Gölgelik

Ağaçlar şarkısını döktü Boncuk Hanım
Bahçelerin duası ölüm üzerine nicedir
Deniz çekildi çekildi, buğday başağı bir çocuk
Harman yerlerinde köpüklenip duruyor
On parmağın gösterdiği güneşler
Çatılarda bir yoksulluk ürpertisi
Islık çalan kirpiklerde yıldız tozları
Puhu kuşlarından bir yatakta uzaklar
Yorgunlukla sürmelenmiş bir rüya şimdi
Bir kandil soluğu gökyüzünde rüzgâr.

Önce Ömür diyorum, sonra Hayal
Sonra sonsuz karlar içinde bir nar
Bir adam her gün biraz daha ölüyor
Gövdesi ağardıkça canı heves yarası
Ağzı geçikmiş zamanlardan bir kuyu
Rodos gülünü örtünmemiş üstüne
Limon çiçeklerine mahcup
Varsa yoksa gülhatmilerden bir yoksul harf
Kimi sevse gözlerinin bebeğinde o çığlık:
“Dinle imdi sen o zarı arı inler bal içinde.”*

Dünya aklında tutmaz kimseyi sürmelim
Benim, sevgilim diye diye çırpındığın
Senin, huzur diye unuttuğun
Ne varsa gövdemizde tüten
-Bir karabatak sulara dalıp dalıp çıkıyor-
Bir yasemin kokusu kadar sürmez hükmü
Tanrının can bulduğu bu gölgelikte…

Şükrü Erbaş
2014
-pervane-

* Pir Sultan Abdal…

Kelebek Etkisi

Çok şehirden geçerim de
Senin şehrine gelince durur kalbim
Adının harflerince türküler tuttururum
Sen bilmezsin içimde binlerce kuş adını cıvıldar
Ağaçlara salıncak kurmak geçer içimden
İçimi seninle doldurup göğe dokunasım gelir.

Bilir misin ben bir kelebeğin kalbiyim
Sen nefes aldıkça kanatlarım tüllenir aşkınla.
Üç günlük ömrümün dördüncü gününe de seni yazmış Yaradan.

Sen kanatlarımı tutunca
Denizler kabarır içimde
Kuytularında saklı çocuğu görür
Ansızın annen olurum
On iki yaşına giderim senin.
Baban olurum.
Çocuk gözlerinden sarılırım sana
Kirpiğinin aralığından içini severim.
Kar yağan omuz başlarını öperim
Sonra tutarım elinden parka götürürüm seni
Salıncak kurarız ağaçlara
İçimi seninle doldurup göğe dokunasım gelir.

Yüreğimi yüreğine dayayınca
İçimde binlerce kuş adını cıvıldar
Adının harflerince şiirler okurum
Senin şehrinde duran kalbimi
Avuçlarına bırakırım.

İçinle  içim ısınır.
Sevgilim…
Oğlum…
Babam…
Ben bu koca şehri
kanatlarıma yükledim de geldim kalbine.

Liya Zerya

Tahmis-i Rüşdî

Çarh-ı dehri ey gönül aldanma dolabdır döner
Bir hevâ-yı gaflete tâbi’ olan bâbdır döner

Bâd u gam önüne düşmüş ayn-ı hîzâbdır döner
Cerr ider bir gün vücûdun girme girdâbdır döner

Ademi yardan atub elbette kizzâbdır döner.

**

Kemend-i riştesi habl-i belâ dâm-ı kesel çıktı
Vefâsın umduğum beyhûde vü tûl-i emel çıktı.

Vücûdum sandığım bir sûret-i darb-ı mesel çıktı
Hayât-ı âbı deyû el sunduğum çam ecel çıktı

Ne şüphe menzil-i me’vâ olur câh-ı adem bir gün

**

Tîşe-i gamdır keser ömrün hemişe dalını
Sanma ruhsattır anın bu hîle-i imhâlini

Pür zevaldir dediler ehl-i ukûl ikbâlini
Kâmil idrâk eyledi gördü sebak ahvâlini

Anladı bu kez rûy-i kezzâb-ı ahcâbdır döner.

**

Rüşdiyâ deryâb-ı ezdil mâcerâyı âlemi
Görmüşem bunca nebî mürsel velîler hoşdemi

Âsiyâb-ı dehrin elbet hâk ider her Âdemi
Gör tedârik vaktidir aldanmayub pîş ü kemi

Ruhsatı fevt itme kim bir emr-i nâyâbdır döner.

**

Gözün aç can kulağın tut nokta-i dilde it perçin
Ne senden kimse incinsin veyâ sen kimseden incin.

Süleyman Rüşdî

Çok Kullanılmış Bir İkindi Vaktinde Orhan Gencebay Dinlemek

   Oradaydılar. Merdivenlerde üç kişiydiler. Bakışlarını arada sağa sola çevirip dalgın konuşmalar yapıyorlardı. Biz banktan onlara bakıyorduk. Rüzgâr seslerini bize getirmese de yarım ve solgun varlıklarının izdüşümlerini önümüze getirip bırakıyordu. Eksik parçaları içimizde tamamlayıp, onlara bakmayı sürdürüyorduk. Issızlığın iliklere işlediği bir öğle vaktiydi. Avluda uçuşmaya çabalayan kâğıt parçaları bile yetmiyordu zamanı canlandırmaya. Orada, hayali dünyamıza sunulmuş silik görüntüler halinde kalakaldılar.

   Bir ara  gülümseyerek geçti yanımızdan. Dargın olduğu birine bile gülümseyebilmeyi nereden öğrenmişti? Ne kadar ölçülü, tartılmış ve nazik bir tebessümdü. Ben nasıl gülümsedim acaba? Onun kadar ustaca olmasa bile ben de gülümsedim. Ama kızmadım o gülümsemeye, haklıydı ve gene de surat asıp geçmenin yozluğu yoktu yüzünde. Gülümsemesinde bir kez daha varlığımı sorguladım. Hayır, büyük suçlar ve hesaplaşmalar yoktu. Ama “keşke” vardı içinde. Daha özenli bir tavrım olabilirdi ona ve kendime karşı. Onlar ise küçük bir kararı abartılı bir titizlikle alıp bahçe kapısına doğru uzaklaştılar. Ben kendi ikindimin kapılarına geldim dayandım. Bir de, eteği ile tişörtü arasında iki parmak tenini görebilme cesareti gösterdiğim başka bir kelimeye bakışımı anımsadım.

     “Fotoğrafını çekicem” dedi. Baktım makineye. “Gülümse” dedi. Gülümsedim. Alnımdaki terleri sildim. Ama gülümseyemeyişim aklımdan çıkmadı bir türlü. Koridorları dolduran kahkahaya bu kez sevgiyle baktı kulaklarım. Kızlar şirin tebessümler takınmışlardı. Kendimi dağınık yüzler arasında kime nasıl bakmalıyım telaşı içinde hissetim. Bir ara şu sinemasal an da oldu: Merdivenlerden inerken, önce o, sonra diğeri, sonra da öbürü yanımdan geçti. Ben zihnimde bu geçişlere birini daha ekledim. Haz aldım bu kamerasız anlardan. Biri ise iyi tatiller cıvıltısıyla odayı terk ederken sesim onu kapıda yakaladı:” İyi tatiller ….   hocam.” Buna gülünmesi durumun aydınlığı açısından hoş oldu. Sabri güzel ve doğru bir kahkaha attı. Bazen birbirimize öyle sağlam ve tepeden bakıyoruz ki ancak biz biliriz bunun değerini.

     Yüzümdeki örtüyü kimse kaldıramadı henüz. Geldim odama. Hayal kırıklıklarından oluşan o hava, o koku beni bekliyordu. Bilgisayarı çalıştırdım. Çalışır çalışmaz ben de başka birine dönüştüğümü hissediverdim. Gövdemden aşağıya ve yukarıya doğru, karmakarışık harf dizilerinin gidip gelişlerini dinlemeye koyuldum. Odayı dolduran o zamansız ve sonsuz ikindi yerli yerindeydi.

     Kendimi seyretmeye başladım.            

    13.06.2009

Süleyman Unutmaz

Bir Kış Günü Anısı

Akşamüstü
Soğuk rüzgârın altında
Bir serçeyle oynaşıp duran
Çocuğun biri
Gece birdenbire
Ölüverdi.
Ertesi sabah
Her taraf buz tutmuştu,
Kardeşi telgraf çekmeye gitti,
Anne bütün gece
Yaşın yaşın ağlayıp durmuştu
Çocuğun babası vazifedeydi
Denizdeydi.
Bu olaydan sonra
Serçeye ne olduğundan
Kimseciklerin haberi olmadı.
Karayel bembeyaz etmişti caddeleri.
Bir su kovası çatladı
Ve babadan tele cevap geldi:
“Şimdilik dönemiyorum.”
Ya anaya ne oldu artık?…
Bugün okulda
Teli gönderen kardeş
Azarlandı, paylandı.

Nakahara Chuya

Yağmur

Babacığım
Senin acı günlerini
Düşüne düşüne yürüyorum
En acı gününde
Birşeylerden haberim olmaksızın
Yabanî üzüm toplamak için
Dağda bulunmam gerekmişti.
Sık sık bana derdin ki
“Sakın ekşi korukları yiyip te
“Dişlerini kamaştırma e mi…”
Ve biz küçükler için dua edip
“Bana söz verdiler Tanrı’m
“Bir daha üzümleri
“Olgunlaşıncaya kadar
“Bekleyecekler…”derdin.
Yüzün
– Ne zamanki ve neredeki
Halindir bu hatırlamıyorum –
Gözyaşları ve gülümseyişle
Şimdi geri geliyor bana.
Ben 42 yaşındayım bugün
Senin 42 yaşında
Olduğun günleri düşünüyorum
O günlerde ben
13’ündeydim babacığım
Ve bir patlangıç istiyordum.
Ben 15’indeyken
Büyük bir yağmur bastırmıştı.
Silip – süpürmüştü evleri
Pek çok insan ölmüştü
Sen diyordun ki:
“Nuh’un gemisi gibi
“Bir gemiye ihtiyacımız var şimdi.”
Biz kardeşler titreşerek
Birbirimiza sarılıyorduk.
Şimdi akıl erdiriyorum ki
Sen o felâketi
Yenmeğe çabalamış
Ve ölmüştün.
Sen ölünce babacığım
Hüngür hüngür ağlamıştım
Daha 15’imdeydim çünkü.
Bugün bile
Seni düşündükçe
Evine saçından – tırnağına kadar
Sırılsıklam dönen
15’inde bir çocuğum
Babacığım.

Oe Mitsuo
Çeviren: Sami Akalın

7000. Paylaşım

yenilmişler için birinci parça 

gene mahzunuz muhip! onlar sevindi

sallantılı aşklar şakırdar yerkürenin kulağında
başarı tanrısı beton akıllara hükmünü bildirdi
Spartakus değil, işte gene Sparta kazandı
biz, büyüyen kiplerin tanrıları
“ve cümle yitikler, mağlûplar, mahzunlar”
Bir meyhaneyi bile haneye çeviremeyiz artık

ey akşamın son çocukları, sonsuz
ormanlara kaybolan okşayış ve sonrasız
sulara susayan Cravan’ların akşamı
ismiyle çağrılanların son kafilesi mi duruyor gölgenizde
şairlerin atası son defa mı bakıyor arkasına
“ruhlara tutunup dil dökmeye çalışırken Eurydice”
mülkiyetin erdemi mi çalar yakınlıkların kapısını
ey rintlerin son akşam yemeğine yetiştirilen
Karısı’nın Hırsız’ı

işte gene cumhuriyetin alfabesiyle dolanırız yenilginin kalbine
işte gene onlarsızız: Mişkin, Peçorin, belki Onyegin
ey bizi büyüten imge! ulu değil
ulur gibi eziliyor r
kardan adamların ilk a şapkası: aksan konfeksiyon
ey Ahmet’in, Arthur’un, Nazım’ın ve Baba’nın yırtıldığı an

gene yenildik muhip! onlar kazandı

bizim için yitik Dutchman’di, çok söylemiştik, uçardı
biz uçardık esrimenin bin türlüsüyle; kahvaltıda bile
o ülkeden mi gelmiştik, sevişirdik düşağacının altında
hoyrat akşamüstlerinde, Erzincan’a giderken Fahriye ve
bir yerden bir yere giderken bile sevişmenin bin türlüsüyle
zaten bizim bir yerden bir yere gitmemizin adıydı Cemal
ve Edip’di en iyi yol arkadaşı yazıyla; mektuplarımız yanlış
zarflara konulurdu ve hep topuğumuzdan vurulurduk nedense

bir hal midir yiten ve gidiş sıfır ve artık hiçbir çocuk ağız tadıyla
okuldan kaçmıyorsa, inmiştir üstümüze tam dört yüz darbe
inmiştir high-tech felci inimize
“ve cümle yitikler, mağlûplar, mahzunlar” Muhip! onların elinde



yenilmişler için ikinci parça 

                                                Yeşim Dorman için

peki beni kim intihar etti
kim tedavülden kaldırdı böyle erken
inlerken görülmem hoşlarına gitmedi mi
bir içevurum fazla mı geldi bu sığlıkta
nasıl da dijital şimdi yakınlıklar
parlak kanatlarıyla gökyüzüne kaybolurken anka
kimse tanrıyım demesin, hepimiz sarhoş kaldık
varedene duyulan hasret gibi yoksul anda

nerde şimdi Burgonya Beyleri, Kara Şovalye
gölgeye dokunanlar nerde
böyle erken mi kesilecekti sözüm, tam da burada
ciltler dağıldı, dağıldı olmayan ne varsa
güzel sözcüklerim, Mallarme’m, Yahya’m nerde
beni de beni de beni de… intihar ettiler
dosya kapandı, katilim nerde


yenilmişler için üçüncü parça 

                                Mahmut Sezen için”

“biz buraya hiçbir yerden gelmedik”

doğrudur; kuşkusuz bir babadan, sapan camlarından belki
inanmanın ayrık her halinden, ansızın dağılan bir şeylerden
seksen beşlik babaanneden –ki anne’annesini sevenlerin yolu ayrıdır
hep – evlerden, güneşi saklı taşlıklardan, kapı aralıklarından dinlenen
Tatyos Efendi ve Neveser Kökdeş Hanımefendi’den
hele bir kadından, hele tek bir kadından, tekbir seslerinden
üç Alilere kırdırılan boynundan senin, astroloji kitaplarından
kısa pantolonlu cumhuriyet bayramlarından, tunç imgelerden
açık alınla gökyüzü avlamalardan da gelmedik

biz buraya gelmedik

“azgın itlerin kovaladığı ruhum” oh! azgın itlerle kovalanan
düşüncenin sürüklediği dipten, diptekilerden
dipsiz bir ana bocalayan yolayrımlarından
yok bir günün ilk sesleriyle sefere çıkan
yoksul sadakat bekçilerinin hazin seslerinden de gelmedik
“ben onun yanlış anlaşılmasıyım” denilmişti bir kez
belki bütün yanlış anlaşılmalardan, yetersizliğin aslolduğu yerden
Montmarte’a yel değirmeni çizenlerden, martyre’lerden: Cemil Meriç
kolsuz kahramanla soluk soluğa Abdullah Ziya
Abdullah Djevdet ve Mizancı ve Prens ve Rıza ve’den
ama hayır! jön değiliz, kese de şangırdatmadık
tek bir söz, belki hepsi onu söyledik geleli’beri

biz buraya hiçbir yerden geldik

yenilmişler için dördüncü parça 

aklımın sınırlarında dolaştım
uçuruma inmeyecek kadar temkinli miydim yoksa
yoksa sandığım kadar değil miydim? ne çok soru
kırılan sesler kırıldıkları yerde kalmıyor işte
an dokunaklı bir halden çok, hazin
olmakla aramızda nasıl da uzuyor ara
yara büyüyor aldırmazlığın kara gözlerinde
işte, ayaklarım bir iklimden diğerine duruyor
hiçbir yere, ah! bun hiçbir yere gitmiyor

ne söylememi istiyorlar, yanıldığımı mı
zamansız bir Akhilleus muyum sanki; yok
aklımın ufkundayım, görüyorum sırtlanları
iktidar ve muhalefet! yerin dibine batsın düalite
ete saplanmış bir aşk nasıl haz verir, kim bilir
kim bilir tırnakların söküldüğü kara gülüşü
dil iskelesinde karaya oturan kayık nasıl dağılır
kim bilir hazzın bütün iskeletlerinden geçtiğimi
gözüm arkada değil içerdedir. sözüm

… sözcükler, tutsaklığım benim

Orhan Alkaya

Ez rebana we kula dıle tede mayibim Xuda deste tew Zeyno jar kutkır inşallah wıne dınyaya di gıhın hev.

“Bu notlar kimin eline geçerse lütfen aileme yetiştirin. Bu istek vasiyetimdir. Olmazsa mezarımda rahat uyumam valla. Ben Zehra Kaya”

29/04/2016 Cuma

KARDEŞİM RAMAZAN VE APTULLAH’A

Merhaba küçük kardeşlerim durumunuz nasıl iyi misiniz hayat nasıl gidiyor. Valla burada hayat baya hareketli düşman yanı başımızda ve her gün vuruyor bakalım sonumuz nasıl olacak sizi çok özledim Ramazan kardeşim özellikle sana yazıyorum ben öldükten sonra sakın katılım yapma ben bir dava üzerine gelip katılmadım bu hayattan sıkıldığım için zeynosuz kaldığım için beni bu hale getirende örgüttür. Her şeyi bu hale getiren her şeyi yıkıp geçen bunca ölümün sebebi gene örgüttür. Onları hala da sevmiyorum ve sevmicemde. Hayatınıza bakın hiçbir şeyi takmayın çünkü bu dava gereksiz ve boş bir davadır. Hepimizde bir piyonuz kim güçlüyse daima güçsüzü yeniyor senden tek isteğim odur ki bu örgütün içine asla katılma. Sizi çok ama çok özledim benim küçük kardeşlerim biliyorum gidişim sizi çok üzdü hayal kırıklığına uğradınız ama yapabileceğim bir şey yok duygularım beni ölüme sürükledi neyse küçük kardeşlerim benden bu kadar ölmeme az kaldı hakkınızı helal edin sizi çok seven bahtı kara ablanız (Zehra Kaya) MESKEN NISEBİN
Te go çııııııı 🙂


BENİM SERT GÖRÜNÜMLÜ ABİME

Sevgili abim Rıdvan seni ne kadar çok sevdiğimi unutma, biliyorum diyorsundur hangi yüzle yazıyon çok haklısın ama ne yapayım son bir kez yazmak istedim durumun nasıl nasıl geçiyor amansız hayat oy abim bu yaşında sen de almışsın koca yükü sırtına dilerim ki Rabbime tez zamanda sana bolluk ve bereket huzur ve mutlu bir yaşam tanır. Nanoya iyi bak o benim oğlum, kardeşim, babam, annem her şeyim onu o kadar özlemişim ki doyamadım ona lütfen senden tek bir isteğim var yengeme iyi davran senden o kadar büyük bir beklentisi var ki çocukları da kırma bu son isteğimdir senden onları rahat bırak fazla baskı kurma. Yengem ona çok iyi bak lütfen hep onu sevdiğini ona değer verdiğini hissettir. Onu hep dinle çünkü emin ol ki o çok temiz kalpli ay kesin şuan diyosundur bu da amma da şey istiyor neyse kahramanım az bir süre kaldı belki bugünlerde ölecem valla kaç defadır ölümden kurtuluyorum bomba atar parçalarıyla yaralandım şimdi durumum iyi neyse. Abim benden bu kadar seni çoook ama çoook seven küçük ve bahtı kara kız kardeşin Zehra. “HAKKINI HELAL ET” ELVEDA GÜZEL İNSAN

HAKKINI HELAL ET ELVEDA GÜZEL İNSAN NUR YÜZLÜ BABAMA

Ah benim bahtı kara babam ne yapıyorsun durumun nasıl seni çoook özledim sana o kadar ihtiyacım var ki anlatamam. Biliyorum şuan çok üzgünsün gene katılım yaptığım için ama mecburdum çünkü Zeynep yok biliyorum bencillik yaptım bir insan için sizi arkamda bırakıp terk ettim (ama ne yapayım içim anca böyle rahat olurdu neyse ne diyelim kader utansın. Babam benim, seni her gün buradaki arkadaşlara anlatıyorum ne kadar fedakar ve anlayışlı olduğunu söylüyorum seni çok merak ediyorlar ee herkese böyle bir baba nasip olmuyor dimi ama yaşasın çok şanslıyım ah benim ak saçlı babam sende çok çekmişsin bu hayattan ve hala da çekiyorsun umarım bundan sonra çok mutlu ve huzurlu bir yaşantın olur. benden de kurtuldun imzaydı mahkemeydi artık koşuşturmican oley. Seni çok seviyorum yiğit babam keşke sana layık bir evlat olsaydım ama olmadı benden hayır görmedin umarım diğer kardeşlerimden görürsün neyse ben kaçar hakkını helal et benim yiğit ve o kadar temiz kalpli babam
SENİ ÇOOOOOOOOkk AMA ÇOOOOk SEVİYORUM
Saygılarımla


CANIM ANNEME (HELİMA YA ŞİRİN KADIN)

Annem benim tontişim gül yüzlüm ne örüyon durumun nasıl seni çook özledim. İnanmazsın biliyorum ama burnumda tütüyon. Birlikteyken hiç anlaşamıyoruz valla suç bende benle geçinilmiyor yeminle taş kafalının önde gideniyim keşke beni doğuracağına taş doğursaydın bu halime. Biliyorum sana çok çektirdim hakkını da bana haram ettin ama ne yapayım Zeyno yok yaşayamıyorum. Sana iyi bir evlat olamadım huyum kurusun ah be annem hep diyordun ya bu yaşta kendine neler çektiriyorsun diye valla haklısın bu yaşta kendimi yaşlandırdım bilmiyorsun sırtımda ne kadar ağır bir yük var. Zeynonun annesi beni suçluyor ama yemin ederim ben ikna etmedim. Size kızdık dağa çıktık ooff oof annem bilsen ne kadar acı çekiyorum bilsen ne kadar yanıyor bu yüreğim bir türlü kendime gelemedim… Annem senden son bir isteğim var, olurda öldüğüm zaman gözüm açık kalırsa kulağıma şunu fısılda: Ez rebana we kula dıle tede mayibim Xuda deste tew Zeyno jar kutkır inşallah wıne dınyaya di gıhın hev. 
Bunu fısıldadığın an eminb ol mezarımda rahat uyuycam. bide vasiyetimdir. Yan tarafımı Zeyno için bırakın aynı toprağın altında ve yan yana yatalım beni affet diyemicem çünkü yüzüm yok. Seni çook seven kızın Zehra.

ABİM DELİLE

Delil abim durumun nasıl nasılsın. Hayat nasıl gidiyor. benim hayatı soracak olursan kötü gidiyor. Arkadaşlarımın yarısı şehit oldu bir sürüde yaralı var moralim sıfır ah be abicim o kadar kuşkum var ki zeynosuz ben yaşayamadım yapamadım onun yokluğu bana o kadar acı veriyor ki her şeyimi ona bağlamışım keşke bu hayata düşmeseydik keşke dağ illetine çıkmasaydım ne bileyim anlık bir öfke ve kin bizi ne hale soktu. Burda bulunmamın tek nedeni zeynep’tir o yok ben nasıl yaşayım hem annesi benim içime öyle bir dert koydu ki zaten acım bana yeterdi bide o acımı katladı benim arkamdan diyordu o zeynoyu götürmüş ah ah ah benim ahım bizi ayıranların başına taş olsun neyse abim sende bir an önce evlen yuva kur. Valla yaşlanacan kimse seni kabul etmicek. benden bu kadar kendine çok iyi bak hiçbir şeyi kendine dert etme hayat bu ne zaman nerden vuracağı belli değil seni çok seven küçük kız kardeşin
Zehra Kaya

HAYAT BUYSA ÜSTÜ KALSIN

Ey kalleş hayat bana kalmadın da

Bende sana kalmıyorum!!!

Son sadırlar bunlar.

Zeynep Kaya

Benim Allahım

Marcel Proust’un çok yıllar önce keşfedip yazdığı gibi geçmişin anıları, kokular âleminin muhafızlığında saklanır ve her koku bir kapı açar o unutulmuş sandığınız zamanlara.

Üstüne çörek otu serpilmiş pişkin pide kokusu, birçokları gibi beni de alır bir fırının kapısına götürüp bırakır. 

Vakit nedense sonbaharın son günleridir.

Hava serincedir ve akşam inmeye hazırlanır.

Kendine bir iş yaratmak isteyen yaşlı amcalarla çocukların biriktiği uzun kuyruktakiler, minare ışıkları yanmadan önce pideleri alıp iftara yetiştirebilmek için telaşlarını saklayan bir sabırla beklerler.

Sünnet hediyesi bir saati bileklerine takabilmiş olan çocuklar sık sık saatlerine bakarak iftar vaktini hesap etmeye uğraşırlar.

Ben o çocukların arasında beklerim.

Ayaklarım üşür hafiften, açlığımla gurur duyarım.

Diğer çocuklar gibi benim de yüzümde başka zamanlarda pek rastlanmayan bir ciddiyet vardır, önemli bir iş yapmakta olduğumu bilirim.

Ramazan’ı belki de en çok bundan severim. 

İftar sofrasına oturulduğunda kimse çocuk muamelesi yapmaz sana, oruç tutmaya başlaman büyüdüğünün işaretidir ve büyükler şefkatli bir saygıyla davranırlar büyümeye başlayan çocuklara. 

Fırına girdiğinde, pişkin hamur kokulu sıcacık bir buhar çarpar yüzüne.

Fırıncı, uzun saplı küreğini ateş renkli fırın kapağından içeri sokar ve olağanüstü bir ustalıkla içerdeki pideleri seri hareketlerle küreğinin üstüne dizip hızla çeker.

Çıraklar, müşterilerin elleri yanmasın diye kâğıtların üstüne koyup verir pideleri.

Ama ellerin gene de yanar.

Konuşmalar kısa kısadır, kaç tane istediğini söylersin sadece.

Elinde hazırladığın parayı verirsin, aceleyle alırlar.

Kutsal bir ortaklık, herkesi iftara zamanında yetiştirebilmek için müthiş bir yardımlaşma vardır.

Kimse kimsenin sırasını kapmaya çalışmaz. 

Ezana birkaç dakika kala pideleri alıp hızla koşmaya başlarsın, bir iki kez tökezleyip düşecek gibi olursun ama zaferle girersin eve.

Sofra hazırdır.

Herkes sofranın başındadır.

Topun patlamasını sofrada beklemek sevaptır çünkü.

Teyzen hemen pideleri parçalayıp bir kayık tabağa dizer.

Sen de sofraya oturursun.

Top patlar. 

Hayır, acele etme, açsın ama gene de aç değilmişsin gibi uzanmalısın o ilk zeytin tanesine. 

Büyük bir adam gibi. 

Sen artık büyüdün, sen oruç tutuyorsun, sen bu sofrada saygı görüyorsun. 

Ve, Allah seni seyrediyor. 

Her davranışını görüyor, onun için oruç tuttuğunu biliyor, telaş ederek onu utandırmamalısın, sabrı öğrenmelisin.

İlk zeytinin damağına yayılan kekremsi tadı, sonra bir bardak su.

Sonra çorba.

Çorbadan sonra ilk mırıltılı konuşmalar.

Gerçek, saf, içe işleyen bir mutluluk, bir sevinç, büyük bir koruyucun olduğuna inanan o mutlak güven ve huzur.

Sen iftarını açarken Allah sana gülümser, memnun olur, sen iyi bir çocuksun seni sever, sen onu seversin.

Benim Allahım öyleydi, severdi beni, onu kızdırdığımda bile severdi, ben de onu severdim, korkmazdım hiç ya da diyelim babamdan korktuğum kadar korkardım, daha fazla değil. 

Ne garip beni Allahın olmadığına dindarlar inandırdı, öyle bir Allah anlattılar ki benim Allahıma hiç benzemiyordu, öfkeli, kızgın, gazaplıydı anlattıkları, cezalandırıyordu.

“Bu benimki değil” dedim, dinimiz birdi ama Allahımız farklıydı artık.

Yollarımız ayrıldı.

Ben çocukken teraviye korktuğumdan gitmiyordum ki, oraya sevindiğimden gidiyordum, Allah gülümsesin diye gidiyordum, memnun olsun diye gidiyordum ve o memnun olduğunda ben çok seviniyordum. 

İyiydi bizim aramız. 

Konuşurduk bile.

O bana pek cevap vermezdi, daha ziyade ben söylerdim o dinlerdi, isteklerimi samimice anlatırdım, “şu sınıfı geçmeme bir yardım etsene” derdim, sesini duymazdım ama gülümseyip “böyle haylazlık edersen benden yardım bekleme” dediğini sezerdim, hiç gücenmezdim, gülümserdim, “çalıştıktan sonra ben de geçerim ne olacak” demezdim ama aklımdan bunun geçtiğini onun bildiğini bilirdim. 

Küstü mü acaba diye endişelenirdim. 

Kızması değil ama küsmesi kötü olurdu, bak küsmesinden korkardım. 

Onu küstürecek bir şey yapmadım. 

Büyüdüm, günah işledim ama onu küstürecek günahlar değildi bunlar, bilerek kimseye kötülük etmedim, kimsenin hakkını yemedim. 

Benim günahlarıma sizin Allahınız çok kızabilir, benimki kızmaz işte, belki bana şöyle bir parmağını sallar ama o kadar.

İyidir o, çok iyidir.

Onun için belki ben, fırın kapısında pide bekleyen çocuğu böylesine şefkatle ve sevinçle hatırlarım.

Onun için belki ben, işler çok sıkıştığında şöyle gökyüzüne doğru bir bakarım.


Ahmet Altan

Güneş’e

göz ardı edilemez aydan güzel, ayın soylu ışığından,
daha güzel yıldızlardan, ün salmış nişanlarından gecenin,
çok daha güzel yalımla bezeli çıkışından
bir kuyruklu yıldızın,
tüm yıldızlardan çok daha görkemli güzellikleri barındıran
güneştir,
senin, benim, onun yaşamını her gün elinde tuttuğundan.

güzel güneş, doğan, hiç unutmadan ulu yaratısını
tümleyen, en güzeli yazın günlerden bir gün
kıyılarda kaynayıp buharlaşınca, yelkenler güçsüz,
edilgin yansımalar kimliğinde kayıp giderken
göğsünden gözlerinin,
sen yorulup bitene, en son zamanla en son uzam da kısalıp
gidene değin..

sanat da bürünür peçesine güneş olmazsa
görünmezsin daha gözüme, deniz de, kum da görünmez,
kaçarlar kamçılanarak gölgelerce gözkapaklarımın altına..
güzel ışık, sıcak tutup koruyan bizi,
açılmasını gözlerimin; görmemi sağlayan seni bir daha!

güneşin altında yoktur daha güzeli, güneşin altında olmaktan…

sopayı suda görmekten, kuşu yukarılarda
uçar görmekten, düşünerek uçuşunu,
balığı aşağıda sürülerle görmekten güzeli yok,
renkli öyle, biçimli gelip de dünyaya bir ışık saçışıyla,
çevreyi görmek için, tarlanın değirmisini,
binbir köşesini ülkemin,
üstüne giydiğini görmek için.. giysini çan gibi,
çıngırak gibi, hem de mavi!

güzelim mavi, içinde tavusların gezinip eğildiği,
ötelerin mavisi, mutluluğa özgü yörelerin,
duyarlılığıma göre havaların mavisi,
ey mavi rastlantı çevren çizgisindeki!
kabına sığmaz gözlerim
açılır yeniden ardına dek, açılır, kapanır,
yanarak yaralar kendilerini..

güzel güneş, sensin en büyük tansımaya değer gördüğü
tozun bile,
ayın ardından değil öyleyse, yıldızların ardından değil,
ya da gece kuyruklu yıldızlarla övüngence parıldadığından ,
bende bir çılgın aradığından değil,
senin ardından, senin yolunda, pek yakında sonsuzca ,
hiçbir şey uğruna yapmadığım, yapmayacağım denli
yanıp yakılacağım
gözlerimi hiç dönüşsüzce yitirmiş olduğuma..

Ingeborg Bachmann