Babamı rüyamda gördüğüm zaman çok seviniyorum, iki üç gün sürüyor o mutluluk.

Babamı çok severdim. Ama o kadar çok çalışırdı ki, pek göremezdik. Zaten polisten kaçtığı ya da hapiste olduğu zamanlar olduğu gibi, ‘Zübük’ gazetesini çıkarırken eve haftada bir geldiği zamanlar olurdu. Büyüdükçe babamla giderek daha fazla arkadaş olmaya başladık. Bana çok güvenirdi, her yaptığımı da beğenirdi. Ben de onun güvenini kırmamak için elimden geleni yapardım. Ders çalışmak dışında!

Babamın baskın biri olduğunu hiç düşünmedim doğrusu. Belki de baskındı ama ben öyle hissetmedim… Hayatımda kendimi yanında en rahat hissettiğim kişi babamdır. Beni anlar, kusurlarımı bağışlar, beni koşulsuz sever… Daha ne olsun?

Küçük yaşlarda babam hep masallar anlatırdı. O kadar güzel anlatırdı ki… Aynı masalı kırk defa dinlemekten sıkılmazdık. Aslında çoğu da masal değildi zaten. Ali’yle Ahmet okula gideceklermiş de çantalarına neler koymuşlar. Bu kadar basit bir hikâye güzel anlatılır mı? Anlatılır! Babamdan dinlerseniz en basit konunun bile büyüsüne kapılırdınız. Ama babamın çok zamanı yoktu; her zaman para kazanmak zorundaydı, çalışmalıydı, sürekli de çalışıyordu zaten. Geceleri ona yalvarırdık “Bize masal anlat” diye, o da dayanamaz anlatırdı.

Babam şömineyi yaktığında karşısına geçip kitap okurdum. Özellikle pazar günleri bütün günümü orada geçirirdim. Bazen bir elma yerdim kitap okurken. O elma o kadar çok hoşuma giderdi ki… Bir gün babamın yanına gidip, “Pazar günleri elmanın tadı daha güzel oluyor değil mi?” diye sordum. Kafasını işinden kaldırıp gözlüklerinin üstünden bana gülümseyerek baktı ve “Evet öyledir” dedi, “pazar günleri daha güzel olur elma.” Yıllar sonra bunu kendisine anlattığımda, “Demek öyle demişim… Doğruyu söyleyecek zamanım yokmuş anlaşılan” demişti.

Babamla birbirimize benzemiyoruz. Babam, bizimle birlikte olduğunda iyi bir babaydı, ben o kadar iyi bir baba değilim. Daha sakindi, ben o kadar sakin olamadım. Ama şunu da söyleyeyim ki ben doğduğumda babam 40 yaşını aşmıştı. Galiba üç ve dört numaralarda babalığım biraz daha babamın babalığına benzemeye başladı. Yaşla birlikte insan elbette her konuda daha tecrübeli oluyor.

Babam öldükten sonra kendimi yalnız ve savunmasız hissettim. Kendi başıma kalmıştım. Artık düşüncelerine güvendiğim, en uçuk düşüncelerimi sınadığım, her türlü sorunun üstesinden gelen kişi yoktu. Daha da önemlisi vakıf üstüme kalmıştı. Haydutlara karşı tek başıma olduğumu çabuk kavradım.

Babamın ölümünden sonra hayatımda büyük bir boşluk oldu tabii. Daha geçen gece rüyamda gördüm. Babamı rüyamda gördüğüm zaman çok seviniyorum, iki üç gün sürüyor o mutluluk. O zaman babam sanki tam olarak ölmemiş gibi geliyor bana. Çünkü rüyalarımda çok canlı, çok kendisi. Ve daha geçenlerde kendimi “Bu konuyu babamla konuşayım” derken yakaladım. Ölümünü hâlâ tam olarak kabullenmiş olduğumu söyleyemem. Ama galiba bir oğul, babası öldükten sonra gerçek anlamda büyüyor. 

Ali Nesin

-Kadınlar konusunda neden iyi değilsiniz?

-Hangisi söyledi?

-Sizden okudum. 

(Ali Nesin ile yapılan röportajdan)

“Oğlum bana akıl vermeye kalkıyor diye kızacak enayi babalardan değilim çok şükür. Oğullarımın aklını gereksindiğim zamanlarım da olur elbet. Kendisini dünyanın en akıllısı sananlar, dünyanın en aptallarıdır. Benim de elbet göremediğim eksiklerim, yanılgılarım, yanlışlarım vardır. Oğlum, 25 yıllık evliliğimde 25 saat mutlu olmadım, müthiş işkenceler çektim. Evet başka kimse dayanamaz, katlanamazdı. Belki birbirimize göre eş değildik ama annen kime göre, hangi erkeğe göre eş olabilirdi ki? Benim bildiğim dünyanın en şanslı kadınıymış. Bunu kendisine çok söyledim, çok anlattım. Oğlum iyi koca oldum, iyi eş oldum, iyi arkadaş oldum ve aslında iyi, çok iyi insanım. Kendimi övmek için söylemiyorum ama böyle. Hep veren insanım. Ne yazık ki, ben bu işi beceremedim. Siz oğullarımın evliliği başarmanızı diliyorum. Bizim kitabımızda ihanet yoktur. Çok söylendiği gibi, benim bütün başarısızlığıma karşın, evlilik modası geçmiş bir kurum değildir. Karınıza hiç ihanet etmeyin. Bu yüzden hep ‘Sizden çok genç kızla evlenin’ deyip durmuştum. Çoğunlukla kadın erkekten önce yaşlanıyor. Karınızdan bıkıp ona ihanet etmenizi istemiyorum. Ben etmedim hiç. Yaşamıma başka kadın girdiyse, buna zorunluydum, artık annen benim eşim değildi. Nikâhın yetmediğini hep anlattım…

(Aziz Nesin’in mektubu)

Aşk İmiş Her Ne Vâr Âlemde

Aşk imiş her ne vâr âlemde
İlm bir kîl ü kâl imiş ancak

Fuzûlî

Sâlik-i râh-i hakikat aşka eyler iktidâ

Fuzûlî

Vâdî-i vahdet hakikatte makam-ı aşktır.
Kim müşahhas olmaz ol vâdîde sultândan gedâ

Fuzûlî

Cevherinden eylemek cismi cüda âsân değil.
Cisimden âgâh olan cân vâsıl-ı cânân değil.

Fuzûlî

Âlemi pervâne-i şem’-i cemâlün kıldı ışk.
Cân-ı âlemsin fedâ her lahza min cândır sana

Fuzûlî

Aşk derdinin devâsı kabil-i derman değil
Terk-i can derler bu derdin mu’teber dermânına

Fuzûlî

Reh-güzâr-ı ehl-i aşk üzre kılın medfen bana

Fuzûlî

Aşk bir şem-i ilâhîdir benim pervânesi

Hayâlî

Her kişi âşık olurdu eğer âsân olsa

Taşlıcalı Yahya Bey


Fermân-ı aşka cân iledür inkiyâdımız.
Hükm-i kazâya zerre kadar yok inâdımız

Bâkî

Men eyleyemez mes’ele-i aşkı müderris

Bâkî

Meftûhdur erbâb-ı dile bâb-ı mahabbet

Şeyhülislâm Yahyâ

Bîgânedir muâmeleniz akl u hûş ile.
Gûyâ derûn-ı sînede mihmânsın ey gönül

Nedîm

Kimden istifsar idem keyfiyyet-i aşkı aceb
Ârif-i agâh serhoş vâkıf-ı esrar mest

(Meçhûl)

Ta kıyâmet fasl olunmaz şûriş-i bilir âşık

Hızırağazâde Fehîm

Bir şu’leye can vermede pervâne-mizâc ol

Yenişehirli Avnî

Lisân-ı aşkı bilir terceman bulunmadı hiç

Neccar Zade Şeyh Rıza

Eğerçi söylemez ammâ neler bilir âşık

Hızırağa Zade Said

Gûyâki Padişâh olurum milk-i âleme
Meşgûl-i şerh-i aşk ü garâm olduğum zeman

Yenişehirli Avni

Gönlüm belâ-yı aşkı hem ister, hem istemez

Hâzım

Ben derd-i aşkı söylemesem başka derd olur

Fâik Memduh


Bir istiyor insan onu bir istemiyor, âh
Sevmek dahi doğmak gibi, ölmek gibi bir şey

Cenâb Şehâbettin

Her derde çâre var güzelim, aşka çâre yok

Abdülhak Hâmid


Fânilere bir ömr-i müebbed yaşatan aşk

Abdülhak Hâmid

Şeb-i yeldâda uzar fecre kadar kıssa-i aşk
Tâ ki Mecnûn bitirir nutkunu Leylâ söyler

Yahyâ Kemâl

Ehl-i akl anlamaz efsûs lisân-ı dilden
Zanneder âşık-ı divâne muammâ söyler

Yahyâ Kemâl


HÜSN Ü ÂN

Esrâr-i kâinata ezel cür’adan iken
Ben hânkah-i aşkta hayrân idim sana

Hayâlî


Göz ucuyla âşıka geh lûtf eder gâhî itâb

Nef’î

O şûh âyinede aksiyle eyler güft ü gû Nâbî
Bilen söyler nikât-ı râz-ı hüsnü bilmeyen söyler

Nâbî


Çıkmış henûz hâne-i âyineden o mah
Esrâr-ı hüsn ü ânına hayrân olup gelir

Nedîm

Ben bugün bir nevbahâr-ı hüs nü ân seyreyledim

Nedîm

Baharı neyleriz ol gülizâr-ı gonce femin
Gülüb açılması bin nevbahâra değmez mi?

Nâilî’i Kadîm

Lâl olur bülbül iştse râz-ı güftârın senin

Nâilî-i Kadîm

Güzel tasvîr idersin hâl u hatt-ı dilberi ammâ
Füsûn u fitneye geldikde ey Behzâd n’eylersin

Bahaî

Bir az gel bağa, bülbül dinle, gül seyret, açıl cânâ
Ki sen dâhî henüz âçılmamış bir gonce-i tersin

Nedim

Erişip bahâra bülbül yenilendi sohbet-i gül
Yine nevbet-i tahammül dili bî-karâra düşdü

Gâlib Dede

Süzme çeşmin, gelmesün müjgân müjgân üstüne

Râsih

Hüsn olur kim seyr iderken ihtiyâr elden gider

Ziya Paşa

Ne zaman istese güzeldir o

Abdülhak Hâmid

Her âh bir hitâb idi körfez’de dün gece
Bin mâh içinde bir meh-i tâbân olan sana

Yahyâ Kemâl


HEVÂ VÜ HEVES

Yetmez mi temâşâ-yı cemâl el de sunarsın
Ey âşık-ı mihnetzede, buldukça bunarsın

Sâmî Mustafa

Ben gedâ sen şaha kul olmak yok amma neyleyim
Ârzû sergeşte-i fikr-i muhal eyler beni

Fuzulî

Secdedir her kande bir büt görsem âyinim benim
Hâh kâfir, hâh mü’min tut budur dinim benim

Fuzûlî


Hunkâr şehre geldi deyü seyre çıkdılar
Her güşe mehlikâ dolu, Hunkâra kim bakar

Vizeli Behişti

Uyduk dil-i dîvâneye dil uydu hevâya

Rûhî-i Bâğdâdî

Mecnûn ne bilir kaide-i nâz ü niyâzı
Âşık mı sanır kendin o mecz^b-i mahabbet

Nef’î

Hevâyı aşka uyub kûy-i yâredek gideriz
Nesim-i subha refîkız bahâradek gideriz

Nâilî-i Kadim


Bir âşina nigâha da mı fırsat olmasın

Nedîm-i Kadîm

İnsâf olunsa biz de rakibin rakibiyiz

Nâbi

Bahâne-cûy-i vuslat oldugum yâre duyurmuslar
Nifâk etmişler ammâ mânevî himmet buyurmuşlar

(Meçhul)

Açılır elbet nesîm-i nev-bahâr essin hele
Bend-i dîl muhkem değil bend-i nikâbından senin

Nedim

Ol perçemin nazîrini, hâtırdamı gönül
Görmüş idin geçen sene, sünbül zemanları

Nedim

Bakılmaz hâtır-ı ahbâba hiç dilber hususunda

Ragıb Paşa

Ruhsat bulunur dâmen-i canân ele girmez
Canan bulunur gûşe-i imkân ele girmez

Haşmet

Hiç akla gelir miydi bu âşıklığım ey dil
Kim derdi ki bir gün bana divane desinler

(Meçhul)

Ne anlıyor acabâ sevdiğim meâlimden

Nigâr Osman


AYŞ Ü NÛŞ

Ben vâr iken gerek bana bû zevk ü bû safâ
Bir gün gele ki görmeye kimse turâbımı

Adnî (Bâyezid-i Sânî)

Öyle ser-mestem ki idrâk etmezem dünyâ nedir
Ben kimem sâki olan kimdir mey ü sahbâ nedir

Fuzûlî

Etse ger Nef’î nola gönlüyle dâim bezm’i hâs
Hem kadeh hem bade, hem bir şûh sakidir gönül

Nef’i


Geh câm-ı bâde nûş ideriz, gâh hûn-i dil
Biz ruhsat-ı zemâna göre işret eyleriz

Sabri-i Şakir

Bir elinde gül, bir elde câm geldin sâkiyâ
Kangısın alsam gülü, yâ câmı, yahud ki seni

Nedim

Ayağın sâkınarak basma aman sultânım
Dökülen mey kırılan şişe-i rindân olsun

Nedim

Bezm o bezm, ahbâb o ahbâb, işret o işret değil
Mey o mey, sakî o sakî, hâlet o hâlet değil

Pertev


Meyhâne yıkıldı, mest ayakda

Abdülhak Hâmid

Bir kanlı gül ağzında ve mey kâsesi elde
Bir sofrada içdik ikimiz aynı emelde

Yahya Kemal

AŞK Ü GARÂM

Hâlini bilmez perişanın perişan olmayan

Bursalı Ahmed Paşa

Cânıma bir merhabâ sundu ezelden çeşm-i yâr
Öyle mest oldum ki gayrın merhabâsın bilmedim

Bursalı Ahmed Paşa

Ben âşıkım, hemişe sözüm âşıkânedir

Fuzûlî

Aşkında mübtelâlığımı ayb iden sanur
Kim olmak ihtiyâr iledür mübtelâ sana

Fuzûlî

Göklere âçılmasın eller ki dâmânındadır

Fuzûlî

Sûfî mecâz anladı yâre mahabbetim
Âlemde kimse bilmedi gitdi hakikatim

Emri

Senin mahzunun olmak bâna şadan olmadan yeğdir
Gamınla ağlamak ellerle handan olmadan yeğdir

Nev’î

Gönüldendir şikâyet, gayrdan feryâdımız yokdur

Nev’î

Yâreb ne vâdîdir bu kim can teşne cânân teşnedir

Bâki

Bileli kendimi ben gönlümü âşık buldum

Nef’î

Neler çeker bu gönül, söylesem şikâyet olur

Nef’î

Ne şeb ki kûyine yüz sürmesem ölürüm
Ne gün ki kametini görmesem kıyamet olur

Nef’î

Bir cebinin, bir dahi zülf-i siyehfâmın bilür
Dil ne subhun fark ider Billah, ne akşâmın bilür

Nedim

Sinede bir lahza ârâm eyle gel cânım gibi
Geçme ey rûh’i revân ömr-i şitâbânım gibi

Nedim

Candan geçer de ben yine geçmem niyâzdan

Abdülhak Hâmid

YÂR İLE CÂNÂN

Yârsız kalmış cihanda aybsız yâr isteyen

Bursalı Ahmed Paşa

Şirler pençe-i kahrımdan olurken lerzân
Beni bir gözleri âhûya zebûn itdi felek

Yavuz Sultan Selim

Kudretim yok hâlimi arzitmeğe canânıma

Usûlî

Küfr-i zülfün salalı rahneler imânımıza
Kâfir ağlar bizim ahvâl-i perişanımıza

Fuzûlî

Sergeşteliğim kâküli müşkinin ucundan
Âşüfteliğim zülf-i perîşanın içündür

Fuzûlî

Gözüm, canım, efendim, sevdiğim, devletlü sultânım

Fuzûlî

Kâşkî sevdiğimi sevse kamu halk-i cihân
Sözümüz cümle heman kıssa-i canân olsa

Taşlıcalı Yahya Bey

Dikkatler ile seyr ideriz yâri serâpâ
Görmez mi idik biz de eğer olsa vefâsı

Bâki

Geh âlem-i müşâhade, geh âlem-i hayâl
Bir lahza yârsız kalamam, âdetim budur

Sâlih

Bu gün şâdım ki yâr ağlar benimçün

(Meçhul)

Görmemek yeğdir, görüb divâne olmakdan seni

Sâbit

Nesin sen, ben de bilmem, canmısın, cananmısın kâfir

Nedim

Nâzdan hâmûşsun, yoksa, zebânın duymadan
İstesen bin dâsıtan söylesin ebrûlerle sen

Nedim

Sevdiğim meşk-i nigâh eylersin âhûlarla sen

Nedim

Nigehin böyle neden hastadır ey şûh senin
Gözlerin bezm-i ezelden beri mahmur gibi

Nedim

Mest-i nâzım kim büyütdü böyle bî pervâ seni
Kim yetişdirdi bu gûne servden bâlâ seni

Nedim

Yârimi gördüm, bu gün dünyâ görünmez dîdeme

Hayri

Çeşmini gördüm, unutdum derdi de, dermânı da

Gâlib Dede

Gizlesem de, âşikâr itsem de, cânımsın benim

Gâlib Dede

Kâilim didârını rüyâda olsun görmeğe

Pertev

Mâhitâba bakamam yâr gelür hâtırıma

Zekâî


Görsem seni helâk olurum, görmesem helâk

Vâsıf-ı Enderûnî

O gül endâm bir âl şâle bürünsün, yürüsün
Ucu gönlüm gibi ardınca sürünsün, yürüsün

Vâsıf-ı Enderûnî

Biz âleme bir yâr içün âh itmeğe geldik

Yenişehirli Avni

ÂH MİN EL-AŞK

Bende Mecnûndan füzûn âşıklık isti’dâdı var
Aşık’ı sâdık benim, Mecnûnun ancak âdı var

Fuzûlî

Cânı cânan dilemiş, vermemek olmaz ey dil

Fuzûlî

Âşık oldur kim kılur cânın fedâ cânânına
Meyl-i cânân itmesün her kim ki kıyamaz cânına

Fuzûlî

Cânımı cânan eğer isterse minnet cânıma
Can nedir kim anı kurbân itmeyem cânânıma

Fuzûlî

Min cân olaydı kâş men-i dilşikestede
Tâ her birile bir gez olaydım fedâ sana

Fuzûlî

Gönül derler ser-i kûyünde bir divânemiz kaldı

Hayâlî

Biz ol âşıklarız kim dâğımız merhem kabûl itmez
Ol gülzarız ki âteşdir gülü şebnem kabûl itmez

Râmî Mehmed Paşa

Böyle bî-hâlet değildi gördüğüm sahrâ-yı aşk
Anda Mecnûn bîdler divâne cûler vâr idi

Nedim

Zülfün görenlerin hep bahtı siyah olurmuş
Tek zülfünü göreydim, bahtim siyâh olaydı

Bayburtlu Zihni

KELÂL Ü MELÂL

Yok bu şehr içre senin vasf etdiğin dilber, Nedim
Bir peri-rüret görünmüş, bir hayâl olmuş sanâ

Nedim

Derd oldu şimdi bâşıma dermân sandığım
Bir âfet oldu cânıma cânân sandığım

Halimgiray

Gönül mahabbetli bir âdet eylemiş yoksa
Ne bende aşk, ne sende cemâl kalmışdır

(Meçhul)

Güller âhir râm olur ammâ hezâr elden gider

Ziya Paşa

Sende mi hâlâ esir-i zülf-i yâr olmakdasın
Uslan ey dil, uslan artık, ihtiyâr olmakdasın

Recâi zade Ekrem


KÂM Ü VUSLAT

Gel, gel ki cümle savm ü salâtın kazası var
Sensiz geçen zamân-ı hayâtın kazası yok

Nesîmî

Arzû-yi vasl-ı cânân câna âfetdir gönül

Fuzûlî

Yakmağa beni yeter hayâlin
Yokdur bana tâkat-ı visâlin

Fuzûlî

Gerçi cânândan dil-i şeydâ için kâm isterem
Sorsa canân bilmezem kâm-ı dil-i şeydâ nedir

Fuzûlî

Yâr ile hem-halvet ol cisminde cânın duymasın
Hâlet-i aşkı hikâyet kıl zebânın duymasın

Hayâlî

Kadem kadem, gice, teşrîfi, Nâilî, o mehin
Cihan cihan elem-i intizâre değmez mi

Nâilî-i Kadim

Gelmez hayâl-i vuslat ile hâb bir yere

Fasîh Dede



Şâm-ı vasla ne kadar dense sezâ Şâm-ı şerîf

Nâbî

Lal-i yâr ağzında ammâ vâ-pesin olmuş nefes
Âşık-ı bîmârı gördüm cân verip c^n almada

Nedîm

Bûs-ı la’lin şöyle sîr-âb-ı zülâl eyler beni
Kim gören âb-ı hayât içmiş hayâl eyler beni

Nedîm

Bakıp o şûh ile nâz û niyâza meşk ederiz
Gülün tebessümüne bülbülün terânesine

Nedîm

Şöyle pinhân gidesin kûyıne cânânın kim
Râh ola hemdemin ammâ o da hâbîde gerek

Nedîm

Cânâ sabâh eriştiği hâtır-nişan mıdır
Senden Nedîm-i zâr dahi kâmın almadan

Nedîm

Gönül pervânesine vuslat âteş intizâr ateş

Gâlib Dede

Dil-i gam-didenin bir kerre handân olduğun gördük
O naşâdın hele bir kerre şâdan olduğun gördük

(Meçhul)

Yâre faş’it râzını amma zebanın duymasın
Güftü gûyi vuslat-ı ruhi-î revanın duymasın

Yenişehirli Avnî

Öyle bî-hûş ol kemâl-i mestî-i vuslatla kim
Yâr âgûşunda yatsun cism ü cânun duymasun

Yenişehirli Avnî

Birlikte öyle tatlı zamanlar geçer ki rûh
İster seninle bir ebedî zevk-ı imtizâc

Tevfik Fikret

Hoş geçen her dem-i sevdâ ebediyyet sayılır

Tevfik Fikret

İşveyle, fısıltıyla, gülüşle
Olmuş şeb-i sevdâ yine bî-hâb

Ahmed Hâşim

Uçmakta bu âteşli havâda
Vuslat demi, bir kuş gibi bî-tâb

Ahmed Hâşim

Hayât-ı vaslını görmekle kanmıyor nazarım
Hayât-ı vaslının üstünde bir hayât ararım

Cenâb Şehâbettin

Bülbülden o eğlencede feryâd işitilmez,
Gül solmayı mehtâb azalıp bitmeği bilmez

Yahyâ Kemâl

Ömrün bütün ikbâlini vuslatda duyanlar

Yahyâ Kemâl

Ey vuslat! O aşıkları efsununa ram et
Ey tatlı ve ulvi gece! Yıllarca devam et!

Yahyâ Kemâl

FİRÂK VE HİCRÂN

Vâızın nâr-ı cehennem dediği firkat imiş

Usulî

Nezr etmişim firâkına kim yok nihâyeti
Nakd-i sirişkimi ki tükenmez hizânedir

Fuzûlî

Öyle zaif kıl tenimi firkatinde kim
Vaslına mümkin ola yetürmek sabâ beni

Fuzûlî

Gözü yaşlıların hâlin ne bilsin merdüm-i gâfil
Kevâkib seyrini şeb-tâ-seher bîdâr olandan sor

Fuzûlî

Zulmet-i hicr etdi çok mübhem işi rûşen bana

Fuzûlî


Biz bülbül-i muhrik-dem-i gülzâr-ı firâkız
Âteş kesilir geçse sabâ gülşenimizden

Selîmî ( Selîm-i Sânî)

Dâr-ı dünyâ deli gönlüm gibi virân olsa
Ne cihân olsa, ne cân olsa, ne hicrân olsa

Taşlıcalı Yahya Bey

Güşad-ı gonce-i dil kaldı bir bahâra dahi

Zâmîrî

Şayet görüp terahhum ede hâksârını
Ömrüm geçince bekleyeyim reh-güzârını

Cevrî

İstemem sensiz olan sohbet-i yârânı bile

Neşâtî

Sen gelmeyince hâtıra görsen neler gelir

Nâbî

Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkıt ne bilir
Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç sâ’at

Sâbit

Ey şâm-ı hicr hiç seherin yok mudur senin

Çelebizâde Âsım


Belâ-yi keşmekeş-i intizârı benden sor

Nedim

Yârdan mehcûr iken düşdük diyâr-ı gurbete
Dehr gösterdi yine hicrân hicrân üstüne

Râsih

Mir’ata bakma bir iki gün eyle tecrübe
Sabreylemek firâkına müşkil değil midir

Nahîfî

Bülbülden işit nâliş-i hasret neye derler

Râgıp Paşa


Gören sanur ki safâdan semâ-ı râh iderim
Döner döner bakarım kû-yi yâre âh iderim

Esrar Dede

Ağlatmayacakdın, yola bakdırmayacakdın
Ol va’de-i tekrâr-be-tekrârı unutma

Esrar Dede

Su uyur, düşman uyur, haste-i hicrân uyumaz

Gâlib Dede

Değil vuslat murâdı firkati tecdîde gelmiştir

Gâlib Dede

Yârin bize bir selâmı yok mu

Gâlib Dede

Banâ duzehden ey meh dem urur gülzârlar sensiz
Diraht âteş, nihâl âteş, gül âteş, berk ü bâr ateş

Gâlib Dede

Görsem tahammül eyleyemem bâri görmesem

Vâsıf-ı Enderûnî

Bana bin saat olur bir şeb-i yeldâ sensiz

Şeref Hanım

Kış geldi firâk açmadadır sîneme yâre
Vuslat yine mi kaldı güzel fasl-ı bahâre

(Meçhul)

İmkân yoğimiş çünki telâkiye bütün gün
Göndermeliyim almalıyım bir haber olsun

Recâizâde Ekrem

Geldi ammâ neyleyim, sensiz behârın şevki yok

Recâi Zade Ekrem

Hicrân biter mi, girye-i hicrân diner mi hiç

Tevfik Fikret

Eyvâh ne yer ne yâr kaldı
Gönlüm dolu âh ü zâr kaldı

Abdülhak Hâmid

Ötme ey bülbül-i avâre ki hicran uyusun

Fâik Âli


YÂD VE TAHATTUR

Hayfâ ki geçdi bilmedik ol hoş zamân idi

Şehzâde Cem

Hâb-ı gafletde geçen ömrümü rü’yâ gördüm

Zâtî

Hayâlile tesellidir gönül meyl-i visâl itmez
Gönülden taşra bir yâr olduğun âşık hayâl itmez

Fuzûlî

Geçmiş zemân olur ki hayâlî cihan değer

Hayâlî

Hayâl-i yâr gibi varmı bir refik-i şefik

Ruhi-i Bağdâdî

Gözümde kaldı o demler misâl-i hâb ü hayâl

Nazîm

Gel söyleşelim cümle geçen demleri cânâ

Sâmî

Kani ol gül gülerek geldiği demler şimdi
Ağlarım hâtıra geldikçe gülüşdüklerimiz

Şinâsi-i Kadim

Ömr âhir olur sohbet-i dildâre doyulmaz

Yenişehirli Avni

Civanlık âlemin yâd etmeyen bir pîr yokdur yok

Hersekli Ârif Hikmet

Ağlarım, ammâ niçün, bilmem kiminçün ağlarım

Recâizâde Ekrem


Seni söyler bana dağlar, dereler

Recâizâde Ekrem

Yâd et beni gizli gizli yâd et

Recâizâde Ekrem

Bize bir zevk-i tahattur kaldı
Bu sönen gölgelenen dünyâda

Ahmed Hâşim

Gel söyleşelim seninle ey yâr
Geçmişdeki mâcerayı tekrâr

Abdülhak Hâmid

Mâzim ile âşinalığın var

 Abdülhak Hâmid

Kalbim yine üzgün, seni andım da derinden
Geçtim yine dün eski hazân bağçelerinden

Yahyâ Kemâl


Yâd et ki sevişdikti ilâhî adalarda

Yahyâ Kemâl

Sen nerdesin ey sevgili, yaz günleri nerde

Yahyâ Kemâl

Mehtâb iri güller ve senin en güzel aksin
Velhâsıl o rü’yâ duruyor yerli yerinde

Yahyâ Kemâl

Aşk İmiş Her Ne Vâr Âlemde
Aşka Dair Seçilmiş Mısralar ve Beyitler
Abdülhak Şinasi Hisar / YKY Yayınları 2012
(İlk Baskı 1955)

Bercestesi

Dizelere göm şâir beni.

Kıvılcım Vafi

Kitâbı bırak, okumaya bak!

S.1: Uzun süredir, doğu ve batı kültürünün klasik eserleri ile meşgulsünüz. Bu okuma serüveniniz esnasında, kitapların ve kütüphânelerin oluşumu ile kültür ve medeniyetlerin oluşumu arasında nasıl bir ilişkiyle karşılaştınız? Medeniyetin oluşumunda kitabın ve kütüphânenin nasıl bir yeri var?

C.1: Kitap, kitâbe(t) sözcüğünün de işaret ettiği üzere, köken itibariyle yazıt ile ilgilidir. Bu nedenle, soru, yazının icâdına değin geri gider. Başta Sümerler olmak üzere, 17 farklı kavmin gelip geçtiği Mezopotamya’da, çivi yazısıyla yazılmış tabletler için ‘kütüphâneler’ kurulmuştu. Benzer durum, Mısır papirüs kütüphâneleri için de geçerlidir. Buralarda, tablet ya da papirüs örnektir; her türlü malzemeye yazılan ‘kitaplar’ için depolar bulunmaktaydı. Elbette, ‘kütüphâne’ sözcüğünün mefhûmu farklıydı; ancak, bir çekirdek misâli ileride olacağı şeyi kuvve hâlinde içeriyordu.
İnsanî eylemler, amaçları dikkate alınarak belirlenir. Yazının ve yazılı malzemelerin amacı neydi? Mevcut bilgi üretimini kayda geçirmek, istiflemek, korumak ve aktarmak. Öyleyse yazılı malzeme, kültürler için bireysel belleği(hâfıza) aşan ve bireyin ölümüne bağlı olmayan bir dış-bellek oluşturdu; ve sürekli başvuruldu. Koruma, öncelikle dinî konularda ortaya çıktı ama en etkili kâtip ve hâsib sınıfının gereksinimiydi. En genel anlamıyla, devletlerin gereksinimleri için üretilen bilgi, muhâfaza edildi ve aktarıldı. Başka bir etmen öğretimdir; muhâfaza edilen bilginin, nesiller arası aktarımı için oldukça fazla yazılı metin üretildi.
Bunun dışındaki yüksek bilginin üretimi, kayda geçirilmesi ve aktarımı, ehliyet ve niyet konularında her zaman tartışma yarattı. Platon’un diyaloglarında işaret edilen bu durum, Eski Mısır’a kadar geri gider… Astrolog, simyacı vb. öbekler bu nedenle şifreli metinler kaleme aldılar. Tartışma, İslâm temeddününde de farklı gerekçelerle sürdü; sonuç itibariyle, belirli alanlardaki bilgiler farklı üst-sırlı dillerle kayda geçirildiler.
Şimdiye değin söylenilenler, hakikî anlamıyla kütüphâneye işaret etmezler; çünkü mefhûm olarak ortada henüz kitâb yoktur. Kaynaklarda, “İskenderiye Kütüphânesi’nde 400 bin cilt kitap mevcuttu” denilişi, bir şehir efsanesidir; burada kast edilen, papirüs, rulo, tablet ve diğer yazı malzemeleridir ve demek istenilen, 400 bin parça malzemedir. Daha sonra, bu deyiş, bir vecize hâlinde gelmiş, bir kütüphânede fazla kitap bulunduğuna işaret etmek için “400 bin cilt kitabı var” denilmiştir; deyiş, büyük oranda İslâm Medeniyeti’nde yaygınlaşmıştır ve esas itibariyle, İskenderiye örneğinde, kendinden önceki kültürlere bir meydan okumadır.
Kitâb, yazma biçimiyle, İslâm temeddününün bir icâdıdır; ve medeniyet ile felsefe-bilim tarihinde bir kırılma noktasıdır. Çin’in ipeğe dayalı kağıt üretimini ucuz malzemelerle yapan Uygur ustalarının, Abbasî yöneticileri tarafıdan istihdâmı ile yeterli kağıt (ki, Çince’dir) üretimi gerçekleşmiş; bu alt yapı sayesinde, Bağdâd’daki Beytu’l-Hikme’de, bildiğimiz çeviri hareketi gerçekleştirilebilmiştir. Bu nedenle, kitâb, tarihte, bilgisayar ile mukâyese edilebilir. Artık bilgi daha güvenilir ve taşınabilir bir dış-belleğe kavuşmuştur; böylece, tarihteki yatay ve dikey yolculuğu daha sağlıklı bir biçimde gerçekleştirilmiştir.
Sorunuzun yanıtı şu olabilir: Kitâb, hâfızadır; bu nedenle iddiası olan kültürler, medeniyetler, bu hâfızayı, elden geldiğince çoğaltmaya çalışmışlardır. Hacimce büyük ve çeşitçe zengin kütüphâneler, tarihte üretilmiş bilginin elde tutulması anlamına geliyordu. Kitâb, bir tür fetihti; bilginin fethi… Dolayısıyla, bizâtihî kitabın kendi değil, muhâfaza ettiği bilgi, medeniyetlerin oluşması, gelişmesi ve katkıda bulunması için olmaz ise olmaz bir koşuldu. İki kapak arasında saklı olanın çözümlenmesi ve anlaşılır kılınması, özellikle zihinlere aktarımı, bir kültürün mesâfe kat etmesi demekti.
Elbette, kitap, kendi evrenini, uzayını yarattı. Kağıt, mürekkep, yazı malzemeleri, cilt, hat, süsleme sanatları ve öteki çok çeşitli unsurlar. Kitap, pazarlar ile dolaşıma girdi; saraylarda ağırlandı; başta, bilginlerin evleri olmak üzere, camiler, medreseler, ve rasathâneler’de dinlenildi. Bu ve öteki nedenlerle, medeniyetlerin olmaz ise olmazları arasına girdi. Kılıç, medeniyetleri kurdu; kalem, yaşattı; kitap sürdürdü… denilebilir.

S.2: Kadîm şehirler, felsefenin, düşüncenin, kültür ve medeniyetin filizlenme noktaları… Atina, İskenderiye, Bağdat, Kâhire, Kurtuba, Semerkant, Buhara, İstanbul gibi merkezler, yazı kültürünün geliştiği, okunduğu, okunmakla kalmayıp çoğaldığı merkezler. Bu açıdan bakıldığında, kitap ve şehir arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

C.2: Herşeyden önce, bilgi, kültür, üst bir üretimdir ve maddî ile manevî güvenliğin olduğu, boş vaktin bulunduğu şehirde ortaya çıkar. Öyleyse, doğal olarak, bilginin hâfızasının da şehirde mütedâvil olması oldukça olağan bir durum. Medine-i Münevvere, “Aydınlanmış Şehir” demektir; aydınlatan da, bilgidir; sıfatının ilâhî olması, bilginin değerini yükseltir; mâhiyetini değiştirmez. Bu nedenle, yazı ve ona ilişkin herşey, son derece önem kazanmıştır İslâm şehrinde. Nübüvvet’ten sonraki makam ilim’dir; ilmin bu kadar değerli olduğu yerde, onun hâfızasının da, kıyâsla, aynı şekilde olması kaçınılmazdı. Dikkatinizi çekerim, önemli olan kitâbın bizâtihî sûreti değil, vazifesi, dolayısıyla amacı… Unutmayalım ki, bizzat Peygamber, kendini “İlim Şehri”ne benzetmiş; kapısı olarak da, Hz. Alî’yi işaret etmiştir. Bu nedenle, köyde, dağda, bayırda tespit etseniz de, bilgiyi sunacağınız yer şehirdi; hâlen de böyledir; orada kayda geçer, orada çoğaltılır; orada müfredata girerdi.
İslâm tarihi boyunca, bir şehrin kayda değer olması, yüksek İslâm kültürünü temsil etme oranına bağlıydı. Mehmed Fenârî, Bursa’da, XIV. yüzyılın sonunda, Osmanlı ilmiye teşkilâtını kurmaya başladığında yaptığı ilk iş, kitap sayısını çoğaltmaktı. Bu gerekçeyle, Cuma gününün yanısıra, öğrencilerin sırf kitap istinsah etmesi, çoğaltması için de Salı gününü tatil etti. Daha sonra bu bir gelenek halini aldı; medrese tatil, ama kitap çoğaltmak için; amaç, Sultan Yıldırım Bâyezid’in siyasî idealine uygun olarak, Bursa’nın yüksek İslâm kültürünü en yüksek derecede temsil edecek bir seviyeye gelmesi… Kitap, klasik dönemde, iddianızın göstergesiydi; özellikle siyâsî teklifinizin ciddiyeti, ülkenizde bulunan âlim, kütüphane ve kitap sayısıyla ölçülürdü… Sizde yoksa başkasına ne verebilirdiniz ki? Fas elçisi, 1589’da ziyaret ettiği İstanbul’u tasvir ederken, en çok, kitaptan bahseder: “Çok yeri dolaştım; bu kadar çok kitabı bir arada yalnızca bu Şehir’de, İstanbul’da gördüm”. Çarşı-pazarın kitap kaynaması, bir ülkenin siyâsî gücüne işaretti. Kısaca, halk dilinde, hak-hukûk bilmeyen insan için “Kitapsız adam denir” ya; aynı durum, şehir için de geçerlidir; “Kitaplı şehir” hak-hukukun olduğu şehirdir; olmadığı da “Kitapsız şehir”. Kitap, müslüman zihni için o kadar önemlidir ki, vahiy gelmiş dinleri, ötekilerden ayırmak için “Ehl-i kitap” denilir; yani “Bir kitaba mensub olanlar”. Bir anlam-değer dünyasına mensûbiyeti, kitap üzerinden dillendirmek son derece dikkat çekicidir.

S.3: İnsanlık tarihindeki trajik olaylardan biri de, kütüphanelerin yakılmasıdır. Kütüphanelerin yakılması, nasıl bir ruh halinin eseri olabilir?

C.3: Öncelikle, bir ayrım yapalım. Bir eylemin bilgisine sahip olmayan bir insanın, o eylemde belirli bir kasdı olmaz; Moğollar gibi… Camiyi, saray; minberi, taht sanan bir kişiden, kitabın ve kütüphânenin ne olduğunu bilmesini bekleyemeyiz. Kısaca, kuralı şöyle koyabiliriz: Kişi, doğru ve yanlışı, idrâki oranında tahkîk edebilir; bu nedenle, tenkitte, kast dışında, kişinin idrâk oranı göz önünde bulundurulmalıdır. Burayı geçelim…
İkincisi, kitap yakma nedir? Herhalde, ısınmak için değil! İnsanlar, kitap yakmazlar, o kitapların içerdiği ve temsil ettiği anlam-değer dünyasını yakarlar. Bu nedenle, yakılan, bizâtihî kitap değil koruduğu bellektir; sahip olduğu iddialardır. Bu, gayet doğaldır. Çatışan iki farklı anlam-değer dünyası, birbirine ait olan herşeyi, tüm simgeleri yok eder. Unutmayalım ki, klasik dönemde bilgi, mahallî yapılarla, anlam-değer dünyasıyla çok iç içedir. Bu meyanda, ilk kültür emperyalizmi denilebilecek eylemi, Büyük İskender yapmıştır. Pers devletini ele geçirince, etrafında bulunan bilginler, -ki, biri, hocası Aristoteles’in yeğeniydi-, önemli buldukları bilgileri Yunanca’ya çevirmiş; asıllarını yok etmişlerdir. Bu, pek çok kaynakta vardır; özellikle Kutbuddin Şirâzî, Şerh hikmet el-işrâk adlı eserinde, bu vâkıayı, felsefe tarihi açısından inceler.
Şimdiye değin verdiğimiz bilgiler birer tespittir. Ve bu, bugün de böyledir; yarın da öyle olacaktır! ABD’nin soğuk savaş döneminde, Sovyet kaynaklı; Sovyetler’in de ABD kaynaklı kitaplara yaptıkları ortadır. Irak Savaşı’nda, kütüphânelere yapılanlar bilinmektedir. Türkiye’de de farklı açılardan benzer olaylar yaşanmıştır. Elbette, insanlık tarihinin şu merhalesinde herşey inceldiği gibi, bu konudaki yok etme teknikleri de incelmiştir. Tarihte, insanın doğasından kaynaklanan olgu ve olaylara bakılmalıdır; ahvâle değil. İnsan, kendi dünyasını korumak için başka dünyaları yakar, yıkar; bu, başka dünyanın tecessüm ettiği şey kitap, bilgisayar, bina ya da devlet olabilir; fark etmez. Hâsılı, insan kendini trajik bir varlık kabul ettiği sürece, bu tür trajik eylemler de yapacaktır…

S.4: Bağdat kütüphânesi (“kütüphâne”yi aynı zamanda birikim anlamında da kullanıyorum), İslâm kültürü açısından büyük bir oluşumdu. Yok olmasının, İslâm kültüründeki bu oluşum sürecine ciddi boyutlarda zarar verdiği söylenilebilir mi? Gerileyişin başlangıcı olarak görülebilir mi? Bu kütüphâne, ne kadar özgün bir kütüphânedir? Yoksa, Ernest Renan’ın dediği gibi, İslâm kültürü içindeki İslâm dışı unsurların oluşturduğu bir kütüphâne midir?

C.4: Öncelikle bir tashîh… Kendimize ait konuları, Batılılar’ın dediklerini dikkate alarak tartışmamalıyız. Hele hele, XIX. yüzyıl oryantalistlerinin ‘kültürel terörüne’ azamî dikkat etmeliyiz. Ağzı olan konuşmuş… Bir deli, kuyuya taş atıyor; biz de çıkarmaya çalışıyoruz. Bir tabib, kocakarı teşhisini tahlîl etmeye uğraşmaz; kendi muâyenesini yapar. Dolayısıyla, Renan gibilere ayrılacak vaktimiz olmamalı.
İkinci olarak, gerileme-ilerleme gibi kavram çiftleriyle tarihi okuyamayız. Tarihî olayların pek çok değişkeni bulunmaktadır; indirgemeci olmamalıyız. İslâm Ülkesi’nde, Moğollar, yalnızca Bağdâd’ı yıkmadılar. Ayrıca, Moğollar geldiğinde, Bağdâd’da Beytu’l-Hikme de yoktu ve Bağdâd rakipsiz bir şehir değildi; başka bir deyişle, Bağdâd, İslâm temeddününün sıklet merkezi değildi. Bu nedenle, “Bağdâd gitti, herşey bitti” düşünüşü bırakılmalıdır.
Hemen Bağdâd’ın düşüşünden sonra kurulan Merağa matematik-astronomi okulunun kütüphanesine bakıldığında, -ki, yukarıda işaret ettiğimiz vecîzeyi kullanarak 400 bin ciltlik bir kütüphanesinden bahsedilir, ancak doğru değildir-, ciddi bir yekûnla karşılaşılır. Sonuç itibariyle, yalnızca Bağdâd’ın düşüşü değil, tüm Moğol istilâsı, İslâm Dünyasının Doğu’sunu –ki, İslâm dünyasının Batı’sı da var-, sarsmış ve sendeletmiştir; ama kısa sürede toparlanılmıştır. Öte yandan, Moğol istilâsı, İslâm dünyasında, farklı ilmî-fikrî terkiblerin de ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Şerden, bazen rahmet hâsıl olur…, olmuştur da…

S.5: Biraz da, Endülüs kütüphânelerinden bahsedelim isterseniz. Oradaki birikimin, külliyâtın, Batı’ya aktarımı konusu da dikkate alındığında, neler söylenilebilir? Bağdat kütüphânesi ile Batı medeniyetinden alınan katkı, Endülüs kütüphânesi ile yeniden Batı’ya mı aktarılmıştır?

C.5: Öncelikle, İslâm medeniyeti, Batı’dan birşey almamıştır; Mezopotamya, Eski Mısır gibi kadîm kültür havzaları yanısıra, Hint ve İran ile Eski Yunan ve Helenistik kültürünü tevârüs, temellük ve temessül etmiştir. Temellük önemlidir, çünkü İslâm Medeniyeti’nde, hâlâ herşeyi tercüme hareketiyle başlatanlar var. Tercüme hareketi, bir şey başlatmamıştır; tersine tercümelere, zaten başlamış bir harekete destek için kalkışılmıştır. İkinci olarak, o dönemde, Batı diye bir şey yoktur; tersine Birûnî gibi İslâm bilginleri, mantık biliminin ilkelerini göz önünde bulundurarak, Çin ve Hint ile İslâm-öncesi Asya’yı, Doğu; İslâm ve Akdeniz kültür havzasını, Batı diye kabul ederler. Modern ve Çağdaş kavramlarla, tarihî olgu ve olayları incelememeliyiz. Bu tür alma ve verme olguları, modern ulus devlet kavramlarıyla okunuyor. İslâm bilginleri için nazarî ilim, insanlığın ortak malıdır. Taşköprülüzâde ne diyor: Nazarî ilimlerin kavmi, dini, olmaz…
Evet! Kadîm mirâs tevârüs, temellük ve temessül edildi; çevrildi ve herşeyden önce kadîm birikim, ‘kitap’ haline getirildi. Bu nokta, son derece önemlidir; müslümanlar tespit ettikleri tüm kadîm mirâsı kitaplaştırmışlardır; kitaba dökmüşlerdir. “İslâm Medeniyeti, bir yazma/yazı medeniyetidir” derken, kast edilen budur. Zamanımıza gelen İslâm öncesi, örnek olarak, astronomi eserleri kaç tanedir; hepsini bir masaya sığdırabilirsiniz. Ama İslâm Ülkesi’nde kaleme alınmış irili ufaklı astronomi kitapları için birkaç oda gerek. Niçin? Çünkü kâğıt, dolayısıyla İslâm Medeniyeti’nde icâd edilen kitap, bilgiyi çoğalttı, özellikle Büyük Selçuklu ve Osmanlı döneminde öğretim kurumlarıyla, toplumsallaştırdı.
Süreç içinde ve pek çok değişik nedenlerle, Avrupa, İslâm birkimini uzun bir zaman diliminde, kendi ölçütleri içinde, çevirdi. Hemen söyleyelim, Avrupa’da da çeviri etkinliğine belirli bir bilinç eşlik eder; bu bilinç çevirilerle başlamadı; tersine bu çevirileri olanaklı kıldı. Aktarım da, yalnızca Endülüs’ten yapılmadı; bunun yanısıra, Sicilya, Trabzon ve İstanbul da birer merkezdiler. Seyyahların ve Avrupalı bilginlerin özel girişimlerini hiç saymıyorum.
Diyeceğim şu ki, derdi olan, bilgiye kayıtsız kalmaz; çünkü bilgi, kendine kayıtsız kalana acımaz. Kadîm dönemde, bilginin büyük bir bölümü de, haricî hâfıza’da yani kitaptadır. İslâm’ın da, Avrupa’nın da yaptığı, iddialarına paralel olarak, bu birikimi temellük etmektir.

S.6: Bugün, İslâm kültür geleneği içinde, özgün bir kütüphane oluşumundan, özgün bir külliyât oluşumundan söz edebilir miyiz?

C.6: Bu tür sorulara, benzetmeyle verdiğim bir yanıt var: Dil, önce konuşulur, sonra dilbilgisi(gramer) yazılır. Bizim zihin yapımızı, daha çok, ‘medeniyet’ kavramı belirlediğinden dolayı, tarihî olanda kalıyor, hareket içre olanı anlayamıyoruz.; bu nedenle, medeniyet yerine, usul-i dîn ve usûl-i fıkh’ın, ‘temeddün’ kavramını tercih ediyorum. Ne demek bu? İslâm Hayat Görüşü’nü, hareket, dolayısıyla değişim içre modellemek ve idrâk etmek… Bu çerçevede, İslâm temeddünü ölü değildir; hareket halindedir ve her konuda üretimi devam etmektedir. Üretimin özgünlüğü zamansaldır ve gereksinimlere bağlıdır; önemli olan, pek çok farklı, hatta birbirleriyle çelişik fikrin geliştirilmiş olmasıdır. Kişisel kanım, İslâm Hayat Görüşü, tarihî yürüyüşünü devam ettirdiğinden, üretimi de sürmektedir. Bu bir ırmağa benzer; kaynağı sürekli olduğu sürece, bazı mevsimler, suyun azalması olasıdır; ama kurumadığı sürece çoğalma olanağı her zaman vardır.

S.7: Aynı soruyu Batı kültürü açısından sorayım: Orada durum nedir?

C.7: Entelektüel/zihnî faaliyetlerde, siyasî tabanlı Doğu – Batı ayrımı, pek de açıklayıcı görünmüyor. Nereden başlar, nerede biterler; ne zaman başladılar; ne kadar sürecekler? Hem, Hak ile Bâtıl’ın sâbit coğrafyası olmaz; Doğu’da da olabilir, Batı’da da… Zihnimizi, bu tür kavramlarla kayıtlamamalıyız. Sorunuzdaki külliyâtı ve kütüphâneyi, bilgi birikimi olarak anlarsak eğer, elbette, Dünya’nın her yerinde, ülkeler, sahip oldukları iddia ve olanaklara paralel olarak üretimlerini sürdürmektedirler. Tersi durumda, tarihten düşerler.

S.8: “Sözlü kültür” ve “yazılı kültür” diye bir ayrım yapabilir miyiz? Eğer böyle bir ayrım yapılabileceksek, doğu kültürünü “sözlü kültür” sınıflandırmasında değerlendirebilir miyiz? Bunun, Batı’lı anlamda bir felsefe geleneğinin oluşmamasına, ama daha farklı bir tefekkür biçiminin ortaya çıkmasına neden olduğu söylenilebilir mi?

C.8: Bu sorunuzdaki Doğu ve Batı kavramları için de, yukarıda söylediklerim geçerlidir. Eğer Doğu’dan, İslâm’ı anlıyorsak, “İslâm kültürü, sözlü kültürdür” yargısı, tamamen bir şehir efsanesidir. Yukarıda da işaret ettiğim üzere, “İslâm Medeniyeti, bir yazma, bir yazı medeniyetidir” ve kendinden önceki ulaşabildiği tüm ilmî mirâsı temellük ederek kitaba dökmüştür, kitaplaştırmıştır. Biraz önce de işaret etmiştim: İslâm Medeniyeti’nde üretilen eserlerin mikdârı, kendinden öncekilerle mukâyese bile edilmez. Elbette bu durumun pek çok nedeni vardır; kağıt, öğretim vs…
Yazı’nın, bizim için ne anlama geldiğini idrâk için gereğinden fazla konuşmamıza gerek yoktur. Çünkü yazı, bizde, Varlık’ın tecellîlerinden biri olarak kabul görmüştür: el-vucûd el-hattî/kitâbî… Daha ne diyebiliriz ki? Kitâbet’i/Yazı’yı, Varlık’ın bir tecellîsî olarak gören bir medeniyeti anlamak için yalnızca sözlü kültür içinde boşa konuşmak yetmez; biraz kitap okunmalı! Kalkaşendî’nin Subh el-aşâ’sı, İbn Haldûn’un el-Mukaddime’si… belki de Taşköprülüzâde’nin Miftâl el-saâde ve misbâh el-siyâde’nin birinci cildi… Özellikle yazınsal varlık’a ait bilim dalları, içerikleri ve kaleme alınan eserler kısmını okumak konu için iyi bir başlangıç olabilir.
İkinci olarak, sözlü ve yazılı kültür, birbiri yerine ikâme edilecek iki ayrı sözcük değildir; birlikte varolan sözcüklerdir. Mikdârı artabilir ya da eksilebilir ama her yerde birlikte vardırlar. Olmaları da gerekir… Çünkü, her yazılı kültür, belirli oranlarda sözlü kültüre dökülür; tersi de doğrudur; sözlü kültür de yazıyla kayıt altına alınır; böylece birbirini besleyerek birbirlerini var-kılarlar ve zenginleştirirler.
Sorunuzun ikinci bölümündeki, “Batı’lı anlamda felsefe geleneği” teriminden ne anlamalıyız? Ve ayrıca, bizdeki “farklı bir tefekkür biçimi” nedir? Bunlar, benim bildiğim konular değil açıkçası… Felsefe-Bilim’in tarihi ve problematiği ile ilgilenen biri olarak, Mezopotamya – Mısır – Anadolu – Eski Yunan – Helenistik Dönem – İslâm – Ortaçağ Avrupa – Modern Avrupa ve Çağdaş Dünya… sürekliliği içinde olup bitenler, üç aşağı, beş yukarı aynı kümede tanımlanabilirler. Kasıt eğer, XVII. yüzyıldan itibaren, Batı Avrupa’da gelişen, özellikle de Immanuel Kant’tan sonraki bilişsel(kognitif) yapının tahlîli anlamındaki felsefe ise, bu felsefenin/tefekkürün bizâtihî kendi değil belirli bir zaman ve zemindeki tecellîsi ile ilgilidir. Bizde, her zaman bir felsefe/tefekkür/düşünce geleneği olmuştur; hiç bir zaman kesintiye uğramadı ve halen de devam etmektedir. Ancak, bunun görünümleri farklı olabilir. Çoğunlukla söylediğim bir şey vardır: Bilgi, esas itibariyle, iç-mahsûsun(tecrübiyât) ya da dış mahsûsun(vicdâniyat), makûl hâle getirilmesidir. Bu nedenle, modern dönemde, Batı Avrupa’da ortaya çıkan, özellikle önce dış, sonra iç-mahsûsa ilişkin çeşitli âlet ve teorilerle, elimizdeki verilerin farklılaşması ve başkalaşmasıdır; bu da doğal olarak makûlleştirme sürecini dönüştürmüştür. Başka bir deyişle, malûmât değişince, marifet ve dahi bunun da üzerine yükselen ilim/bilgi de başkalaşmıştır.

S.9: Kitap ve zihin arasında nasıl bir ilişki kurulabilir? Nietzsche, “beslenme biçimleri”nden, “beslenme kaynakları”ndan söz eder bir kitabında. Kitap, bir beslenme kültürü müdür gerçekten, bir mutfak mıdır? Bizim için uygun olan, bünyemiz için iyi olan mutfak ve beslenme biçimi nasıl olmalı? Kendimize özgü bir zihin mutfağından söz edebilir miyiz?

C.9: Daha önce de dile getirildiği gibi, insan eylemlerinde, niyet ve amaç önemlidir. Taşköprülüzâde’nin ifade ettiği üzere, “bilgi aklın kulluğu” ise, amaç bilgi edinmektir, bilgilenmektir. Bu nedenle, insan aklı bilgiyle beslenir… Kitap, bilginin muhâfaza edildiği bir araçtır; ondan önce tabletti, papirüstü, parşömendi vb. Bu nedenle, bir kitap romantizmine gerek yok diye düşünüyorum. Ancak, Nietzsche’nin kastı “okumak” ise evet, aklın en önemli beslenme eylemlerinden biri, okumaktır. Kişisel olarak, aklın beslenmesini, beş türlü eyleme ilişkin görüyorum: Birincisi Doğa, –ki, o da bir okuma türüdür; ikincisi, Tekhne yani insanın yapıp ettikleri; üçüncüsü, yazılı metin; dördüncüsü ise anlatım ki, eğitimden başlar, sohbete kadar sürer… Ve belki, son olarak, insanın nefis muhâsebesi… Hepsi de, aklın beslenme kaynaklarıdır kanaatime göre…

S.10: Son olarak, genel anlamda İslâm ülkelerindeki, özel anlamda, Türkiye’deki kitap okuma ve kitap üretme tutumunu nasıl buluyorsunuz? Entelektüel bir olgunluktan/yeterlilikten söz edebilir miyiz?

C.10: Herşeyden önce, tekrar anımsatalım: Âletler –ki, kitab da bir âlettir- insanın bir niyeti ve amacını gerçekleştirmek üzere icâd edilirler. Yazılı malzeme, bilginin muhâfazası ve aktarımı içindir. Elbette, her âlet kendi çevresini, uzayını da yaratır ve kendine ilişkin binlerce insanî değer ortaya çıkarır; bu değerler, kültürden, ilmî, siyasî ve iktisâdi, hatta şahsî yapılara kadar sirâyet eder. Tarih boyunca, bu, böyle olmuştur…
Matbaanın kullanımı sonucunda ortaya çıkan basılı kitap, ticârî kapitalizmin arzularıyla birleşince, ortaya müthiş bir ticarî meta çıkmıştır; yazma eser de, daha önceleri böyle idi; ancak, büyük oranda gereksinimlere bağlıydı. Örnek olarak, kendi kitabını istinsâh edebilirdin; ancak, kendi kitabını basamazdın, çünkü tek bir kitap basılmazdı. Bu durum, üniversitelerin yükselmesi, akademik kariyerlerin netleşmesi, dergilerin yayımlanması, muhtelif kurumların basılı metnin gücünden yararlanmaya çalışması gibi etkenlerle dev bir iktisâdî sektör halini aldı. Dolayısıyla, kitap, bilginin korunması ve aktarımını üstlenen bir araç olmaktan çıktı, ticârî bir meta oldu… Hatta XX. yüzyılda, psikolojik bir meta haline geldi bile denilebilir. İbn Haldûn, Mukaddime’sinde “Bir alanda, fazla kitap bulunmasının zararları” diye bir başlık açar ki, o dönemde kitap ne kadardır?… Ancak, dediği şudur İbn Haldûn’un, belirli bir konudaki kitaplar, büyük oranda kendilerini tekrar ederler; bu nedenle, hepsini okumaya kalkmak vakit alıcıdır. Bu nedenle, söz konusu olumsuz durumdan kurtulmak için, İslâm dünyasında, özellikle öğretim hayatı için her açıdan sıkı ders metinleri yazılmıştır. Ancak matbaa ile bu kaygı ortadan kalkmıştır. Artık, diyelim ki, bir kişi Felsefe Tarihi sahasında, ya da ‘bir’ alanda ‘bin’ eseri okumak gibi bir sıkıntı yaşıyor; klasik gelenek şöyle düşünüyor, en azından başlangıç aşamasında, felsefe tarihine ilişkin temel bilgileri almak için ‘bir’ eseri ‘bin’ kere okumak daha doğrudur.
Günümüzde, artık basılı kitap, yazma kitabın kaderiyle karşı karşıyadır. Bilgisayara bağlı kitap, dijital ve internet yayıncılığı, hızla, basılı kitabı ortadan kaldıracaktır. Bugün, nasıl yazma kütüphâneleri varsa, yakın bir gelecekte de, basma kütüphaneleri olacak; ama kullanılmak üzere değil, bazı âlimlerin eskiyi araştırmak üzere kullandığı kütüphâneler şeklinde… Elbette direnilecek, basılı kitabın erdemlerinden bahsedilecek, iktisâdî çıkarları zedelenenler itiraz edecek vs. ama sonuç itibariyle durum değişmeyecek… Örnek olarak, Felsefe-Bilim tarihi alanında, neredeyse tüm ilmî dergiler, internet üzerinden yayınlanıyorlar; basılmıyorlar. Belki bilgisayarda okumak benim için zor; ama çocuklarım için kolay; torunlarım için –belki de- “bir zamanlar kitâp diye bir şey vardı”ya dönüşecek…
Bunları dikkate alarak şöyle ifâde edelim: Mehmet Genç üstadımız, şöyle der: “Mütevâzı bir ilmî çalışma, en az üç milyonluk bir kütüphane ile başlar.” Türkiye’de böyle bir kütüphane var mı? Ben bilmiyorum… İslâm Ülkeleri’nde? Belki!.. Artık öteki ülkelerle karşılaştırmayı siz yapabilirsiniz. Kafanızı malûmât vererek şişirmek istemem.
Mesele, basit bir malzeme sorunu değildir öyleyse… Bilgi sorunudur. Nübüvvet’ten sonra ilmin geldiği bir dine mensubuz ama pek fazla kimse bu makama talip olmak istemiyor; siyâset ya da basit bir gazete yazarı olabilecek kadar malûmât -füruş olmak daha câzibeli. Bilgi’ye değer verirsek, önemsersek, hakkını teslim edersek, gerekli cehd ü gayreti gösterirsek, bilgiyi muhâfaza eden malzemeyi de üretir ve sahipleniriz. Şuna inanmıyorum: İstanbul’da öyle bir kütüphâne kuralım ki, içinde yirmi beş milyon kitap bulunsun. Okumadıktan, araştırmadıktan sonra o kütüphane sadece bir Kitap Müzesi olarak kalır; başka hiç bir şey olmaz.
Üniverisite yıllarımdan anımsıyorum: Okuduğum Üniversite’nin genel kütüphanesine gitmiş, fiş doldurarak bir kitap istemiştim; memur yanlış kitabı getirince kendisini uyardım. Ne oldu? Fırça ve tahkîr… Hemen oradan çıktım ve profesör oluncaya değin hizmet verdiğim o üniversitenin genel kütüphanesine bir daha hiç uğramadım; hâlâ da uğramam. Ne yaptım? “Öyle şahsî bir kütüphane kuracağım ki, alanım çerçevesinde bir daha bu tür kütüphanelere gereksinim duymayacağım” diye karar aldım. Öyle de yaptım. Ama bu, çözüm değil! Kütüphanelerimiz az; içlerindeki kitaplar da az; üstelik okuyucuyu onlara ulaştırmamak için tüm “tedbirler” de alınmış durumda. Raf sistemi yok. 1990’da, Ammân’daki Ürdün Üniversitesi’ne gittiğimde, ilk raf sistemli kütüphaneyle karşılaşmıştım da bir hafta, alanımla ilgili kitapları incelemiştim. İSAM’ın kütüphanesi bu açıdan büyük bir boşluğu doldurmuştu; ancak yeni kitaplarla sürekli takviye edilmediğinden, tarihî bir hâle gelmeye başladı. Gerçi artık pek çok üniversite, internet üzerinden kitaplara erişimi sağlıyor; ama ne kadar işlevsel o tartışılır.
Sonuç itibariyle, bin yıl daha bekleriz bu kafayla gidersek. Çünkü sorun, yalnızca malzemeye sahip olmak değil; bir amaca sahip olmak; bu amacın gerektirdiği malzeme, gereksinim doğrultusunda edinilirse, hem süreklilik ortaya çıkar, hem de ona ulaşım yolları, elden geldiğince verimli inşâ edilebilir; gerisi boş bir hikâye.
Tüm dediklerimizin özeti nedir? Kanımca şudur: Sorun, daha derin, bilgiye tâlip olma sorunu… Şu deyişi unutmamalıyız: Malûmât olmadan marifet, marifet olmadan ilim, ilim olmadan irfân sahibi olunmaz. Kısaca: Derdimiz ne bizim? Kişi olarak, millet olarak?

İhsan Fazlığlu ile Söyleşi Vefa Taşdelen
Bizim KÜLLİYE, üç aylık kültür ve sanat dergisi, s. 7-13
Sayı 57(Eylül-Ekim-Kasım), Elazığ 2013

Kurban: Sınıra yakın durmak

Emniyet sözcüğü ile iman sözcüğünün aynı kökten gelmesinin işaret ettiği üzere, din, her şeyden önce, insan aklının metafizik güvenliğini sağlar. Bu nedenle, Tanrı inancı, aklın en-üst sınırı; bir manzume olarak din de aklın terbiyesidir. Güvenlik sözcüğü, ilk elde, ya dışarıdan gelen ya da içeriden kaynaklanan tehlikelere karşı tedbiri çağrıştırır. Tersine, din, öncelikle aklı terbiye ederek, insanı, kendisinden, nefsinden korumayı amaçlar; çünkü bir birey olarak kendisiyle barışık olmayan bir kişinin dışarıdan ya da içeriden korunmasının mantıkî bir anlamı yoktur. Bu nedenledir ki, iman kişiseldir; bireyseldir; herkes tek ve yalnız başına iman eder; başka bir deyişle, iman ederken, kişi, yapayalnızdır (amentu). Bir birey olarak insan aklının terbiyesi, bir tür olarak insanın; hatta canlı-cansız tüm Evren’in insandan korunmasını sağlar; çünkü iman eden emindir; emin olan temin eder; etmelidir. Terbiye, Türkçe karşılığı eğ-itim sözcüğünün de imlediği üzere, aklın belirli sınırlar dâhilinde iş görmesini, davranmasını sağlamaktır. Haram sözcüğünün sınırlamak, sınır koymak; helal sözcüğünün de (-sınırdan) içeri girmek anlamı olduğu dikkate alındığında denilenler daha iyi anlaşılacaktır.

Yeri gelmişken, ayraç içinde, belirtilmelidir ki, dinde bazı özel sınırlamalar bu genel sınırlama için hazırlık mahiyetindedir. En küçük ve en büyük maddî yapıların, dolayısıyla tüm Evren’in bir din üzere olduğunun söylenmesi, bu anlamda, her şeyin kendi sınırında durması ve o sınır içerisinde iş görmesi demektir. Nitekim kulluk, en temelde, her şeyin sınırını bilmesi, yaratılışı üzere iş görmesi ve davranmasıdır. İnsan hariç, Evren’de, şimdiye değin bildiğimize göre, her şey doğal yeri ve işleyişindedir; insan ise aklı ile doğal yer ve işleyişini aşar; başka bir deyişle yalnızca insan, doğal yer ve işleyişinin sınırlarını aklıyla çiğneyebilir. İnsan aklını sınırında, yaratılışı üzere tutmak; hayr, ihtiyar eylemesini sağlamak, insandan, bizatihi kendisinden, öncelikle yine kendisini, sonra öteki insanları ve tüm Evren’i korumak için elzemdir.

Din’de biçimsel özellik gösteren ibadetler (kulluklar), insan aklının terbiyesi, büyük kulluğun, insan olmaklığın, doğru yol (sırat-i müstakim) üzere yani sınırında seyretmesi için son derece önemlidir. Bir örnek vermek gerekirse, urefa, namazı, genel anlamıyla insan nefsinin terbiye edilmesi olarak görür: Kıyam, insanın en önemli özelliği, ufka bakmasını mümkün kılan dik durma (kebed)’yı, dolayısıyla, tüm Evren’in bir hülasası olarak, maddî, bitkisel, hayvanî ve aklî özellikleri birlikte içeren bir yapıyı temsil eder. Rukû, yani eğilmek, Tanrı karşısında, hayvanî olanı, hayvanî nefsin özelliklerini, secde yani toprağa düşmek, sürünmek ise bitkisel olanı, bitkisel nefsin özelliklerini -yok etmek değil- terbiye etmek, sınırında tutmak, anlamına gelir; iki secdeden sonra kazanılan hâl terbiye edilmiş nefistir yani kelime-i şehâdet getirerek teslim olmuş (barışa, emniyete ermiş), dolayısıyla sükûnet bulmuş, ihtiyar yeteneği kazanmış akl-i selimdir. Bu nedenledir ki, insana (dik durana), en zor gelen şey başkasının karşısında eğilmek, önüne düşmek, hatta yerde sürünmektir.

Tüm biçimsel kullukların, hem bireysel hem de türsel anlamda insan nefsini terbiye etmeye yönelik olduğunun en güzel örneklerinden birisi hac ve kurbandır. Haccın hayat ve âhireti/kıyameti birlikte içeren ilahî bir senaryo olduğu söylenebilir. Bu senaryoda başrolleri, bir erkek (Hz. İbrahim), bir kadın (Hz. Hacer) ve bir çocuk (Hz. İsmail), kısaca bir çekirdek aile üstlenir. Kadının, kendisi ama daha çok Çocuğuna ilişkin, daha genel anlamıyla yaşamaya ilişkin telaşı, kaygısı ve korkusu, Sefa ve Merve arasındaki koşuşturması, yardım edecek ötekini araması, Hayata tutunma arayışını temsil eder. İnsan türünün çoğalma ve sürekliliğini temsil eden Çocuğun, suyu bulması, yaşamın kaynağı olarak suyun merkezî yerine yalnızca bir işarettir. Kısaca denirse, Çöl, Hayat, bir telaş, bir kaygı, bir korku, bir koşuşturmadır; yaşamak için bir arayıştır; türü -çocuğu- devam ettirmek için verilen bir uğraşıdır ve ancak ötekisiyle mümkündür. Erkeğin, Babanın bu sahnedeki rolünün kısıtlı olması, hayatın, yaşamanın iç yapısının kadın tarafından yürütüldüğünün bir göstergesi olarak okunabilir. Kıran haccında hayatı temsil eden bu sahnenin ihram ile yapıldığı, ihramın da, haram sözcüğüyle aynı kökten geldiği dikkate alınırsa, sınır koymanın, sınırlı olmanın hayatın her anında geçerli olduğu rahatlıkla anlaşılır; o kadar ki Zilhicce’nin dokuzuncu günü Kıyamet sahnesine giderken bile tekrar ihram giyilmesi, sınır kavramının ne kadar belirleyici olduğunu gösterir; insan kıyamette bile sınırını, insanlığını bilmelidir; zaten insana kıyamette sınırı, insanlığı hatırlatılacak, sahip olduğu iradeyi -ihtiyarı değil- kullanarak, sınırından, insanlığından ne kadar uzaklaştığı önüne konulacaktır.

Hac’da şeytan taşlama olarak bilinen ritüel, nefis terbiyesinde zirve noktayı temsil eder. Küçük, orta ve büyük cemre’nin anlamlarına dikkat edildiğinde ilk göze çarpan, cemre’nin “kor(köz) halindeki ateş” olmasıdır ki, nefse ateşin temsilî bir hatırlatılmasıdır. Küçük cemre, nefsin bitkisel, orta cemre hayvanî, büyük cemre ise insanî tarafını temsil eder. Bu nedenle, aslında herkes kendi şeytanını/şeytanlarını taşlar. Öte yandan Kurban’ın birinci gününde yalnızca büyük’ün taşlanması; ikinci, üçüncü ve dördüncü günler her üçünün taşlanması; insanî nefisteki iradenin, aklî ihtiyara dönüştürülmesi sürecinin öteki nefsî güçlerin terbiyesinden daha zor olduğunu gösterir. Daha da ilginç olanı, ulemanın taşlama esnasındaki uyarısıdır; insan taşları/közleri “öfke” ile atmamalıdır; çünkü öfke iradenin bir dışavurumudur; ihtiyarın değil. Tüm bu süreci, kurban keserek, yakınlaşarak bitirmek, hayata ilişkin hareketin ilahî olana teslim olması ve sükunete kavuşmasıdır. Bir çocuk olarak, türün bekasını, süreklilik arzusunu, hâkimiyet duygusunu, kısaca çokluğun kendisini temsil eden Hz. İsmail’in yerini alan kurban, aslında insanın nefsi’dir ve mecazî anlamda, kesilerek, yaşamasına son verilerek, aklî olanın maddî-bitkisel ve hayvanî olana galebe çalmasını imler. Ulema’ya göre, Hac’da ev sahibi Tanrı olduğu için, O’na takdim edilecek en değerli şey bizatihi insanın kendisi, yani nefsidir; insan da bu takdimi nefsini temsil eden bir kurbanla gerçekleştirir; bu nedenle kurban, mecazî anlamıyla nefsin ilahî terbiyesi yani sınırını bilmesinin bir itirafıdır.

Unutulmamalıdır ki, nasıl ki, bilinenin tersine, asıl oruç, iftar saatiyle; asıl Ramazan da bayramdan sonra başlarsa –ki Ramazan, oruç, nefsin terbiyesine ilişkin bir eğitimdir-, asıl Hac da bizatihi Hac’dan sonra başlar. Kişi, nefsini/şeytanını hafife almamalı; sınırında durmalıdır“sınır/insanlık bir kere çiğnendi mi, çiğnenecek başka bir sınır kalmaz”.

İhsan Fazlıoğlu
Anlayış Dergisi
(Sayı 78)
Aralık 2009

Milleti millet kılan hüznüdür

İnsanoğlunun kullandığı hemen hemen her nesne, örnek olarak bir araba, tarihî geçmişe sahiptir. Bir arabayı oluşturan tekerlek, cam ve diğer unsurlar hem maddî hem de kavramsal olarak insanlık tarihinin bütünlüğüne işaret eder. Öyle ki arabayı mümkün kılan her bir unsurun tarihi tespit edilip dışarıda bırakılsa ne maddî, ne de kavramsal olarak araba varlığa gelemez; çünkü her nesne şimdi bulunduğu haliyle anlık değil, bir süreç içerisinde varlığa gelmiştir; bu süreç de tarihtir. Yalnızca kullanılan alet ve edevat değil, insanlığın sahip olduğu bütün ilmî birikim de bir tarihî sürecin sonucudur. Nitekim işaret edilen durumu İbn Rüşd (ö. 1198), Fasl el-makal adlı eserinde şöyle dile getirmektedir: “Açıktır ki amacımız ancak varolanları teker teker birbiri ardı sıra araştırmakla ve şimdiki nesillerin öncekilerden yardım almasıyla gerçekleşebilir. Örnek olarak, günümüzde geometri ve astronominin yok olduğunu varsaysak ve tek başına bir kişi de kendi kendine gök cisimlerinin büyüklüklerini, şekillerini, birbirlerine olan uzaklıklarını, vb. kavramaya koyulsa buna güç yetiremez. İster ise bu kişi insanların en zekisi olsun”. İbn Rüşd’ün ifadeleri, insanlığın ürettiği herşeyin ve bunları mümkün kılan bilginin saklı tutulduğu küllî hafızanın yani tarihin varlığına bir vurgudur. Bu çerçevede kadim felsefenin akl-ı faalı, küllî hafıza yani tarih olarak da yorumlanabilir. Yalnızca insanlığın değil, evrenin de bir tarihi olduğunu biliyoruz; başka bir deyişle evren de kendisine has küllî bir hafızaya sahiptir.

İçerisinde yaşadığımız evren ile kullandığımız en basit bir nesneyi bile mümkün kılan şey tarihî süreç ise, “Bir millet, tarihi dikkate alınmadan millet olabilir mi?” sorusu rahatlıkla sorulabilir. Bu soru modern zamanların en önemli sorusudur; çünkü bu soruya verilen yanıt sömürgeciliğin insanlık için öngördüğü yapının merkezinde yer alır. Nasıl ki bir nesneyi oluşturan maddî yapılar üzerinde gerçekleştirilen oynama o nesneyi dönüştürüyorsa, milleti millet kılan tarihî yapı üzerindeki oynama da o milleti dönüştürür. Bu nedenledir ki Durkheim, sosyoloji bilimini Lavosier kimyasından esinlenerek inşa etmiş; kimyevî kavram ve yöntemleri kullanarak toplumu dönüştürmenin ilkelerini, kurallarını ortaya koymaya çalışmıştır. Machiavelli’den (ö. 1527) günümüze sömürgeciliğin teorisyenleri bir ülke ile o ülke üzerinde yaşayan milleti ele geçirmenin anlamı üzerinde düşünmüş ve yukarıda dile getirilen ilkeleri de dikkate alarak, aşağıdaki çerçeveyi oluşturmuşlardır:

“Bir ülkeye sahip olmak için onu yıkmak gerekir; yıkmak demek o ülke halkının yok-edilmesi demektir. Yok etmek ise ya bedenî olarak insanları katletmek ya da o halkı o halk kılan örf ve adetleri, kısaca halkın bağımsızlık ve özgürlük taleplerini yasladığı tarihi öldürmektir. Bağımsızlık maddî vatanın kurtulması ise; özgürlük, özün gürleşebileceği manevî vatanın yani tarihin kurtulmasıdır. Bir ülke maddî olarak elde tutulmak isteniyorsa manevîyatı yani özgürlüğü, yani tarihi zayıflatılmalıdır. Bunun için itaat etmeyenler marjinalleştirilmeli; itaat edenler, işbirlikçiler zevke düşkün kılınarak ülkenin başına getirtilmelidir. Ülke halkı kendisinden olduğu için işbirlikçilere karşı çıkmada ürkek davranacak; işbirlikçiler ise halklarına güvenmediği için onları efendilerine bağımlı kılacak her türlü işbirliğine yanaşacaklardır.”

İşte bu nedenlerle geçmişte ve günümüzde sömürgeci kapitalist güçlerin en çok düşman oldukları ve en çok dikkat ettikleri tarih bilincidir. Yine bu gerekçelerle sömürgecilerin işgal ettikleri topraklarda yaptıkları ilk iş, o topraklarda yaşayan halkların tarih tasavvurunu ve bilincini değiştirmektir. Çünkü tarih, insanın yaşadığı toprakla kurduğu ilişkinin, girdiği dostluğun, yaptığı kavganın adıdır. İnsan, toprağının şuurunda olduğu müddetçe o topraklar üzerinde yabancı birisinin olmasını, o toprakları yabancı birisinin çiğnemesini kabul etmez. Bu nedenlerle sömürgeciler teorisyenlerini dinleyerek işgal ettikleri yerlerin sakinlerini kimliksizleştirmişlerdir. Onları, kendilerini hatırlatacak anılardan, maddî ve manevî işaret ve sembollerden arındırmışlar, sömürgecilere itiraz hakkı tanıyacak bir tarihî bilinçle muhatap olmaktan alıkoyacak her türlü tedbiri almışlar; kısaca insanların kendilerini hatırlamalarına neden olacak bütün aynaları kırmışlardır. Bu eylemi, güçlü tarihe sahip ülkelerde bizzat kendileri değil, işbirlikçileri eliyle gerçekleştirmişlerdir.

Aristoteles’in dediği gibi “tanım özdür; özü verir”. Bir milletin tanımında tarihi yoksa özü de yoktur; çünkü tarih, özdür. Arazlarla yapılan tasvirler ise iğretidir ve her dâim değişir. Sömürgecilerin benimsettiği iğreti tarihi kabul eden milletler, kendilerini tanımlayanların maskarası olurlar. Bu tür milletlerin bütün bir maddî ve manevî birikimi de yok edilir; yok edilmiştir de. Şimdiye kadar söylenenler göz önünde bulundurulduğunda sömürgeci kapitalizmi aşmanın yolunun tarih bilincini edinmekten geçtiği görülür. Çünkü neyi, niçin ve nasıl yapacağını kişiye tarihi gösterir. İnsanı kendisine ve toplumuna yabancılaşmaktan alıkoyacak, içerisinde gömülü bulunduğu halden çıkartacak tarih bilincidir.

Tarihsizliğin en önemli belirtisi, en geniş anlamıyla aldırmazlıktır; sömürgeciliğin istediği de budur. Bugün maddî ve manevî birikimimize yönelik sömürgeci kapitalist saldırıların verdiği yıkım karşısında hüzünlenmeyen kişi aldırmaz kişidir. Hiçbir şey yapamayan en azından hüzünlenmelidirbir milleti millet yapan sevinçler değil acılardır; zaferler değil mağlubiyetlerdir.

Bu duygu ve düşüncelerle yakın dönem tarihimiz üzerinde düşünürken aklıma ister istemez İbn Fazlullah el-Umerî’nin (ö. 1348), Mesâlik el-ebsâr fî memâlik el-emsâr adlı muhalled eserinin, “Türk Hükümdarları Hakkında” kısmında dedikleri geldi: “Bu milletle ilgili haberler bize ulaşmadı; çünkü aralarında bilginler yoktur ve bilgi ile atalar mirasını muhafazaya [hıfzı meâsiri’l-âba] ihtimam/ilgi göstermezler”. Bu cümlelerdeki Türk kelimesi hangi anlama gelirse gelsin üzerinde durulması gereken bazı kavramlar var: Bir millet söz konusu olduğunda bilgi, bilgin ve atalar mirası ne demektir? Düşünmek, evet düşünmek tarihtir.

İhsan Fazlıoğlu

Özleyen

Gönlümle oturdum da hüzünlendim o yerde,
Sen nerdesin, ey sevgili, yaz günleri nerde!
Dağlar ağarırken konuşurduk tepelerde,
Sen nerde o fecrin ağaran dağları nerde!

Akşam, güneş artık deniz ufkunda silindi,
Hulyâ gibi yalnız gezinenler köye indi,
Ben kaldım, uzaklarda günün sesleri dindi,
Gönlümle, hayâlet gibi, ben kaldım o yerde.

Yahya Kemal Beyatlı

”Gönül dağı’nda bir garip” : Neşet Ertaş (*)

Neşet usta da göçtü.

Da diyorum, önceki bütün ustaları bu edat içine aldığım değil, belki, ‘ölüm ölüm hezen ölüm / evden eve gezen ölüm’, ‘ölüm öyle kara bir devedir ki, herkesin evinin kapısına bir gün mutlaka ıhar’ demek istediğimden…
Usta hakkında birkaç söz etmek isteyince eski günleri hatırladım.
‘Sağ-sol çatışması’nın şiddetli olduğu günler… Neşet Ertaş Saray Sineması’nda konser veriyor. Gençler dönemin gözde “slogan”larıyla örülü şarkılarından isteklerde bulunurlar. Neşet Ertaş biraz sustuktan sonra her zamanki mütevaziliği ile şöyle der : 
“Ağam, biz böyle parçalar bilmeyiz. Biz gönülle çalar, gönülle söyleriz.” 
Neşet Ertaş, -eski adıyla- Abdallar köyünün, bugün hala kemaliyle bilinemeyen ‘şaman’ı Muharrem Ertaş’tan öğrenir bu (müzikal) edebi. Babası, irfani geleneğin müzikal halkasının son büyük temsilcisidir. Heidegger’in Freiburg’da, bir konsorsiyum sonrası Japon bilgelerle söyleşirken tartıştığı ‘gei-do’nun, yani sanatı, insanın kökene ulaşmak üzere girdiği bir yol olarak görüşünün belirtisi. Ertaş, selefi büyük Divan, Halk, Tekke-Tasavvuf şairleri gibi ‘gönül dağı’ndan konuşan bir ‘Garip’tir. Mahlas olarak seçtiği bu kelime de gösterir ki, ‘dünyada garip bir yolcu gibi olmanın‘ sırrına ermiştir.

Televizyon programında sunucunun sorduğu soruyu, ‘sizden sır çıkmaz…‘ diye başlayarak cevaplayan bu gerçek sanatçı, zanaat ile sanat’ın özdeş ve hakikate ulaşan en büyük yalan olduğunu bilen, böylece, ‘dost eline giden seller’e, ‘gözyaşını katan’ bir derviştir.

Ondan, yıllar önce, ‘kalpten kalbe bir yol’ olduğunu öğrenen herkes gibi ben de, yıllarca sinemde taşıdığım gizli yaranın bir tabibi olduğunu sanmıştım. Oysa, bütün yaraları ve şifa umutlarını boşa çıkaran bir kader sırrının, Sezai Karakoç’un deyişiyle, ‘kaderin üstündeki kader’in biraz olsun farkına vardıkça, Neşet Ertaş’ın türkülerini daha çok sever oldum.

Bizim geleneğimizde, Saadet çağından itibaren, şiirle, yani ‘mülklerin en tehlikelisi‘ ve ‘uğraşların en masumu’ olan bir dille konuşmak, bir gösteriş ve oyun değil, bir düşünce derinliğinden, bir algı ve kavrayış zenginliğindendir. Yavuz Selim ile Şah İsmail’in hikayesi bunun çarpıcı bir örneğidir. Bu, ‘söz ola kese savaşı’ diyen bir gelenektir.

Neşet Ertaş’la babasının konuşması da geleneğin ilginç bir örneği olarak belirir.

Leyla’ya gönül verir fakat bazı nedenlerden dolayı babası şiddetle karşı çıkar, ‘evladım’ redifli bir türkü söyler :

“Temiz ruhlu, saf kalplisin şöhretsin
Hakkın vardır evlenmeye evladım
Mevlam sana yapanları kahretsin
Aslı bozuk alma dedim evladım

Dokunsalar nazif tene kir gelir
Bizden önce ceddimize ar gelir
Köle olmak şanımıza zor gelir
Aslı bozuk alma dedim evladım”

Neşet Ertaş, kendisini yaralayan ‘aslı bozuk‘a, ‘ana‘yla cevap verir :

‘Ulu arıyorsan analar ulu 
Sevmişiz biz onu olmuşuz kulu
Analar insandır biz insanoğlu 
Aslı bozuk deme gel şu insana 

Aşkı kimden aldın sevgiyi kimden
Aslı bozuk deme gel şu insana 
Soracak olursan eğer ki benden
Aslı bozuk deme gel şu insana 

Yazımızı felek yazdı Mevlâdan değil
Senin dediklerin evladan değil
Her hata suç bende Leylâ’dan değil 
Aslı bozuk deme gel şu insana”

Muharrem Ertaş, oğlunun bu ‘ulu ana‘ göndermesine boyun eğer ve,

‘Küsmedim Neşedim kahrettim sana
Baban değil miydim sormadın bana
Olan olmuş yavrum ne deyim sana
Sen aklını yitirmişin evladım”

Bu şiirsel konuşma, Neşet’in Leyla ile evlenip ayrılmasından sonra da sürer. Bu kez, Neşet, Leyla’ya, hatanın kendisinde olduğunu söyler :

“Bilemedim kıymetini kadrini
Hata benim günah benim suç benim
Eliminen içtim derdin zehrini
Hata benim günah benim suç benim

Bir günden bir güne sormadım seni
Körümüş gözlerim görmedim seni
Boşa mecnun eylemişim ben beni
Hata benim günah benim suç benim”

Neşet Ertaş’la babası ve Leyla arasındaki bu hikayenin sonuçta evrildiği yer ise şudur :

Cahildim dünyanın rengine kandım
Hayale aldandım boşuna yandım
Seni ilelebet benimsin sandım
Ölürüm sevdiğim zehirim sensin
Evvelim sen oldun ahirim sensin

Sözüm yok şu benden kırıldığına
Gidip başka dala sarıldığıma
Gönlüm inanmıyor ayrıldığına
Gözyaşım sen oldun kahirim sensin
Evvelim sen oldun ahirim sensin

Garibim can yıkıp gönül kırmadım
Senden ayrı ben bir mekan kurmadım
Daha bir gönüle ikrar vermedim
Batınım sen oldun zahirim sensin
Evvelim sen oldun ahirim sensin’

Böylesi bir zengin dilden, bugün alabildiğine ötekileştirici, sağlıklı konuşmanın önünü tıkayan kör ve kadük bir ‘iletişim dili’ne nasıl saplandığımız bir yana, bu ‘melal’i anlamaktan da uzaklaştık. Gönül dağından, zekanın ve onun kullanıldığı kurnazlığın ağına düştük. 

Adnan Yılmaz’ın ‘Abdal Anıları’ndan öğreniyoruz :
Muharrem Usta‘nın gençlik dönemidir. Oğlu Neşet de yetişmiş gelmiş, ün salmaya başlamıştır sanatıyla… Civarda zenginliği ile ünlenmiş bir ağanın düğünü olacaktır. Ağa bekler ki “Teber Uşağı düğün yapacağımı duymuştur. Çıkarlar gelirler yanıma…” 

Ağanın hanımı anlatılanlara göre Muharrem Usta’nın sanatına hayrandır. Bunu, beyine söyleyip “Muharrem‘e haber sal gelsin” dediyse de ağa “Benim haber salmama ne hacet!” deyip geçer. Ağanın beklediği olmaz. Muharrem Usta ağaya varıp da “Düğünün varmış ağam, biz gelelim” demez. Ağa buna sinirlenir. Tez elden haber gönderir adamlarına: “Düğünüme Hacıbektaş’tan sanatçı getirin!” Bu arada ağanın hanımı Muharrem Usta’ya düğün davetiyesini ulaştırır. Hacıbektaş’tan gelen sanatçılar düğünü çalmaya başlar. Başlar başlamasına da ağanın hanımının aklı Muharrem Usta’dadır. Düğünün daha birinci günü Muharrem Usta “Okuntu“ya uyarak düğüne gelir. Gelince ne görsün? Hacıbektaş’lı sanatçılar Muharrem Usta’nın sanatının ünü karşısında ona saygısızlık ederek dışa vurmaktadırlar. Üstelik biri de “İstek parçan var mı? ” diyecek kadar ileri gider. Oysa oradaki davetliler, Hacıbektaşlı sanatçıların sazı Muharrem Usta’ya bahşeylemelerini beklemektedir. “İstek parçan var mı? ” sözüne bütün enginliği ile ayağa kalkarak cevap veren Muharrem Usta, taşı gediğine koymakta gecikmez: “Benden, yani Muharrem Ertaş’tan, oğlu Neşet Ertaş’tan, kaynı Çekiç Ali’den, yeğenim Hacı Taşan’dan söylemeyinden ne söylerseniz söyleyin! “ Hacıbektaşlı sanatçılar şaşırmıştır. Sohbeti dinleyen ağa, Muharrem Usta’ya kızarak “Geriye bunların söyleyeceği ne kaldı Muharrem?” der. Tartışmalarını izleyen ağanın hanımı sözünü esirger mi? Bey bey, işte onu bir bilseydin! ” Ağanın hanımının sözleri karşısında Muharrem Usta durur mu : “Ağam ağam, paramın hatırı olur demesen de bize gönül bahşeyleseydin biz de senden emeğimizi esirgemezdik!”

(*) Haşim Akman’dan ödünç alınmıştır.


Sadık Yalsızuçanlar

mecazlar üzerine bir hikaye denemesi

nakkaştır ter döken narıma
nara sarkıtıp vuruldum yangınıma

konağım diye kat kat derine nam salan kuyulara indim
ve cumbalarına tüneyip çağıltılı nargile ırmaklarına kandım
telvesiyle alev alev yanan boğazımda bad-ı saba
mıydı herkeste sır olsun diye payettiğim yalnızlığım

yalnızdım. içe doğu bir burguyla bungun sabahların meltemini taşıdım
yüksünüp nar çiçeklerine içlendiğim münhaldi. zira hüzünler içinde bin haldim.
yazgım tereddütler ve terler içinde uyanmaktı mevsime
rüyaları çözmek değil rüyada ölmekti bütün hevesim
and içip ömrümün çürüyen yerlerinde yeşerecek her şeye
ömrümden çalıp yüreğimde yer açtım
o yüzden artık büsbütün umarsız ve yersizim
evet hâlâ bir nehir ve bir yıldız saklı tutuyorum kendim için
bir nehir ve bir yıldız hâlâ
bir tutamak nedir bilemezsem
ölüm endişesi nasıl silinir
ve nasıl başlar ölüm neşesi

sorularım. içimde uluyan köpeklerim ağular içinde kalsın teniniz
ben bir yaprağın sırtında bir nehre düştüm
yankılandım bir yılkı ata bindi tenim
tende değil tenden tedirginim

ben dilimin bir heceye sıkışan küfü
ve gözlerimin içinde bin dağın arzulu gölgesiyle
gemi ambarında sıkışmış yalnızlığına meftun bir kaçaktım
kaçtım…kaçtım… kaç asır ve nice yoksunlukla kaçtım
ta ki yaşamın eczası kaçmak değil
acıyı acıyla yuğmaktı yaşamın şifası
anladım.

bu yüzden

şimdilerde
çiçek tozlarına karışmış uçuşan dudaklarına
bir düşte rastlamak düşündeyim
eylülün incecik ellerinde ezilen tutkulu bir rüzgara vurgun
gökle sevişir gibi göç eden kuşlarla izini sürmedeyim
ben yedi iklimde soluğuna mahkum mücrimin
bir sana teşneyim bir de sır oluşuna
sır da faş oluşuna

gecenin kandilleri arasına sıkışmış inceden kanayan yaralarla
mahmur ışığı vurunca duvarları dillenen ölü tozlar içinde bir kümbetsem
sabaha uykusuz yağmurlarla ve gözleri camlarda yeşillenen
bir eski zaman saadetine sarılı bir aşkla girmeliyim
soluğumla havalanmalı cümle alemin ölüme yazgılı ruhu
zira cümlesinin ruhunda suzinak yara

yanılgılarımın harlı narında yüreğime çöreklenmiş duruyor
siyah
dipsiz denizlerimin gözlerinde gemileri ürküten fırtına
gürültülü bir sağanağı andıran kamçılarıyla
biraz huzur için hangi sağanaktaysam orayı vuruyor

dönüyor ve kayboluyor dünya. evren bir delhizin kocaman
ağzı oluyor
yarasalar içinde bir gök ne kadar gökse ya da bulutlar içinde
ay ne kadar narinse
içimde ölüsüyle bende o kadar çocuk oluyorum

bütün gizlerimin tanığı ve acılarımın içine hikmetini serpen bilgelik
kelimelerimin ve kanatsız kuşlarımın sahibi
ve dağdaki ıssız rüzgârın ve bütün yönlerin ve a’rafın sahibi
sahibim!

bütün dillerimi bir iç yangınında yitirdim. dilsizim.
çölde kum tanesi yüreğim. aşka yeltenemeyecek kadar yüreksizim.
gökte bir darağacı kurulsa yüksündüğüm başımı hatırlarım
narda nar tanesi olsa umursamam gözlerimi. bir umut külündeyim

ey şiirin kekemeliğinden melekler kanatlandıran
ey çaresizliği yer ile yeksan eden
bir kar tanesinin ömrüne sığan ömrüm zebun oldu

medet ya Hu!

Kenan Çağan
Kendi ve Siyah / HECE Yayınları

MOESTA ET ERRABUNDA

De bana, kalbin uçar mı bazen, Agathe,
Bu pis şehrin kara ummanından uzak.
Başka bir ummana, sade renk ve hayat,
Ve bekaret gibi, mavi, derin, berrak?
De bana, kalbin uçar mı bazen, Agathe?

Deniz, engin deniz, dinlendirir bizi!
Kükreyen rüzgârın hudutsuz orguna
Uyan, boğuk sesli şarkıcı, denizi
Hangi şeytan, dadı yaptı bu yorguna?
Deniz, engin deniz, dinlendirir bizi!

Al götür beni, vagon! Kaçır beni gemi
Uzak! Uzak! Çamur gözyaşı bu yerde.
Sahiden Agathe’in mahzun kalbi der mi
Bazen: azaptan, cürümden, dertten öte,
Al götür beni, vagon, kaçır beni, gemi?

Ne kadar uzaktasın, kokulu cennet.
Saf istek içinde kalbin boğulduğu,
Aydın bir gök altında her şeyin aşk, lezzet,
Sevilenin sevilmeye layık olduğu!
Ne kadar uzaktasın, kokulu cennet.

Lakin saf aşkların cenneti olan yer,
Titreyen kemanlar kuytu bayırlarda,
Koşuşlar, şarkılar, öpüşler, demetler,
Şarap testileriyle, gün sonu, kırlarda,
-Lakin saf aşkların cenneti olan yer,

Kaçamak hazlarla dolu masum dünya,
Daha mı uzakta şimdi Hind’den Çin’den?
Mümkün mü çağırmak geri ahüzarla,
Ve gümüş bir sesle yaşatmak yeniden.
Kaçamak hazlarla dolu masum dünya?

Charles Baudelaire
Çeviren: Ahmet Muhip Dıranas