Ahmet Uluçay: Yıllarca kamyonculuk yaptım, kamyon şoförlüğü. Tavukçuluk yaptım, Allah yardım etti her ikisinde de iflas ettim.

“Ben çocukluğumda takılıp kalmış bir sinemacıyım. Yaşadığımız çağı hiç sevmiyorum. Benim bütün hayatım çocukluğuma yakılmış bir ağıttır, sinemam da öyle. Her şey geçmişte kaldı. Köyümüzün bir mimari dokusu vardı. Şimdi yıkılıp yeni beton binalar yapılıyor. Bu bakımdan ben filmlerimi yaparken mekân bulmakta zorlanıyorum. Kolaj yapıyorum. Parçaları bir o köyden, diğer köyden, başka köyden.

Evimize giderken kapının önünde annem kardeşimle elimize birer çıra tutuştururdu. Biz böyle karanlığın içine ateş böcekleri gibi dalardık. Ama daha köşeye varmadan çıralarımız sönerdi yakmak için yine dönerdik, yeniden varırdık o köşeye ve yine çıralarımız sönerdi. İşte ellerimizde çıralar, gölgelerimiz duvarlarda, böyle büyür küçülürdük, insanlar geçerler yanımızdan, böyle yıldız böcekleri gibi karanlığın içinde ellerimizde gaz lambaları. Gölgeler, gölgeler, gölgeler. Köyün bütün duvarları benim için her gün devam eden böyle fantastik bir sinemaydı.

Sinema dünyayı kurtarabilir mi bilmiyorum. Ama ben niye film yapıyorum? Söyleyecek bir derdim var, söyleyecek bir sözüm var. Bunların çok önemli şeyler olduğuna inanıyorum. Zaten insanlar söyledikleri sözün önemli olmadığını düşünüyorlarsa, bundan en küçük bir kuşkuları varsa, söylemesinler o sözü. Ben önemli şeyler söyleyeceğime inanıyorum. Hangi ulustan olursa olsun, hangi dilden, hangi dinden olursa olsun, bütün insanlara söyleyebilecek bir sözü olan, çok içten, çok samimi, çocuk gözüyle yapılmış filmler sunuyorum. Çünkü çocuklar dünyaya çıkarsız bakıyorlar. Daha temiz, daha arı, daha duru bakıyorlar. Ve böyle bakılmış bir dünyada ben kan dökülmeyeceğine inanıyorum, savaşların olmayacağına inanıyorum, çevre kirliliğinin olmayacağına inanıyorum. Dünyanın bütün problemlerinin değil belki ama birçok probleminin aşılacağına inanıyorum. Onun için benim kameram bir çocuk gözüyle dünyaya bakıyor, bakmaya çalışıyor.

Eşimi sinema tutkum yüzünden yoksulluğa mahkûm ettim. Yoksulluk utanç da getirir. Hele bizim buralarda, sosyal yarışı kaybettiğin an, dışlanırsın. İnsanlar ahlaksızlığı bağışlayabiliyor ama acizliği asla. Çal, soy, yeter ki yoksul kalma. Ben Beyoğlu’nda, koltuğumun altında senaryolarla kapı kapı dolaşırken, evin faturalarını, çocuklarımın bakımını eşimin üzerine yıktım. Benim gibi bir sorumsuzu yönettiği için, o büyük yönetmendir.

Sinema karanlık ve aydınlığın el ele verip güzel bir dünya kurmasıdır. Karanlığın bir büyüsü, gizemli tarafı var. Karanlıkta korkarız, çok güzel düşüncelere dalarız, kendi iç dünyamıza bir yolculuk yaparız. Bütün görünmeyenler karanlıkta gizlidir. Görünmeyenleri daha çok görünür kılar karanlık. Sinema bu bakımdan -teknolojisi Batı’ya bağımlı olsa da, en güzel örneklerini Batı’da vermiş olsa da- doğulu bir sanattır. Sinemanın doğasında doğululuk vardır. Doğu kültürü sinemayla anlatılmaya çok daha elverişlidir. Beni çeken bu karanlığın gizemidir.

Benim kapalı bir sinema kavramım var. En güzel öyküler çocukluğumda yaşandı. Ocakbaşımız vardı. Hikâyeler anlatılırdı. Görünmeyen yaratıklardan söz edilirdi. Sokaklarda cinlerin, şeytanların güneş battıktan sonra dolaştıklarından söz edilirdi. İnsanların hayalleri çok genişti. O küçücük kandil ışığına toplanıp ne öyküler dinlerdik biz. O cinleri, şeytanları gördüm diyenler olurdu. Bir takım optik yanılsamalardı belki. Hep bu öykülerin içinde büyüdüm. Benim sinemamı da o öyküler besledi. Güneş battıktan sonra sokaktan geçilmez derlerdi. Niçin geçilmediğini bilmezdik biz. Ben görmedim bütün bunları. Ama görmüş gibi inanırdım. Ve bu beni inanılmaz etkilerdi. Yani Alman dışa vurumculuğu bizim duvarlarımızda yaşardı. Ve ben gölgelerle oynardım. Ressamın birisi diyor ki “Gölge varlığın süsüdür.”  O zamanlar varlığın kendisi gölgeydi. Sinemayı tanıdıktan sonrada artık onları hayatımdan çıkarmam mümkün olmadı.

Tüm sanatların özü şiirdir. Mimarlar şiirini taşla yazar. Ressamlar renklerle, romancılar sözcüklerle yazar. Sinemacının şiiri görüntülerdir. Yunus Emre, Karacaoğlan, Pir Sultan Abdal şiir yerine sinema ile söyleme olanağı bulsalardı mutlaka bizim gibi çekerlerdi.

Ben çocukluğuna ağlayan birisiyim hâlâ. Kendimi hem zamansal hem de mekânsal gurbette hissediyorum. Çocukluğum gitti ve geriye dönmüyor. Bir şekilde onu zapt edebilir miyim? O her an için benim cebimde kalabilir mi? Ve istediğim zaman ona dönebilir miyim? Yani fânilik insan olarak kaderimiz. Fâniyiz biz, öleceğiz bir gün ve her şey yok olacak. Mutlak anlamda yok olmayacak tabii, o yok olmadan söz etmiyorum. Bunun bir daha geri dönmemesi, elimizden akıp gitmesi, oradaki aciziyetimiz. Belki beni sinema yapmaya iten temel neden bu.”

İzdiham / Güven Adıgüzel’in editörlüğünde hazırlanan; ‘’Kendi Rüyasında Uyanan Derviş; Ahmet Uluçay’’ kitabından seçilmiş pasajlardır.

**

“-Roman yerinde çok güzel. Bir de seyirci romanı önce okuduysa onun kafasındaki o güzelim dünyayı bozuyorsun. Bu yazana da bir saygısızlık. Çok satan yazarlar belki romanlarının sinemaya aktarılmasını istemişler. Bir zamanlar TRT’nin biten yabancı dizileri hemen kitaplaşır ve binlerce satardı. Hayır o güzelim dünya yerinde durmalı. Seyirci romanı önceden okuduysa o dünyayı asla bulamayacak, çünkü dil başka. Ve bence dil daha üstün. Dil ile anlatılan. E bir sinemacı bunu nasıl der? O zaman ben neden roman yazmıyorum? Hayır görüntünün gücü fazla. Ama roman okurken görüntü de sunuyor.
Roman okurken içinizdeki yönetmen mi okuyor romanı yoksa keyif almak isteyen adam mı?
Ben çay içerken bile, sigara içerken bile içimdeki yönetmen içiyor. Bundan kopamıyorum. Kopmak da istemiyorum. Bu daha güzel.”

**
““Kendimi anlatıyorum, içinizde ben de varım, benim de anlatacak bir hikayem var” diyorum. “Şimdi beni dinleyin!” gibi bir duygu, “Şimdi söz bende!”, “Şimdi ben kendimi anlatıyorum!” demek gibi, sinema.”

**

“Ben sinemaya hâlâ bir çocuk gibi bakıyorum. Hareket eden resimler beni şaşırtıyor. Daha çiğ bir gözle bakıyorum sinemaya, hep öyle bakıyorum.”

**

“Çocuk masumiyet demek. Çocukların kedilerin ve delilerin olmadığı bir film düşünemiyorum.

**

“Yıllarca kamyonculuk yaptım, kamyon şoförlüğü. Tavukçuluk yaptım, Allah yardım etti her ikisinde de iflas ettim. Ondan sonra kooperatiften yem fabrikasına işçi olarak girdim. Sekiz yıl da orada çalıştım.’
İflas etmeseydim, sinemacı olamayacaktım. Sarılacak umudum yoktu. Yapmalıydım. Bundan başka hiçbir şeye aklım ermiyordu.
“Ben her şeyi intihar eder gibi yaptım! Sinemayı ben intihar eder gibi yaptım! Bunu beceremediğim taktirde kendi içimde de saygımı yitirecektim.”

**

Mustafa Uysal anlatıyor:

Onu şiir okurken, hikâye anlatırken, senaryolarındaki karakterlerini seslendirirken dinlemek cezbediyordu beni. Babasını anlatırken gözlerini uzaklara kaçırarak susması, (Her şeye rağmen babasını çok sevdiğini nasıl da zor söylemişti.) annesinin onu elinden tutup masalla tanıştırdığı günleri anlatması, ta çocukluğunda okuduğu bir kitabı tekrar okuma heyecanını paylaşması… Beni bunlar ilgilendiriyordu. Onda kuru gerçekliğin ötesinde sahici bir insan görüyordum. Sahiden onun dostluğu ve edebiyatla sıkı bağıydı beni ilgilendiren.

Kişisel bir anlatım oldu, bazen kantarın topuzunu kaçırdım, biliyorum. Onu anlatmak beni kuru bir yaprak kadar titrek yapıyor. Hâlbuki üç-dört ay kadar önce konuşmuştuk, seni yazmak istiyorum, demiştim. Kayıt aletini koyacaktım önüne, kendini anlattıracaktım. Biyografi gibi ama kuru bir şey değil, samimi bir şey olsun, dedim. Bunun son konuşmamız olacağını bildiğim için yaptım böyle bir teklifi. Kötüye gidiyordu. Kendime itiraf etmek zor olsa da insan hissediyor. Kabul etmişti, her şeyi konuşacaktık ama sansürsüz. Pervasız biriydi, samimi söylerdi, konuşurdu da çekinmeden. Hemen hemen biliyordum ne konuşacağını neler anlatacağını. Defalarca konuştuğumuz şeylerdi. Başkaları da bilsin isterdim ama olmadı.

Bazıları mezar ziyaretinin dua ve sure okumakla ikmal edildiğini sanırlar. Hayır, oturup yine dinliyorum onu. Her gidişimde farklı bir öykü anlatıyor bana. Mekânın cennet olsun Ahmet Ağabey. İki dünyalıyız, şunun şurasında kaç günlük bu dünya? Biz de geliriz, hasbihâl ederiz

Yine inşallah.

***

Uluçay, İstanbul Film Festivali kapanış gecesinde ödülünü eşi Ayşe’ye ithaf ederken şöyle konuşmuş: “Bu salondaki kimsenin tatmadığı bir yoksulluğa katlanmak zorunda kaldığı için.” İsterseniz bu haddinden fazla çarpıcı sözleri bir kez daha okuyalım: “Bu salondaki kimsenin tatmadığı bir yoksulluğa katlanmak zorunda…”

İsterseniz bir daha: “Bu salondaki kimsenin tatmadığı bir yoksul….”

Taşçıyan soruyor: “Ailen bu büyük ödüle ne diyor?”

Uluçay: “Sevinmiyorlar, onların yoksulluğuna ilaç olacak hiçbir şey yok ortada. Onlar için değişen bir şey yok…”

Taşçıyan soruyor: “Yakın çevrenden ne tepki aldın?”

Uluçay: “Bizim buralılar pratik düşünür: kaşıkla yenir, bıçakla kesilir, kalemle yazılır. Sinemayla ne yapılır? Verecek cevabım yok. ‘Kaç para kazandın?’ diye sordular.”

***

Aydınlık sabahları muştulayan ak horozlar ötecek

Yankılanacak geniş avlularda
Kuyuların çıkrık sesleri
Leylekler sağlam ayaklar getirecekler bana

Haritada bir yolun peşine düşüp

Çekip gideceğim
Çekip gideceğim
Çekip gideceğim

Şimdilik ağrılar uyusun
Sancılar uyusun
Söğütler uyusun suda

Ahmet Uluçay
Koltuk Değneklerinden Kanat Yapmak’tan

Allah seni bana vermekle bana vermediklerini telafi etmiştir.

Allah seni bana vermekle bana vermediklerini telafi etmiştir.

Ali Şeriatî’den eşi Puran Şeriatî’ye

Hiç

Beni, bu erkeği kendine bırak
Beni tüm lanet acıyla baş başa bırak
Çünkü seni dünyada ki bütün solucanlar kadar seviyorum
Çünkü ben, dünyadaki bütün düşlar kadar ağlıyorum
Çünkü ben, senin yedi günlük adetlerin kadar acı çekiyorum
Çünkü ben, nedeni anlaşılmayan baş ağrılarına başım ağırır

Çünkü ben senin sesinle.. Kapatt..
..hayır kal daha!
Çünkü sen beni dünden azıcık daha çok seviyorsun
Çünkü senin göğüslerin arasında ansızın ağlayış olmak istiyorum
Çünkü senin hüzün sokaklarında sarhoşça koşmak istiyorum
Çünkü senin göğüslerin arasında ansızın ağlayış olmak istiyorum
Çünkü senin hüzün sokaklarında sarhoşça koşmak istiyorum

Bak bu kırık yatak her daim stresli
Bak bu bozulmuş abajur hala uyanık
Bak nasıl “Benan’ın” benim sesimle göz yaşları düğümlenmiş
Kal çünkü bu gece başındaki gözyaşlarım daha işin başlangıcı
Annene sçyle, “nefesin ne kadar kederli?”
Söyle çünkü içinde hapsolmış ve acı çekmesinin nedeni orada
Söyle su karşısında oturup serap gördüğünü

Sadece işkence işkence azap, ızdırap gördüğünü
Göğüslerin arasında ansızın gözyaşı olmak istiyorum
Sarhoşçasına, keder sokaklarında koşmak istiyorum
Göğüslerin arasında ansızın gözyaşı olmak istiyorum
Sarhoşçasına, keder sokaklarında koşmak istiyorum

Her daim bir yetim kadar rüya görürdün
Sen babamın yokluğundan, ben varlığından korkardık
Varlıklarımızın araısnda ikimizde babasızdık
kalp krizi ile kanser arasında, iki avareydik

Sana ant içerim bayan, ben mey içmeden sarhoş ve baygınım
Sen acımın, içtiğim tekila olduğunu düşündün.
Sen bunun, şiiirimin son beyti olduğunu düşün
Çünkü haykırıp, feryat edip yazıyor ve içiyorum
Çünkü haykırıp, feryat edip yazıyor ve yazıyorum..
Çünkü haykırıyor ve yazıyorum..

Şahin Necefi (Shahin Najafi)

Bitmiş Şair

Hüzünden hüzüne bakıyorum ki daha fazladır
Valizin ıslaklığına ki yolculuğun yolundadır

Giden bir karganın bakışından anladım ben
Bahçemizdeki ağaçlarının kaderi baltadır

Tenindeki en çocukça rüyalara
Vücudunun devamı ile benim sevişmeme

Delilik duygusuyla vurduğun ve vurduğum her bir damara
Kan revan arasında kalmış çocuğa

Hançeredeki en son çığlığa
Pencere arkasındaki dolunun ayak sesine

Bir kişilik yatakta senin uykuna
Terliğin en son böceğe vurulmasına

“asla” dediğine ki soru oldu va yazdı “hangi?”
En son nöbetimdeki senin ellerine

Telefon ucunda bir erkeğin ağlamasına
Sabaha kadar sarılmaksız şiir okumasına

Benim muhtemel uykumdaki senin öpücüklerine
Seyir edilmemiş filmlere, benim boş koltuğuma

Kopuklu tenimin üzerindeki senin hayalinin zevkine
Senin felsefi sözlerimden yorgunluğuna

“Saadi”nin şiirlerin arasındaki ağlamaya
Daha sonraki insanin yanında senin çay içmediğine

Kafamdaki bu kadar devamlı dolu şeylere yemin olsun
Şu bitmiş şaire bana yemin olsun

Şu geceye ve şu çizilmiş şiirlerime yemin olsun
Yine dönüyorum lanet şehrime

Kulağındaki tatsız bilimsel tartışmama
Yine dönüyorum güvenli kucağına

En son tatlı rüyalarımıza, kabustan önceye
Yine dönüyorum en son öpücüğe

Shahin Najafi

Uyan

Hadi uyan
Gün ışığı çilemeye başladı başucunda
Denizler bir mavilik edindi günden
Seher yeline uyup kuşlar yerinden uçtu
Bu türküyü dinlemeyecek misin

Hadi uyan
Aydınlığa çık da çil gözlerin ışısın
İlkyazlar sıcağı biriksin yüreğine
Yoksul olsan da uyan
Garip olsan da uyan
Madem ki güzelsin, güzeli yaşatmak için
Madem ki iyisin, iyiyi yaşatmak için
Madem ki umutlusun, umudu yaşatmak için
Hadi uyan
Denizi dinle, yaşamak desin
Toprağı dinle, barışmak desin
Göğü dinle, sevişmek desin

Bir plak konmuş gibi gramafona,
İşte aşk, işte özlem, işte savaşmak gücü
Uyan diyor uyansana

Hadi uyan
Sevdiğim uyan
Ne olur uyan!

Metin Eloğlu

Bensiz Olacak Her Şey

Bu akşam ölebilirim, rüzgar, güneş, sağanak,
Kalbimi, kemiklerimi etti mi tarumar,
Her şey bitti demektir; ne rüya, ne uyanmak!
Aralarında olamayacağım yıldızlar?

Şu uzak dünyaların her tarafında, yer yer,
Ruha kasvet veren ıssız yolların yolcusu,
Bizim gibi düşünür kardeş beşeriyetler;
Ellerini uzatan her gece bize doğru.

Evet, her yerde kardeşler; bizim gibi yalnız!
Onlar bize işaret ederler geceleri ,
Hüzünlerinden! Ah hiç kavuşamayacak mıyız ?
Mihnette birbirimizi avuturduk gayri.

Yaklaşacak birbirine bir gün seyyaraler,
Bu muhakkak, sökecek belki evrensel şafak,
O zaman! Meczupların türküsü bunu söyler;
Allah’a karşı bir kardeş çığlığı olacak.

Heyhat o günlerden evvel, rüzgar, güneş, sağanak,
Kalbimi, kemiklerimi etmiştir tarümar.
Bensiz olacak her şey! Ne rüya, ne uyanmak!
Ah aralarında olamadığım yıldızlar.

Charles Baudelaire
Çeviri: Cahit Sıtkı Tarancı

Susuzluk Güldürüsü

I

BÜYÜKLER

Senin dedelerin, nineleriniz,
Büyükleriniz!
Soğuk terler tenimizi
Örtmüş ay’la, yeşillikle…
Yamandı sert şarabımız!
Yalan dolansız güneşte
Ne gerekir bize? içmek.

BEN. – Barbar ırmaklarda göçmek.

Dedelerin, nineleriniz
     Çiftçileriz
Sorgunların dibinde su:
Islak şatonun yöresinde
Kazılmış hendeklerdeki
Akıntıyı bir seyreyle.
İnelim mahzenlerimize
Elma şarabı var, süt var.

BEN.-İnekler ile su içmek.

Dedeleriniz, nineleriniz;
   Buyruğunda içecekler
Buyruğunda tüm dolaplar,
Enfes çaylar, kahveler var
ibriklerde titriyorlar.
– Bak, ikonalar, çiçekler,
Mezarlıktan yeni döndük.

BEN.-Tüm kovalan tüketmek.

II

TİN

Su Perileri, ölümsüz,
İncecik suyu bölünüz.

Venüs, göğün bacısı, coştur
Annmış dalgayı, koştur.

Yahudileri Norveç’in,
Bana karlan söyleyin.

Siz, eski dost sürgünler, siz
Denizlerden söz ediniz.

BEN.- Paydos bu saf içeceklere
Paydos su çiçeklerine;
Ne destanlar, ne insanlar
Kandırır susuzluğumu.

Taşlamacı, vaftiz kızın,
Beni delirten susuzluk
Obur bir kurtçuğa benzer
Yüreğimi kemirip yer.

III

DOSTLAR

Gidiyor kumsala şarap
Dalgalarla akın akın!
Tepelerden yuvarlanan
Şu vahşi Bitter’e bakın!

Bilge gezginler, yeşil direklerdeki
Absinthe’e ulaşalım…

BEN.- Dostlar, bitsin bu manzara
Bunca ayyaşlık yetmez mi?

Bütün özlemim: erimek
Korkunç kaymağın dibinde,
Gölün suyunda çürümek,
Ağaçların gölgesinde.

IV

GARİBİN DÜŞÜ

Sabretmeyi bilirim ben:
İçebileceğim, sessiz,
Ve ölebileceğim tasasız
Bir Akşam vardır bekleyen
Birinde eski kentlerin!

Direnmezse acılarım,
Bir gün altınım olursa
Kuzeye giderim, ya da
Bağ Kentlerini boylarım?…
– Tatsız düşlerden usandım.

Bir şey var yitip kaybolan!
Dolaşıp da köşe bucak,
Döndüğümde açmayacak
Kapısını, o yeşil han,
Güler yüzle hiçbir zaman.

V

SONUÇ

Dişi güvercinler, ürkek, huzursuz,
Geceye dek durmadan koşan avlar,
Köle hayvan, ve suda yaşayanlar
Ve ilk kelebekler., hepsi de susuz.

Yok olmak – donanıp serin soluğu! –
Başıboş bulutun bittiği yerde,
Tan vaktinin ormana doldurduğu
Bu ıslak, bu nemli menekşelerde?

Arthur Rimbaud
Türkçesi: Erdoğan Alkan

Esrik Gemi

Çığırtkan Kızılderililer çarmıha germiş,
Çakmış kanlı direklere yedekçilerimi,
Kendimi özgür ırmaklara kapıp koyvermiş
Gidiyorum sular alıp götürüyor beni.

Ne İngiliz pamuğu, ne de Felemenk unu
Ne tayfa patırtısı, ne başka derdim kaldı,
Bitirdi yedekçiler ahret yolculuğunu,
Özlediğim yerlere yelkenlerim açıldı.

Geçen kış, öfke ile çalkalanırken sular,
Çocuk beyinlerinden daha dilsiz, sağır, ben
Öyle koştum durdum ki, uğradığım adalar
Yıldılar şamatadan, görkemli gürültüden.

Sabah, uyanışımı fırtınalar kutsadı,
Mantar gibi, on gece dalgalarda oynadım,
Ölüm kervanı sular beni durduramadı,
Fenerlerin budala gözlerine bakmadım.

Çocuklar nasıl hazla elmayı ısırırsa
Öyle iştahla doldu çam tekneme yeşil su,
Üstüm başım, dümen, kanca, gemide, ne varsa
Baştan başa kusmuk ve mavi şarap tortusu.

Sütbeyazım, yıldızlar akıyor her yanımdan,
Denizin Şiirinde yumduğum günden beri.
Kemirdiğim yeşil maviliğin solgun, hayran
Boşluğuna bazen dalgın bir ölü inerdi.

Orada mavilikler, coşkular ve güneşin
Parıltısı, ezgiler bir sönüp bir yanıyor.
Telli sazlardan büyük, alkolden daha etkin
Aşkın acı kızıllıkları mayalanıyor!

Bilirim nasıl döver kıyılan dalgalar,
Şafağın güvercinler gibi coştuğu anı,
Akıntı ne, hortum ne, gökler nasıl çatırdar,
Ben gerçekte yaşadım düşlerde yaşananı.

Gizemli korkularla yüzünde benek benek,
Güneşi gördüm, uzun, mor buzlarla ışıldayan,
Ve dalgalar gördüm, usta oyunculara denk,
Ürpertilerini çok uzaklara yansıtan.

Uyanışını gördüm fosforların usulca
Karlı geceler gördüm, göz alan, boncuk boncuk
Nice besi suları gördüm düşümde, nice
Denizin gözlerine konan tatlı öpücük.

Takılıp Meryemlerin gümüş ayaklarına
Tıknefes denizlere açılan yeşil suyu,
Azgın boğalar gibi sığ kayalara binen
Hırçın çalkantıları izledim aylar boyu.

İnsan derisinden, panter gözlü çiçeklerle
Donanmış Florida’ya oturmaz mı gemim!
Dizginlerini germiş, sarmaş dolaş göklerle
O renk renk ebem kuşaklamış ne diyelim?..

Kaynayıp fokurdayan dev bataklıklar gördüm
Çürümüştü içinde sazlarla Leviatan!
Nice çökmüş limanlar, nice yıkıklar gördüm
Nice obur burgaçlar çağlayanları yutan!

Gümüş güneş, buzullar, gökler, fildişi sular
Karanlık bir körfezde gemim karaya vurdu,
Tahtakurularının kemirdiği yılanlar
Siyah kokularıyla dalları arıyordu!

Görsün istedim, görsün, çocuklar altın pullu
Gümüş balıklarını o mavi dalgaların!
Neler çektim anlatsın köpükler, çiçek dilli,
Bir liman bulmak için eteğinde rüzgârın.

Bu uzun yolculuğun yorgun kurbanı deniz
Ağlardı, ve ben gözyaşlarında sallanırdım,
Sundukça sarı dişli, mor çiçeklerini, diz
Çökmüş bir kadın gibi öyle kalakalırdım…

Ala gözlü, cırlak kuşlar çığlıklar atarak,,
Dışkı yağmurlarıyla ada yakın diyordu,
Boğulanları suda uykuya bırakarak
Yelkenleri şişirmiş, gemim ilerliyordu!..

Ben bir gemiyim yitik, saçlarında koyların
Fırtınalarla kuşsuz göklere atılmışım,
Yelkencisi Monitör Beylerin, Hans Beylerin,
Esrik su kemikleri aramak değil işim:

Gökyüzünün kızaran duvar gibi damını
Bendim, özgür, sislerde tütün içerek oyan,
Tanınmış ozanlara güneşin cüzamım
Gökyüzü sakağısı ve reçeller taşıyan:

Bendim, deniz ötesi gökleri kızgın temmuz
Basma vura vura yıkıp çökerttiği an,
Yüzümde ayça titreşimleri, bütün bir yaz
Deniz aygırlarıyla mavi sularda koşan;

Nasıl da titriyordum, yüz elli mil öteden
Şehvetli burgaçları fısıldayınca deniz
Mavi durgunlukları ip gibi eğiren, ben,
O eski Avrupa’yı ne aradım, bilseniz!

Adalar gördüm, adalar, yıldız yıldız yanan
Sayıklayan gökleri açmış kapılarım:
– Bu dipsiz gecelerde mi, ey Gelecek Zaman
Uyur, sürgün edersin nice allın kuşları? –

Akşamlar ağlatıyor! Ağladım, çok ağladım!
Ay ışığı insafsız, güneşim acımasız:
Buruk aşklar uğruna uyuşuk, esrik kaldım,
N’olur bu gemi batsın! Beni de alsın deniz!

Avrupa ‘da sevdiğim tek su var: kara, soğuk
Akıyor yarıklardan, burcu burcu tan vakti
Yüzdürüyor diz çökmüş hüzün dolu bir çocuk
Kelebek kadar narin kağıttan gemisini.

Acılarda çalkalanıp güçsüz düştüm dalgalar!
Pamuk tüccarlarına “hayır” diyor dümenim,
Artık benim için ne bayrak, ne bandıra var,
Bu öfkeli sularda ne de yüzebilirim.

Arthur Rimbaud
Türkçesi: Erdoğan Alkan

Berfo Ana

gece uzun sürüyor Berfo Ana
kapıyı açık tut, yüreğini
derelerin fısıltılarına aç
bugün tasanda değişen bir şey yok

“ey oğul, gücün mü tükendi cellâtların
elinde, nereye savurdular kemiklerini?”

gece uzun sürüyor yarın cumartesi
İçerenköy’den Galatasaray Meydanı’na
hava soğuk, şubatın mavi rengi
Cumartesi Anneleri’nin yüzünde

“ey oğul, ölürsem kemiklerin bulunmadan
gömmeyin beni de”

ah Berfo Ana, ölçtün ve tarttın
bedeninde adaleti, boş, yeğin.
geçemediler, geçemeyecekler direncini
böylesine bağlayıcı yüksek ateşin

Ahmet Ada

Berfo Ana’nın Ağıdı

Başımı taşların üzerine koydum…
Komşular: ‘Yapma Berfo kuşlar senin gözünü çıkarır’ dedi.
Kapıyı bacayı açık bıraktım… Evladım gelir dedim.
Senin oğlun kaçtı, diyorlar. Oğlum nereye kaçabilir?
Ben oturup kime derdimi anlatacağım ana can?
Yüzüğün benim parmağımda Cemil can. Yüzüğünü parmağıma taktım.
Gözlerini, ellerini ayaklarını bağladılar, yolunu mu şaşırdın da gelemedin?
Ben öldüm… ama senin için dirildim. Kenan Evren senin için tekrar dirildim.
Cemil can annen seni aramaya geldi.
Şayet ölmüşse kemiklerini istiyorum! Çocuğumun mezarını istiyorum.

Berfo Kırbayır