Okurken

Okurken çizdiği bir satırı gördüm o elin
bir kitapta. O eli gördüm, o elin ışığını.
Sahipsiz bir karanlıktan çıkardı beni.
Kitap oradaydı ve bilmiyordum orada
olduğunu. Kitabı okuyan oradaydı ve
bilmiyordum, çizilmiş satırı görene değin.

Senin elindi o satırı çizen, bir sayfayı
çevirince incecik bir ışık düşüren geceme.
Elimden tutan senin elindi o ışığa doğru
yürürken. Bilmiyordum ve öğrendim
yıllar sonra yeniden okurken o kitabı.

Kemal Özer

Siper Sanatı

Alışmak geliyor, çıkmıştır yola
Bıkmadan ölmek yok, insanlarından.
Geçmiş aradan şu kadar zaman
Burada hayat var mıdır, vardır
Hiç kimse olmasa da.

Üzülürüm diye gitmediğin yer
Doğduğun sokak, büyüdüğün ev-
Göç alan şehirler gibi gözlerin
Yeşil bir harmandan dönersin her gün
Hep aynı sevinçle, pek bilmediğin.

Güneşi ezanla alıp bırakan
Senin tertemiz dilin ve dinin
Geçerken içinden dağ köylerinin
Dünya durdukça dönecek olan
Görürsün orada kalplerden derin

Şiirler yazıyorsun şimdi sadece
Kendinden habersiz akan ırmaklar.
Diyelim hayat, nasılsın edebiyat?
Güzeller ortadan yürüyüp gider
Dokunamazsın ona, merhaba keder.

İnsan insana anlatamaz derdini
Denedin, olmadı, değil mi?

İbrahim Tenekeci

Eğer elimi denize vursam, her defasında İnci ve cevher yerine çerçöp geliyor.

Bazen bana bir tebessüm geliyor,
Bazen de menzilden bir zil sesi geliyor.
Kâr ve zarar meşgalesinden uzak olmak gerek;
Bilmiyorum ben, bu heves nereden geliyor.
Eğer elimi denize vursam, her defasında
İnci ve cevher yerine çerçöp geliyor.
Ey çaresiz gönül! Feleğin cevrinden feryat etme;
(Çünkü) melek dedi, senin için hâkim geliyor.
Nefesi, Rahman‟ın nefesinin kokusundan bir koku;
O kimsenin kokusu bana Yemen tarafından geliyor.
Ey gönül! Çabuk “Ben Allah‟ım”ışığına doğru yüzünü çevir;
(Çünkü) Tûr‟(a giden) Mûsâ ondan (elinde) bir ateşle geliyor.
Dikkat et ey perişan gönül, sır kapısını kapat;
Perde ve duvar arkasından bir kişi geliyor.
Eğer cahil eşekten bir çifte yersen (ey) Ferit!
Sabret; çünkü arkasından birçok hayır geliyor

Ömer Ferid Kam

Ey gönül! Ey gönül! Vazgeç, vazgeç bu sevdadan ve bu kavgadan.

Ey gönül! Ey gönül! Vazgeç, vazgeç bu sevdadan ve bu kavgadan.
Akıllının nezdinde bir sivrisinek kanadı bile etmez dünya devleti.
Bu vadide şaşkın olma; çünkü ayakların izini apaçık
Bulursun; eğer bensem kafir, can ve gönülden uzaklaş.
Ey Allah’ın cezbesi! Sensin her zerreye nüfuz eden;
Gel, yukarıdaki âleme (gidişte) bize yardım et.
Ne dünyanın ikbalini isterim, ne de büyüklerin ihsanını.
Ben bu dünya şahını isterim ki tahtı ev ednâ’dır.
Ne güzel yakınlık, ne güzel yol, ne güzel güneş, ne güzel ay!
Eğer onu bilmek istersen illâ istisnasına bak.
Zirvesi ay olan gönül (için) gündüzleri, akşam vaktidir.
Allah’ın tecelli ettiği yerdir, gaflet gözünü aç.
Kilise ve cuma mescidi, hepsi tamahkar düşüncedir.
Ne güzel talih ve ne güzel baht! Kim görür her yerde onun yüzünü?
Ganimet bil sohbeti, onda bulursun sen devleti;
Ne devleti, bütün varlığın arzuladığı izz-i kurbeti.
Meydanın eşsiz Ferit’iyim; o sofranın döküntülerini topluyorum;
Gayri bir şey bilmiyorum Mevlâ’dan ve Mevlânâ’dan başka.

Ömer Ferid Kam

Senin yüzüne o kadar çok bakmışım ki, Var olan her şey gözüme görünmez oldu

Senin yüzüne o kadar çok bakmışım ki,
Var olan her şey gözüme görünmez oldu.
Sürekli güneşe bakan kişinin gözünde,
Onun ışığından dolayı dünya karanlık olur.

Ömer Ferid Kam

ز بس که وقف نظر کرده ام بعارض تو
شدست در نظرم هر چه هست آن تاریک
کسی که در نگرد آفتاب را پیوست
ز فر او شودش در نظر جهان تاریک

Sular Karardığında Yekta’nın Mezmurudur

Benim bir suyum vardı akıyordu
Bir toprağı yeşertip akıyordu
Bir yerlerde birikmeden akıyordu
Öyle sakin öyle ince öyle güvende ama akıyordu
Ben çevirmedim gene akıp duruyor
     – O anlatılamaz çömleği bir dere çamurundan karıp yapmış­
     lar kıyılarındaki evliyakeçesi otlarının kokusu sinmiş sanki
     uzağa götürüyor insanı götürüyor bir çorak sarılığın düzü­
     ne yazısına bırakıyor değinmeleri insanları hele daha çok
     sevişmeleri özletecek bir yazıya, büyü sanki
Sevdiğimden değil sevindiğimden
Uzun geceleri durup bölüyorum
Uyanık sesleri geliyor utanmıyorum
Herkeslerin kaçıştığı bu yağmur
Beni arı duru yıkıyor ıslanıyorum
Hep bir hikâyeye girmek insan yönümüz mü
Islanıyorum
Bu yanım ıslanıyor daha çok
Akçaburgaz bir küçük kentti
Küçük evleri olan bir kentti
Yalnızdım inceydim kendi kendimeydim
Kalktım bu büyük kente geldim
     – Şimdi kimi acıyor kimi kınıyor beni hangileri haklı
     hangileri iyi ama iyiyi haklıyı aramak her zaman gerekli mi,
     ya benim yaşamam
Kalktım bu büyük kente geldim
Tozlarla böceklerle kalktım geldim
Yalınız sedef kabuklarla geldim
Bu kenttir toprak çanaklardan ayrıldım
Büyük yapraklardan sular beni sevindirsin
Gemilerin limandan çıkışları beni sevindirsin
Karanlığa uğramayan ezgiler beni sevindirsin
Yalnızlığım sığmadı kente
Çünkü dağlara alışıktı bana alışıktı
Birden evlere sokaklara çarptı
Büzüldü çirkinleşti kıvrıldı
Çünkü kentlerin yalnızlığı korkaktır
Akçaburgaz’da mutluydum onunla
Hoşnuttum ondan
Sığlarda balık yavruları gibi kuşkusuz
Bir oraya bir buraya bir ormana
Bunaldıkça bozgunsuz avuntularım vardı
Eski haydutları bilirdim
Bir zamanlar Akçaburgaz dolaylarını denize doğru kasıp kavururlardı
Yalnızlıklarını orman ateşlerinde yakarlardı
Korkularla yakarlardı
Kara sağrılı atları dağlara göreydi
Şehir uzaktan sevdikleriydi
Bıyıklarından sevinirlerdi
Ne efsanelere girip çıkmışlardı kan içinde
Kayalara gizlenip düzene karşı koyarlardı
Bir korkunç sevmeleri vardı en çok onu bilirdim
Sonu mutlak bir ölüme varırdı
Bir dağ ölümüne sanki
Sonra o bencil aşk o ölüm yıllarca tüter dururdu çatılarda
Sularda buğulanırdı düğünlere karışırdı
Ona özenen aşklar türerdi küçük odalarda
Ama bunları neye anıyorum ben Yaylabölüklü müyüm
Sonra ben kalktım bu büyük kente geldim
Çünkü kişi büyük kentlere de gelmeli
Kendi güzel yalnızlığı için gelmeli
Kalktım bu büyük kente geldim
Akçaburgaz yalnızlığımı da getirdim
     Dövündü kısırlaştı garipledi
Anladım yalnız avutamazdım onu
     – O deniz mavisinden neden kaçıyorlar sanki oysa onun
     avutması büyütmesi ince yaşamaya durgun isteklere karış­
     ması
Adile’yi buldum sevdim
Yalnızlığım onun şehrine ısındı
Yapılar önüme durmuyordu artık
Sokaklar aldatamıyordu
Belki ısınmadım ama katlanıyordum
En çok geceleri sevmemden anlıyordum bunu
Sonra Adile uzaklaşmadı
Erhan’ı buldu ama uzaklaşmadı
Ama ikiye bölündü
Benden aldığı güveni onda harcıyordu belki, ondan aldığı serin
     huzurla bana dönüyordu gene, benden ona ondan bana
     ilettikleri yahut ilettiğini sandıkları onu mutlu ediyordu
     denizin gereği yoktu sevişmesinde ben vardım çünkü,
     ilençsiz, yakınmasız hatta kinsiz, genç Erhan’ı kıvandıran
     çeken eti vardı, onun kendisinde mutlu olduğunu görmek
     bilmek bir çeşit aşk gibi sarıyordu onu -oysa bana da gerekliydi-
     o bilgi böylece sardıkça onu, kendi etinin tadı,
     geçmeye yüz tutmuşluğu yalım yalım gecelerine giriyordu
     onu arıyordu hep böylece
Benim bir suyum vardı akıyordu
Bir toprağı yeşertip akıyordu
Bir yerlerde birikmeden akıyordu
Öyle sakin öyle ince öyle güvende akıyordu
Yine akıyor ama yanıldım
Yine akıyor ama otlar cılız
Güneşler soluk günlerde aksak gibi
Bir avuntu buldum avunuyorum
Katlandıkça arınıyorum
Katlanmanın tadında acısında arınıyorum
Bir yerlerim temize çıkıyor sanki öyle güzel
Kara kara geceler abandıkça üstüme
Arapkanlı duygular abandıkça
Öksüzoğlan balıkları gibi kuytulara kaçıyorum
Akçaburgaz yalnızlığıma sarmıyorum

Turgut Uyar

Sokaktan Geçen Kadın

Önümden geçen güzel kadın,
Şimdi evine gideceksin.
Buğulu camların ardında, geceye karşı
Soyunup döküneceksin…

Aklıma gelenleri bağışla
İnsanız, neler düşünmeyiz!
Bir görüp bir yitirdiğim, hayal meyal
Beyaz göğsün, gerdanınla kimbilir
Kimlerin koynuna gireceksin…

Ömrümüz yükte hafif, pahada ağır
Amanvermez haramilere kaçırılmış.
Hem olmuş, hem olmamış istediğimiz.
Belki, bana düşündürdüklerini, birgün
Sen de düşüneceksin…

Turgut Uyar

Sonnet

– Yalnızlık için*

Çekemezsin bir yere sineden başka.
Biliyorum günler hep böyle geçecek.
Ne akşamleyin komşu, ne bir akraba,
Ne bir dost, oturup karşılıklı içecek..

Yalnızlık sade şurda burda değil,
Düşüncede, hatırada ve dilekte.
Hangi taşı kaldırsan, nerde “of!” çeksen,
Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte..

Bilmem rengi nasıldır, boyu ne kadar.
Biçen her kimse yıllardır yanlış biçiyor.
Bir elbise ki, alabildiğine dar..

Nedir bir türlü sırrını anlamadık,
Kimdir bizimle böyle şaka ediyor,
Hangi cebini karıştırsan yalnızlık..

Turgut Uyar

Ölüm Yıkanması

kadınlarla yatanlar kazandı ve parlamentocular
şimdilik
güneşin doğuşunu ve batışını hiçleyip
ve sonra sessiz sedasız dünya işleri
orman kanunu evlenmek filân gibi

şimdi bunların hepsi olur, nasır gibidir
sen bana bir haber ver geçtiğin yerlerden
yollar güvenli mi buğdaylar nasıl
pilleri var mı radyoların
özellikle pilleri var mı radyoların
bak olduğu gibi söyle elin nerelerde
aklının akşamı nerde batıyor
başka
kaç çocukla yetiniyor herkes
herkes gülmüyor mu bazı şeylere
daha iyisi denizin mavisi
hangi ellerde şimdilik
daha doğrusu ölenler için

sen şimdilik elimi bırakma
sen deyince anlıyorsun
ne dediğimi
dayanıksız duvarları düşünüyorum
62 santimlik toplara dayanıp
bir yabanî incire dayanamayan
bir akşamın en pis saatinde
şiir yapmaya çalışmadan

şimdi, nasıl olsa yıkayacaklar biliyorum
çünkü kimleri kimleri yıkadıklarını gördüm
yıkamak boyun eğdirmektir onlar adına
önce tanrı adına sonra öbürü sonra doğa
öyleyse, hiç değilse
ölen o gözüpekler gibi
kahramanlar gibi demiyorum
kahramanlık ancak birlikte olmaktır çağımızda
kahramanlar çağrılır
enlem boylam farkları tepelenerek
ve en iyi tütünleri içerek
en iyi silâhları kullanarak
ve yıkarak sûzidil efsanesini
ve estetiğini Lessing’in
ve 89 devrimlerini aşarak
denizin, ilk girdiğin denizin
kaç kulaç olduğunu sezinleyerek

en azından yıkanmaya hazır olmalıyım
nallanmaya hazırlanan at gibi
bedenimi cömertçe kullanmalıyım
yani ölüme
yani rahatça ölmeye

şimdi sevgili hüznüm, boynumun borcu
gerçi sensiz düşünemem sanırsın
bir kuzeyde ayın buza vurmasını
üçbuçuk milyon kişinin bir ağızdan yemin etmesini
denizin yenilen tafrasını

yani ölüme
sevgili hüznüm, boynumun borcu
yaşarken diri olarak
severken diri olarak
ölünce diri olarak
dipdiri bir gövdeyle

Turgut Uyar

baharat yolu

– Ben eskiden bilirdim tiryaki bir aktar vardı
uzun birtakım saplar ve hazin kokular satardı

bir aşktı günden geceye hazırlayıp durduğu
sağlam aşkları ahşap bir duman olarak savurduğu

elleri üç-beş yüz insanın nemli karanlık gecesinde
oysa o nemlerle ne renkler parıldardı bir yol gecesinde

Haritasız bir coğrafya henüz, kansız bir aracılık
çünkü Akdeniz acemilere ve büyük odalara açık

Kervanlar gümüş bir ağıt gibi İllirya’dan Anadolu’dan
atlar, tüccarlar ve kılıçlar hiç köprüsüz geçerlerdi sudan

Ey canım büyük suların ve geniş yolculukların adı
dantelli kadınların ve adamların ağzında bir iklimin tadı

– Ve aktarın düşlerinin birleşmesi büyük başkentlerle
sivri burunlu ve para kesesi kullanan bazı kişilerle…

Dantel ve aranış, zencefil ve tarçın ve misk ü amber
bir kaleyi almaya, bir bayrağı kaldırıp indirmeye yeter

Herkesin önce bir cinselliğe yatkın cömertliği
havalandırırdı odaları, söylevleri, kervansarayları ve her

Anadolu bir geçiş, Pers bir yenilgi, Hint bir varıştı
ey canım ay başka, otlar adam boyu, ağaçlar bir karıştı

Herkesin ağzında Avrupa’da bir yabancı acılık
ve Akdeniz bütün tüccarlara ve el değmemişlere açık

Kervanlar sevinçli bir tunç olarak Anadolu’dan
develeri ve uzun saçlarıyla köprüsüz geçerlerdi sudan

Önce Bizans, sonra İznik, sonra ovalar belki
hepsinin bir pusula ve bir varıştı akimdaki

Aldılar geldiler giysileri ve at kişnemeleriyle
keselerinde altın ve bol ceplerinde kişnişleriyle

—Aktarın büyükbabası da kendi gibi aktardı
ahşap bir dükkânda bir yol bulmayı satardı…

Adalardan adalara, aktarlardan aktarlara ve bir rüzgâra
karıştılar müslüman Mezopotamya ve hıristiyan Roma

Anadolu bir geçitti amansız bir sultan buyruğuna
birisi kırkbirinci düğümü atarken bir kısrağın kuyruğuna

Bir dağın arkası güç aşılırdı, aşklar da aşılırdı
tarçınla, büyük güneşlerle mavi pilâvlar pişirilirdi

Bir ülkede bir kraliçe bir mektubu okurdu
mektupta firengili aşklar ve yeminler olurdu

Güzel kelimeler, solgun yüzler ve fetihler çağı
hepsinin gönderlerinde bol geçmişli bayrağı

Bir şövalye çelik zırhında gerinirdi hızla
kuzeyde aşk da geçerdi mevsim de hızla

Kraliçe büyük hışırtıları ve yanında şairleri
dokuz bölümlü şatolarında bir ileri bir geri

Baharat Yolu bir gün elbet daha da kısalacaktı
o sıcak ülkeler ve baharları onların olacaktı

Suyu alınmış yemişler, güneşte kurutulmuş nesneler
koyu yeşiller, asya kırmızıları, gecelerle tükenmeyen kösnüler

– Ve aktarın düşlerinin birleşmesi büyük başkentlerle
sivri burunlu ve para kesesi kullanan bazı kişilerle

Büyük macerası insanoğlunun büyük kalma tutkusu
ey canım ey yengeç dönencesinin büyük tutkusu

Büyük avcılarla kaplan dişi ve pazar toplayan
kadınlarını ve çocuklarını azar azar toplayan

Neyin varsa gitti gidecek kadirbilmez metropollere
şimdi ananasa, bibere, daha sonra petrollere

Hazırla artık büyük ve geniş o mavi elbiseni
her şeyin öyle eski öyle köklü öyle koruyor seni

Senin hüznün bir yazgıdır bir eski zamandır
büyüksün artık büyük dirimine beni inandır

Ellerin hep insancıl ve beceriksiz nereye koysan
kıpır kıpır her şeyini biriktirir parmakların bir duysan

Mavi yeşil bir hançersin hiç kınında durmaz
bir çocuğun yeşil mavi gözü, bakar yorulmaz

Bir değişmezlik sanırsın çoktan beri her şeyi oysa
bir vakitler güneyde öyle kötü kullanılmış ki

Ovaya yayılır, dağda toplanır, sevdanı çiçeklersin
Şattülarap’ta bir gece ay tutulmasını beklersin

Ve kervanlar ordu olarak dörtnala Orta-doğu’dan
azgın bir yenilgi gibi köprülerle geçerdi sudan

Bakırçayı kendini bildi bileli Marmara’ya akardı
kuzey güney iki kıyısında insanlar yatardı

Bir okşamaydı koca gözlü Akdeniz’in rüzgârı
zeytinleri karartırdı bir Celâlinin hassas topukları

Ve İstanbul’da Haliç’in kıyısında, tahmis çarşısında
bir sinagog, bir kilise, bir cami karşısında

– Bir aktar vardı bir topaç gibi Sakız şimşirinden
kaytanı İngiliz, dönüşü Hindistan güneşinden

Büyük avcılar gibi kaplan dişi ve pazar toplayan
bir ülkenin sıcağını azar azar toplayan

İncelik ve zencefil ve firengi, petrol ve bakır
önce Akdeniz yöresini ve sonra her yeri sardı

Sonunda yeniden geldiler, ekmek ve şirkettiler
çok uzak gittiler, Baharat Yolu’nun başına gittiler

Papazlar, krallar ve Avrupa’nın bütün kopukları
gökleri sevmenin ve gülleri sevmenin ülkesine vardı

Artık bir okşama değildi koca gözlü Akdeniz’in rüzgârı
bütün rüzgârlar Konya’dan aşağı Kilikya’dan yukarı

Rüzgâr hep o rüzgâr, Hint denizinde kaldırır suları
sevindirir kuytu limanlarda kadınsız korsanları

Baharat Yolu korsanlarla uzadı, kanallarla kısaldı
sonunda ne kaldı, bahar görmemiş ölülerden başka, ne kaldı

Suları gemilerle geçtiler birçokları boğuldu
kalanlar kurtuldu, ölenler bir eski hikâye oldu

Irmaklar, aktarlar, askerler ve bir akşamın yarısı
ırmaklar, aktarlar ve bir akşamın sadece yarısı…

Turgut Uyar