önce
gözlerimi öptün
sonra
gözlerinin takıldığı tüm noktaları
Süheyla Taşçıer
Şub 23
Şub 23
babam tadı damağımda baldı
o sabah kalkamadı
peteklerden akıttın zehrini tanrım
gözlerimde ölüm ağırlığı
annemin yangınına koştum
deli rüzgar gibi dolanıyor annemin sesi
taş duvarlar sarsıldı
altındağda kerpiç evler yıkıldı
ölüm bu kadar kötü mü baba
çocuğun sağı solu belli olur mu
aklım sabah vereceği iki bucuk lirada
komşu kızı neclaya
sucuklu tost alacaktım
ayakkabı sözü de vardı
ben erkek kızıma ayakkabı alacağım
biliyor musun baba
erkek kızın avuç açmadı
babam tadı damağımda baldı
o sabah kalkamadı
peteklerden akıttın zehrini tanrım
keskin kahverengi gözlerin
soyumdan aldığım
iri siyah gözlerimde kaybolmuştu
oda çıplak
annem çıplak
biz çıplak
sokak çıplak
ay yok
gece çırılçıplak
ağlayan mor yüzlü kalabalık
duvarlarını yaptığın mezarlığa götürürken seni
çocuğun sağı solu belli olur mu
kardan adam yapıyordum
buldum
buldum gözlerini buldum
kardan adamdan bakıyordun baba
bahara kadar kar kalkmadı mezarından
esmer tenin toprak kokuyor
mezarına gide gele derken büyüdüm
mezar taşın gibi durgun değil yaşam
insanlık adına
güzellik adına suç işliyorum
puştlar
her gün beni yargılıyorlar
annemden dinledim öykünü
ardına on bir çocuk bırakıp giderken
ağzında götürmüşsün altın dişlerini
mertliğe sığar mı baba
ağabeyim geldi yıllar sonra koynuna
arısına da
peteğine de
balına da
yaşamı
kazma ve kürek sesinde dondurmuş
gömücülerin elinden
kovboy ıslığı edesıyla aldım sermayemi
yüreğimdeki dikenlerle
bozdurdum her bir dişini
odun
kömür
çıra derken
patates soğan çuvalla
komşulara o kış pirinç bile verdik
annemin sesi dinlendi
sen kırk sekiz yaşında kaldın
ben senin yaşına yaklaştım
annem
annem senden çok büyük
baba
Süheyla Taşçıer
Şair kitabını bavuluna koyuyor Anadolu yollarına düşüyor. Aradan kitapevi ve dağıtımcıyı kaldırıp kendi kitabını satıyor… Bence şairiniz geldi diye de bağırsak fena olmaz… (Röportajından)
Şub 23
Osmanlı sultan ve şehzadelerinin hemen hemen hepsi şiirle
ilgilenmiş bir kısmı ise dîvan tertiplemiştir. Bunlar içinde Muhibbî
mahlasını kullanan Kanûnî Sultan Süleyman sultanlığı Ve
şâirliğiyle en ön sırada yer alır. Arapça Ve Farsça’y1 şiir
söyleyebilecek kadar iyi bilen Kanûnî biri Farsça dört dîvan teşkil
edebilecek şiirleriyle de Türk edebiyatının en velûd şairlerinden
biridir. Dîvanında 2799 gazel, l elif-nâme, l tercî-i bend, 18
muhammes, 30 murabbâ, 5 nazım, 51 dörtlük ve 217 beyt vardır.
Devrinde şâir, âlim ve sanatkârlara hak ettikleri değer verilmiş
Ve korunup teşvik edilmişlerdir. Fâtih döneminde başlayan, İstanbul’u
bilim Ve kültür merkezi yapma yönündeki çabalar, Kanûnî döneminde
daha da artmış Ve gerçekten de İstanbul merkez haline gelmiştir.
Kanûnî dönemi( 1520-1566) klâsik şiirimizin altın çağı olarak kabul
edilir. Zâtî (ö. 1546), Fuzûlî(ö. 1556), Hayâlî(ö. 1556-57), Yahyâ
Bey( ö. 1582), Bâkî(ö. 1600) vs. gibi ünlü Ve ismi bilinenler yanında,
bu dönemde yüzlerce dîvan şâiri yetişmiştir.
Kanûnî`nin pek çok yazması bulunan Dîvânı Âdile Sultan
tarafından bastırılmıştır. Şâirin üç Türkçe Dîvanından seçmeleri
ihtivâ eden bu yayını Vahit Çabuk yeni yazıya aktararak neşretmiştir.
Son olarak, (Prof. ) Doç.Dr. Coşkun Ak basma ve yazma nüshaları
mukayese ederek Muhibbî Dîvânı,nı yayın1amıştır. Bizim yazımızda
örnek olarak verdiğimiz beyitler bu yayına aittir. Örnekler dışında
sözü edilen konu ilgili bazı beyitlerin yerleri de parantez içinde
gösterilmiştir.
Tezkirelerde zaman zaman mübâlağalı ve sübjektif yargılarla
övülen şâir Kanûnî’nin, bir cihan sultanı olarak şiir yazması
enteresandır. O sık sık şâirlik iddiâsında bulunmadığını söylese de
şiirlerinin niteliği ve niceliği açısından döneminde ve sonrasında
yaşamış pek çok şâirden öndedir. 16. yüzyıl tezkirecilerinden Lâtîƒî
onu, “Memãlik-i memlükı mülk-i Rüm,a z’amm itdügi gibi niyãm-ı
dehãndan tîg-ı zebãn çeküp suhan vilãyetinüfi fatihi Ve “adl ü ihsän
ãyetinü’ñ şärihi olmışdur… ” şeklinde tavsîf eder. Yine 16. yüzyılda
yazılan Kınalı-zâde Hasan Çelebi T ezkiresímde de Muhibbî
hakkında şöyle der: “… Fenn-i eşcãrda iktidärları ve evsãf-ı eşCãr-ı
belägat-şicãrları nür¬ı ãfitãb-ı nevvãr gibi rüşen ü äşikärdur. Sultân-ı
cihän ve hakan-ı dehr oldugı gibi mãlik-i memälik-i nazm u neşr
idi…”
Gerek Kanûnî, gerek devri edebiyatı ile ilgili çalışmalarda
onun şiiri ve şâirliği de ele alınmıştır. Kanûnî’ye sunulan kasîdeler
ile ilgili bir yayında ise, onun Türk Edebiyatında şâirliğiyle değil
sultanlığıyla temâyüz ettiğini, yani Muhibbî’yi değil Kanûnî’yi
görürüz. Bu bize devrindeki şâirler nazarında Kanûnî’nin şâirden
önce sultan kabul edildiğini de îmâ etmektedir. Ayrıca kasîdelerin
genellikle bir devlet büyüğüne, yani pâdişâha veya şâiri himâye
edebilecek birine yazıldığını da göz ardı etmemeliyiz.
Muhibbî, devrine göre oldukça sâde bir dil kullanmıştır.
Arapça ve Farsça terkibleri -dönemin dili göz önünde bulundurulursa-
oldukça az kullanmıştır. Zaman zaman ata sözleri ve deyimlerle
söyleyişine kuvvet katan Kanûnî’nin şiirleri nazım şekilleriyle olduğu
kadar konuları bakımından da çeşitlilik arzeder. Ancak biz, bu yazıda
onun şiirlerinin dili, üslûbu ve mâhiyetinden çok genel anlamda şiir,
şâir, kendi şiiri ve zaman zaman muhtelif şâirler ve şahsı hakkındaki
değerlendirmelerine yer vereceğiz.
Dîvanında “Şi’r” redıfli bir gazeli de bulunan Muhibbî şiir
için, “şi’r, eş’ãr, nazm, söz, sunan, kelãm, gazel, beyt” kelimelerini
kullanır. Şiiri tavsîf etmek için ise, “rengin, äbdãr, mevzün, ãşıkäne,
rindãne, şirin, latif, ğarrä, racnã, pür-nükte, ter, näzük-ter, nãzenin, dil-
keş, dil-süz, pür-süz, süzän, süznãk, gül, gül-i ter, gül-deste, gülistãn,
solmaz gülistãn, gülşen-i nazm, tãze meyve, naşl-bend, nabl-i nazm,
dür, dürr ü gevher, dürr-i şehvãr, dürr-i meknün, dürr-i yetim, dürr-i
semin, dürr-i “Aden, dürr-i mecãni, lü”lü”-i meknün, gevher-i yek-dãne,
gevher-i nä-yäb, gevher-i nazm, nazm-ı dürer-nişär, nazm-ı güher-bär,
şãf su, ãb-ı hayvän, şäf ãyine, sulgan-ı näzük, lisän-ı gayb, mucciz-
nizãm, hayãlät-i garîb, şirin-edâ, sihr-i helâl, tekye-i şi’r, şi’r-i dil-
pesend, şi’r-i faşîh, aşl-ı keläm, kebk-i hirãrn, çevgãn” gibi sıfat ve
benzetmeler kullanmıştır.
Muhibbî”ye göre şiir ilimdir. O da çağdaşı Fuzûlî gibi ilimle
şiiri birleştirmiştir. Fuzûlî’nin “İlimsiz şicr, esãsı yoh dîvãr kimi olur
ve esãssuz dîvãr gãyetde bî-ictibãr olur.” sözü Muhibbî’de şöyle
ifâdesini bulur:
Şi’r bünyädına el urdufi ise muhkem kil
Sonradan dime kim z’a’f üzre imiş bu temelüm
569, 19 l 3/5
Şâir bu temelin kendisinde var olduğuna işaretle, şiir ilmini
kademe kademe ilerleterek kemâle ulaştırdığını söyler:
Şi’rüm Muhibbi irse kemãle ‘aceb midür
İletdüm bu fenni ilerüye ben ayak ayak
437 , 14 l 7/ 7
Şiir hakîkatten haber vermelidir:
Ey Muhibbî söyle söz virsün hakîkatden haber
Şimdiki şã’irlerün her bir sözi zähir geçer
253, 759/5
Hakîkatten haber verecek şiirde asıl olan ise “ma’nâ ve
dakâyık ”tır. Nazm fidanında mânâ meyvesi olmalı; aksi halde şiir
“âbdâr” olmaz. Nüktesiz, ince mânâlar yüklü olmayan basit şiiri
söylemek için hünere ihtiyaç yoktur. Basit ve sâde şiiri herkes söyler,
ancak hakîkatten haber veren anlamlı şiir söylemek hüner ister:
Gerekdür şi’rde ola dakãyık
Ve illã her kişi dir şi’r-i sãde
690, 2358/4
Nabl-i nazma ey gönül bil meyve-i macnî gerek
Macni ger olmazsa olmaz ana ãbdãr şi’r
3 13, 965/5
Tekye-i şi’r ile Mubibbîye itsefi su’ãl
Bir cevãb ide ki anda ola çok ma’nî-i hãş
406, 1299/5
Muhibbî sãde işdür şi’r-i sãde
Olıcak ol gerekdür kendekãrî
78 8, 27 1 8/6
Şâir, şiirin hakîkatten haber vermesi gereğine dâir kanâatini
şiirlerine “lisân-ı gayb” sıfatını vererek pekiştirir:
Dirler Muhibbî şi’rine ol dem lisãn-ı gayb
Mu’ciz-nizäm sözlerini ger rakam kıla
744, 2557/5
Mânâyı “top”a ve şiiri de ona vurmaya yarayan “çevgân”a
benzeten şâir, bu meyanda zamâne şâirlerine de meydan okur:
Şi’r çevgãnıyla çalmaga me’ãni tûbıni
Arşa-i ‘aşr içre geldüm ya’nî meydãn isterem
550, 1847/4
Gerçek şiirden anlayanlar, lâtif ve ince mânâlarla dolu sözleri
gördüklerinde eşsiz inci diyeceklerdir:
Her sözinde nãzük ü rengin mecãnî bulma
İşidenler diyeler bu söz degül dürr-i şemîn
669,2278/2
Şiir insanı farklı dünyalara götürür. Ondan alınan zevk, lezzet,
okuyanın derecesine, anlayışına bağlıdır. Gerçek şiirden ancak, kılı-
kırk yaran akıl sâhipleri, olgun kişiler zevk a11r(180, 494/ 5):
Şi’r oldur okıyanlar bula şekker lezzetin
Lezzetin bilmez anu’fi illâ ki ‘akl-ı hurde-bîn
669, 2278/ 1
Şiir, kıymetini bilmeyenlerden yüzünü saklayan bir güzel
sevgili gibidir. Ancak değerini bilenlere, anlayanlara yüz gösterir:
Bir güzel mahbûbdur yüzden nikäbın almazam
Kıymetin bilmezlere göstermeye dîdãr şi’r
313, 965/ 3
Gönülden haber veren bir sohbet arkadaşı olan şiir, yine
gönlün coşkusunu, neş”esini, hüznünü, tamamıyla hâlini dile getirir.
Gönül ehli bu yüzden şiirle ilgilenir(436, 1412/6; 754, 2597/4).
“Rengin” ve “rindâne” şiirler, gönlün coştuğu anlarda söylenir:
Cüş idüp ey Muhibbî yine gönül
Didi bu şi’ri hoşça rindãne
693, 2369/9
İnsanın üzgün ve gönlünün sıkıntılı olduğu anlarda söylenen
şiirler ise derd ve elem dolu, yani “müşevveş” olacaktır:
Şi’rümi görüp müşevveş itmesünler beni ‘ayb
Çün degül hatır küşäde toptolu derd ü elem
568,1911/6
Böyle zamanlarda şiir, gönlü ferahlatan, insanı bütün
olumsuzluklardan bir süre uzaklaştıran ve başka âlemlere götüren bir
vasıtadır. Bu sebeple sâdece bir eğlence olan şiirle kimse mertebe
kazandığını, kemale ulaştığını sanmamalı:
Mubibbî halvet-i dilde hemãn eglencedür ancak
Ögünüp şi’r ile kimse dimesün kim kemãlüm var
337, 1052/5
Elbette cihan sultânı şâir için şiir, bir eğlence, âdeta başka
âlemlere kaçıştır. Baş olmanın ağır yükünden bir süre uzaklaşmak için
güzel bir vesiledir:
Şi’r-i pür-sûzun Mubibbî çünki bir eglencedür
Hãli olma bir nefes âlemde sen eş’ãrdan
656, 2228/5
Şiir biraz da yalandır.Duygu ve hayâl gücüne bağlıdır.
Söylenenlerin yaşanmış olma şartı yoktur. Bu sebeple de şâirim diye
böbürlenmek yersizdir:
Germ olma şi’r ile gel inen şä’irem dime
Şığmaz mısın bu âleme birkaç yalan ile
700, 2397/6
Benzer ifadeyi Muhibbî’nin çağdaşı Fuzûlî’de de görürüz:
Ger dirse ki Fuzûlî güzellerde vefâ var
Aldanma ki şâir sözi elbette yalandur
Şiir, özellikle de gazel; güzelleri teshîr etmek ve onlarla
hemhâl olmak için bir araçtır:
Şi’r ile itdün Muhibbî ol peri teshirini
Dime şimden girü sen eş’ãr u dîvändur ‘abes
1 14, 257/5
Şi’r ile çünki Muhibbî nice dilber koculur
Bunı kim diyebilür şi’r ü gazelden ne gelür
307,945/6
Gazel, klasik şiirde en çok kullanılan nazım şeklidir ve çoğu
zaman şiirle eş anlamlı kullanılmıştır. Muhibbî de gazele önem
vermiş, zaman zaman gazelin mahiyeti hakkında değerlendirmelerde
bulunmuştur. Bu değerlendirmelerinde gazel için, “garrâ, tâze meyve,
cevher, gül-deste, rengin, nâzük, rainâ, ter, pür-nükte, şîrîn, âbdâr,
nâzenîn, âşıkâne rindâne” gibi sıfat ve terkîbler kullanmıştır. Şâire
göre gazel; his ve hayâle bağlıdır ve genel olarak âşığın hâlini
sevgiliye duyurabilmesi için bir araçtır. Bu vasıflara uygun _özellikle
“âşıkâne”- şiirler, beğenilen, şeçkin şiirlerdir (346, 1082/4):
Mümtäz olursa sözleri tan mı Muhibbinün
Her ne gazel ki söyleye hep ‘ãşıkãnedür
228, 667/5
“Âşıkâne” şiirin en belirgin özelliği “sûzân, sûznâk, pür-
sûz”dur. Muhibbî de çoğunlukla gazelleri için “sûzân, sûz-nâk, pür-
sûz dil-sûz” sıfatlarını kullanır. Aşktan, âşığın ahvâlinden ve fırkatten
söz eden şiirin yakıcı olması tabiîdir. Bu mahiyetteki şiirleri
anlayabilmek için âşığın haline vâkıf olmak gerekir. Nitekim, şâir
aşktan bîhaber olanın ateş dolu şiirini okumamasını, aksi halde
yanabileceğini söyleyerek uyarır:
Olmayan ‘ışka haber-dar okumasun şi’rümi
Şi’r-i pür-süzum okurken korkaram kim yanalar
301, 924/5
Yine, “sûznâk” şiir derd ehlinin elden bırakmadığı ve yüreği
demir olanların bile yüreğini yumuşatacak cinstendir(l93, 542/ 5):
Şi’r-i dil-süzurnı her kim ki Muhibbî işidüp
Yüregi ãhen ise dahi hem ol ãn ezilür
193, 54 1/5
Muhibbîmin “sûznâk” şiir söylemesinin sebebi, sadece âşığın
hâlini ve aşkını dile getirmek değildir. O bu vesîleyle, gerçek şiiri,
“âşıkâne” şiir üslûbunu da zamâne şâirlerine öğretmeyi amaçlar:
Sûz-nãk eyler Muhibbî anufi içün şi’rini
Şimdiki şã’irlere üslüb-ı eşcär ögredür
216, 624/5
Muhibbîmin şiirlerinin çoğunluğu “âşıkâne” ve “rindâne”
olmakla birlikte hikmetli, nasihat-âmîz azel14 ve be itleri de vardır:
Kimseye rãzun dime sînende sakla räzu’ñı
Ehl-i dünyä ile hergiz eyleme sen ihtilãt
410, 1317/3
‘İbâdet it koma tevhîdi elden
Bularçün seni yaratmış yaradan
621 , 2101/2
Ayrıca, Kanûnî’nin öğüt verici mahiyetteki gazellerinden
birinin matla’ı halen ata sözü gibi kullanılmaktadır:
Halk içinde mu’teber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihända bir nefes sıhhat gibi
763, 2627/1
Muhibbî’nin bir beyti vardır ki, kendi ifadesine göre dîvânda
en beğendiği odur. Şâir bunu şöyle ifade eder:
Süz-ı dilden gerçi bunca söyledüm ra’nã gazel
Lîk itdüm içlerinden işbu beyti intihäb
Her denîye söyleme hãlüfii ãgãh olmasun
Her ne eylerse Mubibbî itsün ol ‘ãli-cenãb
83, 148/4-5
Nazım şekillerinden gazele önem verdiğini belirttiğimiz şâir,
sık sık bu tarzda iddiâlı olduğunu söyler:
Bikr-i fikrümden Muhibbî hare ider söz gevherin
Zira kãdirdür gazel tarzında ol mãhir giçer
256, 769/5
Bikr-i fikrümden Mubibbî ihtirã’ itse gazel
Kapuşurlar şanasın kim gevher ağzından düşer
344, 1076(a)/5
Kim ki nazm ister Mubibbî şi’rini güş eylesün
Bulunur gerçi gazel ammã bu eş’är özgedür
283,864/7
Muhibbî, şâirlikte ve özellikle gazel tarzında iddiâlı olmakla
birlikte selef şiirine dil uzatmanın edebe aykırı düştüğünü ve bunun
kendi seviyesine yakışmayacağım söyler. Aslında burada yakışiksız
olan ve edebe aykırı düşen, selef şiirine ve şâirlere dil uzatmak değil,
seviyesi itibarıyla’ onları rakîb görerek değer vermek ve muhâtab
almaktır:
N”ola rengin ise sözün selef şi’rine dahl itme
Dimişler ‘âlem içinde bulunmaz hiç edebden yeg
454,1479/4
Bu Muhibbi görse her şäcir sözin iğmãz ider
Aybdur çün hãş olana eylemek ‘äm ile bahş
1 16, 265/7
Aynı Muhibbî, bir başka beyitte ise, şiirini görenlerin selef
şiirine benzeteceklerini söyler (l77,484/5). Bununla birlikte kendi
şiirinin eşsiz olduğunu ve tanzîr edilemeyeceğini îmâ ederek, tanzîre
yeltenenlerin tavrını da karganın kekliğin yürüyüşünü taklîde
çalışmasına benzetir:
Her kim ki Muhibbi şiirini bilmez nazire dir
Kebk-i hırãma benzemege hiç kâr-ı zãğ
41 9, 1 3 50/ 5
Şiirini tanzîre cür,et edenleri alaya almakla kalmayan Kanûnî,
böylelerine “üslûb-ı eş ,âr” öğretebileceğini ve üstadlık edebileceğini
de belirtir(216,624/5):
Dostlar her bir sözüm Husrev kelãmıdur benüm
İdeyüm şä’irlere şimden girü üstädlık
433, 1402/5
Aslında şâire göre bu sadece kendi fikri değildir. “Gül-i ranâ”
olarak vasfettiği Ve bir dîvan değer dediği her bir beytini görenler de
üstâd olduğunda müttefiktirler (515,1715/5 ; 195,550/2; 127,305/5):
Gördiler cän riştesine dizdügüm söz dürlerin
Didiler mir-i suhan eş’ãr u divãnum görüp
80, 138/4
Zamâne şâirlerini kendisine akran görmeyen şâir, nazm ehlinin
şiirlerini benzersiz bulup, “sihr-i helâl” yani, mükemmel kabûl
ettiğini ifade eder:
Görüp Muhibbî şi’rün nazm ehli egdiler baş
Tahsin idüp didiler hiç görmedük nazîrin
596, 2012/6
Cihãn nazm-ı pür-süzum musahhar eyledi düpdüz
Kemâl ehli görüp şi’rüm didi sihr-i helâl olur
231, 679/4
O kendi şiirlerini “asl-ı kelâm, altın, gül, şekker-i şîrîn”
diğerlerini ise, “fer’, gümüş, lâle, engübîn” olarak
vasiflandırır (415,1305/4; 393,1253/2):
Şi’r-i pür-süzum benüm gül lãledür eşcãr-ı ğayr
Şekker-i şîrîn ile kande bir ola engübîn
669, 2278/3
Muhibbî’nin şiirleri – muhtemeldir ki – pâdişâh olduğundan
dolayı tazîm için meclislerde çok okunup rağbet görüyordu. Ancak
şâir belki de sırf bu nedenle olmadığını ihsâs ettirmek için;
Ey Muhibbî biz olmasak husrev-i mülk-i suhan
Böyle rağbet bulmaz idi defter ü dîvãnumuz
359, 1128/6
deme gereğini duyacaktır. Âdetâ, cihân devletinin sultanı
Kanûnî”nin söz mülkünün de sultâni yani, “sâhı’b-i seyf ve
kalem”olduğunu vurgulamaktadır:
Bu şi’ri gören Muhibbî lãbüd
Dir mülk-i suhan sa’ña müsellemdür
576, 193 8/5
Bu Muhibbî olmasa ger mãlik-i mülk-i suhan
Änî gelmezdi dilinden böyle bir rengin gazel
510, 1697/5
Bir çok beyitte söz sultanlığım cihan sultanliğma tercih ettiğini
imâ eden şâir, kıhca benzettiği dilin (sözün), âlemi hükmü altına
almağa yetebileceğini belirtir:
Rãm olup şi’rüme nazm ehli egeler n’ola baş
Tutmaga ‘âlemi bu tîg-i zebãn bana yiter
293, 900/5
Söz dünya malına bedel bir cevherdir. Gönül hazînesindeki bu
cevher kullanmakla tükenmez. Husûsiyle Muhibbî’nin sözleri o kadar
değerlidir ki, Acem diyârına ulaşsa, Dârâ bir harfini alabilmek için
tâcını satar(l94,546/5; 260,784/2; 563,1910/4; 233,684/7):
Şi’r-i pür-süzum eger varsa Acem iklimine
Virmeye bir harfe kıymet efserin Dãrã satar
227, 664/6
Aynı şâir, mütevâzı bir edâyla, şiirinin pek değerli olmasa da
hediye olduğu için kabûl edilmesini diler:
Eyle gel şi’r-i Muhibbîyi kabûl
Gerçi kim bir tuhfedür illã hakir
l 6 1 , 429/ 5
Muhibbî’nin “gazel” ve “beyt” kelimeleriyle genel anlamda
şiiri özelde ise gazeli kasdettiğini görüyoruz. Ayrıca “efsâne” ve
“destân” kelimelerini bir terim olmaktan ziyade “macera, kıssa”
anlamlarında kullanır:
Her gazelde anun içün eyledüm sihr ü füsün
Mãh-rülar hûblar güş ideler efsãnemüz
346, 1082/4
Oldı ‘ãlemlere destän Muhibbî kısşam
Yazmadın ben anı defter ü tümãra henüz
382, 1209/6
Pek çok dîvan şâiri gibi, Mahibbî’nin de örnek aldığı veya
etkilendiği, ya da kendisiyle çeşitli tasavvurlar içinde mukayese ettiği
şâirler vardır. Enteresandır ki, Türk şairlerinden sadece Alî Şîr
Nevâî (ä.1501)nin adı geçer. Oysa Kanûnî’nin çağdaşı Bâkî,
“saltâm’u’ş-şu’arâ” kabûl edilmektedir. Kezâ, Azeri sahasında her
beyti “sehl-i mümtenî” örneği şiirleriyle Türk edebiyatının zirve
şahsiyeti Fuzûlî vardır. Belki her iki şâiri anmayışının sebeplerinden
biri kendisi ile çağdaş olmalarıydı. Ayrıca, Kanûnî’nin Bağdad’ı
fethiyle Osmanlı tâbiyetine geçen Fuzûlî,yi anmayışında şiîliğinin de
etkisi olabilir. Kanaatimizce en önemli sebep Muhibbî’nin sultan
oluşu ve sultanlık psikolojisidir. Şiirlerinde çeşitli vesilelerle andığı
Nevâî , Arap şâiri Hassân b. Sabit (6.682 ?) ve Fars şairlerinden
Nizâmî-i Gencevî(ö.1203-]206 arası), Ferîdüddîn-i Attâr(ö.122 ?),
Hüsrev-i Dihlevî(ö.l325), Hâcûy~z Kirmânî(ö.l361), Selman-ı
Sâvecî(ö. 1376), Kemâl-i Hocendî(ö.1388-1400 arası), Hafız-ı
Şîrâzî(ö. 1388) ve Abdurrahman-ı Câmî(ö. 1492-3) Muhibbi’den çok
önce ölmüş ve her biri üstad kabûl edilen şâirlerdir.
Muhibbî, dîvan şiiri üzerinde etkisi az çok her zaman
hissedilen Nizâmî’yi şekil ve ifade yönüyle örnek aldığını ifade eder.
Gazellerinin büyük bölümü beş beyit olan şâir, bunu beş beyitlik
gazel yazma geleneğini başlatan Nizâmî” ye uyduğu şeklinde açıklar:
Ey Muhibbi nazın ara kıldufi Nizãmi tarzını
Şi’rüni şimden girü itmek gereksin penc penc
124, 292/5
Şâir, şiirlerini “ince hayâl, nâzik ve rengîn edâ”sıyla da
Nizâmî’nin şiirlerine benzetir:
Nazmuñ Muhibbî nazmına benzer Nizäminün
İnce hayãl näzük ü rengin edãyı gör
279, 850/5
Tezkiretü’l-Evliyâ’sı yanında, ârifâne ve sûfîyâne gazelleriyle
dîvan şâirleri üzerinde etkisi bulunan Attâr, Muhibbî’nin de değer
verdiği bir şâirdir. Bunun sonucudur ki, şiirini görse Attâr’ın
beğenebilecek olması Kanûnî için, şiirlerinin değerini gösterir bir
ölçüdür:
‘lrãıka irse ger bu şi’r-idil-süz
Diye kabrinde tahsin Şeyh ‘Attär
210,603/8
Gazellerinin çoğunluğu âşıkâne olan Muhibbîinin bu açıdan
etkilendiği şâir ise, Sa ‘dî-i Şîrâzî(ö.1292) yolunu izleyen Emîr
Hüsrev-i Dihlevîidir. Şâir, şiir zevkini ve şiirlerinin yakıcılığını
Hüsreviden aldığını ve daha çok bu “sûz”uyla temâyüz ettiğini de
belirtir:
Bu Muhibbi süz-ı Husrevden yakar çünki çerãğ
Ehl-i nazmun arasında pes neden seçilmesün
626, 2121/5
Çerãgı süz-ı Husrevden yakarsa tafi mıdur şicrüm
Gazel tarzında çün gözler hemîşe tarz-ı Selmãnı
‘ 806, 2789/5
Hüsrev kelimesini çoğu zaman tevriyeli olarak “pâdı’şâh,
sultan” anlamında kullanan şâir, bu anlamda suhan mülkünün sâhibi
ve Rûm’un hüsrevidir:
N”ola Rümufi şusrevi olsa Muhib
Çünkim oldı mälik-i mülk-i suhan
667, 227 1/5
Şiirde asıl olanın mânâ olduğunu sık sık söyleyen Mııhibbî,
Sa’dî takipçisi Hâcûy-ı Kirmânîyi mânâ bakımından örnek almıştır:
Husrevä güş it Mubibbî şi’rine eyle nazar
Nazm tarzında Nizãmî ma’nîde Hãcüy imiş
404, 1291/5
14.yüzyılın usta Fars şâiri Selmân-ı Sâvecî rindâne şiirleriyle
pek çok dîvan şâiri gibi Muhibbî”yi de etkilemiş ve şâirin kendisini
“Selmân-ı zamân” veya “ikinci Selmân” olarak telakkî etmesine
sebep olmuştur:
Her söz ki dinür anda gerek nice mecãnî
Kim okur ise diye ki rindãne dimişler
Bu vech ile (kim) nazm-ı Mubibbiyi gören dir
Benzetdi hemãn şi’rini Selmãna dimişler
207, 592/4-5
Bu Muhibbî dem-be-dem şi’rini rengin eyledi
Tab’-ı mevzünına dinse n’ola Selman-ı zamãn
666, 2267/5
Bu Mubibbi şi’rini gören kemäle irdügin
Bir şanurdum didi benzer var imiş Selmãn iki
791 ,2732/5
Muhibbî bu etkiyi, onun yolunu izlediğini açıkça söyleyerek
pekiştirir:
Çerãgı süz-ı Husrevden yakarsa tafi mıdur şi’rüm
Ğazel tarzında çün gözler hemîşe tarz-ı Selmãnı
806, 2789/5
Yine, âşıkâne ve rindâne şiirleriyle ünlü Hâfız-ı Şîrâzî ile
mutasavvıf şâir Câmî, Muhibbî’nin tesir aldığı şâirlerdir. Şâir, Hâfız
ve Câmî’nin şiirlerini görseler can bulacaklarını dile getirirken, mânen
yine onlardan etkilendiğini şöyle ifade eder:
Bu Muhibbî mest olup açdı me’ãnî dürcini
Bãde-i Hafız meger yâ cäm-ı Cãmî itdi nüş
392, 1246/5
Mutasavvıf şâir Kemâl-i Hocendî”yi de kelimelerin
anlamlarıyla tevriyeli kullanarak şöyle anar:
Ey Muhibbî nazmuma nazm ehli çün baş indürür
Ben dahi şi’rüm kemãl ile hocend itsem gerek
497, 1649/5
Muhibbî bunlardan başka, özellikle na’tlerinde, Hz.
Muhammedin meddâhı Arap şâiri Hassan b. Sâbit’i ve Çağatay şâiri
Nevâî›yi de anar. Şâir, Fars ve Türk şiirinde “bî-nazîr” olduğunu
söylerken, na“tleriyle de Arap şâiri Hassân ‘la boy ölçüşür:
Şi’r-i Mubibbi Fürs ile Türkide bi-nazir
Täzide şimdi nazm ile Hassãna kaşd ider
207, 59 1/5
Ey Mubibbi kim ki gördiyse senüfi eş’ãrunı
Ehl-i nazmun arasında didi kim Hassändur
148, 378/5
Muhibbî’nin Selman’dan başka en çok etkilendiği, şiirlerinin
tamamında onun tarzım benimsediğini söylediği ve andığı tek Türk
şâiri Ali Şir Nevâî’dir. Ancak cahilerce bunun basit bir taklîd olarak
algılanmamasını ister ve şiirlerinin kendine özgü, orijinal olduğunu da
açıkça belirtir:
Neväyi tarzını gözler Mubibbi cümle eş’ãrun
Okuyup sa’na tahsin eyleyen ehl-i Horãsãndur
244, 72715
Mubibbi her sözin dil-keş özinden ilíıtirã’ itdi
Veli nã-dãn olan bilmez şanur tarz-ı Neväyidür
149, 384/5
Didi ãnide Mubibbi böyle bir rengin gazel
Tarz-ı şi’r içre Nevãyi gibi ol fäyık mıdur
287, 877/4
Sonuç olarak Muhibbî, devrine göre sade, sanat kaygısından
uzak, kolay söylenmiş hissi bırakan şiirleriyle, kendisinin de dediği
gibi söz mülkünün sultanlarından biridir. Şiirlerinde zaman zaman
vezni ustaca kullanamamaktan kaynaklanan ahenk bozukluklarına
rağmen muhtevâ bakımından zenginlik ve çeşitlilik göze çarpar. Bir
cihan sultanı oluşunu aksettiren söyleyişleri yanında devrindeki diğer
şâirler gibi, yaşadığı ve mensup olduğu toplumun dinî, ahlâkî ve örfi
değerlerini, ata sözleri ve deyimleri kısacası sosyal hayata ait
unsurları çokça kullanmıştır. Dîvânında, Necâtî(ö.1509), Hayâlî ve
Bâkî gibi şahsiyetlerin izi görülmekle birlikte, Hassân, Nizâmî, Attâr,
Hüsrev, Hâcûy, Kemâl-i Hocendî, Hâfız ve Câmî’yi çeşitli tasavvurlar
içinde zikreden şâir, bunlardan özellikle, Selman ve Nevâî tarzlarını
beğendiğini ve onları izlediğini açıkça söyler. Ayrıca, Muhibbî’nin de
gerek devrinde ve gerek sonrasında Türk şâirleri üzerinde etkisi
hissedilmiş ve şiirlerine nazîreler ve tahmisler yazılmıştır.
Her türlü duyguyu, hayâli ve fikri dile getirmeye müsait olan
gazel, Muhibbî’nin en fazla – ve çoğu zaman da şiirle eş anlamlı-
kullandığı nazım şeklidir. Dîvanında bulunan 2799 gazeliyle Türk
edebiyatının en çok gazel söyleyen şairlerinden biridir. Muhibbî’ye
göre şiir, ilimdir ve başarılı olabilmek içinse, temel bilgiler yanında
hünere, kabiliyete ihtiyaç vardır. Şiir hakikati dile getirmelidir. Onda
asıl olan mânâdır. Şiir zevktir ve insan üzerinde bırakacağı etki kişinin
seviyesine bağlıdır. Çoğu zaman muhatabı gönüldür ve şâir ise gönül
denizinden söz incileri çıkaran bir dalgıçtır.
Kanûnî, Avrupalıların deyimiyle “Muhteşem Süleyman”, cihan
sultanı sıfatı yanında, çoğunluğu âşıkâne ve rindâne olmak üzere
hikmetli ve öğüt verici mahiyette şiirleriyle de dîvan şâiri sıfatını
haketmiş bir şahsiyettir.
Şub 23
Atlar vurulduğu vakit yoldaki akislerine
Ayaklarını ver; kendiminkilerin üzerinde duramıyorum
Allahım kalbimin kırıklarını al
Ya da kalbimi
Kan tutuyor boğuluyorum
Dünyadan hıncımı alamadım
Murat değil kastettiğim
Başka bir şey
Kader yazıldığı gibi okunmaz lügatimizde
Nasıl seslensem, ne desem bilemiyorum
İmgeler kurban istiyor
Yüzümü bahara dönüyorum olmuyor
Bu öfke hep ondan mı yoksa
Biliyorum sanıyorum her seferinde
Çaresiz bir hastalığın uykusu gibi
Hiç fatiha bilenin olmadığı bir yerde ölmek gibi bir şeyler
Hayat komiktir belki de ama ben yaşayınca hüzünlü oluyor
Slogan atsam ferahlar mıyım acaba?
Bazen hiç akla gelmeyen ihtimaller gibi en yakın
Herkes birbirine sırlar veriyor
Ama herkes birbirine
Bir sırtı, bir omzu çok görüyor
Bir kreşe “Ana Kucağı” adı verildiğinde bitti bu işler
Aynada hüzün, tanıkla kanıt arasındaki bağlantı
Beyazın parlaklığı ürkütüyor bizi
Kamu menfaati, menfaatin kamusu
İnsan hayatı masumiyeti ispata adanmamalı
Allahım izin ver, yol göster, bağışla
Kapına gelmeye yüzümüz olsun
Her şeyi kendimden bekleyemiyorum
Ömrüm bir zahmet olarak geçip gidecek
Büyük konuşmalar büyük yükler olarak sırtımda:
Daha gelmedik mi?
Mola; vaylar şirketten, sizin yerinize pekala hayıflanabiliriz
Kaç bardak çay buğz gibi oldu da yüreğimiz bir türlü soğumadı
Çok devletli, az merhametli ama mahir
Az kalsın otomobil reklamlarına inanıyorduk
Bankacılarla hayatımız üzerine pazarlığa giriştik
Bir ölüm fotoğrafının negatiflerini sakladım bi’yerlere
Unutmayayım diye ip bağladım ayak başparmaklarına
Sular vurdum gassalların yüzüne
O ülkenin dilsizleri bile bir ayrı susuyordu
Katladım, muskaterapi seanslarına yazıldım
Daha gelmedik mi sahi?
Bunaltı hali bir süre sonra yerini bulantıya bırakıyor
Allah’a inanmayanları Allah’a havale ediyorum
Kader gülüyor
Tüm doğum günleri, geç kalınmış belalara yetişme telaşı
Şehrin en hakim tepesinde okçular
Ay’ı gözlüyor bir düşman olarak
Bilbordlar bilinsin istemiyor bilinmesi gerekeni, istemeyecek
Unutuyoruz, pekişsin diye nisyan ile malüliyet
Ben seni ıslanıyorum yağmur yerine
An geliyor, kendimi nereye koysam dolmuyor
Her yerin bulutu bir olmuyor, yağmuru da
Ben hep bir yanımı orda bırakıyorum
Ola ki bir gün dönerim diye
O kuru ekmeğin hatırıdır ellerimi bağlayan
En azından bir kuşun kalbinden
Kanı göğe damlıyor vurulunca
Kiralık katiller de ev kirası ödüyor
Çürümüş tezler, gönül ülkeleri arasındaki saat farkları
Bazı acıları Mors alfabesiyle ya da Braille alfabesiyle yazmalı
Ölmeden gözlerini hayata yumanlar için
Ve seslendi annem; “Az kaldı!”
Biz seni uyandırırız
Murat Özel
Şub 23
Ahmet – Yazdıklarınız aklıma Murat Özel’in mısralarını getirdi: “Sorulacak bir soru varsa / Kendimizden başlamalıdır / En bilinmezi kendisidir insanın / İstese de atlayamaz, boş bırakamaz / Dünya denen şeyin de özeti / Selahaddin Eyyubi’nin tabutundan sarkan eli / Buradaki rızık buraya kadarmış dendiği vakit / Başlayan asıl filmdir”
Ömer Doğan – Her nefis ölümü tadacaktır. Zira onun için mi Peygamberimiz yıllarca Allah’ın dinini ikame etmek, insanların ahiret ve dünya hayatını kurtarmak ve kurgulamak adına gece-gündüz çalıştı. Zulümlere ve hakaretlere göğüs gerdi. Binlerce kez “Ümmetim!” diye dua etti. Olumlu bir maksat ve hedef olmaz ise insanlarında bu sayılı nefesi boşa harcayacağı kesindir. Bizim gayemiz bir maksada ulaşmak değil, bir güzel maksat üzere iken bir şekilde bu dünyadan göçmektir. Azrail (a.s.) geldiğinde -paydos zilini çaldığı için- belki boynuna sarılmak olacaktır, kaçan olmaktansa…
Şub 23
1. Her sabah spor yapacaksın. Günaşırı filan değil evladım. Her sabah.
2. Hep çalışacaksın. Üreteceksin. Beynin meşgul olacak, hep koşturman gereken işler olacak.
3. Günceli takip edeceksin. Haber izle, dergi, kitap, gazete oku. Gündemi yakala. Her konuda kendini update et. Yeni çıkan kitapları da bil, yeni açılan lokantaları da, bu sene moda olan renkleri de.
4. Evlilik ise şart değil, kafanı takma. Gerekli de değil. Hatta şöyle söyleyeyim: One problem less! (Bir problem eksik!)
5. Çocuk meselesine gelince… Ha işte, burada akan sular duruyor. Yapabiliyorsan yap. Birini bu kadar çok sevmek, onun sorumluluğunu taşımak sadece onu değil, seni de mutlu eder. Doğurmayacaksan, evlat edin. O zaman da senin çocuğun değişen bir şey yok. Evlat edinmeyeceksen de, manevi çocuğun olsun, birini okut, geleceğini şekillendirmesine yardımcı ol.
6. Günde bir kere et ye. Mutlaka her öğün sebze ve meyve ye. Kusura bakma, ben tatlı severim. Tatlıdan uzak dur diyemeyeceğim!
7. Ölümden sonra yaşamak istiyorsan, günlük tut. O küçük notlar, hem kendi hayatının tanıklığı, hem de yarına kalan bir bilgi kaynağı. Mesela benim babam, hiç düşünmeden 60 sene boyunca her gün Ece Ajanda’sına o gün olanları yazmış. Hâlâ açıp okuyorum ve çok faydalanıyorum.
8. Olumlu olacaksın.
9. Bazı şeyleri kabul edeceksin. Bütün kadınların seni sevmesine imkân yok! Demek ki bazı kadınlara dikkat edeceksin.
10. Erkeklere gelince, aynı anda birkaçını sevmeyeceksin. Ama onların böyle bir yeteneği ve şerefsizliği olduğunu bileceksin!!
Ben şanslıyım. 87 yaşında bir hayat gurusunun sadece gelini değil, arkadaşıyım da. Yaptığımız sohbetlerden çok şey öğreniyorum. Betûl Mardin’in hayata bu kadar bağlı olması bana yol gösteriyor. Onda her şeyin çözümü var. Çözemeyeceği bir şey yok. “Hayat o kadar komplike değil, hallederiz, yaparız, sıkma canını” kadını o! Bu olayların üzerine çıkabilme gücü, bana güven veriyor, sağlık sorunları olsa dahi hâlâ bütün aileyi o bir arada tutuyor. Her cumartesi mutlaka babaannenin evine gidiliyor, eski albümler çıkıyor, hikâyeler anlatılıyor. Bütün bunları da insanı baymayacak şekilde, son derece eğlenceli bir biçimde yapıyor. Bu röportaj yine o sohbetlerin birinden çıktı…
Hayatınızın nasıl bir dönemindesiniz?
-87’yim! Ama bir türlü kendimi yaşlı gibi hissetmeye başlayamadım. Sanki orta yaşlıyım. Sanki yapacağım daha çok şey var…
E harika…
-Hâlâ üniversitede ders veriyorum, hâlâ çalışıyorum. Ama zaman zaman bazı şeyleri unutuyorum. Allah’tan unuttuğumu unutmuyorum. Fark edince, kendimle de, herkesle de dalga geçiyorum. Oğluma, “Evladım, senin adın ne? Sen kimsin!” diyorum. Yüzünde bir şaşkınlık oluyor ama sonra benim hınzır gülümsememi görüyor, durumu çakıyor. Bu yaşa gelince şunu idrak ediyorsun: Korkacak hiçbir şey yok. Her şeyin çözümü var. Hayatta telafi edilmeyecek, geri alınmayacak hiçbir şey yok. Ölüm dışında. Ben de unutmamak için, akıl defterime notlar alıyorum. Herkese de tavsiye ederim. Bir ajandanız olsun, o güne dair birkaç satır yazın, sizi etkileyen kişileri, olayları, duygularınızı, yapacaklarınızı, hayallerinizi, hedeflerinizi… Bir de şu aralar, hayatla ilgili kolay hatırlanacak ve işe yarayacak sözler bırakmak istiyorum gençlere.
Nasıl yani? Öğütler mi?
-Yok canım. Öğüdü kim takar? Kim kimin öğüdüne uymuş ki. Öğüt cıssss! İçselleştirebilecekleri, işlerine yarayabilecek, “Ya evet haklı aslında!” diyecekleri sözler. Kafamda hep o var. Durmadan kitap karıştırıyorum, en kolay nasıl anlatabilirim diye…
Mesela neyi anlamalarını istiyorsunuz?
-“Hayatını sen ele al” demek istiyorum, “Sen yönlendir. Sen şekillendir, yoksa senin yerine bir başkası yapar!” Ben 35 yaşındayken, 50’ye kadar hayatımı planlamıştım. Her şeyi yapamazsın hayatta. Bazı şeyleri kafadan eleyeceksin! Bazı yerlere de gitme kardeşim! Her şeye saldırma. Bazı alanlarda hiç olma. Mecbur da değilsen…
Ne yapabileceksen onu yap…
-Hah aynen! Çıldırma… Dağılma… Patikanda kal… Ama “Yapacağım!” dediklerini de en iyi şekilde yap! Kalbinle yap…
Ne yani! Siz, kendi hayatınızı oya gibi işlediniz mi?
-Evet, işte bu! Çocukken konuşamıyordum. Bu benim en büyük travmalarımdan biri, yıllar sonra konuşmaya başlayabildiğimde kekeliyordum. Bu beni hem ezdi hem hırslandırdı. Bu eksiklik bana planlamayı, kendimi korumayı ve hayatımı ele almayı öğretti. Aynanın karşısına geçip kekelemeden konuşmaya çalışıyordum. İnsanların yüzüne nasıl bakmalıyım, nasıl gülmeliyim. Bunları hep çalıştım ben. Tamam bir yere kadar kendini hayatın akışına bırakacaksın ama sen rüzgârda savrulan bir yaprak da değilsin, planlamak gerekiyor. Tamamen plansız da yaşarsan saçmalıyorsun. Bazılarının hayat gayesi olabilir bu, benim değildi.
Aslında, “Kendinizi çalışın! diyorsunuz…
-“Benim yolum buydu!” diyorum. Aklına her eseni yapmaya kalkışırsan, dağılıyorsun. Yapmak istediklerine karar ver ve onlara yoğunlaş. Benim gibi kekeme olman da gerekmiyor ama yokluk seni hırslandırıyor. Gençlere üzülüyorum, her şeyleri var. Her şeyi olan insan neye ulaşmak ister? Kendini kanıtlamak ister mi? Ben çok istedim…
Sizin hayatınızda birkaç dönüm noktası var. 70’li yıllarda kalçanız kırılıyor. Çivi takılıyor ama ameliyat başarısız oluyor. Londra’ya gidiyorsunuz, tekrar ameliyat, bir nebze iyileşiyorsunuz ama bu sefer de bacağınız kısa kalıyor… Ondan sonra da bastonlu, topuzlu, hep pantolon giyen Betûl Mardin imajı doğuyor!
-Evet, o kadını ben yarattım aslında. Bilinçli olarak. Biraz da mecburiyetten. Nasıl bir imaja sahip olmak istiyorsam bir kâğıda tek tek yazdım. Topuz seviyordum, ağır ve asil bir hava veriyordu. Ve kolaydı. Çünkü saçlarım dümdüzdür, zor baş etmek, sürekli berbere gidip şekil verdirmem gerekiyordu. Topuzla, işi kökten hallettim ve doğal rengine bıraktım. Saçımla uğraşmaktan kurtuldum. Sonra baktım ki, etek giymekle filan da uğraşmak istemiyorum. Her gün saatlerce bugün ne giysem diye düşünmek istemiyorum. Bacaklarım da problemli zaten, pantolona geçtim. Bir de pantolon aktif bir görüntü verir. Ama en şık pantolonları arar, bulurdum, “Ne yaparsan, iyi yapacaksın!” Bana yakışmayan parçaları asla giymedim. Ve tabii bastonum. Çünkü dikkatli yürümem gerekiyordu, kemiklerimle hep sorunum oldu. Hem işe yaradı hem de farklı bir hava verdi.
Aile…
-Hayattaki en önemli şey. Gençken bunun farkına varamıyorsun. Zaman içinde ne kadar esaslı bir şey olduğunu anlıyorsun. Birlik olmak önemli. O karşılıksız sevgiyi hissetmek önemli. Ben büyürken aile çok mühimdi. Biz masaya 16-17 kişi otururduk. Büyükbabam masanın başında olurdu. Biz de yaşımıza göre sıralanırdık. Eğer zayıfsak, ki ben öyleydim, yanına oturturdu. En büyük korkumdu! “Gene zayıfladın sen, gel!” derdi. Sıkıysa yeme! Sağında karısı otururdu, solunda misafir varsa o. Tam karşısında da oğlunun oğlu. Yani erkek torun. O ramazan iftarlarını, sahurlarını, bayram yemeklerini hiç unutmuyorum. Hepsi rahmetli oldu. Geriye bir ben kaldım. Dedem, hoş, havalı, esprili bir adamdı. Devrin en önemli adamlarından biriydi. Ben bütün ailemi bilirim. Bak bunu da çalıştım. Kim kimdir, annemin soyu kimlerden gelmiştir, babamın soyu kimlerden gelmiştir. Aile şeceremiz var. İnsanın dedesinin dedesinin kim olduğunu, ne iş yaptığını bilmesi iyi bir şey. Ve bunu öğrenmek elimizde. Ama tabii meraklı olmak, biraz araştırmanız gerekiyor. Aile büyüklerini dinlemeyi sevmek gerekiyor. Onları bilmek demek, kendini bilmek demek, herkese tavsiye ederim.
Gençken, 87 yaşına ulaşabileceğiniz aklınıza geliyor muydu?
-Ne yalan söyleyeyim hayır! 87 yaşına kadar yaşayabileceğimizi düşünmüyordum! Bir de gençken, insanların çok kitap okuyacaklarını zannediyordum. O konuda yanılmışım. Çünkü büyükannem ve büyükbabam çok kitap okurdu. Kitap okumak bir ölçüydü. Klasikleri filan okumamış olmak demek, olacak şey değildi. Ben de 10 küsur yaşında çoğunu hatmetmiştim. Hâlâ birkaç kitabı aynı anda okuyorum. Gerçi “Yaşlandığımda bol zamanım olacak, daha çok okuyacağım!” falan diyordum. Öyle olmadı. Şimdiki gençliğin okumaması beni üzüyor, sosyal medya iyi ama kitabın yerini tutmaz, insana o derinliği vermez ki!
Benim annem, “Yaşlanmak iyi bir şey değil!” diyor...
-Çünkü dışın eskiyor, ambalaj yıpranıyor! Ağrılar oluyor. Ama inan iyi tarafları da var. Seni şaşırtan az şey oluyor, her şeyi yaşamış oluyorsun. Her şey hakkında bir fikrin oluyor. İyidir büyümek, gelişmek. Torunlarını görebilmek.
İyi yaşlanmanın yolu ne?
-Bunun cevabı da bana göre ‘planlamak.’ Ona göre yiyorsun, içiyorsun, kendine bakıyorsun. Ben baktım mesela. Sporumu, jimnastiğimi hiç ihmal etmedim. Hep iyi şeyler yedim. Kendime özen gösterdim. Donanımlı olabilmek için yatırım yaptım.
En çok nelerden mutlu oldunuz?
-Çocuklarım ve torunlarım. Ailem yani. Bir de tabii mesleğim. Mesleğimin Türkiye’de kabul görmesi, saygıyla karşılanması ve hasbelkader benim tarafımdan başlatılmış olması, halkla ilişkiler deyince akla geliyor olmam, müthiş bir onur.
Bir kadın için olmazsa olmazlar…
-Çocuk güzel bir şey. Çünkü bir eser yaratıyorsun. Ve o eseri görüyorsun. Kendini de görüyorsun o eserde, kötü yanlarını da, iyi yanlarını da. Ama tabii herkesin kendi kararı. İnsanların çocuğu olacak, olmalı diye bir şart yok. Ama öyle büyük bir mutluluk ki, tarifi yok, böyle bir şansları varsa tepmesinler.
Nasıl erkeklerden kaçsınlar peki?
-Çalışmalarına izin vermeyen, hükmeden erkeklerden… Gerçi kendi ayakları üzerinde durmak isteyen, yani ne istediğini bilen kadının zaten böyle erkeklerle işi olmaz. Tabii, kız çocuklarını kimseye bağımlı olmayacak şekilde yetiştirmek gerekiyor. Bence en önemli şey bu. Bir kadın eğer başkasına muhtaç hissediyorsa, bu kötü…
Ama sizin babanız sizin üniversiteye gitmenizi istememiş…
-Evet, istemedi. “Bacağına, erkek bacağı değmesin!” dedi. Çalışmamı da istemedi. Robert Kolej’den sonra üniversiteye devam edemedim. İlk evliliğimi yaptım, Haldun’la evliyken de onun oyunları dışında bir şeyde çalışmadım. Ne zaman hayatımdan kocalar çıktı, ben özgür oldum. 40’ımdan sonra kimseyi dinlemedim ve çalışmaya başladım. Sonradan çok güzel mektuplar yazdı, “Seninle iftihar ediyorum kızım!” diye…
Bir Ayşe Arman röportajı
Şub 23
Kültür, bir şeye cesaret edebilme sorunudur, diyor Tezer Özlü. Üzerine bazen düşünür, bazen de hayatın talepleri öyle gerektirdiği için düşündüğümüzü bile bilmeden o adımı atarız. Kültür bir lüks değildir o takdirde. Damlaya damlaya, bazen de gürül gürül akarak bir medeniyete lâyık olmanın birikimini sağlar. Kültür gibi sanat da, insan varlığı üzerine düşünme konusunda bir tazelenme ihtiyacı ve arayışı demek. Dün söylediğine bugün yeni bir gözle bakmak, cahillere özgü olmayan bir cesaretle olası.
Kültür, hayatı anlama ve düzenlemeye dönük yorum denemeleridir, öyleyse, hayatı üstlenme anlamını taşır. “Yaşamak umrumdadır” diyor ya şair…
Kuşkusuz kültür seçimler gerektirdiği için bir kısıtlanma, sınırlanma anlamını taşıyor. Gönlünüzce hareket etmiyor, çeşitli saikleri göz önünüzde tutuyorsunuz o cümleyi kurarken. Cinayet romanları yazarı Phyllis Dorothy James, “Samimi Olma Zamanı” başlıklı hatıratında yazarın okuruna ve kendisine karşı oluşturduğu “merhametli mesafe”den söz ediyordu. Kültür, özgürlüğünün sınırları üzerine düşünmeyi talep eder. Ontolojik olan üzerine düşünür, farklılığın değerini bilmeyi dert edinir. Aliya’nın çeşitli tariflerinden hareketle şu sonuca varabiliriz: “Dünyayı anlama çabası”; özlü olarak budur kültür, farklılıkları yok ederek dünyayı değiştirme isteği ise medeniyete karşılık gelmekte.
Ekmek gibi, su gibi tabii olan günün birinde bize nasıl da yabancılaşıyor? Türkiye toplumu olarak sanki türküler dışında ortaklaşa zevk alabileceğimiz bir kültürel kaynaktan yoksunlaştık. Dünyayı yorumlamaya ihtiyacımız yokmuş gibi, bu yorum zaafına rağmen onu değiştirebileceğimizi sanıyoruz. Öyle ya atalarımız cami mimarisinde zirveye ulaşmış, aynı formu abartılı bir şekilde taklitle yağmalamayı sürdürebiliriz gibi geliyor. Kültür merkezlerine birer stadyum muamelesini reva görüyoruz. Katılımcı sayısını yüksek tutmayı sağlayacak faaliyet, kolay başarı arzusunun bir yansıması olarak her yere sirayet ediyor. Kültür sanat merkezlerinin faaliyetlerinde bir parti taraftarlığı coşkusunu aramak, bir özgünlük ve sürekli çaba gerektiren, kişisel yorumların gelişmesine ihtiyaç duyan faaliyetlerin önünü almakla aynı şey. Bir de parti ve hükümet etrafında herhangi bir eleştiriyi hainlikle bir tutan işgüzar tarafgir memur mantığı açısından yaklaştığınızda, kültür daha fazla taraftar toplama başarısına kilitlenmiş bir kurum rekabeti alanına indirgeniyor. Bütün maharet sanki şu sorunun cevabında aranıyor: Kalabalığı daha fazla çekmek nasıl mümkün olabilir?
Bu aceleci yarış hevesi, daha fazla kalabalık toplama iştiyakı, gerçekten de değerli çalışmalara imza atmış bir belediyemizi 8 Mart’ta “Kadına Saygı” başlığı altında düzenlediği bir programın içeriğine bir defile dahil etmeye yönlendirmişti. Suavi Kemal Yazgıç, birlikte bu konu etrafında konuşurken çok etkili çalışma yönteminin artık “kotarmak” fiiliyle ifade edildiğini söyledi önceki gün. Sabırlı, planlı, bir ağ gibi kuşatan ve sağlam bağları olan çalışmalar yerine hızlı, yoğun katılım sağlamaya dönük ve “işte şuracıkta kotarılan işler”, bir bakıma AK Partili belediyelerin çalışmaları konusunda sorulara maruz kalan mütedeyyin yazarların çizerlerin de sabrını deniyor.
Üsküdar Belediyesi’nin Kutlu Doğum Haftası nedeniyle Bağlarbaşı Kongre ve Kültür Merkezi’nde kurduğu Kabe maketi, bu konu üzerine düşünmek açısından çarpıcı bir deneyim. Kabe maketi eğitsel amaçlı olarak elbette yapılabilir, zaten Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde Hacc ve umre eğitimi amaçlı olarak mütevazı boyutlarda yapılıyor öğrendiğim kadarıyla. Bağlarbaşı’nda maket kaldırılmadan bir iki gün önce gidip maketi inceledim. Üsküdar Belediyesi Kütüphane Müdürü Yakup Öksüz, maketin çocukların eğitimine dönük olarak yapıldığını anlattı. Niyet samimi, ancak faaliyet ne yazık ki sansasyona açık. Medya üzerine gidince maketin kaldırılması ise düşündürücü. Herhangi bir kültür sanat uygulaması ve faaliyeti kuşkusuz çok daha incelikli, amaçları ve araçları konusunda güvenli, sunulduğu insanlara ise saygılı bir hazırlık süreçleri talep ediyor. Elbette her faaliyetin halkı memnun etmesi beklenemez, aynı şekilde herhangi bir faaliyeti ille de “yüksek kültür” zaviyesinden bakıp onaylamak veya reddetmek zorunda değiliz. Gelgelelim, halkın vergisiyle gerçekleştirilen kültür sanat uygulamalarının memnun etmesi gereken şey kalabalıklar değil, hakikate saygı. Hakikat ise kendini ancak ihlaslı ve terle yoğrulmuş, fikir teatileriyle güçlendirilmiş çalışmalara açar diye düşünürüm.
Çocukların eğitimi değerli bir amaç, ancak bunun çatısı ve formatı ne ölçüde lâyıkıyla düşünüldü? Bağlarbaşı’na gidip gördüm, insanlar Maket Kabe’den etkilenmişler, ziyaretçiler gidip geliyor. Yaşlı kadınlar ve erkekler, genç kadınlar ve erkekler, çocukları ve torunlarıyla gelmiş, inceliyorlar maketleri. Dolayısıyla diğer belediyelerin de benzeri maketler yapmaya başlaması beklenilebilirdi. Kabe’nin biricikliği ve durduğu yer/bağlam kuşkusuz müminlerin ibadet duyarlığı ve ümmetin ortak bilinci açısından çok önemli, bu nedenle de maketler konusunda ne kadar titizlik gösterilse az. Beri taraftan gayet anlaşılır sebeplerle benzeri maketlerin olur olmaz yere yapılıp sergilenmesinin yurt sathında yaygınlaşması işten bile olmazdı. Bütün bu risklerin çeşitli kurullarda söz konusu edilmiş olması gerekirdi, diye düşünüyor insan.
Söz gelimi “İstanbul Kitaplığı”nı butik otel veya lokantaya dönüşmeye nasıl bir kurul zorluyor, merak ediyorum. Otele çevrilen kitaplıklar, AVM görünüşlü cami restorasyonu, 8 Mart defileleri, şehir meydanlarına yerleştirilen bir örnek saat kuleleri, kervanın yolda düzene sokulması aceleciğiyle sürdürülen kültür sanat faaliyetlerinin derme çatma, eklektik, şekilci yönünü ortaya koyan örnekler… Bütün bu örnekleri cesaretlendiren sebepler, hayatın ve sanatın daha sahici ve eleştirel bir bakışla okunması açısından düşündürmeli; Kemalist ideolojinin o tumturaklı ve buyurgan “yüksek sanat” beğenileri açısından değil. Kültür sanat faaliyetleri gerçekleştiren bütün kurumlar da bu sahiciliği konjonktürel hesaplara feda etmemekle mükellef, aksi takdirde Maket Kabe misali vazgeçip geri çekmeler mukadder.
Daha fazla seyirci toplamak üzere başlangıç veya yola çıkış ilkelerinin göz ardı edilmesi kuşkusuz bir ilkelerde ve amaçlarda sıkıntıya düşme göstergesi. 8 Mart hesabına bir defile düzenlemek başka nasıl izah edilebilirdi? O defile başörtülü kadınlara izletildi. Oysa kamusal yasaklı yıllarda verdikleri mücadeleyle bir siyasi oluşuma ivme kazandıran başörtülü kadınlar açısından defile, kendi mahremiyet kabulleri ve değer yargılarına ters bir piyasa faaliyetinin sahnesi.
“Salt kalkınma retoriği o kadar baskın ve o kadar işlevsel ki kültür ve sanat alanındaki durağanlığın sebeplerine kafa yormak kimilerine göre vakit kaybı, kimilerine göre de romantizm” diye yazmıştım, geçen yıl “Al Jazeera Türk”sitesinde yayımlanan “AK Parti’nin kültürelliğinin sorunları” başlığını taşıyan yazımda. Şimdilerde kalkınma retoriğinin etkilerinden bile söz edemezmişiz gibi geliyor. Bir taraftan “kültür” başlık olarak bir hayli yüceltilirken, “yerli ve İslami olma” iddiasına sahip gazetelerde kültür ve sanat sayfalarının ilk planda feda edilebilir bölümler olması nasıl izah edilebilir?
“Siyasi maslahat icabı kültür kotarma faaliyeti”, kurumların bir kültür siyaseti bulunmadığını düşündürüyor zaten. Sanatın ve kültürün “farklı” açıklamalarını çözümleme zahmetine katlanmak istemeyen kurumlar, her faaliyeti birbirine benzetirken sığlaştırıyor ve risk almamak adına kendi kendini tekrarlamakta buluyor çözümü. Muhafazakâr konformistliğin kültür ve sanat alanında yeni ve farklı çalışmalara yer açması sürpriz olurdu tabii. Dini semboller üzerinden sürdürülen faaliyetin tezlikle “İslami” olarak yorumlanması ayrı bir problem. İslam bir kendini tekrara ve zaman israfına izin veren bir din değil ve bu açıdan bakıldığında hayat tarzı olarak da sanatsal kaygılara açık. Ne İslami hayat tarzı ne de sanat dünyevi hesaplara düşkünlükle, sıradanlıkla ve konformizm ile kendini gerçekleştirir. Sürekli arayış içinde olmak, kusuru öncelikle kendinde bilmek, ruhsal değerleri öncelemek müminin ve sanatçının nitelikleri.
Değer yargılarımız emanetin ehline verilmesini talep ediyor, dostlar alış verişte görsünler tarzında kotarılan işlerle idare etmeyi değil. Belki de zamanında okunmuş kitaplar kadar zamanında yaşanmış mağduriyetler de yeter ve artar sayılıyor şimdilerde. Açıklanamaz hayal kırıklıklarının telafisi ancak bu şekilde açıklanamaz faaliyetlere yükleniyor sanki. Oysa İslami dünya görüşü de hazır bir paket değil, sürekli kendi zamanının sorularını kavramakla mükellef. Hayır; biricik ve sonsuzca geçerli haklı açıklama zamanında yaşanılmış mağduriyetler olamaz.
İslami kesim, ancak kendisine hakkaniyetli davranmayı yakıştırdığı sürece rövanşizmin ötesine geçip bir kültür farkı sunabilirdi. Kültürel faaliyeti yüce kültür sanat gözlüğüyle yargılama tavrından uzağım, ancak bu faaliyetin medya tepkisine göre şekillenmesini değil, istifadesine sunduğumuz insanlara saygı duyarak gerçekleştirileceği yönünde bir endişenin varlığına güvenmek istiyorum.
Cihan Aktaş
Şub 23
Sun sâgarı sâkî bana mestâne disünler
Uslanmadı gitdi gör o dîvâne disünler
Peymânesini her kişi doldurmada burda
Şimden gerü bu meclise mey-hâne disünler
Dil hânesini yık koma taş üstüne bir taş
Sen yap anı iller ana vîrâne disünler
Gönlünde senin gayrü sivâ sûreti n’eyler
Lâyık mu bu kim Kâ’be’ye büt-hâne disünler
Yahyâ’nın olup sözleri hep sırr-ı mahabbet
Yârân işidüb söyleme yabane disünler
Şeyhülislam Yahya Efendi
Şub 23
Cihânda ‘âşık-ı mecrûha sanma râhat olur
Neler çeker bu gönül söylesem şikâyet olur
Ölünce dermeni kalsun çıkarmanız dilden
Tahammül eyleyemem ol da bir cerâhat olur
Le’îme renciş-i hatır verir kerem etmek
Mukayyed olmasun erbâb-ı dil ki zahmet olur
Zamânede yine bir berk-i ‘îş girmez ele
Felek müsâ’ade itmez ne bî-mürüvvet olur
Yakında kûy-ı harâbâta uğradım Yahyâ
Ne hûb cây-ı safâ gûşe-i ferâgat olur
Şeyhülislâm Yahya
Şub 23