldeyken bile bazı yazarlara, edebiyatçılara mektuplar yazarak onlarla yayın anlaşması imzalamak isteyen, bu işe gönül vermiş bir kişidir İbrahim Hilmi Çığıraçan.
İmparatorluğun sonundan Cumhuriyet’e doğru Babıâli’deki Türk kitapçıların sayısı hızla artar, bu arada Ermeni kitapçıların azaldığı görülür. Bir kısmının yokluğu hem yaşlılıktan hem de genç yaşta ölümlerden kaynaklanır, bir kısmı ise tam çözemediğimiz bir şekilde kitapçılığı bırakıp başka mesleklere döner. Bunlardan Kaspar Efendi kitapçılığı belli bir süre yaptıktan sonra, Bağlarbaşı’nda bir bakkal dükkânı açar ve burayı işletirken ölür. Bir de istisnai durum vardır: Suhulet Kütüphanesi ve Matbaası sahibinin Osmanlı’daki ismi Leon Lütfi olup daha sonra Müslüman olarak Semih Lütfi adını alır. Hanımı ve ailesi ise hayatlarına Ermeni olarak devam ederler. Semih Lütfi Kütüphanesi’nin kapanış tarihi 1980’li yıllardır, Semih Lütfi ise 1940’lı yıllarda ölür. Karısı, yani Aznif Hanım ise 1980’li yıllara kadar yayın yapmadan o kitapevini, sadece eski bastıkları kitapları satarak devam ettirir. Ben öğrenciyken Aznif Hanım Sirkeci’de kütüphanesinin içerisinde karanlık, tozlu bir kasanın başında oturur, sıradan verirdi satıştaki kitapları. Eğer bozuksa arkadaki kitaptan vermez, kovardı. Ölümünden sonra, bina çok değerli olduğu için kitaplar kimsenin gözünde değildi. Kitapları önce Kuleli’ye yolladılar, garnizonlara, çünkü depolarında dağıtılamamış, satılmamış on binlerce kitap vardı. Bunların Kuleli Askeri Lisesi vasıtasıyla bütün garnizonlara dağıtılması için bir teklifte bulunuldu. Askerler bir kısmını aldı götürdü. Daha sonra binanın bir an önce boşaltılması gerektiği için bu kez Edebiyat Fakültesi’ne haber verildi; onlar da bir müddet, bir miktar seçip götürdüler. Edebiyat Fakültesi’nde kütüphanenin 2-3 gün boyunca kapısının açılacağı ve kitapların istenildiği kadar alınabileceği şeklinde bir şaiya çıktı; gerçekten de içeri girip, istediğiniz kadar kitabı torbaya doldurup götürebiliyordunuz. Böylelikle kitaplar dağılabildiği kadar dağıldı, dağılamayanlar da maalesef kâğıtçıya, hurdacıya gitti.
Babıâli yayıncılığının en zor dönemi bana göre 1928 yılıdır, çünkü 1928 yılının sonlarında ünlü harf devrimi dolayısıyla Babıâli’de bulunan bütün yayınevlerinin sermayeleri bir anda sıfıra inmiş olur. Depolarda binlerce eski yazı kitap vardı, bunların bir kısmı mektep kitapları, bir kısmı eğitime yönelik kitaplardır. Bunlar bir anda kullanılamaz, okutulamaz ve satılamaz hale gelir. Dolayısıyla 1982’deki bu sıkıntılı dönemde pek çok kitapçı, yayınevi maalesef kendini kurtaramamıştır. Fakat 1920’li yıllarda daha henüz yayıncılığa girmiş kitapçılar zarar görmemiştir, çünkü depolarındaki kitaplar eski harfli değildir. Bu durumu devlet birtakım önlemlerle düzeltmeye çalışır. 1928’de Latin alfabesi ile öğrenim yapılacak mektep kitaplarının basılması için bazı kitapçılara haklar tanınır. Fakat bu yine de kitapçıların zararlarını maalesef karşılayamaz. Dolayısıyla 1928’den sonra uzun zaman kitapçılarla devlet arasında birebir maddi anlamda bir alışveriş olur. Hatta maddi kayıpları o kadar fazladır ki 1932 yılında Ahmet Halit Kitaphanesi, Hilmi Kitaphanesi, Kanaat Kitaphanesi, ortak bir imza ile Türk Kitapçılığının Bugünkü Vaziyeti ve İstikbali başlıklı bir ortak rapor kaleme alarak kendilerince birtakım durum değerlendirmeleri yapar ve sorunlara bazı çözümler önerirler.
1880’li yıllardan 1940’lı yıllara kadar Babıâli’de dükkân açmış kişilerin, müesseselerin isimlerini ve dükkân numaralarını tespit edebildiğimiz en büyük kaynak Annuaire Oriental dediğimiz şark ticaret yıllıklarıdır. 1881’den 85’e kadar 3 kişinin adı geçer, daha sonra 1889 yılında 10 kitapçıya çıkar Babıâli’deki kitapçılar. Hemen hemen tamamı Ermenidir. 1889’da Artin Asaduryan, Biberciyan, Ohannes Ferit, Aleksan Kocabıyıkyan, Avedis Şamgoçyan, Kaspar Kayseryan, Kirkor Kayseryan, Karabet Keşişyan, H. Michel Arekel Tozluyan olarak aynı aynı kadro hemen hemen devam eder. 1896 yılında bunlardan farklı olarak Hüseyin Efendi ve İbrahim Hilmi Tüccarzade karşımıza çıkar. 1901’de Rauf Bey diye bir isimle karşılaşırız. Onun dışında bütün kadro aynıdır. Bu arada 1901’de Tefeyyüz diye bir isme rastlarız ki bu 1896 yılında Garabet Keşişyan’ın ölümünden sonra dükkânın devralınıp isim değişikliği yaşamasına dayanır. Tefeyyüz Kitaphanesi 1970’li yıllara kadar Babıâli Caddesi’nde faaliyette bulunur. 1913 yılında yine birtakım yeni isimler bu kitapçılara eklenir.
Sözünü ettiğimiz kitabevlerinin bazılarının tarihçelerine baktığımızda, örneğin Ahmet Halit Yaşaroğlu 1918 yılında Babıâli’ye gelir ve Talebe Defteri İdarehanesi adıyla bir idarehane açar ve Halit Fahri Ozansoy, Şükûfe Nihal, Orhan Seyfi Orhon gibi edebiyatçıların ilk şiir kitaplarını basar. Bir diğer adı da Halk Kütüphanesi’dir. Ve 1920’de mütareke yıllarında kapanır. Ahmet Halit Bey 1920’den 28’e kadar bir yandan da hocalık yapar ve 1928 yılında sadece Şişli Terakki Lisesi’ndeki tarih hocalığına devam eder, onun dışında resmi vazifeden ayrılır ve vefat ettiği 1951 yılına kadar kitabevinde bizzat çalışır. Hanımı da öğretmen ve yazardır; hatta Naime Halit alfabesi diye çok özel bir alfabe yayınlarlar. Latin alfabesini öğreten bu alfabe çok tutulur. 1951’den 1973 yılına kadar da Ahmet Halit Yaşaroğlu’nun Ayhan ve Yıldız Yaşaroğlu adlarındaki iki oğlu 1973 yılına kadar kitabevini sürdürürler.
Meşhur Arakel Efendi 1876’da Babıâli 46 numarada dükkânını açar ve bilhassa Ahmet Rasim, Halit Ziya gibi Osmanlı dönemi Türk edebiyatçılarının çok önemli eserlerini yayımlar. Muallim Naci ile birlikte Talim-i Kıraat ve Mekteb-i Edep diye okul kitapları hazırlar ki bunlar çok tutulup belki 100 kadar baskı yapar. Arakel Efendi 1912 yılında ölünce oğlu Leon Efendi bir müddet işi sürdürür, ama 1914 yılında kitabevi kapanır. 
Yine Babıâli’de Cemiyet Kütüphanesi Hacı Kasım Efendi’nin oğulları tarafından kurulup daha çok popüler, folklorik, polisiye-roman, biraz müstehcen yayın, hikâyeler basar. Daha sonra her iki kardeş ayrı kitabevleri kurarak Cemiyet Kütüphanesi yayınlarına son verirler. 
Gayret Kütüphanesi Kirkor Faik’in Asır Kütüphanesi’nde tezgâhtar olduğu dönemde, yanında yetiştirdiği Garbis Balamutoğlu adında birinin kurduğu bir kitabevidir. Garbis Balamutoğlu’nun kardeşi Misak Balamutoğlu da Zaman Kitaphanesi’ni kurar ve 1970’li yıllara kadar İstanbul’da kitapçılık yapar. Zaman Kitaphanesi 1930’lu yıllarda Osmanlı kıyafetleri ile ilgili Avrupa’da basılmış kitapları burada özel klişeciler sayesinde Türkçe’ye çevirttirip basar.
Hâlâ faaliyette olan İnkılap Kitabevi’nin kurucusu Garbis Fikri Bey de Kayserili bir Ermenidir. 1907’de Kayseri’de doğar ve Kumkapı’ya yerleşir. 1930 yılında Gedik Paşa Ortaokulu’ndan mezun olur. 1930 yılında bir arkadaşı ile birlikte Cumhuriyet kütüphanesi adıyla bir kitaphane açar, fakat kütüphaneyi 1932 yılında arkadaşına bırakır ve Ankara Caddesi’nde 157 numarada İnkılap Kitabevi’ni açar, 1932-54 arasında burada faaliyette bulunur. Daha sonra 1962 yılında Aka Eren diye bir yayıncıyla birleşir, İnkılap ve Aka Kitabevleri adını alır. Ağırlıklı olarak ders kitapları yayımlarlar. 1971 yılında Garbis Fikri Bey ölür, 1984 yılında Aka Kitabevi ile ayrılırlar ve İnkılap Kitabevi hâlâ bildiğiniz gibi yayınını sürdürmektedir. Nazar Fikri Bey, Garbis Bey’in oğlu işin başındadır ve 3. kuşak Arman Fikri Bey halen bu dede müessesesini sürdürmektedir.
Yine eskilerden ve önemli kitabevlerinden Kanaat Kitabevi’nin kurucusu İlyas Bayar, bir Musevidir. 1898 yılında Babıâli’de bu dükkânı açar; oğlu Aslan Bayar’ın ölümüyle 1994 yılında Kanaat Kitabevi tasfiye edilir ve kapanır. Maarif Kütüphanesi 1895’te kurulur. İlk yeri Hakkaklar Çarşısı’dır, daha sonra Babıâli’ye geçer ve hepimizin bildiği ünlü saatli maarif takvimlerini çıkartır; şu an halen Babıâli’de faaliyette olan belki de tek kitabevidir. Remzi Kitabevi 1926 yılında Beyazıt’ta Ümit Kütüphanesi adı altında kurulur ve burada ilk defa Ömer Seyfettin’in Yüksek Ökçeler isimli kitabı ile Rudolph Valentino’nun Aşk Maceraları isimli kitapları basılır eski harflerle. Daha sonra 1930 yılında Babıâli’ye geçer, orada da Nazım Hikmet’in Sesini Kaybeden Şehir isimli eserini basar ilk kez. Bu eser çok büyük yankı uyandırır.
Babıâli’de bir yeni kitapçı 1935 yılında Zekeriya Sertel’in kardeşi Kenan Yusuf Sertel tarafından kurulur. Kenan Yusuf Sertel aslında tahmin olunacağı üzere daha çok sol yayınlar yapar, fakat çok fazla siyasi fikri olan biri değil, aslında tüccardır. Nazım Hikmet’in, Sabiha Sertel’in bazı kitaplarını bastıktan sonra, Nazım Hikmet’in tutuklanması, propaganda adına sorgulamaların başlaması üzerine 1938 yılında dükkânını Nail Çakırhan’a devreder ve İzmir’de tütün tüccarlığına başlar. Nail Çakırhan ise 1-2 sene orayı idare eder ve o da bir başka gazeteciye, Mithat Sertoğlu’na kitabevini devreder. Yeni kitapçıda çok ilginç bir şey, Babıâli’de olmayan bir sistemle okurlara emanet kitap verilmesidir. Böylelikle satın alma gücü olmayan bazı insanların belli bir depozito vererek kitapları geri getirmek şartıyla okumasını sağlamaya çalışılır.
İsmini tespit edemediğimiz ya da ismini tespit edip de hikâyelerini söyleyemeyeceğimiz meçhul bir sürü kitapçıdan örneğin biri Çiftçi Kütüphanesi’dir. Sahibi Ahmet Akif Bey’in daha milli mücadele başlangıcında Atatürk’ün resimlerini bazı kartpostallara bastığı ve bunların izinsiz ve kaçak basılmalarından dolayı işgal kuvvetlerinin pek çok kereler bu kitaphaneyi bastığı, hatta Atatürk ile ilgili bu kartpostalları müsadere edip kartpostalların yakıldığı, imha ettirildiği notlar, bilgiler mevcuttur. O yüzden de Çiftçi Kütüphanesi’ne dair basılmış Atatürk kartpostallarının hemen hemen hiç görülmediği ya da çok nadir olduğu şeklinde bilgilerimiz vardır.
1980’li yıllara gelindiğinde birtakım kitabevleri faaliyetlerini sürdürürken bilhassa gazetelerin Babıâli’den ayrılmaları, üniversitelerin daha değişik yerlerde yaygınlık kazanmış olması, sadece İstanbul Üniversitesi’nin o bölgede varlığını sürdürmesi, diğerlerinin başka üniversitelerin de genişleyip yayılması dolayısıyla, Babıâli de artık bir kitap merkezi, yayınevi merkezi olmaktan çıkar. Bu yıllardan sonra artan bir ivmeyle yayıncılar da Beyoğlu tarafına, İstiklal Caddesi’ne, Taksim’e, Şişli’ye doğru yayılırlar. Babıâli yayıncılığı ve kitapçılığı her ne kadar tamamen bitmiş olmasa da -çünkü hâlâ birtakım dağıtım evleri oradadır- eski önemini eski merakını veya okuyucusunu kaybetmiş durumdadır.
Nedret İşli

SENİ İÇİME GÖMDÜM BİR ACI ROMAN; BİR SIR, TANRIM, KURTAR BENİ BU AŞKTAN…

Sevgili Tomris Uyar’ın Adnan Semih’in düşünsel etkisinde kalarak Andrew Jolly’den çevirdiği bu biçim olarak küçük ama içerik olarak dev yapıt Kafka, Camus ve Dostoyevski karışımı bir estetik tatla kimlikleşiyor, belleklerimizde bir hüznün romanı olarak irileşiyor.

Yapıtın yazarı hakkında yeterli bilgiye ise ulaşılamamış. Ancak bu bilge başka bir roman daha yazmış bu bilgiye ben ulaşmadım çünkü araştırmadım. Araştıranlara bin selam olsun. Diğer kitabının adı; A Time of Soldiers. Başka kitapları var mı? Bilmiyorum. Bilen varsa beri gelsin, dergimizin önümüzdeki sayılarında bunu konu edinsin. Belki de konu edinen olmuştur. Onlar bağışlasın beni.

Seni İçime Gömdüm, yaşamın odağında parçalanan aşk, sevgi değil ama bunların üstünde ya da bunların da anlamlandıramadığı psikososyal bir sürece denk geliyor. Yüreğe gömülen bir sevda neye denk gelir? Bence en acı ayrılıklara... Yapıt, ötekilerin romanı. Kavminden sürülmüşlerin…

Bir çığlığın romanı: Seni İçime Gömdüm (Lie Down In Me). Yalın! Romanın erkek kahramanlarından Kabrero, kimdir ne iş yapar varlığını nasıl tanımlar ona da bakalım inceleme boyunca. Ama bir sevdanın ardı sıra sürüklenen bir insana bakar gibi.

Roman: “Tan ağarırken ölmüştü kız.” cümlesiyle başlar. Kızılderili olan bu kız, hastadır. Bakıma muhtaçtır. Yaralıdır. Hasta bir kıza tutkuyla eğilişin alanı bir evliliğe kayar. “Karı” olarak kendi topraklarının kızlarından birisini seçmez kahraman. Eski kamyonlar yağlı çadırlar misalidir hayat… O yüreğindeki yangına tutkundur.

Ağabeyine, sevdiği kızın ya da takıntılı bir şekilde içerikleştirdiği kadının hastalığından söz bile etmez:

“Ağabeyine yaradan söz açmayı düşünmedi bile. Duygularını tıpatıp açığa vuracak sözcükleri bulabilse de -diyelim ki vardı böyle sözcükler- yine bir işe yaramazdı; onun sözcükleriyle ağabeyinin aklından geçenler, birbirini tutmuyordu ki.”

Ağabeyi Kızılderili sosyal kişilik/toplum yaşantısını kendi deneyimsel ve kültürel bilgisince gördüğü için kardeşinin vazgeçmesi yönünde düşünce belirtir. Ne kötü, rahip de aynı düşüncededir. “Rahip bir konuda daha uyarmıştı: Her şeyi göze alıp kızla evlenmeye kalkışırsa, kendisi de Kilise’nin üyesi sayılamayacaktı. O zaman kasabada hiç kimse bakmazdı yüzüne. Korku ve karanlık içinde tek başına yaşardı bundan böyle.”

Sosyal dışlanma adına sosyolojik olarak kendi kavminin dışından biriyle; bir Kızılderili kızıyla olan “kendisine özgü duygudurum” içinden çevresine bakan dost adam, kızın ölümünde de o yalnızlıkta buluşur. Kendi bir yalnızdır ki yalnızlıklar ortasında.

Eşinin cenazesini dışlanarak yaşadıkları dağ kulübesinden kasabaya taşır. Geceleri hep onun yanına uzanır…

Bir sabah gümüş haydutları karısının cesedini çalarlar. Söylenmesi gereken nedir: “Kim çalmıştı onu? Bir adamın ölü karısı kimin işine yarardı ki? Kendisinden başka kimin gözünde bir değeri vardı zaten?” Gümüşçülerin…

Sanki tabutta gümüş gizlidir. Öyle de sanılmıştır. Ne ki gerçeği haydutlar öğrenirler. Çıkan hengâmede ise roman kahramanını yaralamışlardır. Olan olur, haydutlar ölü kadını geri verdikleri gibi yaralının da yarasını temizlerler. Yani Dağlı anlamında gelen Kabreros’un…

Kabreros ağbisinin yaşadığı kasabaya gelir. Zaman pek geçmez, haydutlar da arkasından. Ve haydutlardan biri: “Neye yaradı peki?” diye sordu. “Nereden bileyim?” “İyi ama bu işe girişen sensin. Bir erkeğe, bir kadının ölüsünü koskoca bir dağdan aşağı sürükleten sevgi, nasıl bir sevgidir ki?” “Bilmiyorum. Başka sevgi tatmadım ben.” Tadılmamış bir sevgi için her şey…

Öyle ki, hayduda yani yabancıya açılan roman kahramanı içsel bir sürüklenişe girer: “Ona karımı sevdiğimi söylemek zorunda değildim. Bunu karıma bile söylememiştim, birlikte yaşadığımız iki yıl boyunca bir kere sözünü etmemiştim, gereği yoktu çünkü. Bu yabancıya açılmamın nedeni, belki de inancımı yitirmeye başlamamdır…” Ve sürer gider…

Kasabada, tabuttaki cesede inanmayanlar orada avlanmış olan bir yırtıcı kedinin gizlendiği dedikodusunu bile üretirler böbürlenerek… Ağbisine karısının öldüğünü bile zor da olsa kanıksatır. Ne ki ağbisi onun dağa gömülmesinin daha uygun olacağını belirtir. Ama o kişilik olarak; pek kimsenin yapmayı düşünemediği şeyleri gerçekleştirmenin pratiğidir.

Rahibin bir inanan olarak söyledikleri ise “din” olgusunun “egemen” olanla ilişkisi açısından bir bakış açısı sergilemeye yetecek şekildedir:

“İki gündür yoldayım. Yarın üç gün oluyor.”

Rahip başını tabuttan yana çevirdi. “Üç gün ha? Onu hemen çıkarmalısın kasabadan.”

“Gömmek için getirdim.”

“Olamayacağını söyledim.” Tartışma sürer. Rahip din hizmetlerinin bir ayrıcalık olduğunu savunmanın aktörüdür artık:

Kahraman, cesedin gömülmesi için çareler üretir: “Öyleyse ben de babamın aldığı yeri, çitin dışında Amerikalıların yanıbaşındaki ufacık yerle takas ederim.”

“Amerikalılar Protestandırlar gerçi, ama vaftizliydiler.”

“Öyleyse vaftizli olmayan Kızılderililer için de özel bir yer açın.”

“Sonra ne olacak? Merkeplerle köpekler keçiler için, bütün canlılar için ayrı yerler mi açacağız?”

Görünen o ki, eşitsizlik iki kişi arasındaki bu konuşmada da en bağışlanamaz yanlarıyla sergilenmektedir.

İnanılır gibi değil.” Roman kahramanının yaşadığı süreç…

Yeni günler başlayıp bitiyor. İnsanlar korkularına yenikler. İnsanlar yenik! Korkusuna yenik insandan her şey beklenir. Korku ölümü, öldürmeyi getirir beraberinde.

Bir yandan ölen babalarının maddesel varlığını sürdüren ağabeyi onun aksine koşullarını genişletmiş refahını yükseltmiştir. Söz geçirdiği alanlar sistem içinde kardeşininkinden daha fazladır. Maddeyle gelen kimlikler, yüzyılımızı da yabancılaştıran, insanı insana kırdıran ideolojilerin teorik beslenme kaynaklarıdır.

Ceset dağlara gitmelidir. İnsanların kurduğu yasaların istediği budur.

“Karısı Kızılderili olduğuna göre kendi vahşi toprağına dönsün mü demek istiyordu? Oraların toprağı acımasızdı, çirkindi doğru. Ama onların aşkıyla ne ilgisi vardı bunun? İki yıl yeşil bir sevecenlik içinde yaşamışlardı orada? Oysa karısı ne kadar inceydi; aşkları, yumuşak, sevecen bir yaraydı. Sabahleyin güneş, eğreltiotlarını aralardı onları uyandırmak için. Vahşilik neredeydi? Az rastlandığı için mi vahşiydi bu aşk yoksa? Onu sevdim diye nelere katlanacağım Tanrım? Tanrım, kurtar beni bu aşktan! İşte budur Kabrero!

Öyle ki kahraman bir bunaltıya düştüğü an kasabanın genelevine gider; bir ilişki yaşamaz. 16 yaşındaki genç orospu “çeyizini” biriktirmek için bu işi yapmaktadır. Ama hayat kadını: “Onu
öldürdüğünü söylüyorlar.” Şeklinde bir duyumunu paylaşır. Düşünün Kabrero artık şu düzleme gelir: “Onu sevmekten korkuyorum artık.” Utanç ve pişmanlığın romanı mıdır yoksa… Haydutların arkaik
inançlarının mı?

Haydutlar kasabaya geri dönerler. “Sen ve karın olmadan bu iş yürümez!” derler. Ağbisini, cesedi ve onu da alıp dağa doğru yollanırlar. Ne demeli haydutlardan biri de yaşam tarzını meşrulaştıran dinamikten gelen bir öğretmendir. Bu kişinin eşkıya olması tanık olduğu bir olayla ilgilidir. Jandarma tarafından on yaşında tecavüz edilen bir kız çocuğunun hatırasınadır. Jandarmanın yaşadığı toplumda sergilediği zulüm belki de bu kişiyi sosyal bir eşkıya yapmıştır. Kuşkusuz haksızlığa karşı gelip sosyal haydut olmuştur. Ancak bu tanımlamanın yerine oturması için gerekli olan birtakım veriler romanda eksik verilmiştir. Sosyal eşkıyalık geçiş toplumu özelliklerine sahip olan Türkiye’de, Yaşar Kemal’in İnce Memed ve Çakırcalı Efe romanlarında işlendiği gibi Latin Amerika edebiyatında da karşımıza çıkmaktadır. Tolstoy’da Hacı Murat. Mario Puzo’nun Sicilyalısı akla gelen örnekler arasında değerlendirilebilir.

Dağlara geri dönüş başlar. Acıyla indirilen ceset gerisingeri dağlara sürüklenir. Oysa o, bir kutsal mezara gömüp aşkına da acısına da son vermeyi düşünmüştür. Umudun çaresizliğini yaşamaktadır.

Yolda köylüler ve jandarmaların saldırısına uğrayan haydutlardan birisi ölür. Uzun boyunlu öğretmen olan, Kabrero’nun ufak bir oyunuyla uzaklaşır gider; eşinin cesedine haydut süsü vererek yamaçtan
yuvarlar. Ve kendilerini pusuya düşürenler tarafından haydut öldürülmüş olacağı sanısıyla özgürlüğüne kavuşur.

Çatışma bitip ortalık durulduktan sonra uçurumun dibine iner. “Karısının parçalanmış, yağmalanmış ölüsünü kollarına aldı…” Ve dedi ki: “Yat sevgilim. Kıpırdama. Yat bir tanem. Seni içime gömdüm.”

Camus, Kafka, Dostoyevski’nin iç bunaltan roman kahramanlarından biri mi desek bu da böyle işte “yakar” ve geçer. Varoluşun kapısını, anlamını ömrünün geldiği zamana kadar, sızısını daha önce yaşamadığı bir duyguyla aralar. Sonu ölüm ve ayrılık da olsa…

Jolly, Andrew: Seni İçime Gömdüm. Çev. Tomris Uyar. Ayrıntı Yay.
İstanbul, 1998

Aziz Şeker

Tüm zamanların en büyük kitap hırsızı: Kont Guglielmo Libri

Alberto Manguel

Libri-Carucci della Somaia Kontu Guglielmo Bruto İcili Timoleone, 1803 yılında Floransa’da Toskanalı kökenli ve soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Hukuk ve matematik eğitimi gördü ve matematik konusunda öyle usta oldu ki, daha yirmi yaşındayken ona Pisa Üniversitesi’nde bir kürsü verdiler.

1830 yıllında milliyetçi geçinen bir teşkilatın –Carbonari’nin- tehditlerine dayanamayarak Paris’e gittiği söylenir. Kısa süre sonra da Fransa vatandaşı olmuştu. Adı Libri olarak yankılana Kont, Fransız bilim adamlarından kabul gördü ve Fransız Enstitüsünün üyeliğine alındı; Paris Üniversitesinden matematik profesörü oldu ve bilimsel çalışmaları karşılığında Legion d’Honneur nişanını aldı. Oysa Libri, bilimden öte ilgi alanları olan biriydi. Kitaplara tutkundu ve 1840 yılına gelene değil, çok büyük bir koleksiyon oluşturmuştu. Elyazmaları ile az bulunan kitapların ticaretini yapıyordu. Kraliyet Kütüphanesinde iki kez görev almak istedi ama başaramadı. Sonunda 1841 yılında “tüm halk kütüphanelerinde var olan, eski ve yeni, eski ya da çağdaş dillerde yazılmış kitap ve yazma varlığının dökümünün yapılması, ayrıntılı bir kataloğun derlenmesi” için kurulmuş bir kurula sekreter oldu.

British Museum’un Elyazmaları bölümü sorumlusu Sir Frederic Madden, Libri ile 6 Mayıs 1846’daki ilk karşılaşmasını şöyle anlatıyor: “Dış görünüşüne bakılır ise, sabun ya da fırça kullanmıyordu. Tanıştırıldığımız odanın eni yedi metreden fazla değildi ama tavana kadar kitap doluydu. Perdeleri çift katlıydı, ocakta kok kömür yanıyordu. Nefes almakta zorlandım. Bay Libri sıkıntımızı fark edip, camlardan birini açtı. Temiz havanın onu rahatsız ettiği ortadaydı: kulaklarına pamuk tıkamıştı, sanki havayı hissetmek istemiyordu. Libri dost görünen, çizgileri belirgin, kanlı canlı biri.”

Sir Frederic’in o gün için bilmediği ise Bay Libri’nin tüm zamanların en büyük kitap hırsızı olduğu gerçeğiydi.

17. yüzyıl dedikodu ustası Tallemant des Réaux’ya göre, sonradan satılmadığı sürece kitap çalmak suç sayılmazdı. İnsanın elinde az bulunur bir cildi tutması, o izin vermedikçe başkalarının çevirmeyeceği sayfaları çevirmesi Libri’nin bu yolu seçmesine neden olmuş olmalı. Bu bilgili kitapseverin aklını güzel ciltlerin görüntüsü mü çelmişti yoksa merakı mı hırsızlığa nende olmuştu, bilemeyiz. Resmi yetki belgeleri ile donanmış, geniş pelerininin altına istediği kitabı saklayabilecek olan Libri, Fransa’nın tüm kütüphanelerine girdi. Uzmanlığı ona gizli kalmış hazineleri bulup çıkarma olanağı verdi. Carpentras, Dijon, Grenoble, Lyon, Montpellier, Orleans, Poitiers ve Tours’dan bütün ciltleri yürütmekle kalmadı; sayfalar kesip aldı ve onları sergiledi. Zaman zaman da onları sattı. Bu işi yalnızca Auxerre’de yapmadı. Dikkatli bir kütüphaneci, Libri’yi resmi olarak Monsieur Sécretaire ve Monsieur L’Inspecteur Genéral (Başmüfettiş) olarak tanıtan kişiyi memnun etmek kaygısı ile kütüphaneden gece çalışma izni verdiyse de, başna beyefendini her isteğini karşılayacak bir adam dikmekten de geri kalmadı.

Libri’ye karşı ilk suçlamalar 1846 yılından kalmadır. Belki akıl almaz gibi geldiğinden ciddiye alınmadılar. Libri kütüphaneleri yağmalamayı sürdürdü. Bu arada da çalıntı kitaplar için satışlar ayarladı, bu satışlar için de ayrıntılı, kusursuz kataloglar hazırladı. Kitapsever Libri, bu denli büyük risklere girerek çaldığı bu kitapları ne diye satıyordu ki? Belki de Proust gibi düşünüyordu: “İstek geliştirir, sahip olmak yok eder.” Belki de bu ganimetin içinden yalnızca birkaç taneyi, değerli inciler olarak gördüklerini istiyordu. Belki de onları yalnızca açgözlülük nedeniyle satıyordu ama bu açıklama hiç ilginç bir varsayım değildi. Nedenleri ne olursa olsun, bu hırsızlıklar artık göz ardı edilemezdi. Suçlamalar arttı ve savcı gizli araştırma başlattı. Libri’nin düğününde sağdıcı ve dostu olan Bakanlık Konseyi Sekreteri B. Guizot, bu araştırmaları durdurdu. Guizot 1848 devrimi sırasında sümen altında kalmış Libri dosyasını bulup ortaya çıkarmasa arkası da gelmeyebilirdi. Libri uyarıldı; o ve eşi İngiltere’ye kaçtılar. Beraberlerinde değeri 25.000 frank tutan on sekiz sandık kitabı da götürdüler. O günlerde işçiler günlüğü 4 franktan çalışmaktaydı.

Bir yığın politikacı, ressam ve yazar (bir işe yaramasa da) Libri’ye destek verdi. Kimi onunla yaptığı alışverişten kârlı çıkmıştı ve bir skandala karışmayı arzu etmiyordu; kimi ise onu bir bilim adamı olarak görmüştü ve dolandırıldığına inanmak istemiyordu. Yazar Prosper Mérimée, Libri’nin en ateşli savunucularındandı. Libri bir dostun evinde Mérimée’ye süslemeli bir yedinci yüzyıl elyazması olan ünlü Tours Pentateuch’u (Eski Ahit’in ilk beş kitabı) göstermişti. Çok gezmiş, bir dolu kütüphane görmüş olan Mérimée, böyle bir Pentateukhos’u Tours’da görmüş olduğunu söyledi. Ayağa fırlayan Libri, Mérimée’ye, onun gördüğünün, kendisinin İtalya’da almış olduğu Pentateukhos’un kopyası olduğunu belirtti. Mérimée de ona inandı. 5 Haziran 1848 tarihinde dostu Edouard Delessert’e yazdığı mektupta Libri lehindeki inadını sürdürüyordu: “Biriktirme merakının insanı suç işlemeye ittiğini söyleyen, yalan söylemektedir. Benim gözümde Libri koleksiyoncuların en namuslusudur. Başkalarının çaldığı kitapları kütüphanelere geri veren başka kimseyi tanımıyorum.” Libri’nin suçlu bulunmasından iki yıl sonra Mérimée La Revue des Deux Mondes öyle bir savunma yazdı ki, mahkemeye hakaretten ifade vermesi gerekti.

Libri, var olan delillerin ışığında ve gıyabında on yıl hapis cezasına çarptırıldı. Tüm kamu görevlerinden de azledildi. Tezyin edilmiş ve eşsiz bir Panteteukhos’u, kitapçı Joseph Barois aracılığı ile Libri’den alan Lord Ashburnham, Libri’nin suç delillerini gördükten sonra kitabı Fransa’nın Londra büyükelçisine teslim etti (bu kitabı Lyons Halk Kütüphanesinden çalmıştı). Bu Panteteukhos, Lord’un geri verdiği tek kitap oldu. 1888 yılında Libri’nin çaldıklarının bir dökümünü yapan Léopold Delisle, Ashburnham için “Böylesi cömert bir davranışa imza atan kişiye yöneltilen kutlamalar, onu kütüphanesinde bulunan diğer ciltleri de geri vermesi için harekete geçirdi” diyecekti.

Libri, son çalıntı kitabının son sayfasını çevireli çok olmuştu. İngiltere’den ayrılıp, İtalya’ya gitti; Fiesole’ye yerleşti ve 28 Eylül 1869’da yoksul ve suçlu olarak öldü. Ama son gününde onu suçlayanlardan öcünü alacaktı. Libri’nin öldüğü yıl, Enstitüde onun kürsüsünü devralan matematikçi Michel Chasles, kendine ün getireceğine, herkesi kıskandıracağına inandığı bir alım yaptı: İnanılmaz bir el yazısı ve imza koleksiyonuydu bu. Julius Caesar, Phytagoras, Neron, Cleopatra ve Mecdelli Meryem’den mektuplar içeriyordu. Sonunda hepsinin ünlü sahteci Vrain- Lucas’ın elinden çıkma oldukları anlaşıldı. Libri, Vrain-Lucas’tan, koltuğunu alan adama bir ziyarette bulunmasını istemişti.

Libri’nin döneminde kitap hırsızlığı yeni bir olgu değildi. “Bibliokleptomani” diyordu Lawrence S. Thompson, “Batı Avrupa kütüphanelerinin tarihi kadar eskidir ve hiç kuşkusuz eski Yunan ve Ortadoğu’ya kadar uzanır.” Eski Roma kütüphaneleri Yunanca ciltlerle doluydu, çünkü Romalılar Yunan kütüphanelerini yağmalamışlardı. Makedonya Kraliyet Kütüphanesi, Pontuslu Mithridates’in kütüphanesi, Teoslu Apellicon’un (sonradan Cicero tarafından kullanılacak olan) kitaplığı Romalılar tarafından yağmalanıp, Roma topraklarına taşıdılar. İlk Hıristiyanlar da bu talandan kurtulamadılar. Tabennisi’de (Mısır) bulunan manastırında bir kitaplık kuran Kıpti keşiş Pachomius, her gece kitapların geri dönüp dönmediğini belirlemek için sayım yapardı. Vikingler Anglosakson İngiltere’ye yaptıkları saldırılarda keşişler tarafından yazılmış süslemeli kitapları büyük bir olasılıkla ciltlerinden altın varak için çaldılar. Bu zengin ciltlerden biri olan Codex Aureus onbirinci yüzyılda çalındı ve sahiplerine geri satıldı; çünkü hırsızlar Pazar bulamadılar. Kitap hırsızları ortaçağın ve Rönesans’ın baş belalarıydı. 1752 yılında Papa XIV. Benedictus hırsızların aforoz edileceğini açıklayan bir bülten yayımladı.

Diğer bazı tehditler ise bu dünyayı ilgilendiriyordu. Şu değerli Rönesans kitabında yazılı uyarı bunu kanıtlıyor:

Görüyorsunuz ki, sahibimin adı yukarıda
Bu nedenle beni çalmayın sakın
Çalarsanız, an geçmez
Boynunuz öder… fiyatımı
Aşağı bakın; gördüğünüz darağacıdır
Bu nedenle sahip olun sizin olana
Yoksa çıkarsınız o ağaca hızla!

Ya da Barcelona’daki San Pedro Manastırı’nın kütüphanesinde yazanlar:

Kim ki bir kitabı sahibinden çalar; ödünç alır ve geri vermez, kitap elinde yılan olsun. Her yanına inme insin, tüm uzuvları işe yaramaz olsun. Acılar içinde kıvransın. Merhamet dilemek için yalvarır olsun. Acıları yoklukta şarkı söyleyene değin dinmesin. Ölmeyen yılana karşın, kitap kurtları kemirsin bağırsaklarını. Son cezasına giderken, cehennemin alevleri yutsun onu.

Fiziksel olarak kitaba sahip olmak kimi zaman, düşünsel kavrama ile eşanlamlı hale gelebilir. Sahip olduğumuz kitapları, bildiğimiz kitaplar olarak görürüz.

Yine de bu lanetler, aklı başından gitmiş aşıklar gibi kitabı kendilerinin yapmak için yanıp tutuşanları engelleyemiyordu. Bir kitaba sahip olma isteği başka imrenmelere benzemeyen bir tutkudur. Libri ile aynı dönemde yaşayan Charles Lamb, “Bize ait ve uzun zamandır sahip olduğumuz, lekelerinin topografyasını, kıvrık sayfalarını tanıdığımız, yağlı çörekler ve çay eşliğinde okuduğumuz için kirinin tarihçesini bildiğimiz kitap, daha iyi okunur” der.

Okuma eylemi tüm duyuların katıldığı, yakın ve fiziksel bir bağ kurar: Gözler sayfadan sözcükleri tanır; burun kağıdın tanıdık kokusunu duyar, tutkalın, mürekkebin, karton ya da derinin kokularını alır; eller kağıdın kaba ya da yumuşak kenarına, cildin sertliğine ya da yumuşaklığına dokunur. Parmaklar dile değince tadını bile alabilir (Umberto Eco’nun Gülün Adı adlı yapıtında katil kurbanlarını bu yöntemle öldürür). Birçok okur bunu paylaşmak istemez. Okumak istedikleri kitap başka birine ait ise, iyelik yasalarına uymak aşkta bağlılık kuralına uymak kadar zorlaşır. Fiziksel olarak kitaba sahip olmak kimi zaman, düşünsel kavrama ile eşanlamlı hale gelebilir. Sahip olduğumuz kitapları, bildiğimiz kitaplar olarak görürüz. Sahip olmak, kütüphanelerde de mahkemelerde olduğu gibi yasaların onda dokuzudur. Bizim dediğimiz kitapların odalarımızın duvarlarında nöbet tutan ve sayfa çevirmemizle bize seslenecek olan ciltlerine bakmak, “Bunların hepsi benim!” deme hakkı verir bize. Sanki içerikleri üstüne kafa yormamıza gerek kalmadan, salt varlıkları ile bizi bilgilendirirler.

Bu konuda ben de Kont Libri kadar suçluyum. Bir yapıtın milyonlarca kopyası ve düzinelerle baskısı ile çevrelendiğimiz bu günlerde bile, elimde tuttuğum kitap tek kitap olmaktadır –başka bir cilt değil. Düşülmüş notlar, lekeler, çeşit çeşit işaretler, belirli bir yer ve zaman bu cilde bir kimlik kazandırır ve onu değer biçilemez bir basılı metin yapar.

Libri’nin hırsızlıklarına kılıf uydurmaktan hoşlanmayabiliriz ama bir kitaba bir an için bile “benim” diyen kişi olma dürtüsü, birçok dürüst erkek ve kadın arasında onların bunu itiraf edeceklerinden çok daha yaygındır.

Kaynak:

Alberto Manguel, Okumanın Tarihi

Yapı Kredi Yayınları, 4. Baskı İstanbul Şubat 2007

Alternatif Kitap Kategorizasyonum

1) Okumaya Gerek Olmayan Kitaplar : Calvino Usta yaşasaydı listenin başına çok satan vampir kitaplarını koyardı büyük ihtimalle. Ayrıca kişisel gereksiz kitaplar listemi zorlayan ikinci gruba bir kaç tanesi hariç Ahmet Hamdi Tanpınar öncesi yazılmış neredeyse bütün Türk romanları girebilir..

2) Birden Fazla Hayatın Olsaydı Kesinlikle Okuyacağın Ama Ne Yazık Ki Günlerin Sayılı Olduğu İçin Okuyamayacağın Kitaplar : Ayn Rand’ın bütün kitapları bu listeye girebilir. Okumayı çok isterim aslında ama kitapların ebatı her seferinde umutsuzca vazgeçmemi sağlıyor ne yazık ki..

3) Okumak İçin Değil Başka Amaçlar İçin Yazılmış Kitaplar : Ahmet Altan Ve Cezmi Ersöz’ün yazmış olduğu her türlü çer çöp bu kategoriye sokulabilir. Bu adamlar neden ısrarla yazıyorlar anlamak mümkün değil ama vakit kaybı ve sinir bozumu dışında faydalarının olmadığı muhakkak..

4) Şimdi Çok Pahalı Olan Ve Okumak İçin Ucuzlamasını Bekleyeceğin Kitaplar : Ayrıntı Yayınlarının depo kitapları haricindeki tüm kitapları. Tamam kardeşim güzel kitaplar basıyorsunuz ama özellikle felsefe ve politika kitaplarınız az satıyor diye bütün masrafınızı bizden çıkarmaya kalkmayın.Yoksa indirime girmeden almam kitaplarınızı haberiniz olsun..

5) Birinden Ödünç Alabileceğin Kitaplar : İlke olarak okuduğum kitaplara sahip olmak ve işim bittikten sonra kütüphanemde tutmak istesem de bazı istisnalar oluyor tabi. Dan Brown kitapları örneğin. Bence mutlaka okunmalı. Ama mutlaka bir kere okunmalı, bittikten sonra yer kaplamaktan başka bir işe yaramazlar. Benim gibi kütüphanenizde yer problemi yaşıyorsanız boşuna almayın. Zaten o kadar çok satıyorlar ki ödünç alabileceğiniz biri mutlaka bulunacaktır..

6) Yıllardır Okumayı Düşündüğün Kitaplar : Tabi ki klasikler. Hepimiz sıralarız onları ve geniş bir zamanda okumayı planlarız. Ama o geniş zaman bir türlü gelmez.Boyunları bükük bakakalırlar raflarda..

7) Yıllardır Arayıp Bulamadığın Kitaplar : Thomas Bernhard’ ın otobiyografi üçlemesinin üçüncü kitabı Soluk -Bir Karar. Mitos Yay 1997.. Yok arkadaş,her tarafa baktım,yok yok yok. Bulanların insaniyet namına haber vermesi…..

8) Gerektiğinde Elinin Altında Olsun Diye Sahip Olmak İstediğin Kitaplar : İncil, Tevrat, Kitab-ı Mukaddes.. Baştan sona okumaya kalkmak eziyet olabiliyor. Ama ne zaman lazım olacakları da belli olmaz el altında tutmakta yarar var..

9) Elinin Altında Olmadığında Eksiklik Hissedeceğin Kitaplar : Oğuz Atay- Tutunamayanlar. Nedenini açıklamayı bile zul sayarım kendime. Bir tane yetmez bir kaç tane almak ve sık uğranan yerlere serpiştirmek gerek. Okuldaki dolapta bir tane, pansiyondaki odada bir tane, evde bir tane hatta sürekli uğranılan cafede bir tane bulundurulmalı. Gerektiği an bulunamaması travmaya neden olabiliyor..

10) Görüntüsü Güzel Olduğu İçin Alınan Kitaplar : Baskısına ve minyatürlerine tav olup ek ders ücretimin yarısını verdiğim ama bir kez bile okumadığım 17.yy Saray Mutfağı kitabım. Olsun okumadım ama çok güzel resimleri var. Yine olsa yine alırım valla..

11) Toplatılıp Şehir Çöplüğünde Yakılacak Kitaplar : Kişisel gelişim kitaplarının tamamı. Tutuşturmak için de Secret ve benzeri saçmalık manifestoları kullanılabilir..

12) Okudukça Derinlemesine Aşağılık Kompleksi Yaratacak Kitaplar : Perec ve Eco bu kategorinin başını çekmektedir.Özellikle Yaşam Kullanma Klavuzu ve Foucault Sarkacı birer genel kültür şovuna dönüşür ve başınızı iki yana sallayıp hayıflanarak okursunuz, derinden gelen bir kıskançlık da size eşilk eder..

13) Kişisel Gerekçeler Yüzünden Nefret Edilecek Kitaplar : Aslında iyi kitap olmalarına rağmen anlattıklarından bağımsız hikayeler yüzünden bir şekilde nefret edilen kitaplar. J.Cortazar- Seksek mesela. Çok iyi kitaptır ama şu aralar elime aldıkça ürperiyorum..

14) Çocuk Kitabı Zannedilen Kocaman Kitaplar : Küçük Prens, Alice Harikalar Diyarında ve Pal Sokağı Çocukları. Etrafımızdaki insanlara senede bir kere zorunlu olarak okutabilsek keşke bu üç kitabı. Toplumumuzda suç işleme oranı yarı yarıya düşerdi kesin.

15) Hiçbir Şey Anlaşılamayan Kitaplar : Jean Baudrillard-Simülasyon ve Simulakrlar. Tamam Baudrillard büyük düşünür, 20.yy en önemli teorisyenlerinden biri itirazım yok ama.. Ama anlamıyorum kardeşim bu kitaptan bir şey ne zaman elime alsam beynim uyuşuyor, ya kitap çok karışık ya da ben geri zekalıyım. Kitabı anlayıp bana özete geçebilecek babayiğidin kırk yıl kölesi olurum valla…

16) Uzun Soluklu Mutsuzluk Garantisi Veren Kitaplar : Oblomov ve Aylak Adam rakipsizdir bu kategoride. Her iki kitabı okurken de ismi bile olmayan Bay C. ve edebiyat tarihinin en mutsuz karakterlerinin başında gelen Bay Oblomov’a üzülmekten kitaplardan keyif almaya sıra gelmiyor bir türlü..

Ali Lidar

Kaynak: http://alilidar.tumblr.com/post/76318562956/alternatif-kitap-kategorizasyonum

Düşüncenin Kalbi Kitabevleri

Şehirlerde düşüncenin kalbi kitabevleri bulunmaktadır. Belli pasajlarda veya sokaklarda bulunan kitabevleri, şehre yaşam ve direnç katan unsurların başında gelmektedir. Mağaza vitrinlerinin hoyrat çağrıları, tüketim sarhoşu olmuş insanların boş ve melül bakışları arasında, başıboşluğun had safhaya vardığı şehirlerde kurtuluş limanı gibidir.

1950’li yıllardan itibaren ideolojilerin canlı olduğu dönemde kitabevleri düşünsel hareketliliğin ve etkinliğin merkeziydi. Kitabevleri bir okul vazifesi görüyordu. İdeolojiyi taşımak için kitabevi pratik bir rol üstlenmiş oluyordu. Buraya en son çıkan kitaplar gelir ve okuyucu ile buluşurdu. Ancak belli bir görüşü yansıtan kitaplar geldiği için farklı görüşleri tanımak mümkün olmuyordu. Buralar buluşma merkeziydi. İnsanlar bir araya gelir, gündemi tartışır, fikir alışverişinde bulunurdu. İdeolojik öğretilerin köprüsü işlevini görüyordu. Yasaklı kitaplar, yasaklı düşünceler buradan insanlara ulaşırdı.

12 Eylül süreci önemli bir kırılmayı da beraberinde getirdi. 90’lı yıllara kadar kitabevleri etkinliklerini devam ettirseler de modern çağın alış veriş kültürüne adapte olmaya başladı. Yayıncılıkta tekelleşme, korsan yayın ve okuma ihtiyacının azalması ile birlikte kitabevleri birer birer kapandı. Artık bazı şirketlerin kontrolü altında kitabevi zincirleri oluştu. Bunlarda ise farklı bir tekelcilik oluştuğu için kitapların okuyucu buluşması engellenmiş oldu. Bu zincirlerin sahibi olan holding veya grupların düşüncelerinin kabul etmediği eserlerin pazarlanması ve bulundurulması sorun halini almaktadır.

Son yıllarda kitapçılar düşünce, roman, felsefe gibi türlerden ziyade okul test kitaplarına dönüş yaşanmıştır. Gerçek anlamda Okurlar hızla azalmaktadır. Eve gazete almayan, bulduğu her fırsatta televizyon kumandasına sığınan bir aile içinde birey zaten kitap ve okuma kültürüne yabancı halde yetişir. Okulda ise Test manyağı olmuş, iğdiş edilmiş, atom bombası etkisinde bilinç saldırısına uğramış beyinlerden bundan fazlası beklenemez. İlkokuldan başlayarak öğrencilerin- çocukların kitap okuma alışkanlığı verilmek değil aksine kitap okuma isteği köreltilmekte ve okumasına engel olunmaktadır. Üniversite öğrencileri de ders hocalarının çoğu absürd kitapları dışında bir tercihe yönelmeyi abes görmektedirler. Kütüphaneler ise müzelik kitaplar sergisi olmaktan öteye geçmemektedir. Kitapçılarda bu sürece paralel olarak mecburen ayakta kalabilmek için sınavlara yönelik türlere ağırlık vermeye başlamışlardır. Yaygın olan sınav hazırlık kitapları ve dergileridir.

Kitap ile olan ilintimiz ve ilgimiz git gide düşmektedir. Çeşitli vesilelerle geçmişte yürütülen bazı kampanyalarla kitap okuma oranı ivme kazanmışsa da bu süreklilik kazanmamıştır. Her değişim ters yönlü aksettiği ülkemizde internet ve televizyon alışkanlığının okuma şuuruna olumsuz etkisi görünmektedir. Bunu sadece internet ve televizyona yüklemekte haksızlık olur. İdeolojilerin prangalarından kurtulalım derken hazların köleliğine razı duruma gelinmiştir.

Şehirlerde düşüncenin kalbi kitapçılara gidip kitap almayı bırakın; seçen, inceleyen bulunmamakta ve alan ise nadirdir. Kitapçılar okuyucunun ilgisini çekecek ortamlar hazırlarken, diğer yandan ticari eksenli olaya bakıldığı için Kitapsever kitapçı çok azdır. Mağaza tezgahtarları gibi olan çalışanlarda okuyucuya fraklı kitap alternatifleri sunamamaktadır. Teknolojiperestleştiğimiz bu dönemde kitabın gerçek değerini anlayacak bir şuur sahibi olan kişiler azalmaktadır. Belli şehirler dışında dolgun fuarcılık çalışmasıyla okuyucunun kitap ile olan ilintisi kurulmamaktadır.

Sanal kitabevleri kitap satış organizasyonunda farklı bir açılım sağlamıştır. Okuyucu kitabı internette takip etmekte ve 1- 2 gün içinde teslim edilebiliyor. Kitap hakkındaki yorum ve değerlendirmeleri anında bulabilmektedir. İndirimler ile okuyucu lehine yarar sağlanmış da bulunmaktadır.

Kitaptan ve kitapçılardan soyutlanmış bir şehir deprem gecesi yaşanan hasardan çok büyük yıkıma uğramış ve karanlıktan daha büyük bir karanlığa mahkûm olmuş demektir. Bu yıkım ve karanlığa karşı kitab meşalesi ile karanlığı yarmak ve bu şehri aydınlatmak mümkündür. Düşünce tembelliğinin had safhaya ulaştığı bu zamanda kitapsızlaştığımız bir dönemde inadına kitap! diyerek bu algılayışın kırılması sürecini olgunlaştırmak gerekir. Bu şehir kitaptan yayılan bilgi- adalet ve özgürlük ile kendi kimliği bulacaktır. Asıl nedeni bilincimizde olan okumama hastalığına tutulmuş bilincimizi acilen tedavi ettirip bilginin sonsuz aydınlığında uzun bir yolculuğa çıkmaya hazır olmalıyız. Okumaz ve yazmaz bir toplumun geleceğini aramaya gerek yoktur. Çünkü onlar için gelecek yoktur.

Rüstem Budak

Beladır Aşk

Beladır aşk; çekinmem üstüne üstüne varırım
Hatta uyuyacak olursa onu ben uyarırım

Kurtul şu beladan diyor dostlar bana
Bela gönüldür gönülden nasıl uzak dururum

Çiçeğe durmuş aşk ağacı kalbimin tam ortasında
Susuz kalınca onu gözyaşımla sularım

Aşk hoş da acısı hoş değilse eğer
Hoştur bu bana ikisini birbirine kararım

Ahmed Gazali

Uçarken de ölür mü kuşlar

Elif’e

Ölen bir kuş uçuşu unutmamayı öğütledi bana

Füruğ Ferruhzad
Niye izin vermiyorsun yoluna kuş konmasına
niye izin vermiyorum yoluma kuş konmasına niye kimseler izin vermez yollarıma kuş konmasına?
’Öyle güzelsin ki kuş koysunlar yoluna’ bir çocuk demiş.”

Nilgün Marmara
Dünyada ne kadar kuş varsa
Bir fazlası senin soluğunda
Ülkü Tamer
Geçti artık göğsümde kuş barınmaz anladım

Metin Altıok
Dön bana ve dinle,
Kuşlar uçuşuyor içimde
Erdem Beyazıt
İsterim ki;
Yanmasın kanadın,
gökyüzünde süzülsün
ve her kitabın yanında dağılsın 
hüznün

Elif’çe
Durgunsa kahvelerin masalarında hava
Kuşsuz kalmışsa ağzım gözlerim gülmemekten
Dostumdan, gökyüzüne sürmeye kuş isterim
Gülten Akın
Âh beni vursalar bir kuş yerine!

Sezai Karakoç
Bu çılgın eğlentinin karşıtı bir yürek hangi kuşun sesinde dinlensin? 
Nilgün Marmara
Bir kıyısız zamana kanat vuruyor, 
Üzerimde uçan bütün kuşlar. 

Şükrü Erbaş
Kuşlarımı koymak için. 
Bir gök resmi bulamadım.
Hilmi Yavuz
Kuşlar toplanmış göçüyorlar
Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.

Cemal Süreya
Gidersen kim sular fesleğenleri?
Kuşlar nereye sığınır akşam olunca?
Ahmet Telli

Hasretsiz bir kanat şakırtısına, 
Mavi gökte kuşlar yine uçar mı? 

Ahmet Hamdi Tanpınar
Konuk et, kanatları kanatılmış kuşlar getirdim sana
Yılmaz
İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı;
Kuşlar geçiyor, derken;
Yükseklerden, sürü sürü, çığlık çığlık.

Orhan Veli
Hayat kısa, kuşlar da ölüyor
Elif’çe
Sen gittin gideli kuşlar anlamaz görünür

Hilmi Yavuz
Uçan kuşlar konsun senin göğüne.
Murathan Mungan


Gökyüzü karışıksa kuşların işi

Edip Cansever
Mevsimi aşka çağıran kuşların nerde senin
İsmet Özel
Ve kuşlar da kaderle uçar

Cahit Zarifoğlu
Kuş ölür sen uçuşu hatırla
Füruğ Ferruhzad
Son kuşlarımdı bunlar, dedim telef olmasın
Geçti artık göğsümde kuş barınmaz anladım

Metin Altıok
Dağlarının, dağlarının ardı
Nasıl anlatsam…
Ağaçsız, kuşsuz, gölgesiz.
Çırılçıplak,
Vay kurban
Ahmed Arif
Kuşlar değil başımın üstünde hızla uçan;
Kardeşlerin yüzyıllar önce kopmuş ahları

Ahmet Muhip Dıranas
Ah bir kuş ismidir kalbimizde yaşar
Sümeyye Şeker
Aritmetik İyi Kuşlar Pekiyi

Cemal Süreya
Sonra beklersin ötsün diye kuş
Ötmezse kötü
Resim kötü demektir
Öterse iyi olduğunun resmidir
İmzanı atabilirsin artık
Bir tüy koparırsın usulca
Kuşun kanadından
Ve yazarsın adını resmin bir köşesine.
Jacques Prevert
Ama yine de
umut dolu kalbim
belki bir dişi kuş
taşır beni diye
daldaki yuvasına

Sunay Akın
Çimenliğe gittin, ancak payına kafes düştü!
Kafesten başka ey esir kuş ne gördün? 
Pervîn-i İ’tisâmî
uçuyorsun unutulmuş ülkeme doğru
bir başkasının boynuna dolanmış kolun

Erik Stinus
İçimden kuşlar göçüyor.
İnci Aral
O göçebe kuşları da merak ederdin sen,
yılın hangi ayında geldiklerini,
gelirken hangi enlemlerden geçtiklerini,
yuvalarını nerelerde yaptıklarını…

Cevat Çapan
bir çığlıktır artık yaşanan
sözcükler yetmez anlatmaya
notalar fırçalar susar
çünkü mitingden sonra kuşlar
kırıp kanatlarını
ankara’ya ölüm bırakırlar
Adnan Yücel
çağıran sesim 
kuş sesi ürkek 

Mahmut Avcı
Göğüslerinin ucunda senin
Ay ışığından ürpertiler alan
Bir çift terli yüzük olmak isterdim
Ağzımla, gözlerimle, avuçlarımla;
Derin bir gecede, kuş yuvalarını
Kuyu ağızlarını ışıtır gibi…
Şükrü Erbaş
Kuşkonmaza konsun kuşlar.

Sabahattin Yalkın
sokağın ortasında uyandım
uzak güneyden kuşlar geliyordu
rüzgarda sesler çıkararak
Pablo Neruda
bir mavi kuş var yüreğimde 
çıkmaya can atan 
ama zekiyim, sadece 
geceleri izin veriyorum çıkmasına, 
herkes yattıktan sonra. 
orada olduğunu biliyorum, derim 
ona, kederlenme 
artık. 

Charles Bukowski
‘Ölür oğlum bu kuş.’
İsmail Kılıçarslan
Ben bir pepuk kuşuyum dalında yaralı duran
dağların yamaçlarında kenger
nazlı bir kızın gözlerinde iki yetimlik ah!
içinin kızıllığınca gül ve yangın
her bahar lavlara
korlara 
ateşlere düşer yüreğim

La Edri
Hepimizi ancak bir kadın açıklayabilir. Kimse bilmez 
bir albatrosun onlarda boğulduğunu. Anlatırsanız, 
söz kamaşır, suya bakar bir çocuk olursunuz.
Veysel Çolak
Ta akşama dek
durmadan öttüyse de,
tarlakuşu hızını 
almışa hiç benzemiyor.

Matsuo Başo
Yaz Kuşlarının sisine gömdüm acılarımı
Sevdiğim kadınlarda kaldı yıllar ve yıllarım
Yıllar ve yıllarım kış mahsulü hüzünler
güz kokulu kederlerim
– Ne mi anlatır şimdi kuş kanadında sûretim?
Refik Durbaş
yuvasını bozduğum kuşların
ahı desem çocuktum
hesabı olur mu, ölüm denilen uçta?

Salih Mirzabeyoğlu

Başımı taşların üzerine koydum…
Komşular: ‘Yapma Berfo kuşlar senin gözünü çıkarır’ dedi.
Kapıyı bacayı açık bıraktım… Evladım gelir dedim.

Berfo Kırbayır

gülüyoruz, bir kuş sesi bize katılıyor
bir kırlangıç çok alçaktan uçuyor

Ahmet Ada

Ben bir gemiyim yitik, saçlarında koyların
Fırtınalarla kuşsuz göklere atılmışım,

Arthur Rimbaud

Seher yeline uyup kuşlar yerinden uçtu
Bu türküyü dinlemeyecek misin

Metin Eloğlu

Benim gökyüzümde kuşlar
Kanat çırpmıyor artık

Ahmet Uluçay

Yarın gece gideceğim bu kentten
Bir ırmağa yolcuyum sular çekiyor beni
Yüreğimden başka taşıyacak yüküm yok
Sayılmazsa göğsümden düşen kuş ölüleri

Haydar Ergülen

Göğsümden geçerdi göç yolları kuşların.
Yaşadım mı, düş mü, hayal mi ne kadar uzak.
Bir başka kalpteki yerin kadardı hayat.

Oya Uysal

Atlarla. Uzun bacaklı evrensel atlar
Bunlarla gelişiyor sevdamız anlatılmaz
Çocuklarla, kuşlarla, ağaçlarla.
Büyüyen, uçan, dal budak salan.
Yalnız aşkta raslanan o seçkin nokta.

Cemal Süreya

Tek bir kuş tek bir şapka tek bir çorap onaylamayacak bunu,
Tek bir çicek anlayamayacak
Şu zambakgillerin akıl almaz işlerini
Tek bir insan anlayamayacak

Cemal Süreya

Dedi ki kuşkonmaz
Düşte kımıldar gibi
Çok kızıyorum
Adımı böyle koyanlara ben

Ya kuşlar duyarsa bunu
Ya
Bile bile konmazlarsa bana

Fazıl Hüsnü Dağlarca

çıktım
da kentler kent değildi yine
belki bu yüzden tüketmiş soluğunu şarkılar
kuşlarda gitmiş, hüzün büyümüş
ama hiç boğulmamış içimizde kıyılar

Yılmaz Odabaşı

Küçücük bir serçe kuşu
Çıkmış şakıyor ölüme karşı.
Güzel değilsiniz işte
Ağzından bir kez dünya çıkmayanlar.

Şükrü Erbaş

Keder kuşlarını bende gördüm.

Yağmur yürüyüşüne çıkmıştık o gün,
unutmam ben ayrıntıları, kimdi
hatırlamıyorum tabii, ne önemi olabilir

Enis Batur

Esâtir kuşlarının kanat sesi geliyor rüzgârla.
Bir şehir var denizlerin ardında.

Sohrâb Sepehrî

Ey insan niçin?
Tedirginsin dişi kuşlar gibi
Fırtına öncesinde.

Erdem Bayazıt

Çırpınıp duruyorum
Süs kuşu misali
Günler geride bırakıyor beni
Hizasında duruyorum bir temenninin
Kapı açılıyor
Ama iki kanadım yok ki benim.

Hulûd el-Mualla

Ey gül; güzellik gururu mu izin vermeyen sana?
Sormaz oldun hiç aşık bülbülü.
Gönül erleri avlanır lûtf ile, iyi huyla.
Akıllı kuş yakalanır mı ökseyle, kapanla?

Hâfız-ı Şirâzî

ben, yeryüzünün yaşlı şairlerinden biri,
taşların, otların, kuşların dilini
çözmüş sanırdım kendimi.

Cahit Koytak

Adam fısıldadı: ”Tanrım konuş benimle.”
Ve bir kuş cıvıldadı ağaçta.
Ama adam duymadı.
Sonra adam bağırdı:
”Tanrım konuş benimle.”

Halil Cibran

Güz-
kuşlarla bulutlar bile
yaşlı görünüyorlar

Başo

Kuşlar seslerini bulmak için
Bahçelere koşuyorlar
O kadar yer gördüm ki
İçim sızlıyor unuttukça

Melih Cevdet Anday

elimin uzanmadığı dallara konan kuşlara selam ederim
ölüme kavuşmak kolay, seni öldü bilmeli
seni öldü bilmeli, şükredecek haldeyim

Alper Gencer

Ağlama, ağlama, ağlama artık hepsi bitti, bedeli ödendi.
Teldeki bir kuş gibi
eski bir gece yarısı korosundaki sarhoş gibi
kendimce denedim özgür olmayı.

Leonard Cohen

Gözyaşı tufanıyla taşıp gidiyor ovalar.
“Nereye bu göç?” diye sesleniyorum kuşlara.
Bakıp bakıp arada açan geçen güneşlere,
Karım bana soruyor: ” Sana ne oldu? Neyin Var?”
“Hiç” diye susuyorum. Ama bir hoşum, avara.

Ahmet Muhip Dıranas

Bu gönülden feryatlar ki yabani kuşlar gibi
Yem yemeden tuzaktayım her gün.

Baba Tâhir Uryân

Gemi gibi deniz kenarına oturmuş
Ve bacağı kırık kuş gibi kalbim vardır

Baba Tâhir Uryân

Fırtına

Tanıdığım bildiğim
bütün kuşların dili tutulmuş

Süreyya Berfe

Bahar yağmuru
kaçışan yavru kuşları
kuş yavrularını gördü

Durdu

Süreyya Berfe

Yaş altmışyedi

Sesini yeni duyduğum
bir kuş daha

Süreyya Berfe

İçimin dağlarını duman basmış:
Ağaçların dalları bir o yana bir bu yana
Ve yapraklar ve kuşlar birbirine karışmış;
Savruluyorlar gökyüzüne
Ve onlara ve hareket eden her şeye inat
Sonbaharla birlikte efkar
Demir atmış içimin derinliklerine.

Erdem Bayazıt

(hasat zamanı. buğdaylar yandı yanacak. oraklarımda ölü kuşlar)

İbrahim Halil Baran

Biliyor musun kalbim artık
Bir kuş gibi çırpınarak pencere önlerinde
Titrek kanatlarıyla umudun
Düşmüyor bekleyişin hayal camlarına
Gelmene yakın saatlerde.

Şükrü Erbaş

Şaşkın sığırcık kuşunu hatırlıyorum
İki yıl önce tam bu odaya girivermişti
Nasıl gizlice süzüldük ve bir pencereyi açtık

Havalanıverdi bir sandalyenin arkasından
Dümdüz uçup doğru pencereyi buldu
Dünyanın pervazında kayboldu

Richard Wilbur

kalbimden kalbin havalanıyor
bilmediğim bir kuş
sabaha kadar ayrılmıyor pencereden

Derya Önder

Pencere, en iyisi pencere;
Geçen kuşları görürsün hiç olmazsa;
Dört duvarı göreceğine

Orhan Veli

kuşlar alıştı pencereme

Arif Ay

Nasılsa her yürek
kendi penceresinden sever göçmen kuşları.

Almila Alp

kalbimden kalbin havalanıyor
bilmediğim bir kuş
sabaha kadar ayrılmıyor pencereden
bir sırra erer gibi söylüyor:
sen ey kuşkusuz keder
seviştir bizi

Derya Önder

Usulca uzanırken otlara
derin derin soluyorken yeryüzü seni,
boynunu boynuma alıştırır
nabzını nabzımda kamaştırırken
omuzlarında dinlenirdi bağrımdan kalkan kuşlar…

Nihat Behram

A benim
Oğulotu bitmeyen topraklarda
Şaşırıp kalan kalbim
Senin Türkçen yok mu, anlatıyorum işte
Bir kuş kalbi misin ki ürkmek için bahane
Arayıp duruyorsun.

İbrahim Tenekeci

Bir kuş yaşıyordu bende.
Bir çiçek dolanıyordu kanımda.
Yüreğim bir kemandı.

(Burada bir kuş yatıyor.
Bir çiçek.
Bir keman.)

Juan Gelman

Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır

Sezai Karakoç

Neden konar başına
Talih kuşu değil de martı kuşları
Neden aklında hep
Mezarlıkların mermer taşları

Necati Ünsal

Ölüm bir kuş kaldırıyor mezarlıktan
Ak kanatları, hayat yok oluyor
Çıkıp geliyorsun
Kor gibisin, bir kar gibisin
Soruyorsun: Zarifoğlu bana dargın mısın
Yoksa uyardılar mı seni sevdamızdan
‘Yaşamak’ bir perde gibi kalkıyor aramızdan

 Cahit Zarifoğlu

hüküm giymiş bir siyasi değildi
bilmezdi ne olduğunu hücrenin
ama hüzne boğulurdu tel örgüleri gördükçe
ve kuşların nereden geldiğini sorardı

Tuğrul Keskin

Bilinir ne usta olduğum içlenmek zanaatında
Canımla besliyorum şu hüznün kuşlarını

Cemal Süreya

Bilsem ah
Nerden gelmekte hüzün kuşları

Nizar Kabbani

Şimdi son güneşin batımını izliyor.
Son kuşun ötüşüyle avunuyorum.

Ulus Fatih

Bir kuş havalanıyor su birikintilerinden,
Denize doğru uçuyor,
Bakıyorum ardından hüznüm dağılıyor,
Güneş sünepe bir bulutu aralıyor.
Yanımdaki masaya bir genç kız oturuyor,
On yedi on sekiz yaşlarında.
‘Ne çıkar’ diyorum kendi kendime,
‘Güneşli bir ikindi değil mi yaşlılık da?’

Ahmet Ada

sondur bu akşamlar, geceler diriltir beni
bir kuşun sesinde
sen nerdesin hepimiz nerdeyiz
güneş oyalıyor ikindiyi
bir kuş sesinde
kuşla mukayyet değiliz

Turgut Uyar

Hâtıralar, ne istersiniz benden?.. Sonbahar…
Durgun gökte ardıç kuşları uçuşmadalar,
Güneşten, ölgün ve soluk bir ışık vurmada
İçinde poyrazlar esen sararmış ormana.

Paul Verlaine

Sokakta kuş ölüsü bulmuş çocuk gibi ağladım.
Söz dedim, söz verdim.
Ruhumu gömdüğüm yer hâlâ belli.
Güneşi özledim, sonra seni
Keşke gölgesine razı bir fesleğen olaydım.
Sonra gittin
Gözlerin bir yeşil fanila unutulmuş balkonda
Sicim yağmur taklidi
Artık iyice inceldi.

Didem Madak

bense kuş olduğuna inandırılmış bir kuş resmiyim

Ayşe Sevim

Hele kuşlar
Avcılara bile kin beslemezler

Oktay Rıfat Horozcu

Bir kuş ki benim derdime ağlar, neme yetmez?

Şükûfe Nihal Başar

böyle mi biter aşklar
gün batımına uçan göçmen bir kuşun
yitivermesi gibi

Ayten Mutlu

Bu ağaç servi olmadan,
Bu taşa kitâbem yazılmadan,
Bu çiçek kabrime çelenk diye getirilmeden,
Söyleseniz beni onlara kuşlar,
Yanlış bilmesinler beni.

Cahit Sıtkı Tarancı

hiç mi
hiç
aklımda yoktu sevişmek

ta ki
kuş
havalanıncaya dek

Süheyla Taşçıer

Rüzgâra kapılmış bir kuş
nereli olduğunu bilemedik

Süreyya Berfe

Ta akşama dek
durmadan öttüyse de,
tarlakuşu hızını
almışa hiç benzemiyor.

Matsuo Başo

güz bir ney’dir, bir gül üfler
……………………ve akik
işler kalbine, dinle!
hangi hüzünler evidir
ve hangi sazlıkta gurbet
gösterir bir kuş şimdi
mesnevî ve ahd-i atik?

Hilmi Yavuz

Kısacık bir an’dık: kuşların Boğaz’ı geçişi gibi rüzgârın tozları savuruşu gibi yaprağın toprağın yanağına değişi gibi sevdik…

Nergihan Yesilyurt

yalnız bir ağacın öldüğü yerde
üç kere döner kuşlar
sunmak için kederi yaprak perilerine

Ayten Mutlu

Oğullar ölür
Bir kafes olur ölüm
Ana kalbi bir kuştur
Azad kabul etmez

Erdem Beyazit

Bir kuş ötecek şimdi…
Havada bir durgunluk,
Mermeriyle konuşan açık kalmış bir musluk,
Beyaz çiçeklerini tektük düşüren kiraz.

Ziya Osman Saba

Taş atılmış su gibi
dalga dalga yüreğim
bir abdalım, bir yabanım
kıyında
Gemilere götür beni
misafir kuşlar gibiyim

Arif Ay

Tanrım ne yaptık sana
Kuşlarının kanatlarını mı kırdık
Ne yaptık sana

Bejan Matur

Saçaklarda kuşlar -hazindir bu pek!
Susarlar. Uzaktan ulur bir köpek.

Tevfik Fikret

Dünya denen şeyin de özeti
Selahaddin Eyyubi’nin tabutundan sarkan eli
Buradaki rızık buraya kadarmış dendiği vakit
Başlayan asıl filmdir
Adınız bir istatistiğe veri olur
Bir kuşun yükseklik korkusudur ölüm.

Murat Özel

İstanbulun göğünden yağan kar, apartman dairesinin pimapeninin ardından iki yaşındaki bir çocuğu ne kadar heyecanlandırabilir ki. Tam o sırada ali heyecanla, annee baaak dedi. İşaret parmağıyla karşı binanın bacasına konmuş güvercini gösterdi. Yerinden doğruldu cama biraz daha yaklaştı ve bağırmaya başladı. Kuuuuş düşeeeysiiiin! Kuuuş düşeeeysiiin!

Kuş düşersin!

Şiir gibi ya hu!

Zehra Betül

Herkes gider
Ne?
Bilmiyor muydun sanki
Sevgili kalbim!
Neden hala apartman boşluğunun
gün ışığı görmeyen penceresinde
kuş sesleri beklersin..

Ali Lidar

Çobanaldatan kuşları sabah erkenden vadide, sanki biberli şarap içmiş gibi ötüşüyorlardı.

İmru’l Kays

Ey kimsesiz gelincik!
N’olurdu kuş olsaydın
bir defacık dinleseydim seni.

Süreyya Berfe

Seni düşünürken
Bir çakıl taşı ısınır içimde
Bir kuş gelir yüreğimin ucuna konar
Bir gelincik açılır ansızın
Bir gelincik sinsi sinsi kanar

Bedri Rahmi Eyüboğlu
İki sigaram kaldı bu gece için maviş anne
İki muhabbet kuşum.
İki kendim varmış maviş anne
Biri benmişim, biri mutsuz
Ben ölürsem maviş anne, mutsuza kim bakacak?

Didem Madak

alfabeye koydular ölü bir kuşun yavrusunu

Edip Cansever

Sokakta kuş ölüsü bulmuş çocuk gibi ağladım.

Didem Madak

yuvasını bozduğum kuşların
ahı desem çocuktum
hesabı olur mu, ölüm denilen uçta?

Salih Mirzabeyoğlu

Denize yakın oturuyorum, evden
Geldim, birkaç dergi kitap
Aldım yanıma, kuşları çağırdım
Yorulup konmuşlar tele

Ahmet Ada

Babam yıllarca sustu kelimeleri sevdi
bilmedi kuşların omuzlarını terkettiğini

Haydar Ergülen

Çok çabuk çekildin hayatımdan
Kaderle el eleydin,
Bense kederle sarhoş…
Yarım kalmıştı hikayemiz
Göçmen kuşları gibi gelip geçtin bu şehirden

Abdulhak Hamit Tarhan

evet madam öyleydiniz
kirpiklerinizin çevikliği fırtına kuşlarıydı

Emre Gümüşdoğan

İncir ağacının kuşlardan şikâyetçi olduğu söylenir

Ahmet Ada

Bağırasım geliyor sesim yırtıcı kuş sesi

Ahmet Ada

kuşlar döner uzun yağmurlardan sonra bir gün
bir yer sızlar yanar içinde büsbütün
her şeye rağmen ellerin üşür
üşürse beni unutma

Gülten Akın

Bir kuş ötecek şimdi…
Havada bir durgunluk,
Mermeriyle konuşan açık kalmış bir musluk,
Beyaz çiçeklerini tektük düşüren kiraz.
,
Ziya Osman Saba

Taş atılmış su gibi
dalga dalga yüreğim
bir abdalım, bir yabanım
kıyında
Gemilere götür beni
misafir kuşlar gibiyim

Arif Ay

Velhâsıl sevgili, benim şehrine yolladığım kuşlar var ya…
Âh o kuşlar… Kırılan düşlerimin elleriydiler.

Nergihan Yeşilyurt

Göçmen kuşlar gibi bilgilendirilmiş değiliz.

R.Maria Rilke

Yalnızlığın teselli çiçekleri üstümüze
Göçen son kuşların sedef gagalarından dökülür
Şehir bir mahşer gibi içimizde ölür.

Erdem Bayazit

Sen burada olmadığında burası çok yalnız
Şarkı söylemeyen bir kuş gibi
Sinead O Connor
Derken, bir kuşun çırpınışı takılır aklımın çalılıklarına, 
Sonra… Dünya düşer gözümden… 

Gökhan Yalçın

dilinin ucunda ne varsa insanın
işte ben ona inandım.
yavru bir kuşun daha ilk denemesinde
tutunmaya çalışması gibi göğe
ne bulduysam abandım
ve uça uça
karasular indi kanatlarıma

İbrahim Tenekeci

Mesela bir kuş uçmasın Kızılırmak’a doğru
Köklerine su yürümüş gibi sevinirdi.

İlhan Berk

Kadın albatros bana erkeğini anlattı
onu seçmek için epey zaman harcamıştı
albatros eşini seçmek için onu sınavlardan geçirir;
kolay değildir kadın albatrosu döllenmeye ikna etmesi
kadın albatros erkeğinden söz almalı
bir kuş başına gelecekleri bilmeli değil mi?

Ece Temelkuran

sondur bu akşamlar, geceler diriltir beni
bir kuşun sesinde

sen nerdesin hepimiz nerdeyiz
güneş oyalıyor ikindiyi

bir kuş sesinde

kuşla mukayyet değiliz

Turgut Uyar

(Bazı kuşların yuvaları kanatlarıdır)

Edip Cansever

biliyor musun güçlü dağları görmenin zamanıdır
şimdi bir bağırsan çok iyi biliyorum
ya da üst üste silah atsan
kent tepinir belki bütün kuşlar uçar
belki değil mutlaka
ama
bir tanesi mutlaka kalır.

Turgut Uyar

gözlerinde bir kuş yuvası vardır.

Necmettin Topçu

Kır kahveleri kuş sürüleri sonra
Konuşmadan oturduğumuz masa iskemle
Demli çay, demli çayın buğusu
O yaz daha mutluydu seninle

Ahmet Ada

Tohumun ışığı sevdiği gibi
Tarlanın rüzgarı sevdiği gibi
Kayığın dalgayı sevdiği gibi
Kuşun yüksekleri sevdiği gibi
Seviyorum onu…

Furuğ Ferruhzad

Kuşlar kaçmıyor benden;
Bir güvercin kanadında okşuyorum
Göklerin maviliğini.
Serçelerin cıvıltısıyla siniyor içime

Cahit Sıtkı Tarancı

Dem olmuş bir şairdir, sıcacık kuşlu anılar biriktirmesi bundan.

Engin Turgut

Kuşlar yem ararken, birden,
karın altında kaldılar;

Salvatore Quasimodo

aklımdan kaç kuş havalandı kaç kuş döndü yuvaya

Bayram Balcı

Biz, şuradan böleceğiz gökyüzünü
şurdaki bulutun kıvrımından
firtına kuşlarının döndüğü yerden tam
ve ayırmadan
hiçbir kuşu kanadından

Nuri Demirci

Hâfız, bu perişân şiiri yazarken fikir kuşu, iştiyâk tuzağına düşmüştü.

Hâfız

Bir kuş bir kuş öldürse ben can çekişiyorum..

Necip Fazıl Kısakürek

Duyduk ki, bir daha
Kuş getirmek sınıfa
İntihar olmuş cezası
Hal ve gidişat tüzüğünde
Biz kuşları tutmuyoruz ki
Kapıda koyveriyoruz
Dönüp onlar ceplerimize giriyorlar
N’apalım?

Ece Ayhan

Kuşlar havada, insan karada
Ölmek istemezler!

Ece Ayhan

Ben o kuşum
Çoktan beri kafasında uçma sevdası olan o kuş
Daracık göğsümde iniltiye dönüştü şarkım
Tükendi hasretle günlerim

Furûğ-i Ferruhzâd

Bir kuş olsa mavilik derdi buna.

Edip Cansever

bir kuş gibi usulca, hışırtılı
girdin ve bir ağaç sökülür gibi
çıktın…
-öyle!

Hilmi Yavuz

Kuşlar uçar çalılardan bulana dek
Bir başka kuşu, umuttur bu çatılarda

Ahmet Ada

Çünkü hatıralar kuşlar gibi
Dal ister konacak

Oktay Rıfat Horozcu

Keder kuşlarını ben de gördüm

Enis Batur

uzak gözler! siz kuşlardınız
ve sanki hüzün hazineleri

Hilmi Yavuz

kuş taraçanın kıyısından uçtu
bir ileti gibi uçtu
kuş küçüktü
kuş düşünmüyordu
kuş gazete okumuyordu
kuşun borcu yoktu
insanları tanımıyordu kuş
kuş havada
ve kırmızı tehlike ışıkları üstünde
ve habersizlik yükseklerde uçuşuyordu
ve mavi anları
delice deniyordu

kuş, ah sadece bir kuştu.

Furuğ Ferruhzad

bir bir yitiriyorum sevdiklerimi
ellerimden kuşlar gibi
uçup uçup kuşlar gibi
uzak dağlar ardına

Hasan Hüseyin Korkmazgil

Kuşlar bile kafi gelir bu dünyayı sevmeme

Soysal Ekinci

Kanadı kırık kuş merhamet ister

Sezai Karakoç

Ki ben Mona Roza bulurum seni
İncir kuşlarının bakışlarında

Sezai Karakoç

Bir fırtına kuşunu sevmeliydim seveceğime seni;
Hiç değilse baharda göğü şenlendirir gelirdi.
Bütün dünya ölüme düşer kapattığımda gözlerimi.
(Sanıyorum kafamdan uydurdum seni.)

Sylvia Plath

Yani ki gideceksen
Niçin kondun a kuşum
Masamdaki huzura!”

Serdar Ünver

Kuşlara takılıp gidiyor aklım

Cahit Zarifoğlu

Uçtunuz gittiniz siz ey kuşlar;
Küçücük, ser-sefîd baykuşlar
Gibi kar
Sizi dallarda, lânelerde arar.
Gittiniz, gittiniz siz ey mürgân
Şimdi boş kaldı serteser yuvalar;
Yuvalarda – yetîm-i bî-efgân! –
Son kalan mâi tüyleri kovalar

Cenap Şahabettin

Selvinin ucundan
Deniz’e batan Güneş-
üzgün kuşlar

Matsuo Basho

Kaçın kurası Üsküdar vapuru
Saat başı görücü gönderiyor
Güvertesinden bir kuşu
Onunsa derdi başka bambaşka
Her şairle ayrı
Adı çıktığından beri

Ali Asker Barut

Yaşamında öteki kişilere ulaşabildiğin anlar,
bir ormandaki kuş ötüşleri gibi olacak: uzaklardan gelip
geçerken kısacık bir süre yapraklarda yankılanacaklar
– o kadar…

Orman bütün sessizliğiyle, yine yalnız,
duracak orada.

Oruç Aruoba

Kim dost olursa hava kuşuyla
Düşü olacak dünyanın en huzurlu düşü

Sohrab Sepehri

Kuşlar hazır
Öncü havalanmak üzre
Şehri gelen bir mevsime bırakıyorlar

Cahit Zarifoğlu

Uçun kuşlar uçun doğduğum yere;
Şimdi dağlarında mor sünbül vardır.
Ormanlar koynunda bir serin dere,
Dikenler içinde sarı gül vardır.

Rıza Tevfik Bölükbaşı

Düşlerine sım sıkı sarıl
Eğer düşler ölürse
Hayat kanadı kırık bir kuştur
Çırpınıp uçamayan.

Langston Hughes

Ben senin med ve cezir vaktini bilirim
Fırtınalı zamanlarını
Bitkilerinin şekillerini
Ağızından narlar ve buğdaylar toplayan
Ve sonra uçup giden kuşların isimlerini

Nizar Kabbani

Bilmem neyi aradım bir ömür kuşlarında
Binbir gece yürüdüm hangi muamma için
Zümrüd-ü anka uçar senin bakışlarında
Benim rüyalarımda birkaç deli güvercin

Nurullah Genç

Bu yüzden, uçuracağım yaşlı kuşları evimden
Daha güzel onlar benim vücutsuz baykuşumdan.
Yükselip uçarak kör gözleriyle
avutuyorlar beni.
Havada çırpınırlarken siyah ve parıldayan
kömür melekleri gibi görünüyorlar
Ve söyleyecekleri hiçbir şeyleri yok
biri dışında kimseye.

Sylvia Plath

kapadın kapısını yalnızlığın, kalbinin de
saçının her telinde binlerce kuş cesedi

Refik Durbaş

Kuşlarımı da bırakayım gitsinler
Dışarıda ölürler mi sence

Didem Madak

Biri hiç yoktan vurdu kafeste kuşumuzu ciğerim yanıyor

Yusuf Hayaloğlu

Bana çiçek gönderme
Bir kuş ağacı gönder
Alnıma dokunanlar
İyileşmiş desinler

Ülkü Tamer

Bir kuşu dilinden hiç öpmedim
Belki bir gün öpebilirim
Belki bir gün rüzgar olurum ben de
Eserim başakların üzerinden
Kalbim bir yaz gününe karışsın isterim
Bir kuş cıvıltısında doğmak için yeniden

Ataol Behramoğlu

Ne kuşları seyreden kedi kadar heyecanlıyım artık
ne de o kuşlar kadar
salak ve kendine hakim

Küçük İskender

Gururlu, sert havasına kara kuşun alışınca
Hiçbir belirti kalmadı o hazin şaşkınlığımdan;
“Gerçi yolunmuş sorgucun” dedim, “ama korkmuyorsun
Gelmekten, kocamış Kuzgun, Gecelerin kıyısından;
Söyle, nasıl çağırırlar seni Ölüm kıyısından?”
                                       Dedi Kuzgun: “Hiçbir zaman.”

Edgar Allan Poe

Tıpkı o kuşlar gibi
Uçan daha bir süre
Sonra da vurulduktan

Cemal Süreya

dün kumrular sokağından geçtim yine
kuşlar yoktu, ben kuşları hiç unutmadım
sen de arada bir anımsasan diyorum iyi olur.
iyi olur, kuşlar gitgide azaldı çünkü.
ağaçlar sağır, dal yaprak kör.
behçet’in kuşlara yazdığı şiirleri bir anımsa,
kuşları çok severdi behçet…unutma.
orhan gürayman’da severdi yaşarken.

Koray Feyiz

Ağlama, ağlama, ağlama artık hepsi bitti, bedeli ödendi.
Teldeki bir kuş gibi
eski bir gece yarısı korosundaki sarhoş gibi
kendimce denedim özgür olmayı.

Leonard Cohen

Sabah nefes alıyor
ve bağrı
şen şarkılarla kabarıyor kuşların

Bana geliyorsun.

Serpiştiren kar değil artık,
papatyalardır..

Nihat Behram

yatakta: uğulduyor, tutuşuyordu
erkeğin başını gömdükçe yinine:
İçinden büyük bir kuş havalanıyor
uzağa süzülüyordu.

Enis Batur

masallarla gelir her çocuk
bir varmış bir yokmuş
evvel zaman içinde
bütün kuşlar gibi o da uçmuş
yuva dediğimiz işte o kadar

Arif Ay

İşte bunu aklında tutarsan sen de,
Simurg’un peşinde, bak, gör,
Senin de kalbinin her vuruşu
Ayrı bir kuşun dilinde,
Ayrı bir terennüm olmayı becerecektir,
Ayrı bir aksi seda…

Cahit Koytak

Geçti yaz, eski baharlarla avunarak
dalgada yağmur kuşları; bir yakın bir uzak.

Şerif Erginbay

Sense kuş uçuran şairlerden ürkerek
Kalp masajı yaparken kelimelere,
Üstü açık bir zırhlı gibi
Hızla sürüyorum kendimi dünyaya

İbrahim Sarışın

Uçmak mı güzel konmak mı?
Nereye çıkar salyangozların açtıkları gümüşten yollar?
Alçacıktan uçunca kuşlar, sen de heyecanlanır mısın?

Burhan Eren

Burada dinleneceğim, ağaçların altında!
Bayılıyorum küçük kuşları dinlemeye,
Nasıl dokunuyor kalbime şarkılarınız böyle;
Ne biliyorsunuz aşkımızla ilgili,
Bunca uzak bir yerde.

Johann Ludwig Uhland

Gideceksin biliyorum.
Kuşları da götüreceksin yanında,

Faysal Soysal


Ey uzak bağlarda öten esir kuş!
Kıştır…
Ey şubat kırlangıcı!
Bahar ölmüştür!

Ali Şeriati

Çimenliğe gittin, ancak payına kafes düştü!
Kafesten başka ey esir kuş ne gördün?

Pervîn-i İ’tisâmî

Aşk
Kuşların ardından el sallamaktır
Giden sevgiliye

Bülent Parlak

Kuşlar, dönecek bir gün
Ve bir kayanın üzerinden izleyecek,
Birbirine yaslı çocuklarımızı…

Hayriye Ersöz

Bilsem ah
Nerden gelmekte hüzün kuşları

Nizar Kabbani

ve sen gelirsin şafağın ilk rengiyle
penceremde kuş olmaya

Gültekin Emre

Ya bu kez ölenleri görmeliysek
Ya sen kuş olup gitmeliysen bir trenle

Parka dolalım
Park bizi alır önce
Seyrimizden bir sabah kazanır
Eğri fakat daha çok eğrilmez bir şoförle
Sayısız rampaya katlanır
ya güneşten daha zengin
sofraya diz çökeriz
ya sen kuş olup gitmeliysen bir trenle

Oysa sergimize kuşlar gelir uzanır.

Cahit Zarifoğlu

…Çalar kapı
Görünür annenin sapsarı yüzü
Binlerce kanadı kırık kuş o sıra
Uçmaya calışırlar kentin üstünde
Bağırırlar:
Baba öldü!

Ahmet Erhan

cebime tıktığım kuşlar çok üşüyor
geriye sayacağım söz veriyorum, vurmayın
vurmayın kuşlarım ağlıyor, geriye sayacağım

anne, hangi sayıdan başlayacağım?

Altay Öktem

Saçak altına sığınmış
göçmen kuşun
kar tanecikleri arasında
düşen beyaz tüyünü de
görebilmek

İşte
sevmek

Sunay Akın

bir kuş gibi yakalandım uçamıyorum
gönlümün dilediği yere

Sami Baydar

bırak sevgilim yol senden geçsin
kayıkta göl var, kuşta gökyüzü
ama kimse beklemiyor kimseyi
hem gidince ne olacak bir şeyi

Haydar Ergülen

hiç unutamadığım yelkovan kuşu senin bakışın.

Yüzümdeki gökyüzü
bakışlarındaki kuşlarla tanıdı kendini
sevgilim senin yüzün
senin yüzün,
eski kuşların yeni seyir defteri…

Akgün Akova

Bir kuşun ölmeye varmak için çırpınan kanatları

Özlem Sezer

sana bu şiiri yazdım, sâfi safir
sana bu şiiri, soluk soluğan!
gagasında kuşlar getirecek

Perihan Baykal

gün batar
kuşlar dönerdi
seherler
adama namaz kıldıran ihtişamını yitirdi
artık ne gün batıyor ne kuşlar dönüyor
akşam ile yatsı arası

Murat Kapkıner

İşbu söze Hak tanıktır bu can gövdeye konuktur
Bir gün ola çıka gide kafesten kuş uçmuş gibi

Yunus Emre

Dön bana ve dinle, kuşlar uçuşuyor içimde

Erdem Beyazıt

Ah bu kuş, bu gidişle. uça uça gök bırakmayacak. öteki kuşlara

Cahit Koytak

Kuşlar gibi yalnız, yapayalnızdım açıkta

Yahya Kemal Beyatlı

Bir güzel düş gibi bir hayal gibi
sen de git can kuşum, de var sen de git
dost mezarı içim bulunmaz dibi
düşersem aklına el aç niyaz et
belki bir su yürür…içim çöl gibi…

Mustafa İslamoğlu

Ben, halkın
şairi, bir taşralı, kuşbaz,
koşturdum dünyada yaşamı arayarak:
kuş kuş tanıdım toprağı:
keşfettim ateşin uçtuğu yeri:
enerji kaybını
ve ödüllendirildi benim yansızlığım,
kimse bir şey ödemediyse de bunun için,
çünkü ruhuma bastım o kanatları
ve kıpırtısızlık hiç tutunamadı bende.

Pablo Neruda

Doldurulmuş kuşlar ağlasın şimden geri;
Paslanmış tel kafeslerde.
Fesleğen ektim gül bile bitmedi,
Dibinde kaplumbağalar sustu sadece,
Hepsi ters dönük.

Hüsrev Hatemi

gece 10’a doğru aradın. birkaç gün
sonra dolunay olacağını, rakı içeceğini
ve denize deniz kızları için
biraz rakı dökeceğini söyledin.
kıskandırmanın daha zarif bir
yöntemi olamazdı ama beni daha
fazla kıskandırma olur mu?
dayanamam ben buna.
taş kesilir boynuzlarım.
içimdeki kuş ölür

Lale Müldür

Kiraz çiçeği ağacının tepesinde,
Bir görünüp bir kaybolan
Hangi kuş ki?

Takahama Kyoshi

Henüz bir tokat gibi inmedi yüzüne aşk
Kalbine çivilerle gömülmedi ayrılık
Görmedin bir arslanın can çekişen resmini
Yalnızlık kitabında okumadın ismini
Bir takvim yaprağında yanmadı bakışların
Dökülen tüylerine tutunmadın kuşların

Nurullah Genç

Dön bana ve dinle
Kuşlar uçuşuyor içimde
Loş bir keman solosu gibi
Kuşların uçuştuğunu içimde
Dön bana ve dinle.

Erdem Bayazıt

Bir ışık bir kelebek biraz çiçek biraz kuş
Yeni bir ülke yüzün ellerimde kaybolmuş

Soluğum bir kuş gibi uçuyor ellerine
Kapılıp gidiyorum saçının sellerine

Erdem Bayazıt

Fani ömür biter, bir uzun sonbahar olur.
Yaprak, çiçek ve kuş dağılır, tarümar olur.

Yahya Kemal Beyatlı

Biz

Kuşların teyellediği bir göğün altında
Birdenbire sökülen dikişler gibiyiz
İplerimiz uçuşup duruyor havada
Takacak yerimiz yok, boynumuzdan başka

Ahmet Erhan

ormanda bir kuş hızla dönüyordu.
aşık olduğumuz zaman
yürek denen ormanda bir kuş anormal bir hızla döner
ve kaçmamız gerektiğini söyler bize
çünkü her şey çok fazladır
kendi etrafında nefes kesici bir biçimde dönen bir kuş
kendini ve etrafındakileri yaralar
tehlikedir onun adı…
bunun için aşkı hiç kimse, insanın kendi arkadaşları bile istemez
kumrular sakindir bir tek
ben kumru değilim
sen de

Lale Müldür

Kedisi sokağa kaçmış
Biriyim ben ve içimde
Kekeme bir kuş
Ötüyor ötüyor ötüyor

Ve son günlerde durmadan
Yalpalıyor bütün sözler
Birisi adımı sorsa meselâ
Dilim sürçüyor

Ahmet Telli

Sabah olsun, giderim, sen kalırsın
kalır seninle, binlerce kuş cesedi
içimde sönmeyen o diri yangın
ve sessizliği özetlemek hüneri

Refik Durbaş

Ağıtı yaralı kuşlar konar alnıma
Hüznüme usul usul yağar kar…

Bülent Özcan

Badem ağacına, çiçeğinden sual olunsa,
“Baharı bekleyin ve bunu saka kuşuna sorun!”
diyecektir.

Cahit Koytak

Kimse sahip çıkmadı;
Yığıldı kaldı duvar diplerine.
Yalnız kuş ayakları
Bastılar incelikle göğsüne.

Metin Altıok

Küçükken vurduğum kuşların ahı çıkıyor biliyorum,
Eteğini kaldırdığım kızların iki eli yakamda
Ha bir de annem var tabi durup durup üzdüğüm.
Orantısız ayıp ettim, hayatımdaki herkese..

Ali Lidar

düşlerinin içinden geçecek
uzun kanatlı kuş sürüleri diliyorum sana
ve severken seni,
sevdikçe seni
hep çocuk kalacağım, biliyorum.

Akgün Akova

Hayır, veda etme bana
Gökyüzü nasıl onu söyle sadece
Çünkü bil ki gökkubbe çökerken üstümüze
Ardıç kuşlarını kovalayacağız biz seninle

Tom Waits

sondur bu akşamlar, geceler diriltir beni
bir kuşun sesinde

sen nerdesin hepimiz nerdeyiz
güneş oyalıyor ikindiyi

bir kuş sesinde

kuşla mukayyet değiliz.

Turgut Uyar

bir kuşa bakarken hüzünlendiren, bir güle baktıkça yürek kanatan,
bir yüreği açmadan solduran, bir kadınla yatarken çocuk gibi ağlatan,

Arkadaş Z. Özger

Utandı yorgunluktan alçalan kuşu vuran avcı

Tahir Abacı

bir yavru kuşun acele tüylenişi

Veysel Çolak

Gezme ey gönlüm kuşu gâfil fezâ-yı aşkda
Kim bu sahranın güzergâhında çok sayyâdı var

Fuzûlî

Ne dönüp duruyor havada kuşlar?

Cahit Sıtkı Tarancı

Maskesi çabuk düşer temiz olmayanların;
Nihayet içyüzünü görerek insanların,
Göğsüme küçük bir kuş gibi sokulacaksın…

Sabahattin Ali

Attığım taş vurduğum kuşa değmiyor be hafız

Burak Uzun

bu bizim sesimiz denizlere ateş gibi eller açılır ortasından
su konuşmaz toplanmaz kuşlar. Ne kazandık yaşamamızdan

sevinçle kaçın kurtulun ölümlerinizle.Yalnızlıkla ben kaldım
sevindiniz işte alın kurtulun. Aha size son atım

Cahit Zarifoğlu

Ve bahar yağmurları yağdıran bulutların
arasından süzülür bir gölün kıyısına konarlardı kuşlar.
Dönüşlerini anlatmamı istemezdin hiç.
Hep kalsalar, derdin, o gölün kıyısında
ya da yuvalarını yaptıkları saçak altlarında.
Kışa doğru, geceler uzar, koyulaşırdı karanlık.
Sen büyürdün, büyürdü göçebe kuşların
giderken aramıza bıraktıkları sessizlik

Cevat Çapan

İçimde taşırım seni yaralı bir kuş gibi

Louis Aragon

tepemde bir akbaba
hırsla ölmemi bekliyor
ben ise düşünüyorum
nasıl bir tuzak kurayım ki
bana yaklaşsın da
onu vurayım

Furuğ Ferruhzad

eğer ey gökyüzü bir gün
bu sessiz zindandan kanatlanıp uçarsam
o ağlayan çocuğun gözlerine bakarak nasıl
vazgeç benden, ben tutsak bir kuşum derim

Furuğ Ferruhzad

ben artık sadece kuşların şarkısını dinliyorum.

Metin Celal

serçe kuşun bu her zamanki telaşı

Müştak Erenus

son kuşlar döker kanatlarını, bana kanatlar verdin
dilsiz sözler, her biri biraz daha yalnızlığım
ve şimdi uçurumlar sığarken iki öpüş arasına
sensiz ben kime gitsem, biraz daha yalnızlığım

Orhan Alkaya

Senin için öten bir kuş olsam bir dalda.

Sahir Üzümcü

Seni her özlediğimde bir tanem,
Kuşlara bakıyorum.
O kanatlardaki özgürlüğünü görüyorum çünkü.

Behçet Necatigil

ah nasıl aktarabilirim şiirime
kuşların uçmasını?
deniz
sanki deniz gibi kokuyor.
ha geldi
ha gelecek beklediğim gemi:
ya bir yolcum var
ya binip ben gideceğim.

Bilgin Adalı

Kuğular mı salmamıştı ardımdan,
Sandallar mı, kara sallar mı yüzdürmemişti.
Dokuz yüz on altı yılı baharında
Pek yakında geleceğine söz vermişti.
Güya dokuz yüz on altu baharında
Kuş olup onun erincine konacaktım.

Anna Ahmatova

Gençlik bir kitaptı, okuduk bitti;
Canım bahar geçti çoktan, kış şimdi.
Hani sevincin, o cıvıl cıvıl kuş?
Nasıl, ne zaman geldi, nasıl gitti?

Ömer Hayyam

Annem yok artık, yeryüzü çok gördü onu,
Kalabalığın arasında kuş gibi çırpınan varlığını
Çok gördü
Dalgın yüreğini çok gördü
Bizim için çarpan, kaygılarla dolu yüreğini.
Annem yok artık. Bu kesin. Gelinecek bir yere gitmedi.

Ataol Behramoğlu

hatırlamak bir kuş
unutmak gökyüzü…

Ertan Mısırlı

Göçe yetişememiş bir kuş kadar üşüyor sağ elim.
Oysa büyük yüzölçümlü cümleler kurmak için
okyanuslar geçecektim.

Ece Temelkuran

bir yastık arıyorum kuş seslerinden
mühim değil sonrası.

İbrahim Tenekeci

Göçmen kuşlar gibi çok uzaklardan
Gel artık
Ne olursun…

Yavuz Bülent Bakiler

Boya kutusunu önüme koyuyor oğlum
Bir kuş çizmemi istiyor benden
Kül rengine batırıyorum fırçayı
Bir dörtgen çiziyorum, üstüne bir kilit ve çubuklar
Oğlum, gözleri dehşet dolu, diyor ki bana:
“Ama bu bir hapishane…
Yoksa bilmiyor musun baba, kuş çizmeyi sen?”
Oğlum, diyorum ona, ayıplama beni
Kuşların biçimini unuttum inan.

Nizar Kabbani

Hiç bir kuş yalnız değildir;
Ölümdür yaşanan tek başına,
Aşk iki kişiliktir.

Ataol Behramoğlu

Gözlerinin mavi limanında
Dağınık kayalara doğru
masum çocuk gibi koşarım
Geri dönerim,
ama kuş gibi yorgun.

Nizar Kabbani

Seni düşünürken
Bir çakıl taşı ısınır içimde
Bir kuş gelir yüreğimin ucuna konar
Bir gelincik açılır ansızın
Bir gelincik sinsi sinsi kanar

Bedri Rahmi Eyüboğlu

Akşamın geceye değen teninde bir ürperti. Akşam ki
gökyüzüne yazdığı bir şiirdir kanatlarıyla kuşların

annesi yok akşamın.

Oya Uysal

A benim
Oğulotu bitmeyen topraklarda
Şaşırıp kalan kalbim
Senin Türkçen yok mu, anlatıyorum işte
Bir kuş kalbi misin ki ürkmek için bahane
Arayıp duruyorsu

İbrahim Tenekeci

Yaşam bir göçmen kuşun gariplik duygusudur.

Sohrab Sepehri

o kara kırlangıçlar dönecek
balkonuna yuvalarını asmaya,
ve oynaşırlarken, kanatları yeniden
çarpacak camlarına;

ama senin güzelliğinle benim mutluluğumu
seyretmek için uçuşlarına ara verenler,
hani adlarımızı da bilenler…
işte onlar… dönmeyecekler!

Gustavo Adolfo Becquer


Kuş olup uçsam, sevgilinin diyarına

Neveser Kökdeş


Martılar uçuyor etrafımda
Sanki beni karşılıyorlar
Mihnetin bu acı günlerini unut artık gül diyorlar


?

Yorumsuz

Janya

tanrı ve zaman yanlış hatmedilmiş
kiliselerin çanları sağır…
minareler kısa…
dekolte doktrinler giyinmiş abdal…
geç kalmış, geç yağmış yağmurlarla dolmuş
sarnıçlar, yırtıcı bir neşter darbesiyle, bulanmışlar
nükleer sevdalardan olan kuleler, rokoko kristallerle
süslenmiş tünellerde lime lime olmuşlar, bikes düşlere
darılmışım, sıçramışım ve gelmişim Janya, sızlayışlarıma
vokalistlik yapsana
(dağ keçisi kavmine uyku haramdır)

antik, mitolojik ve çatlamış bir heykelim, irin akıyor benden,
içimin semasında, martılar kamikazeyî uçuşlar
yapıyor, buğdayî hasretler, acılar değirmeninde, bir an olsun dinmiyorlar,
filizlenmiyorlar, ufaldıkça ufalıyorlar, alfabelerden bir harf eksiliyor
öldüğüm zaman, aahhh… yazık Janya, yüreğim ağzımdan
çıkacak oluyor kahırlardan…

kula renginde kaç akşam geçip gittiyse de, hayaller gemisinden
sarı saçlı bir kıvılcım inmedi, bir deri bir kemik kalmış duygularımın
kıyılarına, kül rengi entarisinin içinde
sahte bir peygamber, yalandan da olsa elini uzatmadı bana, davet
etmedi beni cemaatine, kahpe bir melek kucak açmadı,
yılanlar bile aforoz ederlerdi beni sürülerinden, kulsuz bir tan-
rı kadar bir başıma kalırdım, şeyhi ve müridi olduğum mezhepler,
çarmıhlarda beni yaratırdı, gözlerimi veronikanın kanlı mendi-
line her sürdüğümde, pas-
lı bir hıçkırıkla, kurtlar gibi uluyordum hep, deliliğin ustası (olarak) kaldım,
hoyrat et senden bir titreyişlik ruh ister,
kılıç(lar) deliliğinde bir bakış ister,
ağzına kadar mezar yerlisi (olan) ben
                      sığamıyorun Janya
                      sığamıyorum evi yıkılasıca
                      mezarlara sığamıyorum ha!!!

alnında yazılı olan kader değil, ömrümün hikâyesinin
sonesidir, sesim acıyor, şöyle koca ve harab olmuş bir sesle
adını haykırmakla doyasıya rahatlatamadım yüreğimi, bembeyaz bulutlardan
bir oluk şiir sağıyorum kuşları için gözlerinin, keşke
Janya ihtişamlı inancını taşıyabilseydim, keşke kuzum
senden başka hiçbir dertle bozmasaydım tadını aklımın,
kedersizce seni omzuma alıp çarşı pazar dolaştırsay-
dım, nergiz ve nesrinlerin balkonlarında, ağzını dili-
min zindanı edebilseydim
ama tanrı ve zaman yanlış hatmedilmiş
ben medet haykırışı devrinin bir işareti,
savaşlarda mızrakların hedefi
başı top, gözü bilye, karnı deşik

buyur Janya öldürebilirsin artık kendini!…

Renas Jiyan
Çeviri: Kamuran Demir

Janya

xwedê û wext xelet hatiye xetimkirin
naqosên dêran kerr…
minare kin…
doktrînên dekolte lixwekirî evdal…
sarincên ji baranên derengmayî, derengbarî hatibû
damezrandin, bi derbeke neşterê ya dirinde, şolî bûne
barûyên ji evînên nukleerî, di serdabên ji krîstalên rokoko
hatibûn kemilandin qîtik qîtikî bûne, ji xewnên bêxwedî
xeyîdîme, pekiyame û hatime janya, ji nalînên min re
vokalîstiyê bike
(ji qevmê pezkoviyan re xew heram e)

peykerekî: antîk, derîzî û mîtolojîk im, nêm ji min dihere, li
ezmanê hundirê min, qaqlîbaz firînên kamîkazeyî li dar
dixin, kovanên genimî, li ber aşên êşan, kêliyekê jî aş nabin,
aj nabin, hûr dibin û hey hûr dibin, ji elfabêtan tîpek kêm
dibe ku dimirim, w… ey waweylê janya, kezeba min dike di
devê min re derkeve ji qehra…

çiqas êvarên şînboz bihurîn û çûn ji keştiya xeyalan
çirûskeke serzer peya nebû, li peravên hestên min ên hestî û
çermmayî, pêxemberekî sexte di nav kirasê xwe yê
gewrîboz de, bi derewan be jî dest dirêjî min nekir, min
venexwend cemeata xwe, ferîşteyeke fahîşe sing venekir,
maran jî ez ji kom û refên xwe aferoz dikirim, bi qasî yez-
danekî bêqûl tenê dimam, mezhebên şêx û mirîdên wê ez,
min diafirand di çarmixan de, min her çavê xwe li destmal-
ka bixwîn, ya destê weronîkayê digerand, bi îskeîskeke zen-
garî, mîna guran tim dizûrriyam, hosteyê dînîtiyê mam,
goştê hov ji te re ricifeke ruh divê,
nêrîneke şêtiya şûran divê,
ez heta qirikê binicihê tirbê
                              hilnayêm janya
                              hilnayêm porkurê
                              di tirban de hilnayêm ha!!!

a li eniya te nivîsî ne ne qeder e, soneya serpêhatiya temenê
min e, dengê min diêşe, welê bi sewteke berz û peritî min
dilê xwe têr rehet nekir li qîrîniya navê te, çirreke şiîr
didoşim ji hewraniyên sipîboz ji bona çivîkên çavên te xwezî
janya min îmana te ya rewnaq bihewanda, xwezî berxê ji
xeynî te pê ve, bi tu fikaran min tehma hişê xwe xera nekira,
bêxem min tu li suqulîka xwe bikira û sûk bi sûk bigeren-
da, di şaneşînên nêrgiz û nesrînan de, min devê te biki-
ra zîndana zimanê xwe
lê xwedê û wext xelet hatiye xetimkirin
ez hêmayeke heyama hewaran,
di herban de nîşangeha riman
serî gog, çav xar, zikçirîyayî

fermo janya êdî tu dikarî xwe bikujî! …

Rênas Jiyan

Anılar


Daha gençlik çağımın başında, mutluluk,
tasa ve sevdalarımın henüz yeşerdiği yıllardı;
çok kez ölümü çağırdım ve uzun uzun
oturdum o havuzun başına; düşündüm son
vermeyi umutlarıma, acıma. Ne ki, nedeni
bilinmeyen, hastalığımdan ötürü nasıl olsa
yaşayamayacaktım zaten; ağladım gençliğime
ve zavallı günlerimin çiçeğine; zamanından
önce solup dökülen. Ve geç saatlerde sık sık,
derdimin ortağı yatağımda oturmuş, sıkıntılı,
dizeler yakıyordum lambanın sönük ışığına.
Yakınıyordum gecenin karanlığına,
sessizliklere, elimden kaçıp giden yaşamımdan
ötürü. Ve kendimden geçerken
ölüm marşımı mırıldanıyordum kulağıma.
     Ey gençliğimizin ilk yılları; sevimli ve
anlatılamaz güzellikteki günlerimiz,
kim anımsayabilir sizi özlem duymadan;
genç kızlara hayran hayran bakarken
ilk gülücükleri kopardığımız karşılığında;
etrafındaki her şey sanki
yarışırcasına gülümser insana; henüz
yoktur kıskançlık; dokunmaz kötülüğü,
eğer varsa da hayrettir! Neredeyse
elini uzatır, yardımına koşar tüm dünya.
Bağışlar yanlışlarını.
Kutlar yeniden gelişini yaşama.
Efendisi gibi karşılar onu; efendim der ona.
Tıpkı bir şimşek gibi, elimden kaçan günler!
Kim tatmamıştır bu acıyı,
görmüşse eğer sona erdiğini
tatlı yılların, güzel zamanların ve gençliğin?

Giacomo Leopardi
Çeviren: Necdet Adabağ