Bir okla yaralı kalbim,
Boyacının sandığında;
Güvercinim kâğıt helvasında;
Sevgilim kayığın burnunda;
Yarısı balık,
Yarısı insan;
İn miyim?
Cin miyim?
Ben neyim?
Orhan Veli
Şub 23
Şub 23
SÜMER’DEN, YOLUNU ŞAŞIRAN KRAL’A; GÜLEÇ AŞK BİLGESİ’NDEN, KARAC’OĞLAN’A, ANADOLUNUN ŞİİR BAHÇESİNE,
AŞK ATINA BİNEN SÖZÜN ZAMANDA YOLCULUĞU
Çöl…
Bedevi özgürlük…
Kum tanelerinin arasında savrulan bir yanık gözyaşı,bir derin “ya leyli” değil mi hayat..
Çöl kadar ölü ve sessiz, çölde batan gün kadar dingin,çöl kadar kımıltısız…
Çöl kadar öfkeli ve acımasız değil mi…
Bir o kadar derin…
Çöl gecesi kadar gizemli değil mi aşk, öylesine yıldız sağanağı…
Ve ay kadar aydınlık…
Kum taneleri gibi savrularak yaşardı orada insan. Yüzyıllar önceydi. Cahiliye adı verilen zamanlardı. Mekke’yi çevreleyen yüzlerce kabile, belirli zamanlarda Kâbe’ye gelip,orada duran kendi putlarına tapınır,bayram ederdi. Şiir yarışmaları yapılır. Beğenilen şiirler Kâbe duvarlarına asılırdı. Delikanlılar sokakta genç kızlara laf atacakları zaman, bir şairin adını söyler,böylece o şairin en ünlü dizesini söylemiş olurlardı. Genç kızlar, adı anılan şairin o dizesini anında bilirdi çünkü. Onlar da aynı yolla,bir şairin adını söyleyerek yanıt verirlerdi âşıklarına. Saray şairleri kasidenin bütün incelikleriyle şehirli şiirler yazarlardı. Çöl şairleri ise başlı başına,fırtınalı yaşamlarıyla birer serüvenciydi çöl ahalisi arasında.
Akîmû benî ummî sudûra matıyyikum
fe’innî ilâ kavmin sivâkum le-emyelu
(‘Ey anamın oğulları! Yola hazırlayın bineklerinizi
Bensiz gidin, çünkü başka bir oymaktadır benim gönlüm’)
dizelerinin şairi, Ezd kabilesinden eş-Şanfara’dır. Çöl yaşamının, insanlıktan uzak bedevi yaşam biçiminin tipik temsilcisi eş-Şanfara.. Kitaplarda söylenir ki:” Çocukluğunda esir alınmış ve Salamân kabilesi tarafından büyütülmüştü. Sonraları, işlediği bir suç dolayısıyla kendisinin o kabileden olmadığını anlayınca, onlardan öç almaya yemin etmiş ve onları öldürmek için birçok kez teşebbüste bulunmuştu. Ümidini yitirince, kabile ile olan bütün bağlarını koparıp, herhangi bir kabilenin himayesine girmek yerine, çölde dolaşmaya başlamış ve orada maceradan maceraya sürüklenmiştir. Ünlü şiirinde karşılaştığı tehlikeleri anlatmaktadır: Kurt, sırtlan ve panterler arasında açlık, mahrumiyet ve tabiatın sertliklerinden neler çektiğini; bütün bunlara rağmen ‘kadınları dul ve çocukları da yetim bırakarak’ bu macera dolu hayatını nasıl devam ettirdiğini anlatmaktadır. Anlatıya göre, Salamân kabilesinden 100 kişiyi öldürmek için şerefi üzerine yemin etmişti: Ancak 99 kişiyi öldürdükten sonra kabile tarafından yakalanarak öldürülmüştü. Rivayete göre yere konan kafasına sert bir tekme atan düşmanlardan birisinin ayağı tehlikeli bir biçimde yaralanmış ve aldığı yaradan ötürü de ölmüştü. Böylece eş-Şanfara, ölümünden sonra yüzüncü kişiyi de öldürmekle yeminini yerine getirmiş oluyordu.”. Şairler aynı zamanda çöl yaşamının içinde dolaşan, hatta yağmalara katılan kişilerdi. Serüvenleri zamandan zamana, diyardan diyara anlatılırdı.
Saray şairlerine gelince, prenslerin, soyluların gözüne girmek için Arap şiirinin tüm incelikleriyle dizeler döktürenler çoktu tabii. Ama bilindik anlamda yalakalık şairleri olarak kalıplaştırmak olanaksız onları. Net çizgilerle ayrılmış değil çöl ve saray şairleri.
Şiir yarışmaları yapılırdı. İşte o yarışmalarda en çok beğenilip de Kabe’nın duvarlarına asılan yedi şair ve “Muallakat-ül Saba”(Yedi Askı) denilen şiirleri,zamanımıza kadar gelmiştir.
Muallakat-ül Saba şairleri içinde anılmadan geçilmeyecek olan IMRU’L-KAYS, bende apayrı bir yere sahiptir. Güney Arabistan kabilelerinden Kinde’ye mensup; Yemenin eski kralları soyundan gelen IMRU’L-KAYS…
“IMRU’L-KAYS İBN HUCR (Ö. yaklaşık 540) bulunmaktadır. Büyükbabası Haris, Kinde kabilesinin reisi olup Orta ve Kuzey Arabistan kabileleri ittifakını kontrolü altına almıştı. Gassânî ve Lahmî prenslerinin güçlü bir rakibiydi: VI. yüzyılın başında Irak’a girip Hıra Kralı III. Munzir’i tahttan indirmiş ve Hira’yı bir süre yönetmişti. Hâris’in ölümünden sonra kabileler arasındaki güçlü ittifak dağılmış ve oğlu (İmru’l-Kays’ın babası) Hucr, sadece Orta Arabistan kabilesi olan Benû Esed’i yönetimi altında tutabilmiştir. Rivayete göre Kral Hucr, oğlu maceracı prens şairi sarayından kovmuş, böylece genç prens, sürekli, bir kabileden diğerine gitmek suretiyle derbeder bir yaşam sürmeye başlamış, bu yüzden el-melik ed-dıllîl (‘yolunu şaşıran kral’) diye lakaplandırılmıştır.
Çöl ki, ne geceler leylayı Leyla etmiş, Mecnun’un narına yakmış
Ne Kays’lar Mecnun olmuş da çöllere düşmüştür
Aşkı da bir başka türlüdür çölün
Rüzgarı da yakıcıdır
Kaysı Mecnun eden çöl yaşamı içinde, bir deli ozandır İmru’l Kays. Göğü açık bir risaledir çölün, yeri sonsuz bir serüven deryası. Oradan oraya savrulan kum zerresidir şair. İşte bu gezginci, çölü, saraya yeğlemiş yaşamın bir yerinde, babasına karşı bir ayaklanma olur İmru’l Kays’ın. Babası bir hain hançerle göçer gider bu dünyadan. Kabarır İmru’l Kays’ın Arap damarı, öç yollarına düşer. Ancak, isyancıları Hıra Kralı Munzir himaye edince, intikam alması kolay olmayacaktır. Yurtsuz Kral’ın. İ.Ö.530 yıllarıdır, Yurtsuz Kral, Bizans’a kadar gider, kendisini iyi karşılayan Bizans İmparatorundan, intikamını alması yolunda yardım sözü alır. Gerçekten de, ilginçtir onun yaşamı. Önce sarayları terk edip, sonsuz şiirle buluşmaya gittiği çöl, sonra intikam sözü için düşülen uzun yollar, yolculuklar. Yaşlanmış olmalıdır. Aslında kendi olanları için kullanmaktır niyeti İmparatorun, İmru’l Kays’ı. onu Filistin eyaletine geçici vali olarak atamıştır. Şair, oraya giderken Ankara’da aniden ölmüştür. Raviler şöyle rivayet ederler ki, İmparator, kızına âşık olduğu için İmru’l-kays’a zehirli bir elbise armağan ederek, onu öldürmüştür.
“Bu mutsuz prensin şiirleri, macera dolu yaşamını doğru bir biçimde yansıtmaktadır. Maceralarını dile getirirken, tabiat olaylarını betimlemedeki ve aşkın incelikle anlatmadaki becerisini göstermek için önemli fırsatlar elde etmiştir. Cahiliyle dönemi Arap şiirinin en önemli temsilcisi olmakla ün yapmıştır. En tanınmış kasidesi şöyle başlar:
Kıfâ nebki nün zikrâ habîbin ve-menzili
bi-Sıkti’l-Iivâ beyne’d-Dehûli fe-Havmeli
(‘Dehûl ve Havmel arasında, Sıktu’l-livâ’da
Durunuz, ağlayalım anısına sevgilinin, yurduna’.) ”
İsmet Zeki Eyuboğlu,İmru’l Kays’ın ünlü şiiri için şöyle diyor:
“Bu uzun şiir hangi toplumun ürünü olursa olsun, hangi dile çevrilirse çevrilsin, özünü korur, içerdiği sorunla bütünlüğünü sürdürür. Şiirde geçen özel adları kaldırın, yerlerine başka ulusların dillerinde bulunanları koyun önemli bir değişikliğin olmadığını görürsünüz. İşte şiiri yaşatan bu değişmeyen özdür. Bu öz ozana Arap dilinde verildiğinden şiir de o toplumun diliyle yazılmış, o dilin konuşulduğu ortamı yansıtmaktadır. Özel adlar değiştirilerek yabancı bir dile çevrilen bu şiiri inceleyen bilgili, duyarlı bir araştırıcı, daha ilk bakışta dipdiri bir insan sorunuyla karşı karşıya geldiğini, yaşama biçiminden, insan davranışlarından bu şiirin doğum yerini sezmekte pek güçlük çekmez. Şiirin içeriği toplumu veriyor.” Diyor.
Sözü Usta’ya,Îmrü’l-Kays’a bırakalım.
Analım, ağlayalım, sevgiliyi, yurdunu , –
Durun Sıkttulıva’da, Dahul’den Havmel’e, Tudıh’tan Mikrat’a uzayan yerde…
Ordadır güney yellerinin kumlarla örtüp
Kuzey yellerinin açtığı izler.
O kırlarda, o sulak yaylımlardadır daha
Karabiber gibi gübreleri ak geyiklerin.
Arkadaşlar bağlarken yüklerini ben ağlardım
Dikenler arasında, durdurur da bineklerini
«.Ağlama, kendine gel,» derdi bana yoldaşlarım.
Ağlamaktır ilacım, var mı başka bir yer
Ağlayıp inleyecek bu silik izler üzerinde,
Eski sevgililer yolunda, Mesel Dağı’nda
Ümmülveyris’e, komşusu Ümmürrebab’a?
Söyle bir ayağa kalkınca o çifte sevgili, karanfil
Gibi misk kokuları gelirdi rüzgârla.
Öyle boşanmıştı ki gözyaşlarım göğsüme
Islanmış kılıcımın sırımı bile.
Ne güzel, ne mutlu günlerini gördün onların
Hele ne gündü Dareti Cülcülde geçen.
O gün kurban etmiştim kızlara bineğimi,
Ne güzelmiş eyşamı develerine yükleyişleri.
Birbirine sunardı kızarmış etinden kızlar,
İpek gibi bembeyaz top top yağları devemin.
O gün ben de binmiştim Uneyze’nin devesine,
Uslu durmadım yanında, çıkıştı, «İner yürürüm,
Yapma, yaraladın devemi ib îmriülkays,» dedi, bana.
Eğilmişti mahfe bizimle bir yana.
Sür, bırak yularını devenin, dedim kovma beni,
Toplayım o güzelim yemişlerini.
Ne kızlar, kadınlar, gebeler, emzikliler görmüşüm,
Yaşına basmış boncuklu bebeklerden ayırmışım.
Emzirirken ağlayan bebeğini yarısıyla
Gövdesinin, altımda oynardı öbür yarısı.
Bir gün yakındı yüksekçe bir tepede,
İlgim kalmamış artık seninle, dedi, boşuna.
Ey Fatıma, gel etme, bu nazı bırak
Güzellikle ayrılalım ayrılacaksak.
Bir yanım, bir davranışım varsa sevmediğin
Gönlümü çıkar gönlünden, at.
Ölürüm aşkınla sanma senin
İşlemez içime pek, aldanma, yıkmaz beni.
Gözlerin vurur gibidir kirpiğinin
İki okuyla yaralı gönlümü besbelli.
Ben, nice kadınların tadına bakmışım
Kimsenin bilmediği, giremediği bir çadırda.
Beni öldürmeye can atan gözcüler arasından
Geçip varmışım onların yanına.
Tam da göğün ortasındaydı Ülker o sıra
Bir kadın belindeki süslü kuşak gibi.
Bir gömlek giymiş inceden, uyur görünürdü
Ona gittiğim gece, beklermiş beni demek.
«Vallahi kurtuluş yok,» dedi, senden
«Geçeceğe de benzemiyor azgınlığın hani…»
Çıkardım dışarı, sürüyordu kumda eteklerini,
Tiftik harmaniyenin, silmek için izlerini.
Çıkmıştık oymağın dışına
Geçince art arda dizili kum tepelerini
Elattım yanlara dökülü saçlarına, çektim,
Eğildi, sokuldu, o ince belli tombul bacaklı.
Bembeyaz ten, et de yumuşacık, üstelik sıkı,
Karın düzgün, gerdan, göğüs pırıl pırıl.
Yok, tatlı bir sarıya çalar teni, ak değil,
El değmemiş inciler gibidir sedefte.
Kaçınır benden, görünürdü gülerken inci dişleri
Bakardı çevreye yavrulu Vecre ceylanı gibi.
Ak geyik boynuna benzerdi boynu,
Ancak öyle uzun, süssüz de değildi yaa.
Ne süstür arkasında siyah saçları,
Salkım salkım hurmalar gibi buram buram
İç içe, önden topuz arkadan akardı
Örgü Örgü kimi de dağınık tel tel
Hem yumuşak, hem ince bir de güzelim bel,
Hurma fidanı bacaklar boğumlu, dolgun, sıkı.
Uyumuş kuşluğa dek, yatağında misk tanecikleri.
Uyur kuşlukla da kuşak sarınmadan.
İshil dalına, Zaybi’nin ak kum kurduna
Benzer güzelim yumuşacık parmakları
Bir rahip ışıldağıdır yüzü pırıl pırıl
Aydınlatır çevresini boyuna.
Olgunluk çağındadır o güzel, micvel giyen
Kadınlarla dir giyen kızlar arasında.
Geçmiş artık erkeklerin ergenlik çağı bende,
Yaş ilerlemiş, oysa gönül geçmiyor senden
Teptim nicesinin öğütlerini, yüz çevirdim,
Ne onların sözü gelir aklıma ne senden geçmek.
Deniz dalgaları gibi kara geceler
Çökmüş üstüme, acılar, üzüntüler yüklü.
Dedim genişleyen, daralan,
Uzayan, kısalan, yayılan geceye:
Açıl ey uzun gece, doğsun gün
Oysa sabah da senden uğurlu değil.
Ne gecesin sen bağlanmış yıldızların
Kat kat urganlarla Yezbül Dağı’na sanki.
Kımıldamasın diye Ülker yıldızı
Keten iplerle sımsıkı bağlanmış kayalara.
Nicelerine yardım etmişim saygı göstermiş
Ellerinden tutmuşum, iyilikler dilemişim.
Ayr’ın yerleri gibi ne çorak oylumlar
Geçtim, aç kurtlar uluşurdu ağlaşan kumarbaz
Çocukları gibi. Dedim uluyan kurda:
Elim boş benim de senin gibi, doyunuruz
Buluruz yiyecek bir şey, böyle yaşar
Yolumuzda gidenler, yetinir azla.
Daha kuşlar uçuşmadan sabahları, tüysüz
Güçlü atımla avlanır, vururum yabanları.
Bilir yerine göre atılmayı atım, çekilmeyi,
Hızlıdır yüksekten inen sel gibi, güçlüdür.
Kayar dolgun sağrıları üstünde doratımın
Bir kayadan yağmur suları dökülür çene palanı.
Coşar, koşar birden ökçelenince karnı,
Kaynayan bir kazan gibi fokurdar göğsü.
Tozu dumana kalan, yüzer gibi koşan atlar
Yorulur da yeniden güçlenir, hızlanır atım.
Uçar ağır binicilerin giysileri, yeğnik çocuk
Duramaz, kayar atımın üstünden koşarken.
Ses verir bir çocuğun ipli fırfırı gibi
Öylesine hızlı gider, kolay mı kolay.
Geyik böğürlü, deve bacaklı,
Kurt koşuşlu, tilki yavrusu sıçrayışlı.
Tepeden tırnağa güzel, güçlü, örter düzgün
Kuyruğuyla bakınca dolgun bacak aralarını.
Sırtı düz, kaskatı taşa benzer karpuz
Çiğitlerinin, kokulu nesnelerin döğüldüğü.
Saldırıp göğüslemiş av sürüsünün öncülerini
Kınalı, taranmış sakala dönmüş kanlı yelesi.
Birden çıktı karşıma bir sürü yaban sığırı
Devar’ı dolaşan kızlar gibi toplanmış dişileri.
Dağıldı birden dişiler, bir kızın boynundan
Düşen, süslü boncuklu, gerdanlık gibi.
Yetiştim sürünün öncülerine,
Bir yere toplanmıştı kaçamayanlar.
Terlemeden, yorulmadan atım bir atılışta
Ulaştırdı beni sürünün yanına…
Dilinmiş, doğranmış etler, pişmiş
Kimi tencerede, kimi küllü korlar üstünde.
Doyulmaz bu ata bakmaya, görülmez güzellikleri
Bütün, yalnız hayran olur kalır insan.
Eyerli, gemli, dört ayaküstünde durur
Karşımda, yanımdan ayırmam onu.
Görüyor musun şu taca benzeyen yüksek
Bulutun parlayışını, sana gösterdiğim?
Aydınlatır çevreyi onun ışığı bir rahibin
Fitilli zeytinyağı lambası gibi.
Bekledim yoldaşlarımla Daric’le Uzeyb arasında
Bir yağmur yağsın diye bir süre,
Sağdan yağar Katan, soldan yağar
Sıttar’dan Yezbül’e değin yerleri sular.
Yağmur yağıyor Kuteyfe’ye bir buluttan
sökülüyor, sürükleniyor ağaçlar tepe taklak.
Kaçırmış Kanan’a düşen serpintileri bile
Çevrenin bütün yaban keçilerini.
Kırılmadık bir hurma dalı komamış Teyma’da
Taştan, kerpiçten yapılar kalmış yalnız ayakta.
İri yağmur damlalarından Sebir Dağı deve
Tüyü çizgili aba giyen bir şeyhe benzemiş.
Müceymir Tepesi sularla çör çöpten
Bir kirmene döndü şimdi.
Renk renk çiçekler açmış Gabiyt Ovası’nda
Yemenli çerçinin sattığı dokumalar gibi.
Biberli şarap içmişçesine cıvıl cıvıl ötüşüyordu
Erkenden ovada çobanaldatan kuşları,
Adasoğanı köklerine dönmüş geceden
Sulara karışan yaban leşleri…
Kim bilir, Ankara’nın neresinde, sonsuzluğu uyuyor şimdi ozan.
İmru’l Kays’ın dizelerinde gördüğümüz yaşam aşk ve serüven, acı, çapkınlık, ne kadar insancadır. Orada sevişen, acı çeken, dünyanın her hangi bir yerindeki insandır. İmru’l Kays’ın sevişmesindeki doğallıkla, İsa’dan 2000 yıl önce, şarkılarında tanrıları bile seviştiren Sümerlerin aşk şarkıları arasında bir fark yok gibidir. S. N. Kramer,”Sümer şarkılarıyla, Tevrat’takiler arasında, konu, stil kelimelerdeki benzeyişe açık bir örnek de Şarkılar Şarkısının ilk dört mısraıdır, onlarda sevilen krala (belki Süleyman olabilir) ‘kızların aşkı’ o ‘beni odasına götürdü’, ‘senin ağzının öpücüğü ile öp beni’, ‘aşkın şaraptan daha iyidir’ şeklinde hitap etmektedir. Kızlar tarafından söylenen bir şarkıda: ‘Biz sende yücelecek neşe bulacağız, senin sevgilini şaraptan daha çok öveceğiz’ denmektedir. Bu mısraların benzerlerini kral Şu-Sin’in (İ.0. 2000ler) sevgili gelini tarafından söylenen aşk şarkısında buluyoruz. Bu şarkı şöyle:
Güvey kalbimin sevgilisi,
Senin neşen hoşdur bal tatlısı,
Arslan kalbimin sevgilisi,
Senin neşen hoşdur bal tatlısı.
Beni büyüledin sen, karşında titreyerek durayım,
Güvey, senin tarafından yatak odasına götürüleyim,
Beni büyüledin sen, karşında titreyerek durayım,
Arslan, senin tarafından yatak odasına götürüleyim.
Güvey, seni okşayayım,
Benim değerli tatlım, bal ile yıkanayım (?) ,
Yatak odasında bal dolu,
Senin güzelliğinle neşelenelim,
Arslan, seni okşayayım,
Benim değerli tatlım, bal ile yıkanayım (?) .
Güvey benden zevk alıyorsun,
Anneme söyle, o sana lezzetli şeyler (?) verecektir,
Babama söyle, sana hediye verecektir.
Senin ruhun-ruhunun memnun olacağı yeri biliyorum,
Güvey evimizde sabaha kadar uyu,
Senin kalbin-nereden memnun olacağını biliyorum,
Arslan evimizde sabaha kadar uyu.
Sen, sen çünkü beni seviyorsun,
Arslan, lütfen beni okşa,
Bey, tanrım, benim iyi perimin beyi,
Enlil’in kalbini memnun eden Şu-sin’im,
Beni okşa lütfen.
Senin yerin bal gibi tatlıdır, lütfen elini koy ona,
Gişban- gibi, elini götür üzerine,
Gişban- ………. elbisesi gibi üzerine elini kapa.”
Günümüzden yaklaşık 4000 yıl önce söyleniyordu bu şarkılar. Zaman nasıl da hızlı akıyor değil mi. An andan kopuyor,soluk soluktan. Zamandan zamana en sıkı bağ şarkılarla şiirlerle kuruluyor. Ne taç ne taht, ne makam, ne mevki, ne de saltanatlar, zamanlar arasında bağ kuramaz. Binlerce yıl önceki insanla yürekten bağlar kuruyoruz, şarkılarla, türkülerle. Çoğu zaman ölmüş milletlerden geriye şiirler kalıyor ve biz onlarda kendimizi buluyoruz ansızdan.
İmru’l Kaysın acıklı öyküsünün arasında yaşadığı çöl serüvenleriyle, Sümerli ozanların şarkıları arasındaki bağ başka zamanlara ve yerlere de uzanıyor elbet.
Köftenin Kadın Budunu, tatlının Dilberdudağını, kadıngöbeğini yapan Anadolu insanının her türlü halk edebiyatı ürünleri içinde yer alan erotik öğeler, kadın ve erkek arasındaki ilişkinin hiçbir aşamasını ayıp olarak kabul etmez. Sevişme tüm evrenin temel bir yasası olarak vardır bizim halk edebiyatımızda. Söz konusu sevişme olunca da kullanılan dil,dünyanın en zengin dillerinden biri olan Türkçenin bütün incelikleriyle kullanılır; hem de hiç zorlanmadan. Kimi zaman yoğun bir erotizmi, şiirin potasında eritip bir duygu seline dönüştürür, çoğu zaman muzip bir gülümseyiş vardır dizeler arasında. Dağın göğsü ve eteği vardır, pınarın gözü ve ayağı. Cinsel isteklerini davranışlarıyla dile getirmeye, ”yeşillenmek” deniyor çoğu yerde, aşka düşmeye ise “yanmak”. Emirdağ bölgesinde, güzel olan her şeye “kadın” deniliyor: Kadın oğlum, kadın kızım, pek kadın olmuş deniliyor. Bir yanda “Lep demeden leblebiyi anlamak “diyoruz, Nevşehir’de “avurdunu domaltmasından Ömer diyeceğini anlamak” diyorlar.
(Burada söylemeden geçemeyeceğim bir şey var: Halkımız buldozere ad yakıştırıyor, bakıyor ki yolları düzeltip düzlüyor, ”yoldüzer” deyiveriyor. Ülkemizin sorumlu kişileri “Sakat” diyorlar, Sakatlar haftası falan kutlanıyor, sonra “sakat” adlandırmasını birileri “sakat” bulmuş olmalı ki, bundan vaz geçiliyor. Yerine “Özürlü” geliyor. Özür, kabahat, kusur anlamında kullanılıyor bildiğimiz gibi. Yanlış bir davranış olunca “özür dilerim” diyoruz .Özürlülerin özrü ne ki, onlara özürlü deniliyor. Bu kez bundan da vaz geçilip, engelli sözcüğü kullanılmaya başlanıyor. Ne yapalım, her zaman onlar en doğrusunu bilir(!) .)
Neyse, biz konumuza geri dönelim. Anadolu insanı, kadın erkek arasında sevgi sevişme cinsellik konularında, atasözünden, manisine, türküsünden, sövgüsüne kadar son derece yaratıcı olmuş, sayısız ürün üretmiştir.
Ahmet Şükrü Esen’in Anadolu Türküleri adlı kitabından rastlantı aldığım şu dizeler bilinen sansür kurallarının halkımız arasında “kıymet-i harbiyesi”nin olmadığının belgesi gibi.
Tüfengim omuzumda
Armalar boğazımda
Uyudum uyandım ki
Gül memeler ağzımda
Ah hovarda çapkın yârim
Ettiğin günahları
Boş deftere yazayım
Martinim atılmıyor
Bahalı satılmıyor
Şu uzun gecelerde
Yalınız yatılmıyor
Hovarda çapkın yârim
Sen söyle ben yazayım
Ettiğin çoğa vardı
Boş deftere yazayım
Mendilim salkım saçak
Alçak boylusun alçak
Sana derler küçücük
Sen doldurursun kucak
Hovarda çapkın yârim
Sen söyle ben yazayım
Ettiğin çoğa vardı
Boş deftere yazayım
Köşe başı meyhane
Asmadandır kapısı
Ben gözüme almışım
Hemi dam hem mahpusu
Hovarda çapkın yârim
Sen söyle ben yazayım
Ettiğin çoğa vardı
Boş deftere yazayım
Mendilim dalda kaldı
Gözlerim yolda kaldı
Yıkılaydın meyhane
Sarhoşum nerde kaldı
Hovarda çapkın yârim
Ak göbeğin altında
Kaldı benim nazarım
Deniz dibi otl’olur
Ergen koynu tatl’olur
Dul kişiye,varanlar
Ölmez ama dertli olur
Hovarda çapkın yârim
Ak göbeğin altında
Kaldı benim nazarım
Kamayı çektim kından
Gel yakından yakından
Koynundaki memenin
Ben gelirim hakkından
Hovarda çapkın yârim
Ak göbeğin altında
Kaldı benim nazarım
Bizim halk edebiyatımızda, bu tarz ürünlerin toplanması durumunda sanırım ciltlerce kitap oluşur. Sevişmeyi kuşkusuz çok daha açık ama bir o kadar da yalın, sanatlı, pornografiden uzak sözlerle ifade etmiştir Anadolu insanı. Burada bir nokta koyup, tarihin gerilerinde, bir başka yerden, başka bir ozana selam verelim.
Kimse sevgi nedir bilmeyen bu toplumda
Okusun yazdıklarımı. birebir öğütlerim
Bak nasıl evirir çevirir küreklerle yelkenlerle
Oynak gemiyi gemiciden öğrenmeli bu yolla
Araba sürmeyi arabacıdan sevişmeyi sevenden
Bu dizeler, günümüzde herhangi bir şairin kaleminden çıkmış olabilir. Dünyanın neresinde ve ne zaman olursa olsun, birileri,” sevgi nedir bilmeyen bu toplum”dan yakınıyor. Latin ozanı Ovidius, İÖ.43-İ.S.18 yılları arasında yaşamış, Aşk Sanatı adlı kitabını dilimize kazandıran Usta İsmet Zeki Eyuboğlu, Onun şiirlerinin buram buram Anadolu koktuğunu,açık sözlülüğü yüzünden Karadeniz kıyısında Romi’ye sürüldüğünü belirtiyor. “Ovidius’u bir çağın,bir yörenin ozanı olarak değil de bir davranışın bir tutumun taşıyıcısı bir görüşün aydını diye ele alıp anlamak anlatmak gerekir. “ diyor Eyuboğlu.
Yıkmış demektir yaptığını kendi eliyle
Aşırılık değildir öpüşten sonra işi sürdürmek
Utanılacak bir yönü yoktur onlarca bu işin
Severek katlanır baskıya kadın göster gücünü
Yürekten isterler ezilmeyi, sıkılmayı
Kitabının Aşkta Başarı Yolu adlı ilk bölümünden aldığımız dizelerdeki gibi, aşk sevgi, sevişme üzerine öğütler, bilgiler verip, yol gösterir. Kimi zaman da evrensel yorumlara girişir. Kadın ve erkek arasında aşkın ve sevişmenin, doğanın, doğmak ve ölmek kadar zorunlu bir yasası olduğunu, utanacak bir şey olmadığını söylerken, Usta, bu gün bir yerlerde yaşayan bir insandır sanki. Sevgiyi Koruma adı verdiği bölümdeki şu dizelerle ne kadar da bizdendir:
Bak güvercinler döğüşür, gagalaşır, sevişir,
Mırıltılar çıkarır, oynaşır okşarlar birbirlerini…
Düzensiz, gelişigüzel bir yığındı evren,
Başlangıçta, ne yıldızlı gök, ne karalar,
Ne denizler birbirinden ayrılmıştı.
Gökler, yerler, yerden çıkan sular iç içe
Girmiş, kaynaşmış bir yumaktı.
Bu biçimsiz yığından ayrılmış, doğmuş
Evrenin kesimleri, ormanları yabanlar,
Gökleri kuşlar kaplamış, yer almış
Akışan sularda balıklar.
Boş kırlarda* dolaşıp duruyordu kişi-soyu.
Çok güçlü, dayanıklı yaratılıştaydı kişiler.
Ormanlar ev, otlar besin, yapraklar yataktı.
Çağlarca tanımazdı kimse kimseyi.
Azgın bir sevişme duygusu uyanmış, getirmiş
Bir araya kadınla erkeği, dendiğine göre.
Öğretmensiz öğrenmişler sevişmeyi birbiriyle.
Venüs kendiliğinden göstermiş bu yolu:
Kuş tanır sevip birleşeceği dişiyi,
Suların ortasında bulur balık eşini,
Geyik geyiği arar, yılan yılanla birleşir.
Köpek köpekle görür işini,
Bizim edebiyatımızda, özellikle de Karac’oğlanımızda, özellikle de adı bilinmeyen ortaklaşa edebiyatımızın türkülerinde ne çok benzerleri vardır bu dizelerin
Kimi zaman da, kızlara öğütler verir, görgü kuralları, eski deyişle “adabımaşeret“ öğretir Ovidius:
Sakın elden geldikçe gülmekten.
Kendiliğinden öğrenmeli kız gülmeyi,
Bir yakışmadır, süstür gülmesini bilmek.
Gülerken çok açma ağzını, çukurlar açılsın
İki yanağında, öylesine gül, görünmesin
Diş etleri, örtsün dudakların dişlerini,
Kahkahalarla sallama böğürlerini.
Tatlı olsun, kulak okşasın, çınlasın gülüşün.
Sevilmez yüz buruşturan, cırlak ses çıkaran,
Ağzı bozuk bir kadın. Güzel gülmeyi de,
Ağlamayı da kadınlar iyi bilir sanırım.
Bir sıpanın değirmende anırmasına benzer
Sevişmenin doğallığı içinde, ne kadını kayırır ne de erkeği, Evrensel bir olgu olarak görmesinden olmalı,kafasında kalıpları yoktur Ustanın. Aşağıdaki bölüm zamanımızda da geçerli değil mi. Robotik toplumda beyni yıkanmış ya da zorla kalıplara sokulmaya zorlanan insanın acı yazgısı, görev bilinciyle sevişmek; yani en güzel insan davranışlarından biri olan sevişmenin ölümü.
Tiksinirim sevişirken armağan verir gibi
Davranan, bunu bir görev sayan, üstten bakan
Kadından, istemem tadı duygusu görev kokanı..
Kadın için görev değil bu bence, yaşamadır.
Deli eder beni ezdikçe kadın iniltileri,
Ovidius Usta evrensel bir olgu olarak ele alıyor sevişmeyi. Ve inancı gereği tanrısal yanını da vurguluyor.
Koç koyuna biner, atlar ineğe boğa,
Kıvrık burunlu keçi keçiyi döller,
Onu çeker içi, yarar geçer ırmakları, yanan,
Kızışan kısraklar, birleşmek için koşar,
Gider uzaklarda duran aygırların ardından.
Sen daha onultucu araçlar bul, kadının
………………………………………..
Ben böyle çağırırken türkümü birden
Çıkageldi Apollo, altın yaldızlı bir kaval
Oynatıp duruyordu parmaklarının arasında.
Defne tutuyordu bir elinde, çevrelemiş
Kutsal saçlarını defneden başlığı,
Bir yalvaç görünümü vardı onda, dedi ki bana:
Sen ey sevgi öğretmeni, al getir öğrencini
Tapmağıma, bir yazı vardır orada kutlu,
Bilinir bütün yeryüzünce, söylenir.
«Kendini bil» der bütün kişilere..
İş becerir sevgi yolunda kendini bilen,
Kendi gücüyle görür bütün işleri.
Bilsin değerini kime güzellik vermişse doğa.
Kimin ak, ışıl ışıl derisi, göğsü, omuzları
Varsa açık dursun, göstersin kendini boyuna..
Susmasın gittiği yerde tatlı konuşan,
Türkü söylesin sesi güzel olan,
İçmesini bilen içsin, toplantının tadını
Kaçırmasın çenesi düşük, sözü çekilmez,
Okumasın yazdıklarını, türkülerinin tadı
Tuzu olmayan bir ozan, bozmasın şöleni.
Böyle kurmuş düzeni Phoebus, git yolundan.
Homeros öncesi çağda,bilge engin bilgi ve deneyimiyle geleceği de görmesi gereken kişiydi. Yunanistan’da Hacıların uzun yollar kat ederek geldiği Delphoi tapınağındaki “kendini bil” (gnothi seauton) sözü ise, hep geleceği merak eden insana, geleceği bilmek için kendini bilmek gerektiğinin vurgulanması gibidir. Kuşkusuz Kendini bilmek, yalnızca o kültür ve inanca ait bir söz değil,kuşkusuz dünyanın her kültüründe benzer anlamda sözler vardır; ancak Koca Yunus’un
ilim ilim bilmektir ilim kendin bilmektir
sen kendini bilmezsen ya nice okumaktır
dizeleri bizim kültürümüzde çok başka anlamlar taşır.
Ovidius, güleç bir orta yaşlı olarak konuşur dizelerinde hep ve kendini bilmek kavramını,kendi güçlerini tanımakla eş anlamlı kullanır aynı gülümseme içinde. Ovidius’un şiirlerini dilimize kazandıran İsmet Zeki EYUBOĞLU, Anadolu özellikle de Karadeniz türkülerine benzetiyor onun türkülerini. Gördüğümüz gibi pek de haksız değil.
Ozanlar yaşadıkları zamanın, toplumun ve o toplum içinde yaşadığı koşulların damgasını taşıyor. Söz duyguyu dile aktarırken, şairin yaşadığı atmosferdeki şiir geleneğini ölçüt olarak alıyor. Bazıları o ölçüleri aşıp, tüm zamanların ölçüleri üzerinde evrensel şiirin tahtına oturuyor. Ne yazık evrensel şiirin tahtına oturan dizeler, çoğunlukla geride acı dolu yaşamlar ve serüvenler bırakıyor. Çoğunlukla da o ozanlar binyıllar sonra okunduklarını bilmiyorlar.
Sözün ucu aşka, güzele, sevişmeye uzanınca verilebilecek sayısız örnek bir yana, atlanılmayacak bir ozan daha var. Kim mi? Elbette ki, Karac’oğlan. Söz burada ancak onunla tamamlanabilir.
Ala gözlerini sevdiğim dilber
Seni görmeyeli göresim geldi
Altın kemer sıkmış ince belini
Usul boylarını sarasım geldi
Küçücüksün güzel etme bu nazı
Ciğerime bastın ateşi közü
Başına sokmuşsun gülü nerkisi
Yüzünü yüzüme süresim geldi
Aladır gözlerin siyahtır kaşın
Aradım cihanı bulunmaz eşin
Yaylanın karından beyazdır döşün
Uzanıp üstüne ölesim geldi
Karac’oğlan der ki bilirim seni
Adadım yoluna kurban bu canı
Koynunda beslenen ayvayı narı
Çözüp düğmelerin deresim geldi
S.N.
Dermek: Toplamak.
Adamak: (Kurban adamak) : Yerine gelen bir dilek için, her hangi bir
din ulusuna ya da Tanrıya kurban kesmeye söz vermek. Kesilen
kurbana da adak denir.
Sabahınan bir taş attın
Kırdın belimi belimi
Bir gececik misafirdim
Tanrı zalimi zalimi
Yüksek uçar engin konar
Kötünün dalına döner
Kız atasın bende yanar
Çıkmaz yalımı yalımı
Her bahçede selvi bitmez
Muhabbet serimdem gitmez
Uzatırım kolum yetmez
Kırdın kolumu kolumu
Her bahçede bitmez söğüt
Dertliye kâr etmez öğüt
Kız sevdana düşen yiğit
îster ölümü ölümü
Karac’oğlan der bakarım
Malım mezata dökerim
Daha der ki dur bakalım
Bu kız deli mi deli mi
(Gökyüzü Mavi Kaldı’dan)
Dal: Arka, dalına döner: Arkasında dolaşır.
Selam olsun aşka sadık olana
Selam olsun aşka mahcup olmayana
Selam olsun aşkı ne taç, ne mevki,ne mal-mül ve hiçbir maddi değerle karşılaştırmayana
Selam olsun aşkı zamanlar ötesinden bu güne taşıyana
Selam olsun aşkı yarına taşıyacak olana
Aşka selam olsun
Kaynaklar:
Anadolu Türküleri, Ahmet Şükrü Esen,Araştırma ve dizinlerle yayına hazırlayanlar, Pertev Naili Boratav, Nihat Özdemir, İş Bankası yay, 1986
Geçmişin Yaşama Gücü, İsmet Zeki Eyuboğlu, Adam yay, İst,1982
Karac’oğlan, İlhan Başgöz, Indiana Üniversitesi Türkçe Programı yay, 3. baskı, Pan yayıncılık, 1992, İstanbul
Klasik Arap Literatürü, Ignace Goldziher,İmaj yay, Ank,1993
Şiir Dili ve Türk Şiir Dili, Prof.Dr.Doğan Aksan,Engin yay, Ank,1995
Tarih Sümerde Başlar, S.N. Kramer (çev: M.İlmiye Çığ) ,T.T.K. yay, Ank,1995
Türkçenin Gücü, Prof. Dr. Doğan Aksan, Bilgi yay,Ank,1993 (3.baskı)
Yeryüzü Şiirinin Eşiğinde Ovidius, Aşk Sanatı, Çev. İ. Z. Eyuboğlu, B.F.S yay
Adnan Durmaz
Emirdağ, 21 Ekim 2006
Adnan Durmaz
Şub 23
erdemli insanlar nasıl sessizce göçüp gider,
ve ruhlarına,’hadi bakalım!’ diye fısıldarlarsa;
kederli dostlarından bir kısmı”işte nefes durdu” der,
“hayır daha değil.”derken bir kısmı da;
tıpkı öyle eriyelim biz de, sessizce;
sel gibi gözyaşları, fırtınalı iç çekişler olmasın.
mutluluğumuza saygısızlık etmeyelim bence,
inancı tam olmayanlara aşkımızı açmayalım sakın.
zarar ve korku getirir yerküre sarsıntısı;
nedir, ne oldu diye herkes sorar durur;
oysa gökkürelerin sarsılması
çok daha büyük ama zararsız olur.
ayın altındaki aşıkların basit aşkı da işte
(ki özü bedendir) ayrılığa dayanamaz;
çünkü uzak düşerler aşkı oluşturan ögeler de
bedenler birbirinden ayrılır ayrılmaz.
oysa, öyle arıtılmış bir aşkımız var ki bizim,
nasıl bir şey, biz bile bilmeiyoruz;
öyle bir güvenimiz var ki aklına birbirimizin,
gözler, dudaklar, eller uzaktaymış, aldırmıyoruz.
ruhlarımız da aslında tek olduğundan,
ayrılmaz asla, ben gidince şimdi;
uzar gider yalnızca, hiç kopmadan;
hava inceliğinde dövülmüş altın gibi.
bir değil iki olsalar da, aynı,
sağlam bir pergelin iki ayağı gibidirler;
senin ruhun, sabit ayak yani,
hiç oynamaz, öteki kımıldamazsa eğer.
seninki merkezde durur ama her zaman,
öteki uzaklara giderse de.
eğilip kulak kabartır ardından,
ve o döndüğünde doğrulur yine.
işte böyle olacaksın benim için de sen:
öteki ayak gibi, ben ayrılıp gitsem de,
sen sağlam durdukça, şaşmayacak dairem;
başladığı yerde bitecek her seferinde.
John Donne
Çeviren: Bülent R. Bozkurt
Şub 23
Bu oda – ne kadar iyi bildiğim bir yer burası.
Şimdi bu da, bitişik oda da işyeri olarak
kiralanmış. Acentelerin, tüccarların,
şirketlerin yazıhanesi olmuş bütün ev.
Ah, ne kadar bildik bir yer bu oda.
Bir divan vardı kapının yanında,
onun önünde bir Türk seccadesi;
hemen yanında, üzerinde iki sarı vazo duran raf.
Sağda, hayır, karşıda, aynalı bir dolap.
Ortada yazı yazdığı masa
ve üç büyük hasır iskemle.
Pencerenin yanında yatak dururdu,
üzerinde kaç kez seviştiğimiz.
Hala buralarda olmalı bütün o zavallı eşya:
Pencerenin yanında yatak dururdu;
ortasına kadar gelirdi ikindi güneşi.
… Bir ikindi saat dörtte ayrıldık,
yalnız bir haftalığına… Ah, ah,
bir türlü sona ermedi o hafta…
Konstantinos Kavafis
Çeviren: Cevat Çapan
Şub 23
Yok artık sandalla çıkmak mehtaba,
Bitmese de gece kolay kolay,
Gönlümde aşk ateşi yansa da hâlâ
Ve hala tepemizde parlasa da ay.
Eskitir zamanla kılıç kınını,
Yıpratır insanı şu deli gönül,
Kalp bile bir an keser hızını,
Dinlenmeye yatar gül ile bülbül.
Aşkın anayurdu olsa da gece,
Ve dört nala koştursa da sabaha,
Yağsa da bir ışıltı ince ince
Yok artık sandalla çıkmak mehtaba.
Lord Byron
Çeviren: Haluk Şahin
Şub 23
“Şiir sokakta” eyleminin (bunun bir eylem olduğundan şüpheliyim), modasının ne zaman ve hangi vesileyle başladığına dair bir bilgim yok. Ama bu ‘eylem’in doğası itibariyle gelip geçici modaların, kaba ideolojilerin, retorik olanın çok ötesinde olduğunu düşündüğüm ‘şiir’i örseleyici bir yanı olduğunu düşünüyorum.
Sosyal medyanın malûliyetlerinden biri de şiiri şiirsizleştirmesi, slogan ya da aforizmaya dönüştürmesinin yanında her bayağılığın ‘şiir’ olarak algılanması tehlikesini barındırmasıdır. “Pars pro toto”, yani “Parça bütünün yerine geçer.” Şiirde parçanın bütünün yerine geçmesi söz konusu değildir.
Adorno’nun “Lirik Şiir ve Toplum” makalesindeki şiirin o kendine özgü muhalefetinin lirik şiir yoluyla gerçekleşebileceğine ilişkin yorumu şiiri hayatın tam içinde konumlandırıyor zaten. Ama yüksek sesle bağırmak suretiyle değil.
“Zevk hezimeti”
“Şiir sokakta” eylemi şiirin bayağılaştırılmasını, ayağa düşürülmesini, itibarsızlaştırılmasını hızlandıran, niteliği değil niceliği öne çıkaran anlayışın ve kitsch’in tezahüründen başka bir şey değil kanaatimce.
Duvar dergisinin Eylül- Ekim 2014 tarihli 16. sayısında, Aydın Çam, “Şiire Bunu Yapmaya Hakkımız Var mı?” başlıklı o esaslı yazısının bir yerinde şiiri diyor, “imlâsına hiç dikkat etmeden, hem de çirkin bir yazıyla gelişigüzel bir yere yazmaya hakkımız var mı? ‘Şiir Sokak’ta kepazeliğinden bahsediyorum; tespitin hakkını vermek gerek, bunu anlamlandırmak için en uygun kelime kepazelik. O iki dizenin şiirden, hatta o şiirin bir arada olması gereken diğer şiirlerden çekilip alınmasına, yetim bırakılmasına, bağlamından tamamen koparılmasına ve sloganlaştırılmasına ne gerek var?”
Tanpınar “zevk hezimeti” diyordu, çok haklıydı, estetik kaygılardan ziyade modaların egemen olduğu ve yönlendirdiği bir çağın şahidi olmak çok acı.
Poetikasını Yahya Kemal’in “Mısra benim haysiyetimdir” ifadesi üzerine kurmuş birinin böyle ‘hareket’lere teveccüh etmesi mümkün değil elbette.
Meselâ Hilmi Yavuz’un “hüzün ki en çok yakışandır bize”, Haşim’in “Bize bir zevk-i tahattur kaldı/Bu sönen, gölgelenen dünyada”, Yahya Kemal’in “Dünyâ biter o yerde ki mağlûb olur hayâl/ Temdîd-i ömre kudreti kalmaz tahayyülün”, Oktay Rifat’ın “Yalnızlık gittiğin yoldan gelir”, Necatigil’in “Ben senin necinim, kalbim”, Sezai Karakoç’un “İyi ki bilmiyor kalabalıklar/ Yağmura bakmayı cam arkasından”, Asaf Halet’in “Bilmemek bilmekten iyidir”, Cemal Süreya’nın “Ölümü siyah bir kakül gibi alnına düşürmesini bildi” ya da Dıranas’ın “Söylenmemiş aşkın güzelliğiyledir/ Kâğıtlarda yarım bırakılmış şiir” mısralarının duvarda yazılı olmasının hiçbir anlamı yoktur.
“Bu şiir Cemal Süreya’ya aittir”
Bir şu var tabi: “Ayrılık da sevdaya dahil” dizesinin Cemal Süreya’ya (!) ait olduğunu duvarlardan, sokaklardan öğrenmenin dayanılmaz hafifliğini yaşayabiliyorsunuz…
Ne diyelim, duvarları bir “piyasa kitabı”na dönüştüren zihniyette orijinallik, eylem felsefesi, güzellik, muhalefet ya da başka bir hikmet vardır da biz nasiplenemiyoruzdur belki de!
“Şiir sokakta” mı? Elbette hayır! Şiir kitaplarının basılmadığı, basılsa üç yüz- beş yüz adet bile satmadığı, dergilerin okunmadığı, şiirin zarafetinin asla yaşanmadığı bir ülkede şiirin sokakta olduğunun söylenmesi en hafif ifadeyle safderûnluktur. Şiir ne sokaktadır ne sokağa aittir ne de sokak sokak dolaşmak durumundadır. Parantez içinde belirteyim: Şiirin sokakla (mekânla) ilişkisini merak edenler Gaston Bachelard’ın Mekânın Poetikası’na bakabilirler.
Orhan Veli’nin çabalarıyla şiir, sokağa “düşürülmüştü”, şimdi onun süreği “şairler” ve sözde “şiir okurları” tarafından ayağa düşürülüyor. Bu durumun bilinçdışı okumasını yaparsak “estetik medeniyeti” olan medeniyetimize dair birçok hususiyetin itibarsızlaştırılmasına dair birçok imayı içerdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
“Şiir sokakta” mı? Latince deyişle ‘horribile dictu’ (korkunç şaka) olmalı bu!
Ercan Yılmaz
Şub 23
Şub 23
Bir hayli yıldır açtığı yok gonca-î gülün
Feryâd-ı gelmez oldu bu gülşende bülbülün
Mecrâsı sênkzâre dönen cûylar gibi
Vâdî-i uzletinde hamûşuz tevekkülün
Varsın hurûş-i kahrına had bilmesün felek
Yoktur hudûdu bizdeki sabr ü tahammülün
Dünyâ biter o yerde ki mağlûb olur hayâl
Temdîd-i ömre kudreti kalmaz tahayyülün
Ey bî-vefâ Kemâl’e şemîm-î vefâ yeter
Bir hayli mısraında kalan bûy-i kâkülün
Yahya Kemal Beyatlı
Şub 23
Şub 23
“Bize Dua’dan söz et!”
Bunun üzerine de şunları söyledi
Tanrı-Elçisi:
“Sıkıntı ve ihtiyaç içinde
olduğunuz zaman
dua edersiniz;
keşke, neşeyle dolup taştığınız zamanlar
da dua edebilseniz!
bolluk içinde yüzdüğünüz zamanlar da
dua edebilseniz!
Çünkü sizin benliğinizin, sizin
kendiliğinizin,
yaşayan küllî varlıkta açılmasından,
genişlemesinden başka nedir ki dua!
Ve daha huzurlu olmanız için,
içinizdeki karanlıkları,
içinizdeki katılıkları boşluğa boşaltmak
duayse eğer,
daha neşeli olmak için
kalbinizin şafağını dışarı saçmak da
duadır.
Ve içiniz sizi duaya çağırdığında,
ağlamaktan başka bir şey yapamıyorsanız,
sizi mahmuzlamaya devam etmeli içiniz,
ağlaya ağlaya sonunda
gülmeye varıncaya kadar.
Dua ettiğiniz zaman, sizinle aynı anda
dua eden,
ve duadan başka hiçbir yerde, başka
hiçbir halde
bir araya gelemeyeceğiniz kimselerle
buluşmak için
yükselirsiniz, yükselirsiniz,
bulunduğunuz yerden çok yukarılara.
Ve tapınağa sadece birşey istemek
için girmişseniz,
hiçbir şey elde edemezsiniz:
Oraya başkalarının iyiliğini için bile
olsa,
bir şey istemek için girmişseniz
işitilmeyecektir sesiniz.
Çünkü tapınağa girmiş olmanız yeter,
bununla, girmiş olabiliyorsanız eğer, aynı
zamanda,
sizin varlığınızda içkin
görünmeyen o en büyük tapınağa.
Sözcükleri kullanarak nasıl dua edilir,
bunu öğretmem ben size.
sizin dudaklarınızla kendisi dile
getirmedikçe onları,
Tanrı dinlemez sözcüklerinizi.
Ve ben öğretemem denizleri,
ormanların
ve dağların dualarını size.
Fakat, siz ey, dağlardan, ormanlardan
ve denizlerden doğup gelenler,
sizler hissedebilirsiniz onların dualarını,
dağların, ormanların, denizlerin içrek
yakarışlarını
kendi yüreğinizde.
Ve yalnızca gecenin sükûnetinde
duyabilirsiniz onları,
onların sessizce söylediklerini:
‘Ey Tanrımız, ey bizim aşkın,
kanatlı kendiliğimiz,
Senin istemindir, ne istiyorsak, isteyen
içimizde.
‘Senin arzundur, ne arzuluyorsak
arzulayan içimizde.
‘Senin verdiğin güdüdür
gecelerimizi gündüze çevirmek isteyen
ve senin gecelerini, senin
gündüzlerine…
‘Senden hiçbir şey istemiyoruz,
çünkü, daha onlar doğmadan içimizde
sen biliyorsun ihtiyaçlarımızı da,
özlemlerimizi de.
‘Bizim ihtiyacımız sensin, özlediğimiz
sen;
ve kendini biraz daha vermekle bize,
her şeyi vermiş oluyorsun hepimize”
Halil Cibran
-Tanrı Elçisi-
Çeviri: Cahit Koytak