İp

Odada
Neydi onlar, açmalık belki;
Camekânda neft, güherçile,
Belki de rum ateşi.

Yanıbaşımızda
Bir su akardı eli serçeli,
Sepetler tıklım tıklım havlu, bez;
Öpüşlerle yeniden çizerdim seni.

Üstümüzde
Uzayıp giden çamaşır ipini
Kimi ben görürdüm, kimi sen;
O ipti işte aşkın yazı dili.

Dünyada
Bakışımlıydı, çocuktu bedenlerimiz
Ezilir ezilirdi aralarında
Yağmurkuşugillerden biri.

Cemal Süreya

Üzerinden Sevişmek

Başkaları da var masada
İleri geri konuşuluyor

Ötedesin o adamın duldasında
Gözkapaklarına bürünmüş adam

Eli her an omuzunda
Eğiliyor sigaranı yakıyor

Teşekkürler sigara dumanı,
Sağolasın o adam!

Onunla gelmişin buraya
Yüzün yandan ve uzaklarda

Niçin sevmiyorsun duvar kağıtlarını
Hoş belki de seviyorsun

Herkes az buçuk sarhoş
Herkes bir şeyler söylüyor

Ama yalnız ikimizin sözcükleri
Sarmaşdolaş

Üzerinden sevişmek, kadınım,
Sigaranın, Asya’nın, omuzların,

Üzerinden aile fotoğraflarının
Eller nasıl duygandır nasıl yalın

İki ses, iki bakış, gelişir nasıl
Tek bir cümle gibi, sözlere karşın

Sivri topuklar nasıl ortasına
Gömülmüştür belleksiz halıların.

Cemal Süreya

 

Uçurumda Açan

Aşktın sen, kokundan bildim seni
Bir ahırın içinde gezdirilmiş gül kokusu
Taşıttan indin, sonra da karşıya geçtin
Elinde tuhaf bir çanta, saçında soku

Akıl almaz işleri şu zambakgillerin
Sokakta bir sövgü gibi akıp gittin
Gözlerin sonsuz uzun, sonsuz çekikti
Baksan uçtan uca Çin Seddi’ni görebilirdin

Yanındaki adam mutlaka kardeşindir
İstanbul öyle ağırbaşlı bir kent değildir
Aşktın sen, gidişinden bildim seni
Neye yarar sağduyuyu aşmazsa şiir

Birbirinizi kucaklarken neye yarar
Kucaklamıyorsak eski, yeni sevgilileri
Diyorum çoğunca evli kadınlar
Bu yüzden ölü yıkayıcısıdırlar

Bilir misin acaba ne demiş tilki?
Kişi bir anda nasıl çarpılıverir
Kuliste yarasını saran bir soytarı gibi
Giderek nasıl anlaşılmaz olur sözleri

Ömer ki gölü balığı için değil
Kamışı için vergilendirdi
Ama değnek vurulurken zavallı uğruya
Yüzüne ve neresine değmesin derdi

Selam size büyük durumlar, doruk anlar
Dağ görgüsü kazanır Ağrı’yı bir kez görse de kişi
Marmara’dan yirmi yılda çıkaramayacağı gerçeği
Okyanusu beş dakika seyretmekle kavrar

Belki de biraz geç rastladım sana
Ama her şey geç gelmiyor mu yurdumuza
1929 buhranı bile geç gelmemiş miydi
Eksikliğe mi alışmışız, mutsuzluğa mı yoksa

Bir ahırın içinde gezdirilmiş gül kokusu
Ağır uykusu aldatılımış olanın
Ve aldatanın delik deşik uykusu
Taşıttan indin, sonra da karşıya geçtin

Divan, Nazım Hikmet, İkinci Yeni
Kaç gündür adını düşünüyorum
Ne demiş uçurumda açan çiçek
Yurdumsun ey uçurum

Cemal Süreya

Lethe

Göğsüme gel, sen acıma bilmez, sağır can,
Tapılası kaplan, aldırışsız ifrit, gel;
Gönül ister ki titrek ellerim şu tel tel,
Derin yelenin içine dalsın bir zaman;

Senin rayihanla dolu eteklerine
Acılı başım gömülüp kalsın isterim,
Yok olup giden sevgimin koklasam derim
Tatlı küf kokusunu derinden derine.

Ölümden daha tatlı bir uykuya varsam !
Uyuyuversem ! benim neyime yaşamak
Yüreğim titremeden, bakır gibi parlak,
Pürüzsüz tenini öpüşlerimle sarsam.

Dingin hıçkırıklarımı boğup yutacak
Tek yer senin kucağının uçurumudur ;
Ağzında hep o yaman unutuş durur
Ve öpüşlerinden Lete boşanır ancak.

Yazgıma, ki bütün zevkim oldu şimdiden,
Boyun eğeceğim sonuna dek saygılı;
Uysal kurban, işlenmemiş suçtan yargılı,
İşkencesi coşkusuyla daha artan ben,

Kurtulurum elbet çektiğim bu azaptan,
Nepentes*ler, baldıranlar emerek bütün
O güzelim uçlarından dimdik göğsünün,
Ki altında yürek olmadı hiçbir zaman.

Charles Pier Baudelaire
Çeviren: Sait Maden

Semper Eadem

“Sana nereden geliyor, dedin, bu garip hüzün,
Çıkan deniz gibi çıplak ve siyah kayaya?”
– Hasadı erişti mi bir kere gönlümüzün,
Yaşamak bir dert olur! Bilinen bir muamma.

Pek sade bir ızdırap ve esrarsız, gizlisiz,
Ve tıpkı senin neşen gibi, herkese mahsus.
Vazgeçöyleyse sormaktan, güzel mütecessis!
Ve sesin o kadar tatlı bir sesken bile, sus!

Sus, cahil bihaber kadın! Her vakit hayran ruh!
Çocuk gülüşlü ağız! Hayattan daha fazla,
Çok defa ölüm bizi tutar ince bağlarla.

Bırak, bırak da kalbim mest olsun bir yalandan,
Yüzsün gözlerinde güzel bir rüyada gibi,
Ve kirpiklerinin gölgesinde yatsın bir zaman!

Charles Pier Baudelaire
Çeviri: Ahmet Muhip Dıranas

Mart Öncesi

Martının görüntüsüyle martı
Suda birleşirler
Bütün gün bunu düşündüm
Birşey kalmadı o yıldan artık
(Soluk otlar var
Tuz renkli)
Tuzla çürüttüğümüz
Yalnız yapraklar kaldı o günlerden
Gerisini hep temizledik güz akşamlarında
Birşey kalmadı o yıldan artık yaşayışlarımızdan yapraklardan başka
Birşey olmamış gibi sanki
Sanki sevgilerimiz sevgilerimiz yaşayışlarımız hep değişmiş
Kendimiz bile yabancıyız o anılara
Neden ağlayayım bunlar için
ona ne verdim ki
Acılardan acılardan acılardan başka
Martı
Görüntüsüyle birleşir kış sularında

Archibald Macleish
Çevire: Ülkü Tamer

NEYZEN TEVFİK (YAŞAMI, KİŞİLİĞİ VE ESERLERİ)

Neyzen Tevfik, 14 Haziran 1879’da Bodrum’da doğmuştur. Doğum tarihi pek çok kaynakta 24 Mart 1879 olarak verilmişse de yaşadığı dönemde yayınlanan bir kaynağa göre bu tarih 13 Haziran 1879’dur. Alpay Kabacalı bu tarihin yanlış hesaplandığını, doğrusunun 14 Haziran olduğunu belirtmektedir. Neyzen Tevfik’in babası Bafralı Hafız Hasan Fehmi Bey, annesi Emine Hanım’dır.

Neyzen Tevfik, 7 yaşlarındayken şiirle ilgilenmeye başlamış, köyüne gelen saz şairlerinin şiirlerini dinleyip, beyitleri ezberlemeye çalışmıştır. Aynı yıllarda Bodrum’da Tepecik Kahvesi denilen deniz kenarındaki bir kır kahvesinde ilk kez ney sesini duymuştur. Duyduğu bu ses Tevfik’in iç dünyasında yeni ufuklar açmıştır. Bu dönemde ilkokuldaki arkadaşlarına başak sapından ve kamıştan yaptığı düdükleri çalmaya başlamıştır.

Bir ara hastalanmış, babasının memuriyeti dolayısıyla nakledildiği Urla’da da bu rahatsızlığı devam etmiştir. İlk sara nöbetini 31 Temmuz 1893’te geçirmiştir. Tedavi için İstanbul’a götürülmüştür. Pepo isimli bir doktor ilgi duyduğu şeylerle uğraşsın demiştir.

Bu dönemde 13-14 yaşlarındayken Urla çarşısında bir berber dükkânının önünden geçerken ney sesini duymuş ve burada ilk hocası berber Kâzım Ağa ile karşılaşmıştır.

Kardeşi Şefik Kolaylı, Neyzen Tevfik’in çocukluğunu şu şekilde anlatmıştır: “Tevfik, henüz çocuk iken pehlivanlığa merak etdi. Bu uğurda bir kolu kırıldı, biraz çarpık kaldı. Kendi, bu çarpıklığın
ney üflemeye çok faidesi olduğunu söylerdi. Babam, Urla Rüşdi Mektebi muallimliğine tahvil olundu. Tevfik, babasiyle beraber Urla’ya gitdi ve avcılığa heves etdi. Âvarelik baş göstermeğe başladı. Boş gezenin boş kalfası oldu. Sar’aviyüşşekil bir hastalığa tutuldu. Doktorlara bakdırmak üzere anamla beraber İstanbul’a gönderildi. Hastalığın hangi maddeden ileri geldiği anlaşıldı. Urla’ya avdetinde doktorun tavsiyesiyle babam, onu ferah tutdu. Çok yaramaz olduğundan çok dayak yerdi. Diyebilirim ki babasından O’nun kadar dayak yiyen çocuk bu asırda azdır…Urla’da Kâzım namında bir berberden ney meşketmeğe başladı. Ney ile beraber bağlama denilen üç telli ufak zeybek sazını da çalmak isterdi, babam mâni olurdu. Nihayet İzmir İdadîsine gönderdi. Sar’a nevbeti avdet etti. Doktorların ihtariyle artık büsbütün serbest bırakıldı”
.

İçkiyi çok defa bırakmıştır. Bir ara 5-6 ay içki içmemiş, bir kütüphaneye kapanarak mütemadiyen kitap okumuştur. Fakat bir dolaşayım diye evden çıktıktan bir süre sonra sarhoş olarak dönmüştür. Bir ara 4 ay kadar Üsküdar’da Şemsipaşa Medresesi’nde kalmıştır. Bu süre içinde de içki içmemiştir. Bir gün de yine bir gezip geleyim diye ayrılmış, bir hafta sonra sarhoş olarak, yüzü gözü yara bere içinde dönmüştür.

Ahmet Rasim’le tanıştıktan sonra Ma’lumât gazetesinde “İbnü’l-Fehmi Mehmet Tevfik” imzasıyla şiirler yazmıştır. İzmir’de Şair Eşref ve Tokadizade Şekip Bey’le tanıştıktan sonra yazmaya başladığı şiirlerinde hicvin ağırlığı görülmektedir. Bir dönem yönetim aleyhindeki hicivleri nedeniyle sorgulanmış ve tutuklanmıştır. Hapisten çıktıktan sonra 31 Ocak 1902’de önce İzmir’e ardından Kıbrıs’a gitmiştir. Larnaka’da valiye ney üflemiş, valinin ısrarıyla bir aya yakın süre burada kalmış, buradan da 1903 yılında Mısır’a gitmiştir. Mısır’da kaldığı sürece ney üflemeye devam etmiş ve kısa zamanda ün kazanmıştır. Burada “Özbekiyye” adlı bir kahvede ney üflemiştir. Manisalı İzzi Dede isminde bir arkadaşıyla beraber “Neyzen” kahvehânesini açmıştır. Mısır’da da yazdığı hicivler sonucu yönetimin tepkisini çekmiştir. 1905 yılında Şair Eşref’in Mısır’da çıkardığı Deccal gazetesinde yayınlanan hicvi nedeniyle İstanbul Hükümeti tarafından hakkında idam fermanı çıkarılmıştır. Fakat Meşrutiyetin ilânıyla affedilmiştir. Bir ara Kahire’de tutuklanmış ve hapsedilmiştir. Birbuçuk ay sonra serbest bırakılmışır. Yahya Bey isimli bir zenginle tanıştıktan sonra Mısır’ın edebiyat ve musiki çevrelerinde bulunmuştur. Mısır Hidivi aleyhindeki sözleri nedeniyle hakkında tutuklama kararı çıkarılmıştır. Üç yıl kaçtıktan sonra 8 Ağustos 1908 tarihinde İstanbul’a gelmiştir.

Nuri Engin, Neyzen Tevfik’in hiçbir makam ve mevkiye önem vermediğini, meyhanelerde sabahladığını, kaldırımlarda yattığını belirtmiştir. Arada bir dinlenmek ve içkiye ara vermek amacıyla hastaneye getirilmiştir. Bazen de kendisi çıkagelmiştir. Kendisine burada özel bir oda ayrılmıştır. Neyzen, kendisine ayrılan numaralı koğuşta bir imparatorluk kurmuştur. Kendine yakın bulduğu insanlar arasında, buradan ayrılıncaya kadar keyfince yaşamıştır. İçkiye ara vermek ihtiyacı duyunca burada kendi tabiriyle “tımara ve kalafata” çekilmiştir. Bazen de zorla getirilmiştir. Neyzen’in kalafat yeri Haydarpaşa ve Cerrahpaşa hastaneleri olmuştur. Sonraki yıllarda da Bakırköy Hastanesi. Neyzen, Bakırköy Hastanesi’ni kendi evi olarak görmüştür.

Doktorlarından Fahrettin Kerim Gökay, Neyzen Tevfik için şöyle demiştir: “Neyzen bedenî yapısından ruh bünyesine kadar girift komplike bir yaradılıştır… Neyzen için en büyük dileğim, muayyen normal psikolojik ölçülerile tartılamayacak bu değerin uzun yıllar millî fikir serveti olarak yaşamasıdır

Doktor Fahri Celâl ise O’nun hakkında şunları söylemiştir: “…Onun kadar ahbabı çok, olmadık
insanlarla tanışan bir kimseyi tanımadım. Sanki mıknatıs gibi idi. Acaip mâceralar, tuhaf vak’alar, garip hâdiseler onun etrafında döner, hâdiselere karışır, vak’alara eşhas olur, seyircilikten ziyade işlerin içinde bulunurdu bütün hüviyetiyle…

Cahit Tanyol ise Neyzen Tevfik ile ilgili düĢüncelerini şöyle açıklamıştır: “O bende, ihatası ve hattâ anlaşılması güç, bir muamma tesiri bırakırdı. Deli deseniz deli değil, velî deseniz velî değil. Sürprizlerle yüklü bir insan. Ölçüye gelir bir tarafı yok. Fakat, kül halinde bakınca ondan daha ölçülü, ondan daha çok kendisine sadık olmuş bir ikinci örnek bulmak güç…”

Hayatı boyunca şatafattan kaçınan Tevfik, cenazesine çiçek gönderilmemesini, bunlara harcanacak paraların fakirlere ve hayır cemiyetlerine verilmesini vasiyet etmiştir.

Kendisine saraydan verilen madalyayı denize atmıştır. V. Mehmet Reşat tarafından verilen paralardan on kuruşu Tepebaşı’nda ayı oynatan birine vermiştir. Kırmızı atlas kesedeki 30 lirayı Galata’daki sokaklarda bulunan Rumeli’den göç etmiş arabacılara dağıtmıştır. Kendisine verilen III. Selim’in nısfiyelerinden birini ertesi gün sokakta gördüğü birine vermiştir. Bir arife günü fakir çocuklarını toplamış ve Mahmutpaşa’ya götürerek hepsini bayramlık elbiselerle giydirmiştir.

Talât Paşa’dan aldığı paraların çoğunu yolda rastladığı dilencilere dağıtan Neyzen, bir gün üzerindeki yeni elbiseleri sokakta gördüğü üstü başı çok eskimiş bir adama giydirerek eve dönmüştür. Bir başka gün de kendisine yapılan jübileden sağladığı parayı karısını ameliyat ettirmek isteyen; ancak işten çıkarılan ve ağlayan bir adama vermiş ve şöyle demiştir: “Boş ver, üzülme sen, jübile mübile derler bana yardım ederler, sen bunları al

Bir gün de ayı oynatan bir kişiye yardımcı olmak amacıyla ayı oynatmış ve kazandığı paraları bu kişiye vermiştir. Bir bayram arifesi Şehzadebaşı esnafı kendisini giydirdikten sonra Fevziye
Kıraathanesine gitmiştir. Garibanları kahvenin ortasına tek sıra dizip üzerindekileri onlara vermiştir. Eski elbiselerini giydikten sonra; “bir de sevindiler ki garibanlar” diye keyiflenmiştir.

Neyzen, Mısır’dan İzmir’e döndüğünde bir konser düzenlemek istemişler. Bu amaçla onu giydirip, 500 lira vermişlerdir. Neyzen aldığı paraları köpeklerin boynuna takıp halka dağıtmıştır. Birçok zengin ona evlerinin, konaklarının, saraylarının kapılarını açtıkları hâlde Neyzen, bunları reddetmiştir.

Neyzen Tevfik, hiçbir zaman kendisini dinlesinler veya alkışlasınlar diye ney üflememiş, yayınlamak için şiir yazmamıştır. Bu yönünü şu sözleriyle belirtmiştir: “Şimdiye kadar ben, gerek sazımdan, gerek sözümden dünya menfaati temin etmek kahramanlığını gösteremedim”. Yakınları onun para kazanması amacıyla Beyoğlu’nda bir salonda taksim yapması için anlaşıp mukavele yapmıştır. O günün parasıyla iyi bir ücret alacaktır. Ancak ilk gün sahne aldığında ön masalardan iki kişinin konuştuğunu görünce taksimi bırakıp gitmiştir.

Neyzen Tevfik ucu bucağı olmayan bir hürriyete inanmıştır ve; “Ben hayatım boyunca hürriyeti aradım. Bulur gibi olduğum zaman ya gasbettiler veya çalıverdiler.” demiştir. O güne kadar sahip olamadığı değerleri sorduklarında ise şöyle demiştir: “Hayatımda iki şeye sahip olamadım: Para ve uşak! Paraya sahip olamadım; çünkü onda saklamaya; keseme doldurup üzerine düğüm vurmaya lâyık değer, kıymet bulmadım. Uşağa gelince; bunların en alçakgönüllüsüyle bir saat içinde senli benli olurum. Yüz-göz olur çıkarım. İkinci saatte hangimizin efendi, hangimizin uşak olduğunu tâyin etmekte o da, ben de âciz ve zavallı kalırız!”

1948 yılında yaşamıyla ilgili olarak “Uzun derbederlik hayatımda, o kaldırımdan bu kaldırıma; o kapıdan bu kapıya; o diyardan bu diyara; ney’im ve mey’imle bir kuru yaprak gibi savruldum” diyen Tevfik, ömrünün son senelerinde hastanede bulunduğu sırada doktoruyla konuşurken kendini bir kırlangıca benzetmiştir. “… Ben de bütün ömrümce zevk âlemlerinden bu kırlangıç gibi birer yudum aldım ve kaçtım…” diyerek bir kırlangıç gibi belanın kâh altından, kâh üstünden geçtiğini söylemiştir.

Doktor Rahmi Duman Neyzen Tevfik ile ilgili şu değerlendirmelerde bulunmuştur: “Yirmi yıl süren yakınlığımız oldu ve hep o konuştu. Yanlış anlaşılmasın, bu süre içinde bir kez olsun, önceden anlattıklarını tekrarlamadı. Her gelişinde yeni bir ufku bütün yıldızlarıyla önümüzde parıltıya boğuyordu… Şaşılacak şeydir doğrusu. Bitirilememiş bir ilkokul öğrenimi üstüne nasıl koca bir
kültür birikimi yüklenilebilir?.. Son derece kıvrak bir zekâsı olduğunu hiç unutmadan söyleyeyim ki 73 yıllık ömründe kendisine çok boş zaman ayırabilmiştir. İlim irfan sahipleriyle düşüp kalkmış… Şair Eşrefi tanıması talihinin bir tarafını yapmıştır… O’nu kim anlatmaya kalksa bir denizden ancak bir bardak verebilir, ya da içinde bu duygunun tortusu kalır
”.

Ferit Öngören Tevfik için “Neyzen Tevfik’i sezmek belki mümkündür, fakat tanımak oldukça güç.” demiştir.

Neyzen Tevfik son yıllarında, ömrü boyunca hiç yaşamadığını söylemiş ve yazdığı eserlerin hiçbirini beğenmediğini belirtmiştir. Tevfik, kendisi dâhil hiç kimseyi şeklen önemsemeyen, doludizgin bir hayat yaşamış, hayata hicivle bakan, kendine özgü bir kişidir.

Tevfik, sanatının yüksekliği ve inceliğiyle “Neyzen Tevfik” unvanını kazanmıştır. Musiki ile şiir arasında yakın bir bağ bulunduğundan dolayı, aynı zamanda özlü ruhlu bir şairdir. Refik Ahmet Sevengil’e göre Neyzen Tevfik; “…musikici olarak eşsiz bir icracı idi, şair olarak büyük bir ustadır; aruz vezniyle arapcalı farscalı eski dilimizle üstün değerde şiirler yazmıştır

Münir Süleyman Çapanoğlu, İstanbul’a geldikten sonra günlük olaylar üzerine söylediği hicivlerle şöhreti gittikçe yayılan Neyzen’i “Filozof Şair” olarak tanımlamış ve yazdığı şiirlerle ilgili olarak şunları söylemiştir: “Tevfik’de bir san’atkâr dehası vardır. O, tam manasile bir şairdir. Özlü, ruhlu bir şair… Tevfik yazdığı her şiirde, söylediği her kıt’ada, her manzumesinde, dile getirdiği duyguyu, düşünceyi kalbile, ruhile, -bir kelime ile- bütün benliğiyle duymuş, hissetmiş ve sonra, kelimelere renk ve ışık vererek işlemiştir. Onun şiirleri bize yalnız bir şiir güzelliği getirmemiştir. Ayni zamanda, bir takım içtimaî fikirler de getirmiştir. Tevfik’in bütün şiirlerinde öz düşüncesinin derin hassasiyetini göstermekle beraber, beşerin küçüklüğünü, âdiliklerini, insanların hasis zevkler ve
menfaatler uğrunda ne bayağılıklar yaptıklarını haykırmıştır. Eserlerinin en bariz ve en orijinal tarafı da burasıdır… Tevfik’in hicviyeleri de pek kuvvetlidir. Ve bunlar, ondaki san’at ve hiciv kabiliyetini gösteren dinamik birer nefisedir. Aktüaliteyi söyleyen ve her devre ait olan bu hicivler, her zaman zevkle okunacak şeylerdir. Hattâ, bunlara birer tarih de diyebiliriz
.”

Ahmet Rasim Neyzen Tevfik’i “…Hake düşmüş bir cevher…” olarak nitelendirmiştir. Sadri Ertem ise O’nun için şöyle demiştir: “Neyzen Tevfik’i ben başka bir dünyadan bizim yaşadığımız âleme gelmiş bir yabancı insan gibi tanıdım ve her zaman bu hissim devam etti… Zaman geçti. Neyzeni ben iki müthiş vasıfla daha tanıdım. Şairlik ve heccavlık…

Edebiyatımızda Nef’i ve Eşref’ten sonra üçüncü büyük hiciv ustası olarak nitelendirilen Tevfik’in şiirleri eski edebiyat anlayışına bağlı olup, dili oldukça eskidir. Kültürümüze mal olmuş adlara,
simgelere yer vermiştir. Halk bu şiirlerini çok sevmiştir. Bazı şiirlerinde Eşref ve Akif’in etkisi görülmektedir. Bazen duru bir dil kullanmış, açık sözlere yer verdiği gibi düşünceyle mizahı birleştiren şiirler de yazmıştır. Toplumsal sorunları ve yönetimi de eleştiren şiirleri vardır. Ayrıca insanlar arasındaki eşitsizliği, çıkarcı politikaları, çağdaşlaşma adına yapılan özentili davranışları kınamış, inanç özgürlüğü ve kadın haklarını savunmuştur. Yaşamın acılarını, toplumun bozukluklarını ele aldığı şiirler de yazmıştır.

Daha çok hiciv türünde başarılı olduğu şiirlerinde ki.isel kızgınlıklara ve öfkelere yer vermemiştir. Bu yönüyle Nef’i ve Eşref’ten ayrılır. Bazı şiirlerinde hayatın acıları, başından geçen üzücü olaylar, çağının bozuklukları ve milli yıkımlar yer alır. Şiirlerinde belli bir görüşü savunmaz. Aruz ölçüsüyle yazılan şiirlerinde vezin ve kafiye düşüklükleri görülür. Tasavvuf konularını bazen coşkun, bazen
yavan bir anlatımla işler. Sadık Tural, Neyzen Tevfik’in edebiyatımızdaki milli edebiyat akımı içinde yer aldığını belirtmiştir.

Hiçbir şeyi ve hiçbir kimseyi dokunulmaz saymayan, toplantıların aranılan adamı haline gelen Neyzen’in yazdığı şiirlerdeki hicivlerin muhatapları bundan dolayı ona gücenmemişlerdir. Hatta
bu durumdan iftihar duymuşlardır. En yakın dostu olan Mehmet Akif’i bile hicvetmiştir. Mehmet Ergün, bu durumu şöyle açıklamıştır: “…Hem değerleri, kurumları, kişileri acımasızca hicvetmek, hem de ne hicvedilenlerde ve ne de onlara tepki duyanlarda en küçük bir yankı bile uyandırmamak… Tek açıklaması olabilir bunun: ciddiye alınmamak…”

Bunun nedenlerinden biri de Tevfik’in hiçbir zaman gerektiği anda söylememesi, ortam ve koşulları dikkate alarak dengeci bir tutum takınmasıdır. Olumsuz bulduğu kişi ve kurumları etkinliğini yitirince hicvetmiş, bunu yaparken bile önlem almıştır. Ürünlerinden çok yaşamıyla ilgi toplamış, hiçbir yere oturtulamamış, yakıştırmalarla iyice zenginleştirilerek söylence kişisine dönüştürülmüştür. Dile getirdiği değil, dile getiriş biçimi önemsenmiş, kimi ne için hicvettiğine değil nasıl hicvettiğine bakılmıştır. Bu yüzden herkesi hicvetme özgürlüğüne sahip olmuştur. Bunun sonucunda hicivde sınır ve ölçü tanımamıştır. Hicvetmedik bir şey bırakmadığı gibi, hangi konudan yana, hangisine karşı olduğu bilinmezdi. Dün ak dediğine bugün kara derdi, dün olumsuz bulduğunu bugün olumlu bulurdu. Bunu yaparken de belli bir dünya görüşüne veya değer yapısına bağlı kalmazdı. Bu yüzden ürünleri kişiliğinin odağında değerlendirilmiştir.

Hakkı Süha, Neyzen Tevfik’in bu yönünü şöyle anlatmıştır: “…yirmi beş yıl geçti. Bu geniş zaman onu bana bin türlü ruh görünüşü içinde gösterdi. Evet bin türlüdür; fakat bin fasetalı bir pırlanta gibi…

Cemil Meriç, Neyzen Tevfik’in şairliğiyle ilgili olarak şu değerlendirmeleri yapmıştır: “Ney’inden yıldız yıldız nağmeler, kaleminden şimşek şimşek mısralar dökülen bu coşkun sanat adamı neden edebiyatı fetheden bir şöhret olamadı? Kaderi ipek bir kumaş gibi işleyen büyük aksiyon adamları yanında ruhu ipek bir kumaş gibi örseleniveren faniler var. Gönülleri meçhulün ve erişilmezin özlemiyle tutuşan bu ezeli mağluplar için dünyamız tahammül edilmez bir gurbettir… Neyzen’in hayatı akliyle koğuşlarıyla meyhane masaları, cinnetle deha arasında mekik dokumakla geçti. Gelenekler onun serâzat ruhunu çelik bir korse gibi sıkıyordu. Hayalinin geniş kanatları, sokaktaki insanlar gibi yürümesine, günahlarıyla zaafları büyük ve bâkir ruhların kanat çırptığı göklere yükselmesine engel oluyordu… Onda ne Fikret’in feragatkâr ruhu, ne Akif’in karakter salâbeti, ne de Namık Kemal’in zorlu iradesi vardı…

Neyzen’i yakından tanıyan Münir Süleyman Çapanoğlu’na göre; “Tevfiğin yazısı kargacık burgacıktır. Çok karışık yazar, kelimeler örümcek ayaklarına benzer. Bazen kendi yazısını okuyamaz; işin içinden çıkamayınca kızar, hiddetlenir. Çok defa da, yazdığını anlayamaz, bir mana çıkaramaz… O’nun bu gaflet nöbeti çok sürmez, çabuk kendini toplar...” Şiirlerini ya bir meyhane masasının üstüne, ya hastane duvarı gibi bulunduğu yerin duvarlarına yazardı. Kardeşi Şefik Kolaylı Neyzen’in yazdığı şiirler üzerinde uzun süre uğraşmadığını söylemiştir. Mehmet Akif’e göre kendisi de bir kelime üzerinde günlerce uğraşırdı. Neyzen’in de bunu yapması halinde mükemmel eserler yazacağını söylerdi.

İyi ney üflemekle ün kazanan Neyzen Tevfik, perdeli bir saz olan neyi perdesiz bir keman gibi, sesleri birbirine bağlayacak biçimde üflerdi. Hastanede yatarken doktoruna; “…Ben bu sazı elime aldığım zaman ufuklardan bir ışığın yandığını, âdeta tren hatlarında (yol açıktır) işaretini veren smaforlar gibi, bana müzik yolu açıktır. Üfle diyen bir işaretin verildiğini görür, işte o zaman coşardım…” diyerek nasıl ney çaldığını anlatmıştır.

Bir gün Dresden operası müdürü Neyzen Tevfik’i dinlemişve “Bu adam yalnız çalmıyor, aynı zamanda besteliyor!” demiştir.

Münir Süleyman Çapanoğlu, Onun bu yönüyle ilgili olarak şunları söylemiştir: “…Ben musikiye meraklı bir adamım. Biraz da şarkı fala meşk ettim. Türkiye’nin en büyük, en üstat sazendelerini dinledim: Kemençeci Vasil gibi, tanburî Cemil gibi, udi Nevres gibi, kemanî Tatyos gibi. Bir hayli Neyzen de dinledim. Fakat Tevfik ayarında bir üfleyiciye, onun kadar sağlam hançerlisine rastlamadım. Onun o harika üfleyişi, taksimlerindeki o erişilmez kudreti, o coşkun sayhaları, maverai nağme oyunlarını, rüzgâra benzeyen sesleri hiçbir icrakârın sazından ve neyinden duymadım, işitmedim, dinlemedim. Neyzen, muhakkak ki, neyde bir merhaledir; neyde devir açan, devir yapan ve kapayan bir san’atkârdır”.

Neyzen Tevfik’in şiirleri okununca sadece bir hicviyeci değil, aynı zamanda büyük bir fikir adamı olduğu da anlaşılır. Zamanında yaşamış birçok kişiden daha vatansever olduğu görülmektedir. Bir konuşmasında Türk Milleti ile ilgili olarak şunları söylemiştir: “Yunanistan, bir Eflâtun yetiştirmiş. Bizim 20 milyonun her biri bir Eflâtun. Fakat asırlar boyunca, işlememişler bu milletin cevherini. Çünkü, işlerine gelmemiş…”

Hayvanları çok seven Tevfik evinde “Sarı” adını verdiği bir kedi besliyordu. Mısır’da bulunduğu sırada bir köpekle karşılaşmış ve adını Çakar Almaz koymuştu. Bu köpeği dönünceye kadar yanından hiç ayırmamış, yurda döndüğü zaman, İzmir’de Mevlevihaneye bırakmıştı. Mütareke günlerinde yanında boynundan zincirle bağladığı Kara Arslan dediği ufak bir köpek gezdirirdi. Ayrıca evinde mahallenin kedilerini beslerdi. Evi için “Burası kedilerin kervansarayıdır” derdi.

Neyzen’in “Mernuş” adını verdiği bir köpeği vardı. Bu köpek her yere onunla beraber giderdi. Neyzen, köpeği Mernuş’un ölümü üzerine şu şiiri yazmıştı:

Bu engin ayrılık canıma yetti,
Başımdan aşıyor kaderim Mernuş,
Bu yolda yazılmış fermanı kaza,
Bunu da gösterdi kaderim Mernuş..

Bağlanmıştım bütün kalbimle sana,
Şu fani cihanı okuttun bana..
Sen göçtükten sonra ben yan yana,
Hicranla gözyaşı dökerim Mernuş.

Bu yolda cahilim, bildiğim kısa,
Sen girdin toprağa, ben girdim yasa,
Haklı haksız hatırını kırdımsa,
Affet günahımı (Beşer)im! Mernuş.

Neyzen, çok sevdiği köpeği Mernuş için bir cenaze töreni bile düzenlemiştir. Muhittin Kutbay bu cenaze ile ilgili anılarını şöyle anlatmıştır:“Neyzen’in bu Mernuş’a yaptığı (cenaze töreni) de meşhurdur. Ölen köpeğini ipek gömleğine sararak kucağına almış, doktorlardan bazıları ile beraber hastanede ne kadar akıllı deliler varsa bir alayı vâlâ ile Neyzen’in peşine düşerek Mernuş’u götürüp
mezarlığın dışında bir kenara gömmüşler. Üstadın o gün çocuk gibi hüngür hüngür ağladığını ve
günlerce de yüzünün gülmediğini bu merasimde bulunanlardan bizzat dinlemiştim. Hayvan sevenlerin merhametli olduğunu en evvel bana bizzat kendisi ispat etmişti. Muhakkak ki Neyzen çok merhametli bir adamdı. Cebinde beş kuruşu varsa kendi ihtiyacını düşünmeden onu rastladığı bir fakire verdiğini çok gördüm
….”

Siroz dâhil birçok hastalıkla mücadele eden Neyzen Tevfik, son yıllarında jübilesinin yapıldığı ġehir Tiyatrosuna geldiğinde halsizlikten ve bitkinlikten ayakta duramıyordu. Ölümünden bir sene önce düzenlenen bu gecede Aşık Veysel ile tanışmıştı. Aşık Veysel Neyzen Tevfik’in ölüm haberini alınca şu ağıtı yazmıştır:

Neyzen Tevfik dünyasını değişti
Tel sustu dil sustu neyler nicoldu?
Ebedî yurduna gitti kavuştu
Ağlasın kemanlar yaylar nicoldu?

İnsanlar fanidir eserler bakî
Neyzen’e de değdi feleğin oku
Döküldü badeler kahretti şakî
Gönüller coşturan neyler nicoldu?

Ne şöhrete tapmış ne mala tapmış
Ne doğruyu koyup eğriye sapmış
Ne bir gecekondu ne bir saray yapmış
Dünya benim diyen beyler nicoldu?

Selman Yaşar

Dipnotlar için kaynak: http://www.turkishstudies.net

Mutluluk Veren Hasret

Kimseye değil bunu, bilgelere söyle
Çünkü alay eder kalabalık durmadan;
Övmek istediğim de hayatla dolu
Bir alev ölümüyle yanmaya hasret duyan.

Sana varlık veren, senin varlık verdiğin
O serin sevgi gecelerinde,
Mumlar aydınlatınca odayı, sessizce
Bir yabancı duygu çöker üstüne.

Örtünüp kalmazsın sen de o zaman
Koyu gölgesinde karanlığın.
En yüce maksatla birleşmek için
yeni bir istekle dolar varlığın.

Ve hiçbir uzaklık güç gelmez sana
Uçarak ve bağlı, gelir koşarak
içinde ışığa duyduğun hasretle
Ölürsün, ey kelebek, sen de yanarak!

Ama duymadığın müddetçe bunu,
Bu öl ve ol’u her gün içinde,
Bil ki bir kara konuksun yalnız
Sen de karanlık dünya yüzünde.

Johann Wolfgang von Goethe
Çeviri: Selahattin Batu

O Büyük Fırtınadan Önce

Aklımdan hiç çıkarmıyorum seni,
Ne zaman biri adını ansa,
“1930” damgalı bütün kutular
yere düşüyor raflardan;
Dört Temmuz’daki bütün o nutukçular
yeniden bağırmaya başlıyorlar.
Okul müsameremizdeki seyirciler
dışardaki büyük fırtınaya bakıyorlar.

Birlikte oynadığımız oyundan düşünüyorum seni –
ah, nasıl da çaresiz, kimsesizdin! – ağlarken,
baban gene ölmüş.
Sarhoşmuş, düşmüş.

Ne zaman adını ansalar,
orada, rüzgârdaki evlerimiz
yeniden gıcırdıyor fırtınada;
ve nerede olursam olayım,oynadığımız oyundan
sessizce o kasabanın kıyısında duran sana doğru eğiliyorum:
“Bütün dünya uçuyor rüzgârdan.”
“Neredeyse sabah olacak.”
“Üşümüyorsun ya?”

William Stafford
Çeviri: Cevat Çapan

Maximus Kendi Kendine

1

En basit şeyleri en son öğrendim.
Birtakım güçlükler bu yüzden çıktı
Denizde bile yavaştım, kumanyamı alırken,
Islak güverteden geçerken.
Anladım benim işim değildi
denizlere açılmak. Ama işim denizlerdeyken bile,
yabancı kaldım en bildik şeylere. Geç kaldım,
ve aklım yatmadı adamın ileri sürdüğü gibi
böyle gecikmelerin
artık doğası gereği olduğuna
boyun eğmenin,

ağır akan zamanda
hepimizin geç kaldığına,
başka başka insanlara dönüştüğümüze
büyüdüğümüz zaman
ve tek olanın
kolayca tanınmadığına

2

Bozulan bir işten
söz ediyorum, bu sabah,
deniz
uzanırken açıklara
ayaklarımın altında.

Charles Olson
Çeviri: Cevat Çapan