Tamam Yavrum Meteliğimiz Yok Ama Yağmurumuz Var

sera etkisi deyin ne derseniz deyin
eskisi gibi yağmıyor işte yağmur.
özellikle büyük kriz zamanındaki
yağmurlar geliyor aklıma.
kuruş para yoktu ama bolbol
yağmur vardı.
öyle bir gece veya bir gün
değil,
7 gün ve 7 gece
YAĞARDI
ve Los Angeles’in yağmur ızgaraları
bu kadar çok yağmuru emebilecek
şekilde yapılmamıştı
ve yağmur KALIN
ve KARARLI
ve DÜZENLİ yağardı
ve damlaların çatılara çarpışını
oradan da oluk oluk
toprağa akışını DUYARDINIZ
ve DOLU,
büyük BUZDAN KAYALAR
patlayan
oraya buraya saçılan havada uçuşan;
ve yağmur
kısaca
DURMAZDI
ve bütün çatılar akardı –
evin her tarafına
tencereler,
kapkacaklar serilir
TIP TIP sesleri bütün eve yayılırdı;
ve kaplar boşaltılır,
boşaltılır
ve tekrar boşaltılırdı.
kaldırımların üstünden geçerdi yağmur,
bahçelerin içinden; ve merdivenleri tırmanıp
evlere girerdi.
el bezleri vardı, banyo havluları,
ve yağmur genelde
tuvaletlerden girerdi: köpüre köpüre, kahverengi, küçük girdaplarla
ve külüstür arabalarla dolu olurdu sokaklar
güneşli bir günde
marş basmayan arabalarla,
ve işsiz adamlar
sanki canlılarmış gibi duran o eski arabaların
can çekişmelerine bakarlardı
pencereleri önünden;
işsizler,
yenik bir zamanın yenik insanları
hapsolurdu evlerine
karıları ve çocukları
ve kedi köpekleriyle.
kediler ve köpekler
dışarı çıkmamak için diretir
evin garip garip yerlerine
pisliklerini bırakırlardı.
işsiz adamlar
bir zamanlar güzel olan karılarıyla
evde tıkılıp kalmış olmaktan
çıldırırlardı.
korkunç tartışmalar yaşanırdı
haciz ihtar mektupları
kondukça posta kutularına.
yağmur ve dolu, bezelye kutuları,
yavan ekmekler; kızarmış
yumurta, rafadan yumurta, haslanmış
yumurta; fıstık ezmesi
sandviçleri, ve her tencerede
görünmez bir tavuk.
babam, kesinlikle iyi biri olmayan babam
her yağmurda, en iyi ihtimalle,
annemi döverdi,
kendimi üzerlerine atardım,
bacaklar, dizler,
çığlıklar
ta ki
birbirlerinden
ayrılana kadar.
“Gebertic’em seni, ” bağırırdım “Bi’ kez
daha vurursan ona öldürürüm seni!”
“Çabuk bu oruspu çocu’unu
çıkar burdan!”
“hayır, Henri, annenin
yanında kal!”
evet, bütün evler kuşatma altındaydı
fakat sanırım bizim evdeki dehşet
ortalamanın üstündeydi.
ve geceleri
uyumaya çalıştığımızda
yağmur yağmaya devam ederdi
ve karanlıkta
suların odama girmemesi için
cesurca direnen penceremden
ayın yağmur sularıyla bulanık
görüntüsünü seyrederken
Nuh’u hayal ederek
ve Gemisini
tekrar oluyor galiba
diye düşünürdüm.
hepimiz düşünürdük
bunu.
ve sonra, birdenbire,
dinerdi yağmur.
galiba hep
sabaha doğru
5, 6 sularında dinerdi,
huzur çökerdi her yere,
ama tam bir sessizlik değil
çünkü hala devam ederdi
tip
tip
tip
sesleri
ve sonra sis ve duman
dağılırdı
ve sabah 8’de
gözleri kamaştıran sapsarı bir güneşışığı
düşerdi yeryüzüne,
Van Gogh sarısı –
çılgın, köredici!
ve ardından
sağanaktan kurtulan
çatı olukları
güneş altında
genleşmeye başlardı:
PENG!PENG!PENG!
ve herkes kalkıp dışarı bakardı
hala yağmuru içine çeken
bahçeler
hiç bu kadar yeşil olmamış
bir yeşil içinde
ve kuşlar
bahçelerde
deli gibi cıvıldayan kuşlar,
7 gün 7 gecedir
yere konup da
adamakıllı bir şey yiyememiş
tohum yemekten
bıkmış kuşlar
solucanların
toprak üstüne çıkmasını beklerlerdi,
yarı boğulmuş solucanların.
kuşlar solucanları önce topraktan çekip
havaya kaldırır
sonra da midelerine indirirlerdi;
karatavuklar ve serçeler olurdu.
karatavuklar serçeleri uzaklaştırmaya
çalışır
ama serçeler,
açlıktan delirmiş,
daha küçük ve çabuk,
kendi paylarını
kotarırlardı.
erkekler verandada durur
sigaralarını içerlerdi,
şimdi kapı kapı dolaşıp
büyük olasılıkla hiç bir kapı ardında
bulamayacakları bir
iş arayacaklarının,
büyük olasılıkla çalışmayacak arabalarını
çalıştırmaya uğraşacaklarının
bilincinde.
ve bir zamanlar güzel olan
karıları
banyoya girer
saçlarını tarar,
makyajlarını yapar,
dünyalarını tekrar
biraraya getirmeye çalışırlardı,
onları saran korkunç mutsuzluğu
unutmaya çalışarak,
kahvaltı için
ne hazırlasam diye
telaşlanarak.
ve radyo
okulların
açıldığını söylerdi.
ve
ardından
işte ben
yine okul yolundaydım,
yollarda kocaman
su gölcükleri,
tepemde yeni bir dünya gibi
güneş,
evde annemler,
okula
zamanında vardım.
Bayan Sorenson bizi
“bugün tenefüs yok,
yerler çok ıslak”
diyerek karşıladı.
çocuklar “AOF”
bağırdı bir ağızdan.
“fakat tenefüs saatinde
çok farklı birşey
yapacağız,” dedi,
“ve çok zevkli
bir şey!”
hepimiz merak ettik
bu çok zevkli şeyin
ne olduğunu
ve o iki saat
Bayan Sorenson
dersini anlatmaya
devam ederken
bir türlü geçmek bilmedi.
Küçük kızlara baktım,
çok tatlı ve temiz ve
dikkatli görünüyorlardı,
uslu ve dik
oturuyorlarken sıralarında
ve saçları
Kaliforniya
güneşi altında
çok güzeldi.
sonra tenefüs zili çaldı
ve hepimiz eğlenceyi
beklemeye koyulduk.
ardından Bayan Sorenson sınıfa seslendi:
“şimdi ne yapacağız
biliyor musunuz, birbirimize
yağmur sağanağı sırasında
neler yaptığımızı anlatacağız!
en ön sıradan başlayıp
arka sıralara doğru devam edeceğiz!
hadi Michael, sen başla!…”
ve hepimiz
hikayelerimizi
anlatmaya başladık, Michael başladı
ve herkes sırayla kalkıp devam etti,
ve sonra farkettik ki
hepimiz yalanlar söylüyorduk, tamamen
yalan sayılmaz ama
çoğunlugu yalandı
ve oğlanlardan bazıları pis pis
gülmeye başladığında kızlar onlara
kötü bakışlar fırlattı ve
Bayan Sorenson “tamam!” diye bağırdı
“tam bir sessizlik istiyorum!
Siz merak etmeseniz de
ben
neler yaptığınızı
öğrenmek istiyorum!”
böylece biz de hikayelerimize
devam ettik
ve hepsi de hikayeydi.
bir kız gökkuşağı
ilk çıktığında bir ucunda
Tanrı’nın yüzünü
gördügünü söyledi.
bir tek hangi ucu olduğunu söylemedi.
bir oğlan oltasını
pencereden sarkıtıp
bir balık yakalayıp
kedisini
beslediğini söyledi.
hemen hemen herkes
bir yalan uydurdu.
gerçek
fazla acı
ve utandırıcıydı.
sonra zil çaldı
ve tenefüs bitti.
“teşekkür ederim,” dedi Bayan
Sorenson, “hepsi çok
hoştu.
yarına kadar
yerler
kurur ve
kullanılabilecek
hale gelir.”
çocuklardan bir
gürültü koptu.
küçük kızlar
dimdik ve uslu
oturuyorlardı,
çok tatlı ve
temiz ve
dikkatli,
saçları dünyanın bir daha
asla göremeyeceği bir güneşin
ışıkları altında
çok güzel
görünüyordu.
ve

Charles Bukowski
Çeviri: Cem Duran

Ağır bir geceye doğru ilerleyen ağır bir gün

Ağır bir geceye doğru ilerleyen ağır bir gün.
Ne yaparsan yap herşey olduğu gibi kalıyor.
Kediler uyukluyor , köpekler havlamıyor.

Ağır bir geceye doğru ilerleyen ağır bir gün.
Ölen bir şey bile yok.

Su borularından akan su sesi bile duyulmuyor.
Duvarlar öylece duruyor , kapılar açılmıyor.

Ağır bir geceye doğru ilerleyen ağır bir gün.

Yağmur dindi, bir siren sesi bile yok.
Kol saatinin pili bitmiş

Charles Bukowski

,
Çakmağının gazı tükenmiş.

Bir bekleyiş daha ağır bir geceye doğru ilerleyen ağır bir günde.

Yarın asla gelmeyecek gibi

Ve geldiğinde aynı lanet şey olacak..

Charles Bukowski

İnsanlara gelince; artık hayatta olmayan ölümsüzlerde buldum ne bulduysam-kitaplarda.

Zehirlenmiş gibi hissediyorum kendimi bu akşam. Üstüme işenmiş gibi; iliklerime kadar yorgunum. Tamamen yaştan kaynaklanmıyor ama payı olabilir. Kitle, benim için zor olan İnsanlık, o kitle sonunda kazanıyor galiba. Sorun herşeyin onlar için yinelenen bir gösteri olmasında sanırım. Tazelik yok içlerinde. Mucizenin kırıntısı yok. Kendilerini öğütüp duruyorlar, üstelik üstüme. Farklı bir insan görsem devam etmek için güç bulacağım kendimde. Ama öyle bayat, öyle kasvetliler ki. Heyecan yok. Gözler, kulaklar, bacaklar, sesler var ama…hiç. içten içe pıhtılaşıyor, kendilerini yaşadıklarına inandırıyorlar. Gençken daha iyiydi; arayış içindeydim. Geceleri sokakları dolaşırdım…kaynaşırdım, dövüşürdüm, arardım..Hiçbirşey bulamadım. Kadınlara gelince; her kadın bir ümitti ama çok sürmedi. Durumu hayli çabuk kavrayıp rüyalarımın kadınını aramaktan vazgeçtim; kabus gibi olmayan bir kadın kabulümdü. İnsanlara gelince; artık hayatta olmayan ölümsüzlerde buldum ne bulduysam-kitaplarda. Klasik müzikte. Güç verdiler bana. Ama sihirli kitapların sayısı sınırlıydı, bir süre sonra tükendiler. Yıkılmaz kalem klasik müzikti.

Charles Bukowski

Artık sevişmek istemediğiniz bir kadınla aynı yatakta olmak

Gerçekten korkunç şeylerden biri de; her gece her gece artık sevişmek istemediğiniz bir kadınla aynı yatakta olmak.

Yaşlanırlar, artık güzel bir görünümleri de yoktur. Horlamaya bile başlamışlardır, ruhlarını kaybetmişlerdir.

Bazen yatakta dönersiniz ayağınız onunkine dokunur. tanrım ne kadar feci! Gece orada, dışarıdadır bilirsiniz perdelerin ötesinde her ikinizi de tabutun içinde birleştirmektedir.

Sabahları tuvalete giderken koridorda karşılaşırsınız, konuşursunuz, tuhaf birkaç söz edersiniz; yumurtalar kızarır, motorlar ısınır.

Karşı karşıya 2 yabancı oturmakta, ha babam ağızlara kızarmış ekmek tıkıştırmakta, somurtkan kafalar yanmakta, mideyi kahveyle doldurmaktadırlar.

Amerika’nın on milyon yerinde durum aynıdır. Bayatlamış yaşamlar askıya alınmışlar, gidebilecekleri hiçbir yer yok.

Arabaya binip işe gidersiniz. Orada da bir sürü yabancı, çoğu birilerinin karısı veya kocası. İşin giyotininden kurtulabilenler; flört etmekte , espriler yapmakta, çimdik atmakta, bazen bir yerlerde acele ayaküstü bir sikiş kaptırmakta -bunu evde yapamazlar- sonra da arabalarına atlayıp evlerine dönerler.

Noel’in veya başka bir tatilin veya pazar’ın veya başka birşeyin gelmesini beklerler..

Charles Bukowski

Entel

kadın
havaya sprey sıkan
uzun bir hortum misali
durmadan yazı yazıyor,
ve durmadan
kavga ediyor;
söyleyebileceğim
gerçekten farklı
hiçbir şey
olmadığından
söylemekten
vazgeçiyorum;
sonunda-
üzerinde
etki yaratmaya çalışmıyorum
gibi bir şey deyip
söylene söylene
çıkıp gidiyor.

ama biliyorum ki
geri dönecek
hep dönerler.

ve
akşam 5’te
kapıyı çalıyordu.

açtım kapıyı
beni istemiyorsan
uzun kalmam, dedi.

eyvallah, dedim,
banyo yapmam lazım.

evlilik gibi bir şey:
her şeyi
hiç olmamış gibi
kabulleniyorsun.

Etki Ve Tepki

En iyilerimizin sonu genellikle kendi ellerinden olur
sırf uzaklaşmak için,
ve geride kalanlar
birinin onlardan
uzaklaşmayı neden isteyebileceğini
bir türlü tam olarak anlayamazlar.

Charles Bukowski

Fred derlerdi ona

Fred derlerdi ona. Barın son taburesi onundu ve her zaman açılıştan kapanışa kadar oradaydı. Benden daha çok oradaydı ve bu hafife alınacak bir şey değildir.

Kimseyle konuşmazdı. Taburesinde oturup fıçı bira içerdi. barın öbür ucuna doğru dümdüz bakardı ama kimseye değil.

Ve bir şey daha ;

Arada sırada yerinden kalkıp müzik dolabına gider ve her seferinde aynı 45’liği çalardı; “Bonapart’ın Geri Çekilişi”

Sabahtan akşama kadar çalardı o plağı. onun parçası olduğuna şüphe yoktu. Hiç bıkmazdı o parçadan.

Ve içtiği biralardan kafası iyi olduğunda kalkıp Bonapart’ın Geri Çekilişi’ni üst üste 6-7 kez çalardı.

Kim olduğunu, geçimini nasıl sağladığını bilen yoktu, tek bildikleri barın karşısındaki pansiyonda kaldığı ve her sabah bar açıldığında ilk müşteri olduğuydu.

Barmen Clyde’a şikayet ettim; “Kardeşim anamızı ağlatıyor bu plakla. Bütün plaklar bir süre sonra yenileriyle değişiyor ama Bonapart’ın Geri Çekilişi hep var. Ne anlama geliyor bu?”

“Onun şarkısı” dedi Clyde. “Senin bir şarkın yok mu?”

Neyse, o gün öğlen bir sularında bara girdim, bütün müdavimler oradaydı ama Fred yoktu. İçkimi söyledim sonra da yüksek sesle, “hey, Fred nerde?” diye sordum.

“Fred öldü” dedi Clyde.

Barın sonuna baktım. İçeri güneş sızıyordu ama boştu tabure.

“Şaka ediyorsun” dedim. “Fred helada, değil mi?”

“Fred bu sabah gelmedi” dedi Clyde, “pansiyon odasına gidip baktım, ordaydı, ütü tahtasından farkı yoktu”

Çıt çıkmıyordu barda. Geveze oldukları söylenemezdi zaten.

“Neyse” dedim, “Bonapart’ın Geri Çekilişi’ni dinlemek zorunda kalmayacağız en azından.”

Kimse birşey söylemedi.

“Hala müzik dolabında mı o plak?” diye sordum.

“Evet”  dedi Clyde.

“Güzel” dedim, ’”Son bir kere de ben çalayım şunu”

Kalktım.

“Dur” dedi Clyde .

Barın arkasından çıkıp müzik dolabının yanına geldi. Küçük bir anahtar vardı elinde. anahtarı kilide sokup müzik dolabını açtı.Uzanıp plaklardan birini aldı. Sonra dizinin üstünde ikiye böldü plağı.

“Bu onun şarkısıydı” dedi Clyde.

Sonra dolabı kilitledi, kırık plağı barın arkasına götürüp çöpe attı.

Barın adı Jewel’s idi ve Crenshaw ile Adams kavşağındaydı, ama artık yok.

Bukowski

Gazze Risalesi

Gazze trajedisi karşısında
İnsanlığın vicdan yükünü neredeyse
tek başına omuzlama cesaretini ve
ferasetini gösteren Türkiye’nin
yeni ‘Yeryüzü’ politikasının
büyük mimarı ve virtüöz icracısı
Prof. Ahmet Davutoğlu’na…

I

Gazzeli Yusuf, oğlum, ben yaşlı Filistin şairlerinden biri.
şiirlerimi Türkçe yazıyor olmama bakma,
yeryüzünün bütün öteki şairleri gibi,
( düzeltiyorum ) yeryüzünün bütün
yufka yürekli şairleri gibi ben de
Filistinliyim on günden beri
ve buram buram Filistin toprağı
kokmaya başladı birden, nasılsa,
benim de kırk yıllık türkülerim,
kasidelerim.

kan, barut ve gözyaşı değil, hayır,
kin, öfke ve intikam hissi de değil, yanlış anlama,
tepeden tırnağa Yakup, tepeden tırnağa Yusuf,
tepeden tırnağa Musa, İsa
ve Muhammet’le dolup taşıyor,
Filistin toprağı gibi, on günden beri
benim de duygularım, düşüncelerim.

nesnesiyle örtüşen bilgiye, hakikat,
nesnesiyle örtüşen duyguya da sezgi
diyorlar ya, filozoflar, Yusuf, oğlum,
bu tanım doğruysa eğer, sezgilerim diyor ki bana,
hiçbir bilgi, hiçbir haber,
rüzgârın bu son on gündür şairlere
ve hamile analara taşıdığı
şu gökçe esin kadar hakikat olamazlar:

evet, her gün onlarca defa katlediyor
Filistin’de peygamber katilleri,
her gün onlarca defa Musa’yı,
onlarca defa İsa’yı, onlarca defa
Muhammed’i katlediyorlar,
ve yakıyorlar İbrahim’i, fosforlu bombalarla,
ama yine aynı Filistin’de her gün
ve her yerinde yeryüzünün,
diriliyor, on günden beri
onlardan yüzlercesi, onlardan binlercesi…

II

Gazzeli Yusuf, oğlum, keder de aynı dili konuşuyor
dünyanın her yerinde,
umut da aynı dili konuşuyor,
tıpkı nefretin ölümün dilini,
sevginin hayatın dilini konuşması gibi,
tarihin her döneminde…

ben, yeryüzünün yaşlı şairlerinden biri,
taşların, otların, kuşların dilini
çözmüş sanırdım kendimi.
ama Gazzeli çocuklar üstüne
insanların kendi diliyle konuşmaya başladığımda
titriyor, boğuklaşıyor sesim
ve orada bombalanan okullardan,
yıkılan hastanelerden, yerle bir edilen
vicdanın yıkıntıları arasından yükselen
katıksız, falsosuz ve Gazze gibi de haklı sesini
çıkarmakta zorlanıyorum, insan yüreğinin.
çıkarsam da, tutturamıyorum rengini, tınısını,
bir ucu insana, öteki tanrıya varan o sesin.
tuttursam da, duyurmakta zorlanıyorum onu,
yeryüzünün öteki çocuklarına.

çünkü bakıyorum, onlardan kimi
kulaklarına kulaklık geçirmiş,
bilmem hangi rakçının
özgürlüğü, demokrasiyi öven
savaş aleyhtarı şarkılarını dinliyor.
dinlesin, diyeceksin,
dinlesin, güzel değil mi, iyi değil mi?

kimi dağlarda koyun, keçi otarıyor,
otarsın, bu da güzel, bu da iyi!
kimi sinemada, kimi luna parkta, kimi okulda,
kimi dileniyor sokakta,
kimi mendil, kimi simit satıyor,
kimi ilahi söylüyor bir tapınakta,
pek azı bilgisayar başında,
pek pek azı da bilgi-hüner peşinde v.b.
bunların hepsi güzel,
hepsi güzel ve iyi,
oyunun, oyun olması için de gerekli.

ama, onlar bu güzel ve olağan işleri yaparken,
Gazze’de, sizin orada, bunların hiç birini
hiç birini yapmanıza izin vermeyen
çocuk katillerini, anne katillerini
ve seni düşündükçe, oğlum,
seni ve kardeşlerini,
ben yeryüzünün hüzün şairi,

sormak geliyor içimden:
biz, bütün bir insanlık,
‘birleşmiş milletler’, birleşmiş mücrimler,
cin taifesi, melek taifesi,
şeytan ve Yüce Tanrı,
hangi oyunu oynuyoruz bu tiyatroda,
hangi oyunu, onlarca yıldır,
hangi oyunu, böyle kan revan içinde?

bu kadar bebek ölüsüyle,
bu kadar çocuk ölüsüyle,
bu kadar anne ölüsüyle,
bu kadar seyirciyle
ve bu kadar sessizlikle…

gökleri dolduran bu sessizlikle,
cenneti, cehennemi, ârafı,
yerin altını, yerin üstünü
kana boyayan bu sessizlikle
hangi oyunu oynuyoruz,
hangi oyunu, tekrar tekrar,
hangi oyunu, bu cehennemde?

III

ben Küçük Asya’nın yaşlı şairi, Yusuf, oğlum,
duyuramıyorum dedim ya,
dünyanın öteki çocuklarına sesimi,
onlara bizim mahalledekiler de dahil.
duyuramıyorum bizimkilere de,
dağ gibi rüyalar, çığ gibi fikirler altında
hep iki büklüm ve soluk soluğa,
sözün yokuşuna, sözün doruğuna
tırmanmayı seven şiirlerimi.

ne zaman şairce bir saflıkla,
‘büyük insanlık ülküsü’  diye açsam ağzımı,
sözlerimi alıp götürüyor rüzgâr,
ta Ademle Havva’nın,
tanklardan, panzerlerden, insan safarilerinden uzak,
çapuldan, misyoner endişesinden uzak,
özgürce sevişip koklaştığı
ve cennetin, gökte değil,
yeryüzünde dolaştığı
o bahtiyar günlerde, dölleyerek
bilgi ağacının terennümleriyle sesimi,

günümüzden yüzlerce, belki binlerce yıl öteye,
insanlığın kanla süslü kabile yadigârlarından kurtulup,
şu düşmez kalkmaz devleti,
yıkılmaz kaleleri, aşılmaz kurumları,
şanlı orduları ve süslü bayrakları
kaf dağının öteki tarafında,
masalların zamanında bırakıp, nihaî erginliğe,
yeryüzü toplumuna, yeryüzü insanına
kavuştuğu günlere savuruyor.

yüzlerce, belki binlerce yıl, diyorum ya,
gözünü korkutmasın, bu, senin;
bin yıl dediğimiz süre, ebediyetin yanında
bir gün bile değil.
yüz yıl dediğimizse, bir günün belki
sadece kuşluk vakti.

ve yüz yıl ebediyete göre neyse,
yaşlı ebediyet de,
insanın çamuruna üflenen
tanrısal zamana göre öyle.

ve yıllar bana öğretti, öğrenmen gerekiyor senin de,
büyük düşünceler, büyük planları hilkatin,
çığ gibi yıkılmamak için başına insanlığın,
doruğundan aşağı, dağı tekrar tekrar dolaşan
fazla çiğnenmemiş patikalardan
inerler yamaçlara…

IV

çok acı çektin, Gazzeli Yusuf, oğlum, çok acı çektin
ve bu kadar acı için çok küçük bu ‘Filistin’.
dünyayı iste, bütün bir yeryüzünü,
duvarsız, tel örgüsüz, mayınsız
ve silahsız yeryüzünü, hepimiz için,

çok acı çektin, önce sen çığır bu türküyü!
göğsüne yaslayıp kulağını geleceğin,
önce sen duyur, bu yüceler yücesi ülküyü,
bu en büyük vuruntusunu aklın ve kalbin
ve bir amentüye dönüştür onu!

çok acı çektin, yapabilirsin bunu,
çok acı çektirdik sana, dönüştürebilirsin
dokunduğun her şeyi, her şeyi som altına,
hakkında konuştuğun ya da sustuğun
her fikri, her tezi gökçe bir manifestoya.

çok acı çektin, dönüştürebilirsin,
ip atlarken, sapan atarken ya da uyurken
beşikte, kaldırımda ya da yıkıntıların altında
can veren kardeşlerinin dudaklarında donan kıpırtıyı
büyük insanlık oratoryosuna.

dönüştürebilirsin yoksulların yakarışlarını
tanrının bütün evlerinde
dudaklarda ve yüreklerde kopan,
sonra dalga dalga büyüyen, yayılan
ve tankları, panzerleri önüne katıp götüren,

roketleri, obüsleri, havan toplarını,
insanın beyninden, kalbinden
ve dilinden büyük bütün silahları
ve silah tüccarlarını, silah çetelerini,
devletleri, kaleleri, kodesleri ve kafesleri,

kralları, emirleri, müebbet başkanları
önüne katıp savuran gül fırtınasına.
dönüştürebilirsin bütün acıları,
bütün duaları, bütün çığlıkları,
uyuyanların üstünü örten bir gül tufanına,

açları doyuran, küsleri barıştıran,
evsizlere ev, yarsızlara yar olan
yerle göğü insanın yüreğinde buluşturan
bir gül zamanına, gül umranına,
gül toplumuna, gül insanına.

V

çok acı çektin, yapabilirsin bunu,
çok acı çektirdik sana,
kimse hak etmiş olamaz senden daha fazla
ve hepimizin adına,
konuşmayı Tanrıyla da, tağutla· da!

konuş ve razı olma daha azına,
yeryüzünü iste, yeryüzünün bütün çocukları adına.
konuş ve razı olma, Gazzeli Yusuf, oğlum,
kapısına ‘Filistin Devleti’ yazılı
yeni bir toplama kampına!

bu ‘Devlet’ sözcüğü, ‘Bayrak’ merakı,
haritada gördüğün, bütün o
kanla sulanmış kemik tarlaları
gözünü kamaştırmasın sakın,
yolundan alıkoymasın seni!

o mezarlık parsellerindeki otlar, dikenler,
sınırın iki tarafından toprağa ekilen
gencecik Yusufların,
Yaseflerin teniyle besleniyor,
bunu unutma!

ve her iki taraftan ölenlerin, kucak kucağa
uyuduğu o sınırlarda
önlemek için kucaklaşmasını dirilerin,
dünyanın bütün açlarını on yıl boyunca doyuracak,
dünyadaki acıyı yarı yarıya azaltacak,

sevgiyi üç katına, belki beş katına çıkaracak,
karakolların yarısını tiyatroya, yarısını kafeye,
hapishanelerin yarısını sinemaya, jimnastik haneye
çevirmeye yetecek kaynaklar harcanıyor her yıl
kahrolası silahlara ve ruhsatlı katillere.

VI

razı olma sınır çekilmesine düşlerimize!
ne düşlerimize, ne başlarımıza,
ne dağlarımıza, ne taşlarımıza!
hepimizin adına sana verilmiş bir fırsat, bu,
razı olma, içerden kuşatılmasına da
dışardan kuşatılmasına da,
insan ruhunun

ve kapatılmasına bir mezar gibi
başka ruhlara, başka hayatlara,
başka oyunlara, başka oyunculara,
büyük düşlere, büyük düşüncelere,
büyük öykülere,
büyük serüvenlere!

‘kurtarıcı’larından çok çekti insanoğlu,
razı olma kurtarmasına seni kimsenin,
razı olma, kümese çevirmelerine ruhunu
‘kurtarıcı ve adamları’nın,
‘başkan ve adamları’nın,
‘kral ve adamları’nın!

doğduğun toprağı seversin, bunu anlarım…
ölünceye kadar emzirip seni
sonunda bağrına basan toprağı
elbette sevmen gerekir, bu sorulur mu,
en az ananı sevdiğin kadar hem de,
bazen daha tutkulu,
bunu anlarım,

ve ananın ismetine, toprağın namusuna,
ulusun onuruna gölge düşürmemek için de,
elbette ölmen gerekebilir, duraksamadan;
bu sorulur mu?

ama, ana sevgisi,
toprak tutkusu
ya da ulus övüncü
ya da bayrak saygısı… tamam, amenna!
ama biraz gösteri, biraz tapınma!
diyen olursa,
ben yokum bunda!

kutsallaştırarak örteriz çünkü,
ve mitleştirerek,
boşa harcadığımız değerleri.

vatanın bütün bir yeryüzü olsun,
Gazzeli Yusuf, oğlum,
bayrağın da gökyüzü senin
ve milletinse, ta Adem’den başlayarak
atan İbrahim gibi,
yolda onurluca yürümesini bilen
tüm adem oğulları.

VII

öyleyse dönüp bakma,
denizi yarıp geçtikten,
ateşi yarıp geçtikten sonra,
kutsal kalıplarla dökülmüş
altın buzağılara,
ipek, keten ya da pamuklu ikonlara
ve bezden küheylanlara!

bunca kurban verdikten sonra,
yalnızca Filistin’i değil, dediğim gibi,
yeryüzünü iste,
sınırlarla bölünmemiş dünyayı,
yerin ve göğün tamamını,
bütün çocuklar için,
bütün yoksullar için!

sınırların olmadığı,
akıldan, gönülden ve dilden başka silahın,
gülden başka merminin
kullanılmadığı,
yalnızca insanın insanı sömürmediği değil,
insanın insanı yönetmediği
dünyayı iste!

peygamberlerin yaptığını yap,
alçak sesle konuş
ve güç istemediğini söyle!

peygamberlerin yaptığını yap,
öleceksen uğruna özgürlüğün,
ne kral, ne melik, ne kayser, ne satrap…
tanrıdan başka mirasçı bırakma özgürlüğe!

çok acı çektin, çok acı çektirdik sana
hepimizin sınavı, bu;
ama sen başlat bu yolculuğu!
sen başlat, insanın önündeki
bu en büyük yürüyüşü,
zirveye doğru!

ve dağı aşmak için, saldırma dağa,
dağın çevresini dolaş,
çiçek toplaya toplaya!

VIII

düş, diyecekler, peşinen bilmen iyi olur,
hayal diyecekler,
ütopya, diyecekler, bütün bunlara.
herkesi dinle sonuna kadar,
ama dinlediğinle kalma,
devam et düş kurmaya.

önce alay konusu,
sonra köyün delisi,
sonra günah keçisi
olsan da aldırma,
devam et düş kurmaya.

düşlerini gece uykuda görenler
gündüzün unuturlar onları;
düşlerini gündüzün kuranlara gelince,
korkulur onlardan·,
kendini söküp yeniden yapmasını bilen
işte böyleleridir,
ve dünyayı değiştirmesini…

insanlık, düşlerin iyisini önüne,
kötüsünü arkasına alarak
yol alıyor düşlerin en büyüğüne,
en gerçeğine doğru.

herkesin iyiliği için büyük
ve yüksek şeyler tasarlayan
bir çırak, bir kalfa·
çıkarmak için üflemedi mi
kara balçığa,
kendi ruhundan, Yüce Sanatçı?

üfledi ve iyi düşler göre göre büyüdü,
o ilk müteal hücre.
büyüdü, bölündü
ve bölüne bölüne
cennete sığmayacak kadar çoğaldı.

çoğaldı ve akıllandı,
daha dipsiz düşler için
inerken yeryüzüne.

IX

silah kimin elinde olursa olsun, sonuçta
ölümü alıp satanların gücünü artırıyor.
yararı yok, bir daha, bir daha denemenin,
büyük aklın, arkasında bıraktığı yolları,
hurdalığa attığı küçük akılları,
çürük hamleleri!

en etkili savunma, sözgelimi,
saldırmak, der, sorsanız, bir silah tüccarına.
ne kadar tutarlı ve ne kadar akıllıca!

oysa, napalm ya da atom silahıyla yarışmak
sığmayacağına göre, ne insan onuruna,
ne yerin hukukuna, ne göğün töresine,
silahlardan arınmak değil midir,
en insanca savunma
ve bu yarışa zorlamak dostu da, düşmanı da?

hakikat gibi çıplak, cesur
ve samimi olmak yani,
hem barışma niyetinde,
hem barış çabasında!

bu durumda da insan ölebilir, kuşkusuz;
ölmek ya da yaşamak…
bugün ölmek
yahut elli yıl sonra,
elbette aynı şey değil, fark var aralarında;

ama iki ölüm de aynı hızla unutulabilir,
bütünün güzelliğine bir şey katmıyorlarsa eğer,
ölümün ve hayatın güzelliğine
bir şey katmıyorlarsa eğer.

XI

sonra, şu topluca ağlamalar,
dövünmeler, Yusuf, oğlum,
intikam yeminleri,
düşmanın resmini, büstünü,
postunu yakmalar meydanlarda,
ya da bayrağını…

acını paylaşmak isteyenler,
bunları yapmasınlar, diyemem,
çok ağır, çünkü, verdiği acı,
haklı olmanın yetmemesi
çocukların Gazze’de ölmemesi için.

taşınması zor ve yakıcı, bu gerçeğin.
ve ellerini yakıyor olmalı,
onu akıllarıyla değil,
elleriyle tutmaya kalkışanların.

ve közü tutar tutmaz da, hemen
bırakmaları gerekiyor, doğal olarak;
onunla bir şeyleri yakmaları
sonra tepinmeleri, üzerinde…

ve döküp saçmaları gerekiyor, bazen de,
içlerinde tutmasını bilseler
belki bir fikre, bir çareye
dönüştürebilecekleri
ateşli duyguları, ateşli tepkileri…

yapmasınlar diyemem, acın çok büyük.
ama bunlar, haklılığın gücünden çok,
senin ve dostlarının çaresizliğini
düşündürür düşmana, bence.
Ve Gazze bombalarla dövülürken
kameralarla, monitörlerle,
yanan Gazze’nin ışığında
gece piknik yapamaya gelen
İsralli sivillerin seyir zevkini artırır bir de.

ve sessiz kalmalarını haklılaştırır,
vicdanlarına serpecek su arayan
daha uzaklardaki seyircilerin.
belki daha yakındakilerin de,
Yakub’un öteki oğullarının yani,
Mısırlı, Ürdünlü, Hicazlı
‘üvey’ kardeşlerinin senin…

zafer, düşmanın resmini bulunca, resmini,
postunu bulunca, postunu,
kendisini bulunca da kendisini
yakmak değildir, sanırım, Gazzeli Yusuf, oğlum,

zamanın kapısını açmaktır, zafer,
zamanın kapısını açmak
özgürlüğün ve erdemin önünde,
herkes için ama, ayrım yapmadan,
düşmanların için de,
ve mümkünse onlarla birlikte…

düşmanına ölümü değil, hayatı götür;
böylece, yenilen düşmanın değil,
düşmanlık olsun;

kazanan da dostluk olsun,
ölüleri dirilten dostluk,
ne sen, ne bir başkası…

XII

bu keder ve umut taşıyan rüzgâr,
zeytin ağacının, incir ağacının,
iğde ağacının içinden geçip,
                                   sana getirsin sesimi!

bu keder ve umut taşıyan rüzgâr
Gazzeli çocukların ve annelerin
korkusuz, tasasız gezindiği
has bahçelerin içinden geçip,
                                   sana getirsin sesimi!

bu rüzgâr, Musa’nın, İsa’nın ,
Abu Salma’nın, Mahmut Derviş’in
Roni’nin, Kafka’nın, Edward Sait’in,
yeryüzüne ve gökyüzüne dağılmış
Filistinli çocukların içinden geçip,
                                   sana getirsin sesimi!

bu rüzgâr Sabra ve Şatilla’da katledilen
Yakup’un, Yusuf’un ve Bünyamin’in,
Auscwitz’te yakılan Yakop’un, Yasef’in,
Ve Benjamen’in içinden geçip,
                                   sana getirsin sesimi!

bu rüzgâr, yalnız Filistinlilerle kalmasın,
Serebzenitza’da, uygarlığın gözü önünde
binlercesi toprağa gömülen Bosnalıların,
Amerika’da kökleri kazınan Kızılderililerin,
Küçük Asya’da, yollarda kaybolan Ermenilerin
içlerinden geçip, küllerini, tozlarını
katillerin, azmettiricilerin,
suçu ve delillerini örtüp karartanların
yüzlerine, gözlerine savurup
                                    sana getirsin sesimi!

kitapları karıştırdım, zamanın sayfalarını,
yerin ve göğün arşivlerini,
ölümün parmak izlerini, tozlu raflarda,
bulmak için yerini ve dengini
Gazze’de işlenen toplu cinayetlerin.
diyemem, rastlamadım, bu kadar vahşisine.
sicili çok kabarık çünkü, insanoğlunun,
atası Kabil’den beri, kırdığı kırkı geçmiş,
defalarca kırıp geçirmiş,
kardeşini, komşusunu ya da suç ortağını.
ona kendi zayıflığını, sefilliğini
ya da alçaklığını hatırlatan herkesi…

daha dün, Irak’ta, katledilen bir milyon Yusuf’u
unutmadım, unutur muyum hiç!
Cezair’de katledilen bir buçuk milyonu da,
Balkanlar’da, Vietnam’da, Çeçenistan’da,
Hiroşima ve Nagazaki’de olanları
unutmadım, unutur muyum hiç,
unutulur mu hiç!

siyahî Yusufları, renklerin en yusufunu,
Malcolm X’in, Martin Luther King’in,
Obama’nın atalarını unutur muyum hiç,
( ben unutsam bile, hatırlatır hemen
bana, torunum Mehmet Eren,
ya da ona vekâleten,
annesi ya da babası,
onun, Mountain View’deki
siyah tenli arkadaşlarını,
çekik gözlü arkadaşlarını,
buğday tenli arkadaşlarını.)

hepsinin içinden geçsin öyleyse,
hepsinin içinden, bu deli rüzgâr,
Başkan Obama’nın içinden
geçmeden gelmesin, sözgelimi,
onun kalbinin çevresinde
kırk kez dönüp dolaşsın, aklına geçsin sonra
ve aklını başına getirsin, Amerika’nın.

aklı başına gelince de,
üzerinden postunu çıkarıp, MGM aslanının,
süt dökmüş kedi gibi üç kere acı acı,
ve alçak sesle kükresin Amerika,
bütün bu olup bitenler için, insanlık adına
‘özür diliyor’ gibisine…

ve rüzgâr, bu filmden,
gözlerini silerek çıksın,
                                    sana getirsin sesimi

kefeni, tabutu, mezarı olmayan kalender ölülerin,
benim vatanımdı, senin bayrağındı, ayırmayan,
aldırmayan akıllı delilerin,
ebedî gezginlerin, sürgünlerin,
büyük avarelerin içinden geçip
                                    sana getirsin sesimi!

küflenmiş kitapların, küflenmiş kafaların
müzelerin, mumyaların ve mezarların
millerce uzağından geçip,
                                    sana getirsin sesimi!

sokakta bir yangın, bir facia çıkınca
bazen şairler de fırlarlar ya,
şu benim yaptığım gibi, pijamayla sokağa,
işte bu yaşlı, kaçık şairin yüreğini de
terlik ve pijamayla, Gazze sokaklarını
gezdirip getiren bu şiirsever rüzgâr,
bu aklı başında gözükmeye çalışan,
ama gözyaşlarını tutamayan esinti,
elini kolunu sallayarak herkesin
girip çıkabileceği bu orta halli,
kalender, ‘esnaf işi’
şiirin içinden geçip,
                                  sana getirsin sesimi,
                                  Gazzeli Yusuf, oğlum!

EKLER

1

Gazze’de, dünyanın bu en güzel isimli şehrinde
sabah erken iş başı yaparken ölüm,
burada İstanbul’da,
dünyanın bu en yufka yürekli
ve sulu göz şehrinde,
çarmıhta çivi yarası gibi açılıyor
her gün sabahın gözü.

ve insanlığın körelen vicdanı gibi
kabuk üstüne kabuk bağlıyor
her gün akşamın yarası.

2

ölümün, tanklarla, roketlerle,
silahlı birliklerle talim yaptığı yerde,
asıl hayattır, provasını yapan,
daha geniş bir yol,
daha uzak bir ufuk açmak için
haklıların önünde.

3

tutmak için ağılda,
kurt korkusu içinde
alt alta, üst üste bir arada
kuzularını, Sion tanrısı,
başka vahşet kalmayınca yapacak,
gün gelecek tutup kendi kuzularını
birer birer boğazlayıp
yemeye başlayacak bu gidişle
ağıl kapısının önünde.

ve adına izrael denen
o ‘toplama’ kampında,
o ağılda tutuvermek uğruna,
gün gelecek, kendi gübrelerini
yedirtecek onlara.

o kuzucuklara acı, Gazzeli Yusuf, oğlum,
bilinen, bilinmeyen
bütün acıma biçimlerini öğren
ve bütün kuzuların Gerçek Sahibi için
o kuzucuklara acı!

Yakup oğlu Yusuf’un,
günahkâr kardeşlerine acıyıp da
kanat germesi gibi, mesela,
öykülerin en eskisi, en güzeli
ol Kıssa-yı Yusuf’ta…

4

bu kul işi, çömez işi risalenin,
benzetmek gibi olmasın, hani,
Gazzzeli dostum, ‘Fatiha’sı da şu:

kağıtları karalım ve dünyayı
yeniden paylaşalım, demiyoruz,
doğru koymalıyız davayı:

‘herkes, cennetten çalıp çırptığını’,
demeyelim de, hadi,
‘emanet aldığını’, diyelim,
çıkarıp masaya koysun,

varlığın kolu, kanadı,
ağzı, burnu, gözü, kaşı,
aklı, ruhu, yüreği,
özellikle de ciğerleri
kimdeyse,
çıkarıp yerine koysun…

ve hep birlikte, kardeşçe
yeniden oturalım, varlığın
cömert bir ev sahibi olarak
nimetler taşıyıp duracağı sofraya,
büyük insanlık şöleni için.

16 Ocak 2008

Cahit Koytak

Lavanta

Odanız kızkardeşinizdir,
Büyük Ş’lerle iner giysiniz;
Bir kez onarılmış anıt mihrap;
Hemen pencereye geçersiniz.

Bütün şarkıları düşünün,
Sizin yüzünüz çıkar ortaya,
Konsolun üstünde yelpaze,
Yan yana yan yana düşünün ama.

En derin çizgiler, güzelim,
En tatlı anlardan kalma…
Değme acı baş edemez
Hazların lal oyuklarıyla.

Çıkarken yığılan basamaklar
Kaçıkaçıverirler inerken,
Beyaz sunağıyla gotik tapınak,
Eliniz sanki hep tırabzanda.

Bir şeyiniz olayım sizin,
Hani nasıl isterseniz,
Oğlunuz, kiracınız, sevgiliniz;
Dünyanın bir ucuna
Birlikte gider miyiz?

Bekletilmiş ipeklinizden
Kopmaya can atar bir düğme;
Boş verin, o düğme hayın,
Gider miyiz?

Şimdiye dek düşünmediyseniz
Bakmayın içinde ne var,
Küçük bir kitaptır yaşamak
Elinde tutmaya yarar.

Cemal Süreya

İğneleme

Demek ‘gönlünün sultanı’yım senin!
Öyle söylüyor
gözyaşların ve becerikli ellerin.
Elinde olmadan kıskanıyorsun, öpüşlerin
kendine güvenen bir sevgilinin öpüşleri,
işte o zaman daha da karışıyor kafam,
‘Hadi gel, al beni’ diye fısıldayacak olsam
aksırıp tıksırıp, bugün git yarın gel diyorsun.

Aşık mısın, devlet memuru mu, yahu!”

Philodemos

Sorarım, aşk özlemi ne zaman daha derinden yaralar yüreği

Ne sevincimi paylaşacak
bir sevgili
çiçeğe dururken ağaçlar.
Ne kederime ortak olacak
bir âşık
sararıp solarken çiçekler.

Sorarım, aşk özlemi
ne zaman daha derinden
yaralar yüreği:
Çiçeğe dururken mi ağaçlar,
çiçekler sararıp solarken mi?

Hsue Tao (D. 768)