Bir gecə baxırsan ki böyümüsən

Ayın bilmirəm neçəsidir. Deyəsən yanvar ayıdı. Hə yanvar. Dayanın, ayı da xatırlayacam. Mən yenə ağlayırdım. Mən yenə narazıydım birşeylərdən. Mən yenə peşmançılıq çəkib də hiss etmirdim. Dərindən nəfəs alırdım metroda gələrkən. Onu tanıdığım günlərdən bəri səssiz ağlamağı öyrənmişdim. Metroda səssiz səssiz ağlayırdım. Gələcək hərşeydən xəbərsiz, ümidlə onu gözləyirdim. Bilirsiz, insanın ümidi olursa bir şeyin olacağına onu əsla inandıra bilməzsiz əksinə. Mən də ümid edirdim. Mən də ümid edirdim. Ümid sözünün nə demək olduğunu dibinə qədər bilirdim mən. O qədər də yorğun idim ki həmin gün. Çünki səhər gəlməyəcəyini demişdi. Bunun üstündə qırılmışdı qəlbim. Onu görmək üçün evdən eləcə çıxmışdım. Gözüm heçnəyi görmürdü. Çağırdım, gəldi. Yenə ağlayırdım. Bildiyiniz yalvarırdım. Gözünün içinə baxırdım. “Axı hərşey yaxşıdı”. Nə yaxşıdı axı? Nədi yaxşı olan?” Mən ölürəm görmürsən? O zaman deyilən hərşeyə inanırdım. Uşaq kimi. İndi bir gecədə böyüdüm. İnsan yaşa dolduqca böyümür ki. O ki həyatın nağıllardakı kimi möhtəşəm olmadığını biləndə,ananın gözlərində acını görəndə böyüyür. Bir gecə baxırsan ki böyümüsən. Artıq əvvəlki bütün sevinclər ölür içində. O kiçik şeylərlə xoşbəxt olan qız var ha. O ölür. Öldüyü gün böyüyürsən. Boyun artımı falan. Qoyun kənara bunları. İnsan ümidi qırıldıqca böyüyür. Nə qədər ümidin qırılıb birşeylərə

Mən yenə incinirdim. Amma gedə bilmirdim. Gedən hər zaman daha dəyərlidi. Mən qalanda da dəyərli olduğumu düşünürdüm. Məhv olurdum. Ölürdüm. Ruhum çəkilirdi. Üstündən 3 ay keçib. Yenə durub boğazımda

Mən ağlayırdım. O qulaqcıqları taxdı qulağıma mahnı dinlətdi. Daft Punk instant crush. Sonra o Allahın cəzası mahnı hər ağlayanda köməyimə gəldi. Yenə fonda o musiqi var. Amma o ümid yoxdu. Mahnı dəyişməyib. Eyni ifa,eyni sözlərdi. Amma ciyərimi sökən şeylər dəyişib. Artıq onun qoxusu da yoxdur. Mahnı dəyişmir, gözyaşları da, ağrılar da. Daha da artır.

3 gün sonra ad günümdü. Və mən 21 yaşıma gəlmədən böyüdüm. Ən pisi də nədi bilirsiz? Unudulmaq. Birdən birə əlaqəsiz xatirələrdən belə silinmək. Anam deyir ki nə var axı o adamda. O adamda ümid var idi, ana. Xatirə var idi. Əzbərlədiyim qoxu vardı. Səs vardı. Sənə yenidən aşiq oldum deməsi vardı. Bir də bütün bunların toz olması vardı. Həyatımın, arzularımın, xəyallarımın üstünü basması vardı. O tozun gözlərimi yandırması vardı. Var birşeylər. Bir də Daft Punk var. İnstant Crush.

denizetirli.wordpress.com

Bilmiyorum ayın kaçıdır. Sanırım Ocak ayıydı. Evet Ocak. Dayanın, ayı da hatırlayacağım. Ben yine ağlıyordum. Ben yine razı değildim bir şeylerden. Ben yine pişmanlık çekip de hissetmiyordum. Derin nefes alıyordum metroda gelirken. Onu tanıdığım günlerden beri sessiz ağlamayı öğrenmiştim. Metroda sessiz sessiz ağlıyordum. Gelecek her şeyden habersiz, umutla onu bekliyordum. Bilirsiniz, insanın ümidi olursa bir şeyin olacağının aksine onu asla kimse inandıramaz. Ben de umuyordum. Ben de umuyordum. Umut kelimesinin ne demek olduğunu dibine kadar biliyordum. O kadar da yorgundum ki o gün. Çünkü sabah gelmeyeceğini söylemişti. Bunun üstünde kırılmıştı kalbim. Onu görmek için evden çıkmıştım. Gözüm hiçbir şeyi görmüyordu. Çağırdım, geldi. Yine ağlıyordum. Bildiğiniz yalvarıyordum. Gözünün içine bakıyordum. “Ama her şey iyiydi”. Ne iyiydi ki? Neydi iyi olan? “Ben ölüyorum görmüyor musun? O zaman söylenen her şeye inanırdım. Çocuk gibi. Şimdi bir gecede büyüdüm. İnsan yaşı ilerledikçe büyümüyor ki. O ki hayatın masallardaki gibi muhteşem olmadığını öğrenince, annesinin gözlerindeki acısını görünce büyüyor. Bir gece bakıyorsun ki büyümüşsün. Artık önceki tüm sevinçler ölür içinde. O küçük şeylerle mutlu olan kız var ya. O ölür. Öldüğü gün büyüyorsun. Boyun artışı falan. Koyun bir bunları kenara. İnsan ümitleri kırıldıkça büyüyor. Ne kadar ümidin kırıldı bir şeylere?

Ben yine inciniyordum. Ama gidemiyordum. Giden her zaman daha değerli idi. Ben kaldıklarında da değerli olduğumu düşünürdüm. Mahvolurdum. Ölürdüm. Ruhum çekilirdi. Üstünden 3 ay geçti. Yine duruyor boğazımda .

Ben ağlıyordum. O kulaklıkları takıp kulağıma şarkı dinletti. Daft Punk instant crush. Sonra o Allahın cezası şarkı her ağladığımda yardımıma geldi. Yine fonda o müzik var. Ama o umut yok. Şarkı değişmedi. Aynı ifade, aynı sözlerdi. Ama ciğerimi söken şeyler değişti. Artık onun kokusu da yoktur. Şarkı değişmiyor, gözyaşları da, acılar da. Daha da artıyor.

3 gün sonra doğum günümdü. Ve ben 21 yaşıma gelmeden büyüdüm. En kötüsü de neydi biliyor musunuz? Unutulmak. Birden bire alakasız hatıralardan bile silinmek. Annem diyor ki ne var yahu o kişide. O kişide umut vardı, anne. Hatıra vardı. Ezberlediğim koku vardı. Ses vardı. Sana yeniden aşık oldum demesi vardı. Bir de tüm bunların toz olması vardı. Hayatımın, arzularımın, hayallerimin üstünü basması vardı. O tozun gözlerimi yakması vardı. Var bir şeyler. Bir de Daft Punk var. Instant Crush.

Piraye İçin Yazılmış Saat 21-22 Şiirleri

Ne güzel şey hatırlamak seni :
ölüm ve zafer haberleri içinden,
hapiste
ve yaşım kırkı geçmiş iken…

Ne güzel şey hatırlamak seni :
bir mavi kumaşın üstünde unutulmuş olan elin
ve saçlarında
vakur yumuşaklığı canımın içi İstanbul toprağının…
İçimde ikinci bir insan gibidir
                                            seni sevmek saadeti…
Parmakların ucunda kalan kokusu sardunya yaprağının,
güneşli bir rahatlık
ve etin daveti :
                    kıpkızıl çizgilerle bölünmüş
                                                             sıcak
                                                                koyu bir karanlık…

Ne güzel şey hatırlamak seni,
yazmak sana dair,
hapiste sırtüstü yatıp seni düşünmek :
filânca gün, falanca yerde söylediğin söz,
                                                        kendisi değil
                                                                   edasındaki dünya…

Ne güzel şey hatırlamak seni.
Sana tahtadan bir şeyler oymalıyım yine :
                                                            bir çekmece
                                                                        bir yüzük,
ve üç metre kadar ince ipekli dokumalıyım.
Ve hemen
             fırlayarak yerimden
penceremde demirlere yapışarak
hürriyetin sütbeyaz maviliğine
                                sana yazdıklarımı bağıra bağıra okumalıyım…

Ne güzel şey hatırlamak seni :
ölüm ve zafer haberleri içinden,
hapiste
ve yaşım kırkı geçmiş iken…

20 Eylül 1945

Bu geç vakit
bu sonbahar gecesinde
                            kelimelerinle doluyum;
zaman gibi, madde gibi ebedî,
                                  göz gibi çıplak,
                                                 el gibi ağır
                           ve yıldızlar gibi pırıl pırıl
                                                             kelimeler.
Kelimelerin geldiler bana,
yüreğinden, kafandan, etindendiler.
Kelimelerin getirdiler seni,
                                    onlar : ana,
                                    onlar : kadın
                                                ve yoldaş olan…
Mahzundular, acıydılar, sevinçli, umutlu, kahramandılar,
                                                                kelimelerin insandılar…

21 Eylül 1945

Oğlumuz hasta,
babası hapiste,
senin yorgun ellerinde ağır başın,
dünyanın hali gibi halimiz…

İnsanlar, daha güzel günlere insanları taşır,
oğlumuz iyileşir,
babası çıkar hapisten,
güler senin altın gözlerinin içi,
dünyanın hali gibi halimiz…

22 Eylül 1945

Kitap okurum :
                        içinde sen varsın,
şarkı dinlerim :
                        içinde sen.
Oturdum ekmeğimi yerim :
                        karşımda sen oturursun,
çalışırım :
                        karşımda sen.
Sen ki, her yerde «hâzırı nâzır»ımsın,
                                konuşamayız seninle,
                                duyamayız sesini birbirimizin :
sen benim sekiz yıldır dul karımsın…

23 Eylül 1945

O şimdi ne yapıyor
                       şu anda şimdi, şimdi?
Evde mi, sokakta mı,
çalışıyor mu, uzanmış mı, ayakta mı?
Kolunu kaldırmış olabilir,
— hey gülüm,
              beyaz, kalın bileğini nasıl da çırçıplak eder bu hareketi!…—

O şimdi ne yapıyor,
                     şu anda, şimdi, şimdi?
Belki dizinde bir kedi yavrusu var,
                                               okşuyor.
Belki de yürüyordur, adımını atmak üzredir,
— her kara günümde onu bana tıpış tıpış getiren
                                                    sevgili, canımın içi ayaklar!…—
Ve ne düşünüyor
                       beni mi?
Yoksa
           ne bileyim
                    fasulyanın neden bir türlü pişmediğini mi?
Yahut, insanların çoğunun
                            neden böyle bedbaht olduğunu mu?

O şimdi ne düşünüyor,
                                     şu anda, şimdi, şimdi?…

24 Eylül 1945

En güzel deniz :
                        henüz gidilmemiş olanıdır.
En güzel çocuk :
                        henüz büyümedi.
En güzel günlerimiz :
                        henüz yaşamadıklarımız.
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz :
                        henüz söylememiş olduğum sözdür…

25 Eylül 1945

Saat 21.
Meydan yerinde kampana vurdu,
nerdeyse koğuşların kapıları kapanır.
Bu sefer hapislik uzun sürdü biraz :
                                                8 yıl…
Yaşamak : ümitli bir iştir, sevgilim,
yaşamak :
                  seni sevmek gibi ciddî bir iştir…

26 Eylül 1945

Bizi esir ettiler,
bizi hapse attılar :
                           beni duvarların içinde,
                                                    seni duvarların dışında.

Ufak iş bizimkisi.
Asıl en kötüsü :
bilerek, bilmeyerek
hapisaneyi insanın kendi içinde taşıması…
İnsanların birçoğu bu hale düşürülmüş,
namuslu, çalışkan, iyi insanlar
ve seni sevdiğim kadar sevilmeye lâyık…

30 Eylül 1945

Seni düşünmek güzel şey
                                  ümitli şey
dünyanın en güzel sesinden en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey.
Fakat artık ümit yetmiyor bana,
ben artık şarkı dinlemek değil
                              şarkı söylemek istiyorum…

1 Ekim 1945

Dağın üstünde :
akşam güneşiyle yüklü olan bir bulut var dağın üstünde.
Bugün de :
sensiz, yani yarı yarıya dünyasız geçti bugün de.
Birazdan açar
kırmızı kırmızı :
gecesefaları birazdan açar kırmızı kırmızı.
Taşır havamızda sessiz, cesur kanatlar
                                       vatandan ayrılığa benzeyen ayrılığımızı…

2 Ekim 1945

Rüzgâr akar gider,
aynı kiraz dalı bir kere bile sallanmaz aynı rüzgârla.
Ağaçta kuşlar cıvıldaşır :
                            kanatlar uçmak ister.
Kapı kapalı :
                    zorlayıp açmak ister.
Ben seni isterim :
senin gibi güzel,
dost
      ve sevgili olsun hayat…
Biliyorum henüz bitmedi
                                sefaletin ziyafeti…
Bitecek fakat…

5 Ekim 1945

İkimiz de biliyoruz, sevgilim,
öğrettiler :
                aç kalmayı, üşümeyi,
                yorgunluğu ölesiye
                ve birbirimizden ayrı düşmeyi.
Henüz öldürmek zorunda bırakılmadık
ve öldürülmek işi geçmedi başımızdan.

İkimiz de biliyoruz, sevgilim,
öğretebiliriz :
                dövüşmeyi insanlarımız için
                ve her gün biraz daha candan
                                                  biraz daha iyi
                                                                  sevmeyi…

6 Ekim 1945

Bulutlar geçiyor : haberlerle yüklü, ağır.
Buruşuyor hâlâ gelmeyen mektup avucumda.
Yürek kirpiklerin ucunda
                                   uzayıp giden toprak uğurlanır.
Benim bağırasım gelir : — «P î r â y e ,
                                                   P î r â y e !…» — diye…

7 Ekim 1945

İnsan çığlıkları geçti geceleyin açık denizleri
                                                              rüzgâr-
                                                                         -larla.
Dolaşmak tehlikeli hâlâ
                                        geceleyin açık denizleri…

Altı yıldır sürülmedi bu tarla,
duruyor olduğu gibi tank paletlerinin izleri.
Tank paletlerinin izleri
                                kapanır bu kış karla.

Ah, gözümün nuru, gözümün nuru,
yine yalan söylüyor antenler :
alın teri tacirleri kapatabilsin diye defteri yüzde yüz kârla.
Fakat Ezrailin sofrasından dönenler
                                            döndüler verilmiş kararlarla…

8 Ekim 1945

    Çekilmez bir adam oldum yine :
                                                uykusuz, aksi, nâlet.
    Bir bakıyorsun ki
ana avrat söver gibi, azgın bir hayvanı döver gibi bugün çalışıyorum,
    sonra bir de bakıyorsun ki
ağzımda sönük bir cıgara gibi tembel bir türkü
    sabahtan akşama kadar sırtüstü yatıyorum ertesi gün.
    Ve beni çileden çıkartıyor büsbütün
                                        kendime karşı duyduğum nefret
                                                                                ve merhamet…

    Çekilmez bir adam oldum yine :
                                                uykusuz, aksi, nâlet.
    Yine her seferki gibi haksızım.
    Sebep yok,
                    olması da imkânsız.
    Bu yaptığım iş ayıp
                                    rezalet.
    Fakat elimde değil
                                seni kıskanıyorum
                                beni affet…

9 Ekim 1945

Dün gece rüyama girdin :
dizimin dibinde oturuyormuşun.
Başını kaldırdın, kocaman, sarı gözlerini bana çevirdin.
Bir şeyler soruyormuşun.
Islak dudakların kapanıp açılıyor,
                                        sesini duymuyorum ama.

Gecenin içinde bir yerlerde aydınlık bir haber gibi saat çalıyor.
Havada fısıltısı başsızlığın ve sonsuzluğun.
Kırmızı kafesinde, kanaryamın : «Memo»mun türküsü,
sürülmüş bir tarlada toprağı itip yükselen tohumların çıtırdısı
ve bir kalabalığın haklı ve muzaffer uğultusu geliyor kulağıma.
Senin ıslak dudakların hep öyle açılıp kapanıyor
                                                        sesini duymuyorum ama…

Kahrederek uyandım.
Kitabın üstünde uyuyakalmışım meğer.
Düşünüyorum :
                yoksa senin miydi bütün o sesler?

10 Ekim 1945

Gözlerine bakarken
        güneşli bir toprak kokusu vuruyor başıma,
        bir buğday tarlasında, ekinlerin içinde kayboluyorum…

Yeşil pırıltılarla uçsuz bucaksız bir uçurum,
durup dinlenmeden değişen ebedî madde gibi gözlerin :
                                                sırrını her gün bir parça veren
                                                fakat hiçbir zaman
                                                büsbütün teslim olmayacak olan…

18 Ekim 1945

Kale kapısından çıkarken ölümle buluşmak üzre,
son defa dönüp baktığımızda şehre,
sevgilim, şu sözleri söyleyebileceğiz :
«— Pek de öyle güldürmedinse de yüzümüzü,
       çalıştık gücümüzün yettiği kadar
                                                        seni bahtiyar
                                                                         kılalım diye.
Devam ediyor bahtiyarlığa doğru gidişin,
                                            devam ediyor hayat.
İçimiz rahat,
gönlümüzde hak edilmiş ekmeğine doymuşluk,
gözümüzde ışığından ayrılmanın kederi,
                                       işte geldik gidiyoruz
                                                         şen olasın Halep şehri…»

27 Ekim 1945

Bir elmanın yarısı biz
                                yarısı bu koskoca dünya.
Bir elmanın yarısı biz
                                yarısı insanlarımız.
Bir elmanın yarısı sen
                                yarısı ben
                                          ikimiz…

28 Ekim 1945

Itır saksısında artan koku,
denizlerde uğultular
ve işte dolgun bulutları ve akıllı toprağıyla sonbahar…

Sevgilim,
yaş kemâlini buldu.
Bana öyle gelir ki
                 belki bin yıllık bir ömrün macerası geçti başımızdan.
Ama biz hâlâ
                 güneşin altında el ele yalnayak koşan
                                                                        hayran gözlü çocuklarız…

5 Kasım 1945

Çiçekli badem ağaçlarını unut.
Değmez,
bu bahiste
            geri gelmesi mümkün olmayan hatırlanmamalı.
Islak saçlarını güneşte kurut :
            olgun meyvelerin baygınlığıyla pırıldasın
                                                     nemli, ağır kızıltılar…
Sevgilim, sevgilim,
                mevsim
                            sonbahar…

8 Kasım 1945

Uzaktaki şehrimin damları üzerinden
ve Marmara denizinin dibinden geçip
sonbahar topraklarını aşarak
                                        olgun ve ıslak
                                                 geldi sesin.
Bu, üç dakikalık bir zamandı.
Sonra, telefon simsiyah kapandı…

12 Kasım 1945

Damardan boşanan kan gibi ılık ve uğultulu
                                                    son lodoslar esmeye başladı.
Havayı dinliyorum :
                            nabız yavaşladı.
Uludağda, zirvede kar
ve Kirezli-yaylada şahane ve şipşirin yatmış uykudadır
                                kırmızı kestane yapraklarının üstünde ayılar.
Ovada kavaklar soyunuyor.
İpekböceği tohumları kışlaklarına gitti gidecek,
sonbahar bitti bitecek,
nerdeyse girecek gebe-uykularına toprak.
Ve biz yine bir kış daha geçireceğiz :
                                      büyük öfkemizin içinde
                                      ve mukaddes ümidimizin ateşinde ısınarak…

13 Kasım 1945

Tarif kabul etmez, — diyorlar, — İstanbulun sefaleti,
milleti, — diyorlar, — kırıp geçirdi açlık,
verem illeti, — diyorlar, — diz boyu.
Şu kadarcık kız çocuklarını, — diyorlar, —
                                     yangın yerlerinde, sinema localarında…

. . . . .
. . . . . . . . .

Kara haberler geliyor uzaktaki şehrimden :
namuslu, çalışkan, fakir insanların şehri —
                                                                sahici İstanbulum,
sevgilim, senin mekânın olan
ve nereye sürülsem, hangi hapiste yatsam
                                           sırtımda, torbamın içinde götürdüğüm
                              ve evlât acısı gibi yüreğimde,
                              senin hayalin gibi gözlerimde taşıdığım şehir…

20 Kasım 1945

Saksılarda hâlâ tek tük karanfil bulunursa da
ovada güz nadasları yapıldı çoktan,
                                        tohum saçılıyor.
Ve zeytin devşirilmekte.
Bir yandan kışa girilmekte,
bir yandan bahar fidelerine yer açılıyor.
Bense hasretinle dolu
                ve büyük yolculukların sabırsızlığıyla yüklü
                yatıyorum demirli bir şilep gibi Bursada…

1945 yılı Aralık ayının dördü

İlk göz göze geldiğimiz günkü elbiseni çıkar sandıktan,
giyin, kuşan,
benze bahar ağaçlarına…
Hapisten
          mektubun içinde yolladığım karanfili tak saçlarına,
kaldır, öpülesi çizgilerle kırışık beyaz, geniş alnını,
böyle bir günde yılgın ve kederli değil,
                                                  ne münasebet,
böyle bir günde bir isyan bayrağı gibi güzel olmalı Nâzım Hikmetin
          kadını…

5 Aralık 1945

Delindi sintine,
esirler parçalamakta pırangaları.
Yıldız-poyrazdır esen,
tekneyi kayaların üstüne atacak.
Bu dünya, bu korsan gemisi batacaktır,
                                      taş çatlasa batacak.
Ve senin alnın gibi hür, ferah ve ümitli bir âlem
                                                          kuracağız Pirâyem…

6 Aralık 1945

Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim,
akar suyun,
                meyve çağında ağacın,
                serpilip gelişen hayatın düşmanı.
Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına :
                                — çürüyen diş, dökülen et —,
                         bir daha geri dönmemek üzre yıkılıp gidecekler.
Ve elbette ki, sevgilim, elbet,
dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,
dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle : işçi tulumuyla
                                        bu güzelim memlekette hürriyet…

7 Aralık 1945

Bursada havlucu Recebe,
Karabük fabrikasında tesviyeci Hasana düşman,
fakir-köylü Hatçe kadına,
ırgat Süleymana düşman,
sana düşman, bana düşman,
düşünen insana düşman,
vatan ki bu insanların evidir,
sevgilim, onlar vatana düşman…

12 Aralık 1945

Ağaçlar ovada son bir gayretle pırıldamakta :
                                                        pul pul altın
                                                                        bakır
                                                                              tunç ve tahta…
Öküzlerin ayakları yaş toprağa gömülüyor yumuşacık.
Ve dağlar dumana batık
                                      kurşunî, sırılsıklam…
Tamam,
sonbahar belki bugün bitti artık.
Yaban kazları hızla gelip geçti demin
                                       herhal İznik gölüne gidiyorlar.
Havada serin
             havada is kokusu gibi bir şey :
             havada kar kokusu var…

Şimdi dışarda olmak,
          dörtnala sürmek dağlara doğru atı.
«— Ata binmesini de bilmezsin,» —- diyeceksin ama
şakayı bırak ve kıskanma,
yeni bir huy edindim hapiste :
seni sevdiğim kadar değilse de
                                  hemen hemen ona yakın seviyorum tabiatı…
                                  Ve ikiniz de uzaktasınız…

13 Aralık 1945

Gece kar birdenbire bastırmış.
Bembeyaz dallardan dağılan kargalarla başladı sabah.
Göz alabildiğine Bursa ovasında kış :
başsızlık ve sonsuzluk geliyor akla.
Sevgilim,
değişti mevsim
            çekişen gelişmelerden sonra bir sıçramakla.
Ve karın altında mağrur
                                       hamarat
                                                    sürüp gidiyor hayat…

14 Aralık 1945

Hay aksi lânet, fena bastırdı kış…
Sen ve namuslu İstanbulum ne haldesiniz kim bilir?
Kömürün var mı?
Odun alabildin mi?
Camların kıyısına gazete kâadı yapıştır.
Gece erkenden yatağa gir.
Evde de satılacak bir şey kalmamıştır.
Yarı aç, yarı tok üşümek :
                dünyada, memleketimizde ve şehrimizde
                                              bu işte de çoğunluk bizde…

Nazım Hikmet

Ateşböceklerine bakmaya gidelim

Bir gün de annenin
seni emzirirkenki
yüzünü gör düşünde

*

Ölen arkadaşlarım
yaşayanlardan çok

Sabah ağaçkakan gördüm
hafifledi acım

*

Taç yapraklar
her geçen yıl
biraz daha azalıyor

*

Fırtına

Tanıdığım bildiğim
bütün kuşların dili tutulmuş

*

Bir sarılsan
istediğin gibi

Bütün çiçeklerimi dökerim
açık gizli

*

Kelebekler
cenazelerdeki çelenklere
gelmezler

*

Bahar yağmurunu
yalnız bırakmıyorum

Soyunup dinmesini bekliyorum

*

Yaş altmışyedi

Sesini yeni duyduğum
bir kuş daha

*

Bu yaştan sonra
baharda
sırtüstü yatmam kırlarda

Ya kalkamazsam altından

*

Yeni tanıştığımızda
iç geçirirken
nefesim nefes aldı
nefesinden

*

İskele’de
bütün çiçekler
enginarın son çiçeği

*

Bahçedeki
ıtır ile sardunya
zamanında çiçek açtı

Sevdiğimi anlamışlar

*

Dağ tepe mi bıraktılar
baharda
yollarında yürünecek

*

Çiçek olsaydım
Bu dünyada
geceleri açardım

*

Teknoloji aldı başını gidiyor

Hatmiler melûl mahzun
gülümsüyor

*

Ateşböceklerine bakmaya gidelim

*

Ateşböceği olsam
ben de sevmem sabahı

Hangisi ateşböceği
belli olmuyor

*

Ay’ın umurunda değil
çevresindeki hâle
okşuyor
ıtır çiçeklerini

*

İyi ki gelmişim İskele’ye

Bahar da
İyi ki diyor

*

İğdenin altına
kursam tezgâhı
neler yazarım
kimbilir
kim bilir

*

Akşam sefası
kapıya dayanmış

Gel de uyu

*

Şehrin hercümecinde
hatmiyi gösterdim

Aşk gibi oldu yüzü

*

Yıllar önce ölen
sakamın ruhunu gördüm
zamansız kırılan
bir dalda

*

Beklemezdim bunu
dalı yaprağı kalmamış asmadan

Dolunay’ı seyrediyor

*

Itır ile sardunyanın
aşkına şahidim

Çocuklarını büyütüyorum

*

Bostan korkuluğu
bazı insanlardan
daha çok işe yarıyor

*

Nasıl biri diye
sorarlarsa

Beni baharı ve
şiiri sever de

*

Bahar
bu kadar değil

Daha açacaklar
kokacaklar var

*

Kelebekler mi uçuyor
başaklar mı

*

Ortancaların zamanı geliyor
Benim zamanım

*

Ortanca
Senin yerinde olsam
açmam

Renklerini değiştiriyor
zevk sahibi insanlar

*

Susalım
bir an susalım

Ortancaların açışını
duyarız belki

*

Li-Ta Po’nun
kayığına almak istediği
mehtap değil bu

İnanmak zorundayım

*

Ya bahçe muzu istemiyor
ya da muz bahçeyi

Aralarına giremem

*

Hosai yazmış o zamanlar

Kasaba gazetesi
okuyayım dedim
hemen bitti

Bugün de öyle

*

Bir daha
yakından bakmayacağım bahara

Yaşımı unutturuyor

*

Sabahı görmeyen
çiçek olsaydım
bu halimden iyiydi

*

Altından geçtiğimiz iğdeler
yine çiçeklendi

Bir yıl daha gençleştik

*

Sabaha karşı
ince bir ses

Baktım
sardunya yürüyor
sana ve güneşe doğru

*

Itır
yarın bir çiçek
daha verecek

Her yerimi tırmalıyor

*

İğde kokuları
dolaşmaya başladı evde

Meyveler çıkana kadar
onlara teslim

*

Bahar akşamı
aldım kendimi karşıma

Yaz diyorum
bir işe yara

*

Bahar gecesi
hangi kokuyla uyuyacağımı
bilmiyorum

*

Geçinip gidiyoyordum yalnızlığımla

Gördün
Kenara koydun

*

Yaşım
sonbaharın sonu

Aklım ilkbaharda

*

Kendini anlat diyenlere
uzun uzun anlatıyorum

Şiir ve hüsran

*

Ömrümün son güzünü
seninle yaşasam
başka sonbahar istemem

*

Ateşim çıksa
istirahate çekilsem
duyulur duyulmaz sesle
sorsam

Fırtına mı geliyor

*

Martılar
Yuvasız kuşların ayaktakımı

*

Ağustosböceği kurumuş
gövdesi ağaca yapışık
kabuğu çığlık çığlığa

*

Kargaları da ayarttı deniz

Akşam olunca yuvalarına
ağaçlardan değil
denizden gidiyorlar

*

Ayrıldık diyorlar
Yeni tanışıyorlar

*

Karın içine sindiği
kış aydınlığısın

*

Yağmur gibi yağdı yağmur

Karga
sesini tanıyamadı

*

Bahar yağmuru
kaçışan yavru kuşları
kuş yavrularını gördü

Durdu

*

Deniz çekildi

Yosunlar telaşsız
bakıyor

*

Ateşböceğini gördüm
Kayboldu

Müthiş yalnızlık

*

Örümcek ölmüş ağında

Buz gibi oldum

*

Yakışıklı sivri
ölmeden önce ısır beni

Korkma

*

Manolya
kendiliğnden koptu

Hemen düşmedi
Nazlandı

*

Bütün sonbahar
şehrin ortasındaki
yere düşmüş
çınar yaprağıdır

*

Eski
yıllanmış bir üvez

Titriyor
dudakların gibi

*

Kış biraz geciksin

Üvezler
hayatın tadını çıkarsın

Süreyya Berfe
Seferis ile Üvez / Metis Yayınları 2010

Severmişim Meğer

yıl 62 Mart 28
Prag-Berlin treninde pencerenin yanındayım
akşam oluyor
dumanlı ıslak ovaya akşamın yorgun bir kuş gibi inişini severmişim meğer
akşamın inişini yorgun kuşun inişine benzetmeyi sevmedimtoprağı severmişim meğer
toprağı sevdim diyebilir mi onu bir kez olsun sürmeyen
ben sürmedim
Platonik biricik sevdam da buymuş meğer

meğer ırmağı severmişim
ister böyle kımıldanmadan aksın kıvrıla kıvrıla tepelerin eteğinde
doruklarına şatolar kondurulmuş Avrupa tepelerinin
ister uzasın göz alabildiğine dümdüz
bilirim aynı ırmakta yıkanılmaz bir kere bile
bilirim ırmak yeni ışıklar getirecek sen göremeyeceksin
bilirim ömrümüz beygirinkinden azıcık uzun karganınkinden alabildiğine kısa
bilirim benden önce duyulmuş bu keder
benden sonra da duyulacak
benden önce söylenmiş bunların hepsi bin kere
benden sonra da söylenecek

gökyüzünü severmişim meğer
kapalı olsun açık olsun
Borodino savaş alanında Andırey’in sırtüstü seyrettiği gök kubbe
hapiste Türkçeye çevirdim iki cildini Savaşla Barış’ın
kulağıma sesler geliyor
gök kubbeden değil meydan yerinden
gardiyanlar birini dövüyor yine

ağaçları severmişim meğer
çırılçıplak kayınlar Moskova dolaylarında Peredelkino’da kışın
çıkarlar karşıma alçakgönüllü kibar
kayınlar Rus sayılıyor kavakları Türk saydığımız gibi
İzmir’in kavakları
dökülür yaprakları
bize de Çakıcı derler
yar fidan boylum
yakarız konakları
Ilgaz ormanlarında yıl 920 bir keten mendil astım bir çam dalına
ucu işlemeli

yolları severmişim meğer
asfaltını da
Vera direksiyonda Moskova’dan Kırım’a gidiyoruz Koktebel’e
asıl adı Göktepe ili
bir kapalı kutuda ikimiz
dünya akıyor iki yandan dışarda dilsiz uzak

hiç kimseyle hiçbir zaman böyle yakın olmadım
eşkiyalar çıktı karşıma Bolu’dan inerken Gerede’ye kırmızı yolda ve yaşım on sekiz
yaylıda canımdan gayri alacakları eşyam da yok
ve on sekizimde en değersiz eşyamız canımızdır
bunu bir kere daha yazdımdı
çamurlu karanlık sokakta bata çıka Karagöz’e gidiyorum Ramazan gecesi
önde körüklü kaat fener
belki böyle bir şey olmadı

….

çiçekler geldi aklıma her nedense
gelincikler kaktüsler fulyalar
İstanbul’da Kadıköy’de Fulya tarlasında öptüm Marika’yı
ağzı acıbadem kokuyoryaşım on yedi
kolan vurdu yüreğim salıncak buluklara girdi çıktı
çiçekleri severmişim meğer
üç kırmızı karanfil yolladı bana hapishaneye yoldaşlar 1948
yıldızları hatırladım

severmişim meğer
gözümün önüne kar yağışı geliyor
ağır ağır dilsiz kuşbaşısı da buram buram tipisi de
meğer kar yağışını severmişim

güneşi severmişim meğer
şimdi şu vişne reçeline bulanmış batarken bile
güneş İstanbul’da da kimi kere renkli kartpostallardaki gibi batar
ama onun resmini sen öyle yapmayacaksın

meğer denizi severmişim
hem de nasıl
ama Ayvazofki’nin denizleri bir yana

bulutları severmişim meğer
ister altlarında olayım ister üstlerinde
ister devlere benzesinler ister ak tüylü hayvanlara

ayışığı geliyor aklıma en aygın baygın en yalancısı en küçük burjuvası
severmişim
yağmuru severmişim meğer
ağ gibi de inse üstüme ve damlayıp dağılsa da camlarımda yüreğim
beni olduğum yerde bırakır ağlara dolanık ya da bir damlanın
içinde ve çıkar yolculuğa hartada çizilmemiş bir memlekete gider
yağmuru severmişim meğer

ama neden birdenbire keşfettim bu sevdaları Prag-Berlin treninde
yanında pencerenin
altıncı cıgaramı yaktığımdan mı
bir eski ölümdür benim için
Moskova’da kalan birilerini düşündüğümden mi geberesiye
saçları saman sarısı kirpikleri mavi

zifiri karanlıkta gidiyor tren
zifiri karanlığı severmişim meğer
kıvılcımlar uçuşuyor lokomotiften
kıvılcımları severmişim meğer
meğer ne çok şeyi severmişim de altmışında farkına vardım bunun
Prag-Berlin treninde yanında pencerenin yeryüzünü dönülmez bir
yolculuğa çıkmışım gibi seyrederek

19 Nisan 1962, Moskova

Nazım Hikmet

Tuzu Özleyenler İçin

Birbirimizin kıyılarına çıkar gibi
birbirimizden kıyıya çıkar gibi
seviştik o gün iki kazazede
belki de tuzlarımız sevişti birbiriyle
biz sanki iki deniz eskisiydik o gün
ve bir daha karayı göstermemek üzere
istersen iki denizkızı gibi seviştik de buna
istersen ölü bir balıkçı ve gözütuzlu siren
ve su yerine tuzunda boğulur gibi tenlerimizin
bazen de tuzunda yeniden doğulur bir sevişmenin
ruhumuz bile tuz içinde kaldı
tuz yalnızca tene değil ruha da gerekebilir
ruhu odasından çıkarabilir
bir başkasının adasına indirebilir
bir başkasının denizinde gezdirebilir
bir başkasının akşamında bahçe
bir başkasının avlusunda gölge
bir başkasının güneşinde aşk
bir başkasının yolculuğunda kılavuz
bir başkasının dilinde tuz…
Sevişmek kıyıya çıkmaktır belki de
kıyımızdan başka da çıkacak, inecek
yerimiz de yoktur bizim belki de
ruh adadır ve ten kalır derinde…

Haydar Ergülen

Gören Kâlp Mağazası

Ziya Mısırlı’ya

“Haklı olarak benzetmişler insanlar
denizi kadına
bir anda değişebilen bu iki ummanın
bilmem ki neden doyulmuyor tadına?”
(Ziya Mısırlı)*

Gören Kâlp Mağazası vaktiyle
bir şiir telgrafhanesi gibi çalışmış belli
Ziya Bey’in gönül gözüyle yazıp
elleriyle d / okuduğu şu dizelerle
“Gurbetin sayfalarında resim gibiyim”
“Gecemde güneş doğuyor, gündüzümde yıldızlar”
“Cesaret vermeli hatıralar insana”

Açık bir mektup gibi ne pul
ne zarf istiyor Ziya Bey’in gören kalbi

Haydar Ergülen

Bir Resim Olarak

Önceden bir tutam hüzündüm- işte nasıl bilirsen
Ayaklarımı savurur da sonra toplardım sokaklardan evlere
Akşam olurdu; eşiklerde durur boyası dökük kapıları aralardım
Aklımda binlerce kitap adı ve binlerce şiirle.

Eski püskü bir resim olarak kimliğimde taşıyorum
Şimdi çocukluğumu
Ceplerimde papatyaları unutmaktan sanık ellerim
Bir ırmağın kaynağında dinelip, denize kavuşmayı
Düşlüyorum gün boyu
Kulaklarımda uğultusu motor seslerinin.

Göğün saçlarımla dalaştığını bilmesem, buna bir ad verirdim
Sofrada beni bekleyenlere ağaçları gösterirdim ya da
Çiçekli masa örtüsüne aldanarak dönüverirdim
O kırlara
Vitrinlere cepleriyle bakan insanları görmesem, buna
Bir ad verirdim
Aklım her gün sorularla uğunmasa
Belki de dünyayı bir anahtar deliğinden gözlemekle
Yetinecektim

Önceden bir tutam hüzündüm- işte nasıl bilirsen
Ayaklarımı savurur da sonra toplardım sokaklardan evlere
Akşam olurdu; eşiklerde durur boyası dökük kapıları aralardım
Aklımda binlerce kitap adı ve binlerce şiirle…

1976

Ahmet Erhan

Camdaki Hafıza: Ahmed Rasim, Fotoğraf ve Zaman

Yirminci yüzyıl dönümünde yaşamış en velut, gündelik hayatın türlü hallerine en duyarlı kalemlerden Ahmed Rasim (1864-1932) Servet-i Fünun dergisindeki ilk yazılarından birini fotoğrafa ayırmıştı. “Fotoğrafım” başlığını taşıyan bu kısa deneme, 1891 yılında yazar 27 yaşındayken, yayına henüz başlamış bu resimli derginin onuncu sayısında neşredildi.[1] Ahmed Rasim ekmeğini yalnızca gazetecilik ve yazarlıktan çıkaran yeni nesil Osmanlı düşünürlerinden biriydi. Yazarlık kariyeri, II. Abdülhamid döneminde henüz serpilmeye başlayan Osmanlı basım endüstrisinin gelişimiyle birlikte şekillendi.[2] Bu dönemde Osmanlı düşünce iklimi Abdülhamid’in baskıcı ve cebri uygulamaları altında kuraklaşırken, diğer taraftan da aynı sultanın eğitim sistemindeki etkin modernleşme hamlesiyle birlikte yeni, daha çeşitli zevkleri ve talepleri olan bir okuyucu kitlesi belirginleşmeye başlamıştı.[3] Okuyucu beklentilerindeki bu yeni çoğullaşmaya koşut olarak Ahmed Rasim de mektep kitaplarından teknik risalelere, popüler tarihten roman ve şiire kadar birbiriyle benzeşmez çeşitli türlerde yayına imza attı.[4] Ne var ki yazın hayatındaki olağanüstü üretkenliğine rağmen, Ahmed Rasim, bağımsız yazar neslinin hâce-i evveli sayılan Ahmed Midhat Efendi gibi bir “kurmaca fabrikası” da değildi. O, esas şöhretini dakik ve güncel gözlemlere dayanan, gazeteci duyarlılığı ve kıvraklığıyla yazılmış kısa yazıları, hatıraları ve hikâyelerine borçluydu. Gazete yayıncılığıyla ortaya çıkmış ve “şehir mektupları” diye anılan yeni makale formu, onun marifetli ellerinde başlı başına bir edebi türe dönüştü.[5] Günlük yaşamı tüm çalkantısı ve hercailiğiyle yakalayıp kayıt altına aldığı bu yazılarıyla Ahmed Rasim, Osmanlı başkentine modern hayatın sunduğu türlü karşılaşmaların, yeni zevklerin, cazip kabahatlerin ve sarsıcı uyuşmazlıkların en maharetli vakanüvisi oldu.

Fotoğrafa dair makalesinde Ahmed Rasim, çektirdiği bir portre fotoğrafına bakarken geçmişteki kendisiyle karşılaşma halini, kendi yüzünün kimyalı cama nakşolmuş bir anlık yansıması karşısında kapıldığı hayret hissini anlatır. Ama burada ilginç ve kayda değer olan nokta, Ahmed Rasim’in “fotoğrafım” derken kastettiği keyfiyetin fotoğraf eyleminin nihai ürünü olan iki boyutlu suretten ibaret kalmamasıdır. Anlaşılıyor ki yazarı ilgilendiren yalnızca efsunlu bir nesne olarak nazar kıldığımız fotoğraf kartı değildir. Fotoğraf denilen olgu, elde tutulan ve temaşa olunan o “bitmiş” nesnenin ötesinde bir anlam ifade eder. Ahmed Rasim’in fotoğraf hikâyesi, kişinin imgesinin kaydedildiği ânı ve ortamı da kapsayan, aynı zamanda üretilen imgenin daha sonra yarattığı karşılaşmaları da içeren ucu açık bir oluşuma işaret etmektedir. Yazının bize sunduğu geniş perspektiften bakarsak fotoğrafı teknik ve insani unsurların birleştiği, aslında performatif boyutu da olan bir süreç olarak anlarız, ve Ahmed Rasim’in durumunda bu süreç fotoğraf stüdyosunda cereyan eden gergin ve dramatik bir karşılaşmayla başlar. Stüdyoya gittiği gün yazarımız şiddetli bir ruhsal çalkantıyla mücadele etmektedir, ve zihni “garib endişeler, anlaşılmaz düşüncelerle” sarmalanmıştır. Karışık duygularla, içinden çıkamadığı bir dert öbeğiyle boğuşurken kendini fotoğrafçının karşısında bulur:

Gözlerim te’sirât-ı ma‘neviyyenin müvelledi [ürünü] olan bir hayâl-i tâ’ire [uçucu hayale] nâzır, zihnim velvele-i hayat ile mâli [dolu] iken fotoğrafın [fotoğrafçının] önünde durdum. O beni zevkine göre ahz-ı vaz‘iyyete icbâr eder [vaziyet almaya zorlar]. Ben kendimi tahassüsâtıma göre ahz-ı efkâra [duygularıma göre fikir oluşturmaya] sevk eylerdim. Velhâsıl âmâlimin [emellerimin] bir noktada ictimâ‘ ettiği demde bir nidâ: Hazır ol! diye aks etti. Hayât-ı suveriyyemin [şekilsel hayatımın] bir saniyelik aksi camda bir sâye-i kesif [yoğun gölge] bıraktı. On beş gün sonra güyâ eşkâl-i vechiyyeme tamâmen müşâbih [yüzümün şekline tamamen benzeyen] bir resm-i manzûrum [bakılacak resmim] oldu. Bu ben imişim.6

Gündelik hayatın vakanüvisi Ahmed Rasim, fotoğraftan salt estetik bir obje olarak değil, teatral derinlik taşıyan ve zaman içinde şekillenen bir vaka olarak söz etmeyi tercih eder. Bu, fotoğrafın algılanması konusunda mutlak önceliği biçimselliğe vermeyen hayli duyarlı bir tespittir aslında. Dar sanatsal kalıplar içinde sınırlanmamış, “mezhebi geniş” diyebileceğimiz böyle bir yaklaşımın temelinde büyük olasılıkla 19. yüzyıl Osmanlı dünyasında fotoğrafın konumu ve işleviyle ilgili hüküm süren belirsizlik durumu vardır. Bu dönemde Avrupa’daki entelektüel mahfillerde fotoğraf üzerine süregiden tartışmaların odağında bu güncel temsil mecrasının bir sanat dalı olarak kabul edilip edilemeyeceği sorusu vardı. Bir tarafta şair ve sanat eleştirmeni Charles Baudelaire gibi fotoğrafa sanatsal bir işlev atfetmeyen, onu sadece teknik araçsallık üzerinden sınıflandırmayı önerenler vardı. Diğer taraftaysa bu yeni temsil formuna estetik “resimsellik” üzerinden yaklaşmayı seçenler, bu fikir doğrultusunda cemiyetler oluşturup sergiler açanlar vardı.[7] Aynı dönemde Osmanlı dünyasında fotoğraf üzerine yazılmış (“fotoğraf musahebeleri” tarzı) dergi makaleleri ve azımsanmayacak sayıda yayınlanmış risale gözden geçirildiğinde ise, fotoğrafın esasen uygulama yönüne ağırlık verildiği görülür. Fotoğraf, görmeyle ilgili kültürel birikimleri ne olursa olsun, dünyadaki herkes için emsali olmayan devrimsel bir görsellik tecrübesini beraberinde getirmektedir. Birçok Osmanlı yazarı, gerçekliği optik olarak kayıt altına alma eylemini ciddi bilimsel potansiyeli olan teknolojik bir mucize olarak değerlendirir – fotoğraf “en güzel icad”dır.[8] Ama diğer taraftan, aynı yazarlar fotoğrafı hem “hoş bir eğlence,” hem de (Avrupa’daki tartışmanın ekseninde) güzel sanatlara rahatlıkla eklemlenebilecek bir pratik olarak tanımlamaktan geri durmazlar.[9] Görsel sanatlar üzerine akademik ve kurumsal bir tartışma zemininin modern anlamda henüz kökleşmediği bu dönemde Osmanlı yazarları Avrupa’daki kamplaşmaya fazla itibar etmezler; fotoğrafı estetik beklentilerin ötesinde yer alan çok yönlü potansiyeliyle öne çıkarırlar. Algıdaki bu çeşitlilik, kriminolojiden özel hayata kadar farklı alanlarda hizmet verebilen, tekniği ve imkânlarıyla sürekli evrilen fotoğraf olgusunun özündeki muğlaklık ve değişkenliği teyit eder.

Muhtemeldir ki Ahmed Rasim de farklı seçeneklere açık ve muhkem kalıplardan uzak bu yaklaşım sayesinde fotoğrafın içerdiği eylemsellik potansiyelini duyarlı bir şekilde sezinleyebilmiştir. Bugün birçok araştırmacının teslim ettiği gibi fotoğraf dediğimiz şey bir vesikadan ibaret değildir yalnızca, aynı zamanda bir eylem ve vakadır – türlü karşılaşmalar ve devinimler yaratan, kişilerin sıradan hayatın dışına çıkarak belli rolleri denemesini ve sahnelemesini mümkün kılan kendine özgü bir vesiledir.[10]

Fotoğrafçıyla yaşadığı gergin karşılaşmadan iki hafta sonra Ahmed Rasim stüdyoya geri döner, hazır edilmiş portresini eline alır, ve kartondaki imgesiyle göz göze geldiği an çarpılır. Tahminlerimizin aksine, bu çarpılmanın nedeni resim ile kendi yüzü arasında gördüğü kesin ve kusursuz benzerlik değildir. “Güyâ” yüzünün şekline tamamen benzeyen bu portreyi tarif ederken kullandığı söylence kipiyle (“bu ben imişim”) fotoğrafın mutlak benzerlik iddiasını fazla ikna edici bulmadığını da belirtmiş olur. Aslında 19. yüzyılda fotoğrafa farklı mecralarda gösterilen ikircikli tepkiler düşünüldüğünde, Ahmed Rasim’in portresine dair bu şüpheli yaklaşımını çok da sıra dışı olarak almamak gerekir. Kuşkusuz, ortaya çıkışından beri fotoğrafın tanımlayıcı (aynı zamanda çarpıcı ve büyüleyici) özelliği, gerçeklikle kurduğu doğrudan, belirtisel bağdır.[11] Fotoğraf bizi derinden etkiler, çünkü Walter Benjamin’in ifadesiyle gerçeklik tarafından “dağlanmış” ve mühürlenmiştir;[12] diğer temsil şekilleri gibi gerçekliği ayrı bir ifade diline devşirip tercüme etmez, gerçeğin bire bir transkripsiyonudur, veya Ahmed Rasim’in tabiriyle hayatın “kesif gölgesi”dir. Ama fotoğrafın temelinde duran çıplak belirtisellik, ve onun üzerinde duran gerçeklik kurgusuna rağmen konu portre fotoğrafları olduğunda, yani iş “ruhun ifadesi olan çehre”ye geldiğinde tepkiler alabildiğine farklılaşır. Kimi zaman portre fotoğrafı batıl ve içgüdüsel bir korkuyu tetikler. Honoré de Balzac, örneğin, fotoğrafını çektirmekten şiddetle kaçınır, zira her fotoğrafın kendi varlığından ruhsal bir katmanı sıyırıp alacağını düşünür.[13] Ahmed Rasim gibi birçok başkaları içinse yüz fotoğrafının resmî alanda geçerli olan “aslı gibidir” hükmünden (yani “vesikalık” kullanımından) öte bir benzerlik değeri yoktur – zira şahsi deneyim söz konusu olduğunda kişinin zihnindeki öz-imgesiyle, yani kendi hayal ettiği kimliğiyle fotoğraftaki kuru ve iki boyutlu suret arasında bariz uymazlıklar vardır. Bireyin kendi simasıyla karşılaşması söz konusu olduğunda salt görsel benzerlik, fotoğraf deneyiminin özü değildir artık. Orada, fotoğrafın direttiği gerçeklik rejimi yerini başka, daha öznel gerçeklik kıstaslarına bırakır.

Ahmed Rasim için fotoğrafın büyüsü sadece bilimsel kerametinden veya sanatsal cazibesinden kaynaklanmaz – burada çarpıcı olan ne fendir ne de sanayi-i nefise. Fotoğrafın vesile olduğu durum, yani geçmişle (geçmiş zamandaki kendisiyle) karşılaşma hali, Ahmed Rasim’i bu temsil gerecinin karmaşık zamansal ve mekânsal kurgusu üzerine düşünmeye, varoluşsal tespitler yapmaya sürükler:

İlk nazarım, resimdeki nazarın nâtık olduğu [bildirdiği] ma‘na-i mühimmeyi hall ile iştigâl etti [düşündürücü anlamı çözümlemeyle geçti]. Müddet-i hayatıma nisbetle hemân [neredeyse] bir dakikalık fâsıla [aralık] hükmünde olan şu zaman ile bulunduğum şu vakit arasında fikirce, emelce, hisce ne derece tahavvülâta [değişime] uğradığımı anladım. Dem-i evvelde [önceki zamanda] beni meşgul eden hayalin şimdi zihnimde âdetâ bir eser-i pinhân [gizli iz] gibi kaldığını hissettim. Tarih-i tahassüsâtımda [duygusal geçmişimde] zuhura gelen şu inkılâb-ı seri‘e [hızlı dönüşüme] hem acıdım. Hem ağladım. Kadr-i hayatı [hayatın değerini] şimdi takdir ediyorum. Zirâ bir saniyelik hayatın ‘aks-i zılâli [gölgelerinin yansıması] hayat-ı fikriyye içün hemân [neredeyse] bir asır vuku‘ate müsâvi [bir yüzyıllık olaya eşdeğer] olan bir devr-i te’essürü bana ihtâr eyliyor. Meğer ric‘at-ı hayat [hayatın geri dönüşü] insan içün teselli-bahş [teselli edici] imiş.[14]

Fotoğrafında kendi nazarıyla karşılaştığı zaman Ahmed Rasim’i sarsan ve hayrete düşüren, hayatın bir lahzalık kesitinin (yani o ruhsal kargaşa ânının), varlığın bulanık sularından, zamanın sürükleyici akışından sökülüp alınması, somut, çözümlenebilir ve kalıcı bir gözlem nesnesi haline getirilebilmesidir. Ahmed Rasim’e göre hızla dönüşen hayatın her an zihnimize yüklediği imgeler algı, idrak ve hafıza kapasitemizin kat be kat ötesindedir. Zihnimiz sürekli olarak şekilsiz ve ağır bir veri bombardımanına maruz kalmaktadır. Bu sonsuz dönüşüm ve devinim içinde hayatın künhüne varmak, varlığın özünü kavramak ve anlık değişimleri derinlemesine çözümleyip nakletmek mümkün değildir. Anlık hayatı, her tesiri bir öncekinin üzerine binen bu akışkan alaşımı temsil süzgecinden geçirmek, dile dökmek, onun yoğunluğunu ve karmaşıklığını basite indirgemekten ibaret kalacaktır:

Hayatın güzergâh-ı fenâda [yokluk yolunda] bıraktığı eser-i ruhâni mükevvenat-i ruhâniyyede [ruhsal evrende] bir suret-i mübhemede [belirsiz şekilde] bâki kalır. Gâh nazar-ı tedkik o eseri mütâla‘a eder [değerlendirir] … Gâh fikr-i ta‘mik [derinlemesine inceleme] o mükevvenât-ı ma‘neviyye [manevi evren] içine düşer … Bu tedkik ve ta‘mik [araştırma ve inceleme] bir netice ile intihâ [son] bulur. O da zevâl-i ömrün sür‘atidir [ömrün yitişinin hızıdır].

Ben hayatta iki cihet-i mütenâkıza [çelişen yön] görüyorum. Biri hayat-ı fikriyye veyahud ma‘neviyye ki istitâ‘at-ı ruhâniyem [ruhsal kudretim] nisbetinde bâkidir [kalıcıdır]. Diğeri hayat-ı mâddiye veyahud suveriyye [şekilsel veya maddi hayat] ki kudret-i cismâniyyem [bedensel kudretim] derecesinde fânidir. Fakat hayat-ı ma‘neviyyeyi takdir edemiyorum. Anın [onun] her ân pişgâh-ı tetebbu‘uma [incelemem için] arz ettiği me’ser-i ebediyyenin [ebedi eserlerin] pâyânı [sonu] olamaz. Garib değil midir ki o me’ser-i ebediyyeyi icâd eden dimağım dahi mahsulat-ı ruhaniyyesini [zihinsel ürünlerini] derk edemiyor [kavrayamıyor] … Geçirdiğim hayatın menâkıb-ı ma‘neviyyesini [manevi vasıflarını] yalnız hissediyorum. Ne anlıyorum. Ne de nakle kudretyâb oluyorum [gücüm yetiyor] … Hayır, idare edemiyorum … Hayat denilen bu sırr-ı ‘acib [garip sır] eğer inkılâbât-ı rûz-ı merreden masûn ola idi [gündelik ve anlık değişimlerden korunmuş olsaydı] belki kâbil-i istiknâh olabilirdi [özü kavranabilirdi].[15]

19. yüzyılın ikinci yarısında fotoğraf teknolojisindeki hızlı gelişmelerle birlikte kullanılan filmlerin duyarlılığı gitgide artmış, poz süreleriyse ciddi derecede azalmıştı. Bu sayede hızlı seyreden cisimlerin hareketlerinin anlık enstantaneler halinde kaydedilip izlenebilmesi mümkün olmuştu. Fotoğrafın bu “insanüstü” teknik kapasitesi, yani gözün göremediğini kaydedilebilir hale getirmesi o dönemde bütün dünyada büyük heyecan yaratmıştı – örneğin insanların veya atların, hızlı hareket ederken, ressamların betimleyegeldiği görüntülere hiç de benzemeyen (hatta hayli sakil görünen) şekillere büründüğü hayretle yorumlanan konulardan biri haline gelmişti.[16] Osmanlı gazete ve dergilerinde de sıklıkla hareket fotoğrafları, radyografi veya kızılötesi teknolojisi gibi gözle görünmez olanı ifşa eden optik veya fotokimyasal buluşlarla ilgili haber ve resimler yer alıyordu. Ahmed Rasim’e göre fotoğrafın görselliğe getirdiği bu çığır açıcı yenilik, yani gerçekliği çıplak gözden çok daha çıplak şekilde belgeleyebilme özelliği, insanın zaman ve hafızayla ilişkisinde yeni bir aşamaya işaret eder. Bu müthiş araç, geçip gitmekte olan ve aslında kaybolmaya mahkûm bir ânı cisimleştirerek, paylaşılabilen, geri dönülüp üzerine yorum yapılabilen kalıcı bir belge haline getirir, veya sinema kuramcısı André Bazin’in daha sonraları ifade ettiği gibi “geçmiş zamanı mumyalaştırır”.[17] Bu özelliğiyle fotoğraf kadim hafıza-nisyan çekişmesine yepyeni bir boyut ekler – işte Ahmed Rasim’in kendi resmine baktığında sezinlediği derin gerçek budur. Fotoğraf yitmiş bir ânın foto-kimyasal kalıntısı, yani somut ve belirtisel bir izi olarak geçmişi yeniden mevcut kılar, onunla doğrudan ve empatik bir bağ kurmamıza imkân tanır (tabii bu yönüyle de Ranke-sonrası modern tarihçiliğin öykündüğü “geçmişin nesnel, doğrudan ve aracısız temsili” idealiyle uyumludur). Daha güncel bir deyişle fotoğraf etkin ve kuvvetli bir “protez hafıza”dır.[18] Hep bir sefere has, değişken ve arızi olan yaşam parçalarını alıp algımızın savrukluğundan ve noksanlığından arındırır, bir ânı zamandan kaçırır ve sonuçta nisyandan kurtarmış olur. İşte fotomekanik kaydın bu özelliğinden dolayı 1859 yılında Amerikalı fizikçi Oliver Wendell Holmes, belki de Ahmed Rasim’e benzer bir duyarlılıkla Dagerreyotipi (Daguerreotype) fotoğraf makinesi için “hafızası olan ayna” benzetmesini kullanır.[19]

Ahmed Rasim’in fotoğrafı üzerine mütevazı denemesini özgün ve değerli kılan, fotoğrafın getirdiği emsalsiz zamansal çakışmayı (veya kendine özgü zamansallık durumunu diyelim) teşhis etmesi değildir sadece. Yazar, ince ve cevherli üslubuyla bize fotoğrafın vesile olduğu karşılaşmalardan en can alıcısının geçmişle karşılaşma halimiz olduğunu hatırlatır. Fotoğrafta hapsolmuş olan anla karşılaşma sürecimiz başlı başına bir vakadır; ya da, yazarın ifadesiyle, bir saniyelik hayatın ışıkla tutulmuş kaydı düşünce dünyamız için neredeyse “bir asır vuku‘ate” eşdeğerdir: “Meğer ric‘at-ı hayat [hayatın geri dönüşü] insan içün teselli-bahş imiş.”[20] Ahmed Rasim için fotoğraf hafızaya küşayiş veren, geçmişin nişanesi olan kuru bir arşiv vesikası değildir yalnızca.[21] Daha önemlisi, fotoğrafın algı ile bellek arasında oluşturduğu köprü sayesinde bize sunduğu kendine özgü şahsi deneyim imkânıdır. Gündelik hayatın ve sokakta olan bitenin meftunu bu yazar, bize kendi fotoğraf macerasından bahsederken biçimsellik kaygılarını bir kenara bırakmamızı, esas olarak izleyiciyi, onun fotoğrafla olan deneyimini ve duygusal alışverişlerini dikkate almamızı salık verir. İlginç şekilde fotoğrafa bakan özneyi ve onun duygusal deneyimini merkeze almasıyla Ahmed Rasim, kendinden epey sonra yaşamış ve fotoğraf üzerine epey daha fazla yazmış iki düşünüre, Walter Benjamin (1892-1940) ve Roland Barthes’a (1915-1980) yaklaşır. Burada niyetim Ahmed Rasim’in ferasetini övmek, onu Barthes ve Benjamin’le karşılaştırıp yazdığı tek bir yazı üzerinden fotoğraf kuramının takdir edilmemiş öncüsü olduğunu iddia etmek değil elbette. Kuşkusuz bu geç dönem Osmanlı yazarı, birikimi, beslendiği entelektüel kaynaklar ve yaşadığı devir ve ortam itibarıyla diğer iki düşünürden çok farklı bir yerde duruyordu. Ama Tanpınar’ın tabiriyle “mukayese arızası” yapmadan bu üç yazarı fotoğrafla ilgili deneyimlerinde neyin birleştirdiğini düşünmek önemli bence. Nurdan Gürbilek’in çapraz okumalar konusunda önerdiği gibi, mesele “buradakinin de en az oradaki kadar iyi olduğunu kanıtlamak” değil, ama bu çok farklı konumdaki yazarların benzer sorunlar üzerinden söylediklerini karşılaştırıp tartıştığımız temsil mecrası, yani fotoğraf üzerine daha derinlikli düşünebilmek, onun özel ve yerel hallerini tarihselleştirirken, geniş ölçekli küresel etkilerini de daha iyi anlayabilmek.[22]

Benjamin ve Barthes’ın fotoğraf üzerine yazdıklarının karşılaştırmalı olarak bir değerlendirmesini yapan Kathrin Yacavone, özellikle portre fotoğrafı söz konusu olduğunda bu iki düşünürün fikirlerini kişisel alana ve izleyici özne üzerine yoğunlaştırdığını belirtir.[23] Çağdaşlarının tersine, Benjamin ve Barthes portre fotoğraflarını estetik, sosyal veya ideolojik akımların izdüşümü olarak görmeyi reddeder. Onlar için tekil izleyici, ve onun fotoğrafla olan algısal, duygusal, etkin ve yaratıcı ilişkisi merkezdedir. İki yazarın da portre fotoğrafları üzerine yorumları salt otobiyografiye indirgenemeyecek kadar geniştir, ama sonuçta fotoğrafa yoğunlukla kişisel duyguları ve tepkileri üzerinden yaklaşmayı seçerler – Benjamin için nirengi kendi geçmişiyle özdeşleştirdiği Kafka’nın bir çocukluk fotoğrafıdır, Barthes ise okuyucusuyla paylaşmadığı bir fotoğrafa bakıp ölen annesinin küçüklüğünü, onun “gerçek yüzünü” keşfeder.[24] İki yazar için de nesnel benzerlik değildir önemli olan (hatta Barthes’a göre annesini en iyi anlatan fotoğraf ona fiziksel olarak en az benzeyendir) – esas kayda değer olan, fotoğraf deneyiminin daha öznel, varoluşsal ve mutlaka kişisel hafızayla ilgili olan yönüdür. Benjamin ve Barthes fotoğrafın içkin zamansal yapısına, yani an ile geçmişi bir kalıba dökebilme özelliğine dair kişisel deneyimleri üzerinden tefekküre dalarlar. Özünde otobiyografik olan bu anlatılar fotoğraftaki zamansal muğlaklığa gösterilen temel, insani ve neredeyse güdüsel bir tepkiden kaynaklanmaktadır. Bu bakımdan, yazdıklarının miktarı ve felsefi derinliği Ahmed Rasim’inkinden çok daha fazla olsa da bu iki düşünürün tepkileri Osmanlı yazarının kendi fotoğrafıyla (geçmişiyle, veya öteki olarak kendisiyle) karşılaşma ânında hissettikleriyle esasta özdeştir. Üçü de şahsi reflekslerden, duygusal ürpertilerden, yani tamamen özel ama yine de ortak duyarlılıklardan hareket eder. Fotoğrafı diğer temsil formlarından ayıran ve müstesna kılan özellik, zamanı ve hafızayı depreştiren aykırılığı ve buna bağlı olarak yarattığı deneyimsel özgünlüktür. Portre fotoğraflarına bakarken Benjamin şöyle seslenir bize:

Böyle bir resme yeterince uzun süre dalıp gittiğinizde karşıtların ne derece birbirine değdiğini anlarsınız … [Fotoğraf denilen bu] en hassas teknoloji, ürünlerine elle yapılmış bir resimde hiçbir zaman hissedemeyeceğimiz tarzda büyülü bir özellik bahşeder. Fotoğrafçı ne kadar sanatkâr olursa olsun, öznesi ne kadar dikkatle poz verirse versin, fotoğrafın izleyicisi resimdeki o ufacık arızi kıvılcımı bulmak için dayanılmaz bir istek duyar; geriye dönüp bakmak, gerçekliğin özneyi (tabiri caizse) dağlayıverdiği o ‘şimdi ve burada’ ânını yeniden keşfetmek, o çoktan unutulup gitmiş zaman diliminin aniliğinde geleceğin zarifçe yuvalandığı belirsiz noktayı bulup çıkarmak ister.[25]

Benjamin’e göre portre fotoğrafı bizi istemsiz hafızamız gibi etkiler, her zaman tekinsiz, sarsıcı ve şaşırtıcıdır (burada Benjamin ilhamını doğal olarak Marcel Proust’tan alır: kastedilen istemsizlik durumu, bir kurabiyeyi ısırdığımız saniyede çocukluk günlerimizin ansızın gözümüzde canlanıvermesidir).[26] Hayatımız, zamanın akışı esnasında bilinçli olarak idrak edemediğimiz anlardan ibarettir. Etkilerini yalnızca bilinçaltında sakladığımız bu münferit anlara fotoğraf tanıklık yapar, onları akıştan koparır ve (zihnimizin travmaları veya dönüştürücü olayları sonradan ve ancak geriye dönük olarak kavraması gibi) bariz ve fark edilebilir hale getirir. Bu retrospektif özelliği yüzünden fotoğraf omuzlarımıza ağır bir varoluşsal ve duygusal yük bırakır. Fotoğraf cezbe yaratan bir tecrübedir, ya da Barthes’ın tanımıyla “geçmişe dair bir kehanet”tir.[27] İşte tam da bu nedenle Ahmed Rasim portresiyle karşılaştığı anda geriye dönük bir duygusal aydınlanma yaşar, ve böylece hayatın değerini takdir ettiğini söyler. Sezinlediği durum gayet nettir; fotoğraf zamanı rehin alır, yaşadıklarımızla ve duygusal geçmişimizle yeniden, hem de sıradan hayatın imkan tanımayacağı bir duyarlılıkla ilişki kurmamızı sağlar. Belki de bu yüzden dilin ve sanatsal temsilin ifade etmekte kifayetsiz kaldığı derin ve loş kişisel alana dokunur fotoğraf (“geçirdiğim hayatın menâkıb-ı ma‘neviyyesini yalnız hissediyorum. Ne anlıyorum. Ne de nakle kudretyâb oluyorum”) – fotoğraf anlatıya direnir, ama algımızı genişletip duygusal hafızamızı da katmerlendirir: “Ben hayat-ı güzeştenin [geçen hayatın] hiç olmazsa bir timsâl-i mürtesemini [izdüşümsel tasvirini] görerek ferceyâb oldum [ferahlık buldum]. Fotoğrafım geçmiş bir zamanımı bana her zaman nakledeceğinden o andaki te’essürümün zevâli [yok olması] gayr-ı mümkündür.”[28]

Ahmed Rasim’in kendi fotoğrafıyla halleşirken etrafında dolandığı, ve sonunda adını koyduğu esas mesele “zevâl-i ömrün sür‘ati,” yani ölümdür. Fotoğraf deneyiminin özünde zamanla kurulan ilişkinin olduğundan bahsetmiştik (Ahmed Rasim’in “bu ben imişim,” veya Roland Barthes’ın ça-a-été/bu olmuştu ifadelerinde yan yana duran işaret zamiri ve geçmiş zaman kipi bu zamansal katlanmayı anlatır; geçmişi gerçekten elimizde tutuyoruzdur).[29] Bizi geçmişin mücessem haliyle baş başa bırakan, onu mumyalayıp önümüze seren bu garip teknoloji birçok düşünürü zamanın geçişi, fanilik ve ölüm üzerine düşünmeye sevk etmiştir. Camera Lucida’da örneğin, Roland Barthes her ölüm ve her yas gibi, her fotoğrafın da izleyicisi için özel ve kendine mahsus olduğunu vurgular. Kaybettiği annesiyle fotoğraf üzerinden helalleşir, ve bu kişisel deneyimini bizimle paylaştığı bir matemin vesilesi haline getirir. Barthes fotoğrafı kayıp üzerine düşünmenin aracı olarak kullanır. Ahmed Rasim’se onu sağıltıcı, onarıcı, hatta canlandırıcı yönüyle algılamayı tercih eder.[30] Kimyalı yüzeyde saklı kalmış imgemiz biz sezinlemeden oluşan kayıpları telafi eder ve geçmişi yeniden kazanmamızı sağlar. Bu yönüyle de fotoğraf ölüme ve nisyana karşı elimizde iyi bir kozdur. Belki ölüme meydan okuyamayız, ama fotoğrafla hayatımızı teyit ederiz hiç olmazsa, ve onun kalıcı izlerine bakıp bir nebze olsun teselli ve “ferahlık buluruz.”

Ahmed Rasim’e göre dil ve anlatı, fotoğrafın yakalayıp tecrübeye açık hale getirdiği karmaşık duyguları ifade etmekte yetersiz kalır. Doğrusu böyle bir kifayetsizlikten bahsederken Ahmed Rasim yazar olarak kendine haksızlık eder, çünkü onun okurlarıyla kurduğu ilişkinin doğası fotoğraf deneyimine çok da uzak ve yabancı değildir. Şehir mektupları ve diğer yazılarında aslında zamanın tehdidiyle baş etmeye çabalar; anlatılarının merkezinde gündelik hayatın maddi kalıntıları vardır, ve bunlar üzerinden okurunun geçmişle samimi ve duygusal bir bağ kurmasını sağlar. Onun yazar olarak esas telaşı gündelik ânı geçmişe akarken yakalayıp olanca rengi ve dokusuyla kayda almak, bu cümbüşlü ve karmaşık hayat kesitini nisyandan kurtarabilmektir. Bir şehir mektupçusu olarak Ahmed Rasim sürekli hareket halindedir; olay değeri taşımayan, basit ve alelâde hayatın peşinde koşan bir muhabiridir. Akşam piyasalarından çalgılı kahvelere, Ramazan sohbetlerinden sokak karnavallarına, gece baskınlarından tulumbacı naralarına kadar gözüne çarpan her rengi, kulağına çalınan her sesi cerrahi bir hassaslıkla kaydeder. Şehri bir gazeteci duyarlılığıyla koklar, onu “fotoğraf gözüyle” görüp tanıklığını yapar, sonra da birbirine eklenen tablo parçaları, eşzamanlı enstantaneler halinde okuruna aktarır. Bize kalan, anlık izlenimlerden oluşan devasa bir sokak arşividir. Şehir mektuplarının “sıradan ve kendiliğinden olan” üzerinden yarattığı bu çekim, dönem dergilerinde sayfalara serpiştirilen enstantane fotoğrafların etkisiyle, onların iddiasız büyüsüyle tam bir uyum halindendir. Şehir mektuplarında anlatı ve hikâye yoğun bir görsellik hissinin hükmü altındadır ve yoğunlukla imgelere, seslere ve hareketlere tabidir. Ahmed Rasim’i ilginç ve sürükleyici bir hikayeyi takip etmek için okumayız; bize haz veren, geçip gitmiş bir hayatın dokusunu hissetmek, sokaklara dokunabilmek, yani geçmişle yeniden, doğrudan, empatik bir bağ kurabilmektir. Ahmed Rasim’in yazılarındaki bu “fotoğrafsı” duyarlılığı, en iyi, onun tarih alanındaki ruh ikizi Reşad Ekrem Koçu anlatır:

Venedik ressamlarını hatırlatan renkli tasvirleri, en küçük ve uçucu bir hareketi tesbit eden enstantane klişeleri … ve tipik bir İstanbul çocuğunun kıvrak zekası, ince zevkleri ve pürüzsüz, şakrak dili ile Ahmed Rasim, yaşadığı devri kendisi de dahil olduğu halde nisyandan kurtaran ölmez adamlardan biridir.[31]

Koçu’ya göre Ahmed Rasim sadece “fotoğrafsı” değil “filmik”tir de; onun yazılarında İstanbul sokakları “manzara ve insanları ile sesli ve renkli bir film halinde akmaktadır.”[32] Bu çok yerinde bir gözlemdir aslında. Ahmed Rasim gramofon, fotoğraf ve sinema devrinin yazarıdır. Sesin ve görüntünün kaynağından koparılıp saklanabilir, taşınabilir ve yeniden canlandırılabilir hale geldiği bir dönemde, tüm bu teknolojilerin getirdiği devrimsel duyum farklılıkları ve yeni algı kalıplarıyla tanışmış bir yazardır. Başlı başına fotoğrafa ayırdığı tek bir yazısı vardır belki. Ama yayınladığı ilk kitabın fonograf, yani “sadâyı tahrir ve i‘âde eden ‘âlet” üzerine olması da rastlantı sayılamaz.[33]

Bu yazı Bilim ve Sanat Vakfı Tarafından yayınlanacak SanatHafıza adlı derleme kitapta yayınlanacaktır.

Ahmet Ersoy
Kaynak: e-skop.com

[1] Ahmed Rasim, “Fotoğrafım,” Servet-i Fünun, c.1, No. 10 (16 Mayıs 1307 [28 Mayıs 1891]), s. 112-113. Bu yazıda kullanılan bazı birincil kaynaklara ulaşmamda yardımı dokunan, Boğaziçi Üniversitesi’nde Osmanlı fotoğraf risaleleri üzerine yüksek lisans tezini yazmakta olan Günseli Gürel’e teşekkür ederim.

[2] 19. yüzyıl sonu Osmanlı dünyasında basım endüstrisiyle ilgili bkz: Ahmet İhsan, Matbuat Hatıralarım 1888-1923 (İstanbul: Ahmet İhsan Matbaası, 1930); Server İskit, Türkiye’de Matbuat İdareleri ve Politikaları (İstanbul: Tan Matbaası, 1943); Alpay Kabacalı (der.), Cumhuriyet Öncesi ve Sonrası Matbaa ve Basın Sanayii (İstanbul: Cem Ofset, 1998); Alpay Kabacalı, Başlangıcından Günümüze Türkiye’de Matbaa, Basın ve Yayın (İstanbul: Literatür, 2000); Emin Nedret İşli, Kitaphaneden Yayınevine Babıali (İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2004); Orhan Koloğlu, Bir Zamanlar Babıali (İstanbul: Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, 1998); Orhan Koloğlu, Osmanlı’dan 21. Yüzyıla Basın Tarihi (İstanbul: Pozitif Yayınları, 2006).

[3] II. Abdülhamid dönemi eğitim politikaları ile ilgili bkz: Bayram Kodaman, Abdülhamid Devri Eğitim Sistemi (Ankara: Türk Tarih Kurumu, 1991); Benjamin C. Fortna, Mekteb-i Hümayun: Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Döneminde İslam, Devlet ve Eğitim, çev. Pelin Siral (İstanbul: İletişim, 2005); Ömer Faruk Yelkenci, Türk Modernleşmesi ve II. Abdülhamid’in Eğitim Hamlesi (İstanbul: Kaknüs, 2010); Selçuk Akşin Somel, Osmanlı’da Eğitimin Modernleşmesi (1839-1908): İslamlaşma, Otokrasi ve Disiplin, çev. Osman Yener (İstanbul: İletişim, 2010). Aynı dönem Osmanlı basım kültürüyle ilgili bkz: Benjamin C. Fortna, Learning to Read in the Late Ottoman Empire and the Early Turkish Republic (New York: Palgrave Macmillan, 2011); Johann Strauss, “Les livres et l’imprimerie à Istanbul (1800-1908),” Paul Dumont (der.) Turquie: Livres d’hier, livres d’aujourd’hui (Strazburg ve İstanbul: Centre de recherche sur la civilisation ottomane et la domaine turc contemporain ve İsis, 1992), s. 5-24; Johann Strauss, “Romanlar, Ah! O Romanlar! Les débuts de la lecture moderne dans l’empire ottomane (1850-1900),” Turcica 26 (1994), s. 125-163; Johann Strauss, “Who Read What in the Ottoman Empire (19th-20th Centuries)?” Arabic and Middle Eastern Literatures 6 (2003), s. 39-76; Johann Strauss, “’Kütüp ve Resail-i Mevkute’: Printing and Publishing in a Multi-Ethnic Society,” Elisabeth Özdalga (der.) Late Ottoman Society: The Intellectual Legacy (Londra: Routledge, 2005), s. 225-253; Klaus Kreiser, The Beginnings of Printing in the Near and Middle East: Jews, Christians and Muslims (Wiesbaden: Harrasowitz, 2001); Erkan Serçe, İzmir’de Kitapçılık 1839-1928: Kitaplar, Kitapçılar, Matbaalar ve Kütüphaneler (İzmir: Akademi Kitapevi, 1996); İrvin Cemil Schick, “Print Capitalism and Women’s Sexual Agency in the Late Ottoman Empire,” Comparative Studies of South Asia, Africa nad the Middle East, c. 31, no:1 (2011), s. 196-216.

[4] Ahmed Rasim, hayatı ve edebi kişiliği ile ilgili bkz: Çilem Tercüman, Ahmet Rasim’in İstanbul’u (İstanbul: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları, 2008); Muzaffer Gökman, Ahmet Rasim: İstanbul’u Yaşayan ve Yaşatan Adam, Hayatı ve Eserleri I (İstanbul: Çelik Gülersoy Vakfı, 1989): Şerif Aktaş, Ahmed Rasim’in Eserlerinde İstanbul (İstanbul: Kültür Bakanlığı, 1988); Reşad Ekrem Koçu, Ahmed Rasim: Hayatı, Seçme Şiir ve Eserleri (İstanbul: Suhulet Kitabevi, 1938).

[5] Ahmed Rasim’in şehir mektuplarından yaptığı derleme ilk kez 1910 yılında basılmıştı. Ahmet Rasim, Şehir Mektupları (İstanbul: ARBA, 1992).

[6] Ahmed Rasim, “Fotoğrafım,” s. 113.

[7] Baudelaire’in fotoğraf üzerine görüşleri için bkz: Charles Baudelaire, Écrits sur l’art, (haz.) Francis Moulinat (Paris: Le livre de poche, 1992), s. 359-366. XIX. yüzyıl fotoğraf tartışmaları üzerine bkz: Pierre Taminiaux, The Paradox of Photography (Amsterdam ve New York: Rodopi, 2009).

[8] “En güzel icad, en hoş eğlence, en tatlı meşguliyet olan fotoğraf san‘atı,” “Fotoğraf Musahebesi – Causerie photographique 1,” Servet-i Fünun, c.9, No: 232 (10 Ağustos 1311 [22 Ağustos 1895]), s. 376.

[9] Fotoğraf sanat ilişkisini ele alan yazılara bir örnek olarak bkz: Kadri, “Fotoğrafya ve Sanat,” Servet-i Fünun, c.17, No: 435 (1 Temmuz 1315 [13 Temmuz 1899]), s. 300.

[10] Çağdaş fotoğraf çalışmalarında fotoğrafın bir vaka olarak ele alınmasına iyi bir örnek olarak bkz: Ariella Azoulay, Civil Imagination: A Political Ontology of Photography, çev. Louise Bethlehem (Londra ve New York: Verso, 2012).

[11]  Burada “belirtisel” kelimesini dilbilimci Charles Sanders Peirce’in tanımıyla index olarak, yani temsil/gösteren ile içerik/gösterilen arasında var olan doğrudan fiziksel bağı ifade etmek için kullanıyorum; parmak izi ile parmak arasındaki ilişki gibi. Belirtisellik üzerine bkz. Mehmet Rifat, 20. Yüzyılda Dilbilimi ve Göstergebilim Kuramları 1: Tarihçe ve Eleştirel Düşünceler (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1998).

[12] Walter Benjamin, “A Little History of Photography,” Walter Benjamin: Selected Writings, c. 1, Bölüm 2 (1931-34) (çev.) Rodney Livingstone vd., (haz.) Michael W. Jennings vd. (Cambridge MA ve Londra: Belknap/Harvard University Press,, 1999), s. 510.

[13] Balzac’ın bu batıl tepkisini onun 1848’de resmini çekmeyi başaran ünlü portre fotoğrafçısı Nadar’ın anılarından öğreniyoruz: Nadar, Quand j’étais photographe (Paris: L’Ecole des lettres/Seuil, 1994), s. 9-18.

[14] Ahmed Rasim, “Fotoğrafım,” s. 113.

[15] a.g.e., s. 112-113.

[16] Fotoğraf teknolojisi ve görme şekillerine etkisi ile ilgili bkz: Jonathan Crary, Techniques of the Observer: On Visual Modernity in the Nineteenth Century (Cambridge MA: MIT Press, 1991); Geoffrey Batchen, Burning With Desire: The Conception of Photography (Cambridge MA: MIT Press, 1997); Friedrich A. Kittler, Gramophone, Film, Typewriter, (çev.) Geoffrey Winthrop-Young ve Michael Wutz (Stanford: Stanford University Press, 1999).

[17] André Bazin, “Ontologie de l’image photographique,” Qu’est-ce que le cinéma? (Paris: Editions du Cerf, 1999), s. 14. Bazin’in bu kitabı ilk olarak 1958 yılında basılmıştır.

[18] “Protez hafıza” kavramı ile ilgili bkz: Françoise Choay, The Invention of the Historic Monument, (çev.) Lauren M. O’Connell (Cambridge: Cambridge University Press, 2001)

[19] Holmes’un tanımıyla ilgili bkz. Kathrin Yacavone, Benjamin, Barthes and the Singularity of Photography (New York ve Londra: Continuum, 2012), s. 95.

[20] Ahmed Rasim, “Fotoğrafım,” s. 113.

[21] Charles Baudelaire de 1850ler ve 60larda yazdığı yazılarda fotoğrafın gündelik hayatın uçucu anlarını “hafıza arşivlerimizde” saklanmak üzere kaydettiğini belirtir. Ama Ahmed Rasim’in aksine, Baudelaire için bu belgeler sadece kuru bilgi kalıntılarından ibarettir, izleyicilerini hiçbir şekilde düşünsel ve yaratıcı mecralara sevk etmezler. Charles Baudelaire, Écrits sur l’art, s. 365.

[22] Nurdan Gürbilek, Benden Önce Bir Başkası (İstanbul: Metis, 2010), s.9.

[23] Yacavone, Benjamin, Barthes and the Singularity of Photography, s.5.

[24] Yacavone, s. 70; ve Roland Barthes, Camera Lucida: Reflections on Photography, (çev.) Richard Howard (New York: Hill and Wang, 1981), s. 70. İlginç bir paralellik, hem Kafka’nın hem de Barthes’ın annesinin resimlerinin kış bahçesinde çekilmiş çocukluk portreleri olmasıdır.

[25] Walter Benjamin, “A Little History of Photography,” s. 510. Çeviri bana aittir.

[26] Yacavone, s. 113-114.

[27] Barthes, s.87.

[28] Ahmed Rasim, “Fotoğrafım,” s. 113.

[29] Yacavone, s. 156.

[30] Fotoğrafın telafi edici kuvveti ile ilgili bkz. Giorgio Agamben, Profanations, (çev.) Jeff Fort (New York: Zone, 2007).

[31] Koçu, s.3.

[32] A.g.e. s.3.

[33] Ahmed Rasim, Bedâyi‘-i Keşfiyyât ve İhtirâ‘ât-ı Beşeriyyeden Fonograf: Sadâyı Tahrir ve İ‘âde Eden ‘Âlet (İstanbul: Kitapçı Arakel, 1302 [1885]).

Oflama

Bir vapur geçiyor önünden
Veya bir fırkateyn
Fora etmiş rüzgarları
Kimbilir hangi karşı yakaya…
Gömleğim yok ki ütüleyeyim,
Gayrı-muntazam bir seferdeyim hep,
İçkisiz kalmış bir barmen
Kendini içiyor kendini yazıyor
Karaya vurmuş bir denizde….
Nedense el ediyor deniz kızları
Aşna-fişne bir ölümü hatırlatarak…
Oh olsun!
Sen misin saatlerdir yalnız böyle
Bir balkonun balkonunda oturan!..

Can Yücel

Benden De Koyu Mai Bir Blues

Senlen raks rakına kalktıkta
Başım ayaklarınla
Ayaklarım başınla beraber,
Ve oran orama değdikçe,
Evler boşalıyor
Sokaklar boşalıyor
Bahçeler masalar boşalıyordu
Ben boşalıyordum,
Bizden gayrı kalan
Bi tek rüzgar vardı
Yaprakları üfleyen rüzgâr…
Senden ayrılınca anımsadım
Dünyanın bu kadar kalabalık olduğunu…

Can Yücel