Çünkü hiç hazır olmadığım bir yaza girmek üzereyim ve çünkü geçen kışın soğuklarında, şimdi senin rüzgârlı bir tepesinde uyuduğun bu kentteki son sevdiklerim, beni, sevdiğim için öldürdüler!
Bazen kendi evini terk etmesi gerekir insanın. Tası tarağı toplayıp ardına son bir defa bile bakmadan çekip gitmek. Çünkü ağır geldiğini hissedersin bazı evlere, insanların sana “gitse de kurtulsak” gözüyle baktığını. Bunu fark ettiğin ama …
Saçlarına nur yağmış dünyanın güzel kızı. Kutlu fetih tacını takmış seher yıldızı. Sana âşık sultanlar görmemiş böyle nazı. Sultan Mehmet misali hırslandığım İstanbul! Anne gibi göğsüne yaslandığım İstanbul!
Resûl’den selam gelmiş Ulubatlı Hasan’a. Cennet bağrını açmış uğrunda ölen cana. Fatih’i gördüğün gün, düğün gecesi sana. Her yıl fetih sabahı süslendiğim İstanbul! Anne gibi göğsüne yaslandığım İstanbul!
Senin adın lâledir, menekşedir, sümbüldür. Mavi bakar gözlerin, yanağın gonca güldür. Mor salkımlı bahçede uyandıran bülbüldür. Tarih akan çeşmeden beslendiğim İstanbul! Anne gibi göğsüne yaslandığım İstanbul!
Adalar kızlarındır: Burgaz, Sedef, Kınalı… Boğaz ‘da Beylerbeyi , Küçüksu’ya sevdalı. Asırlardır hisarlar birbirine vefalı. Her bahar Emirgân’da ıslandığım İstanbul! Anne gibi göğsüne yaslandığım İstanbul!
Dolaşır dilden dile bir aşkın hikâyesi, Şahitmiş olanlara hüzünlü Kız Kulesi. Çalınır Çamlıca’da o günlerin bestesi, Dinledikçe her akşam hislendiğim İstanbul! Anne gibi göğsüne yaslandığım İstanbul!
Servili bahçelerde Yahya, Sümbül Efendi. Sonsuzluk aleminde, sultanın serbülendi. Bir gece baktım sana saçların tütsülendi. Aşiyan’da düşünüp uslandığım İstanbul! Anne gibi göğsüne yaslandığım İstanbul!
Kol kanat gerer sana, Eyüp Sultan ve Yuşa. Nöbette Sultangazi, nöbette Bayrampaşa. İstanbul candan öte, söylensin uçan kuşa. Hüznünü, sevincini üstlendiğim İstanbul! Anne gibi göğsüne yaslandığım İstanbul!
Ebedi olsun ömrün, cihana bedel şehir. Renklerin hiç solmasın, efsunlu güzel şehir. Sende mutlu mısralar, süslenmiş gazel şehir. Her gün tepelerinden seslendiğim İstanbul! Anne gibi göğsüne yaslandığım İstanbul!
ve bir gün kalbim duracak tut ellerimi diyeceğim o zaman eski bir Kanlıca sabahında kırçıl kanatlı bir martının çığlığıyla bitecek her şey Nefî’nin dilinden Nedim’in gönlünden şarkılar söyleyeceksin hayalin gözümde tütecek Hüsn ü Aşk’la yanacak Galibî gazeller uzaktan bakacak Kız Kulesi kıyılarına Baki’nin bahtından sultanın tahtından yalvarı vereceksin ve … hayalin gözümde tütecek …
seherler servilerinle süslenecek duy hayatı diyeceğim beş vakit baki kalan gökkubbenin altında şairin hoş sadasıyla dolacak bulutlar Süleymaniye’nin namından bir saba makamından sonsuzluğu haykıracaksın sesin ruhuma dokunacak bir dağ gibi durucak kubbeler Sultanahmet mührünü vuracak ufuklara minarelerin altın şerefesinden aşkın yedi tepesinden huzura ereceksin ve … sesin ruhuma dokunacak …
asırlarca yüreğim tutuşacak aç kapıları diyeceğim sessizce tarihin sırmalı perdesinde Fatih’in haykırışıyla kül olacak mavi deniz Ulubatlı’nın şanından hünkarın mehteranından marşlar dinleyeceksin ismin kulağıma okunacak rüzgara nispet koşacak kıyında küheylanlar Akşemseddin açacak gönlünü sultana muştular anlam katacak bahara şehrin kavi surlarından vaktin aşikar sırlarından ötelere uçacaksın ve … ismin kulağıma okunacak …
baharda çiçekler ellerinle dirilecek gül yüzüme diyeceğim fecirde sihirli bir saray bahçesinde soylu bir lalenin endamıyla yaşanacak devirler goncaların yaprağından sevgilinin yanağından buseler alacaksın kokun canıma sinecek samyeli esecek Kandilli’nin sokaklarında nisan nazlanacak erguvanlarla yeniden Çamlıca’nın renginden güllerin ahenginden rayihalar sunacaksın ve … kokun canıma sinecek …
çağlar aşkı kitabelere yazacak gir gönlüme diyeceğim gizliden hazin bir eylül akşamında karanfillerin sessizliğiyle yitecek alem sevgilinin güz celbinden Sinan’ın gül kalbinden göğe yükseleceksin sevdan yüreğimi yakacak iki güneş arası belirecek dersaadette mabedler inanç nuruyla kuşatacak çağları mimarın kesme taşından süzülüp Mihrimah’ın gözyaşından damlayacaksın ve … sevdan yüreğimi yakacak …
kalpler sükun bulacak Eyüp’te sar sinene diyeceğim cihanı gül şehrayin çağrısında Sultan’ın kudretiyle susacak evren bir üstadın hattından elifin mana katından iz süreceksin gölgen üstüme düşecek miladî zaferler saracak düşleri leventler cenk edecek sularda kuşatma fetih arasında bir aşığın yürek yarasında tenhada bekleyeceksin ve … gölgen üstüme düşecek …
gökyüzü öyküler sunacak ruhuna gel usulca diyeceğim bütün yıldızlara aşıkların sefa kayığında esrik bir nağmeyle çınlayacak Göksu dalgaların ısrarından deniz kızlarının esrarından masallar fısıldayacaksın nefesin yüreğime dolacak derunî gökler süsleyecek hayalleri Galata Hezarfan’la kanatlanacak Üsküdar’a Piyer Loti’nin doruğundan Haliç’in gür soluğundan yüzüme güleceksin ve … nefesin yüreğime dolacak …
hisarlarına mazi tutunacak ansızın yaz Çelebi’ye diyeceğim şehrengizi yeniden bir sümbülün edasında leylakların moruyla taçlanacak yamaçlar perilerin köşkünden bülbüllerin aşkından neşideler söyleceksin güneşin gönlüme doğacak can içre yanacak dil besteler dağlar yaslanacak bağrına sevginin öz vatanından sevdanın sır destanından çıkageleceksin ve … güneşin gönlüme doğacak …
içinden laciverdî denizler geçecek bak gözlerime diyeceğim sonsuza dek cennetin cümle kapısında senden müjdeler verecek gökçeler ulu bir çınarın kadim yalnızlığından Karacaahmet’in ebedi ıssızlığından yankılanacaksın çığlığın içimi titretecek mahyalar süzülecek kıtadan kıtalara dost elli dualar semaya kalkacak türbelerin gölgesinden Yûşa Tepesi’nden sesleneceksin ve … çığlığın içimi titretecek …
şairler ismini sayıklayacak delice ver sırrını diyeceğim bana ey şehir kırgın bir tayfanın hasretinde süzülen vapurların sireniyle gamlanacak türküler bohem ressamların fırçasından dervişlerin yamalı hırkasından dile geleceksin adın ruhuma kazınacak geceler pervane olacak kandillere boğaza boyun eğecek köprüler dünyanın en nadide şehirlerinden asrın en lirik şiirlerinden sana sesleneceğim ve … adın ruhuma kazınacak …
Bahtım karadır, talihim allak bullak Yas oldu nasibim, kaldım çırçıplak. Bir dağ yoludur aşk, yürürüm ağlayarak; Tanrım, kana boğ kalbimi, öldür ve bırak!
* * *
Neyler gibi inler yüreğim, yas doludur; Sensiz kalıverdim: Bu, cehennem yoludur. Mahşer günü? Bir Tanrı bilir. Son güne dek Yazgın çiledir, gönül: Dövün, kıvran, dur.
* * *
Bak, geldi bahar: süsledi hasbahçeyi gül: Dallarda sevinç türküsü söyler bülbül. Gel gör ki çimenlerde gezip hiç bulamam Kalbim gibi ölgün, kanayan başka gönül.
* * *
Göklerdeki yıldızları saydım bir bir; Gel, sevgili, gel: sabahladım: belki gelir. Gelmezse, görünmezse içim parçalanır, Ağlar yüreğim, suskunum: elden ne gelir!
* * * Bahtım karadır, talihim allak bullak Yas oldu nasibim, kaldım çırçıplak. Bir dağ yoludur aşk, yürürüm ağlayarak; Tanrım, kana boğ kalbimi, öldür ve bırak!
* * * Neyler gibi inler yüreğim, yas doludur; Sensiz kalıverdim: Bu, cehennem yoludur. Mahşer günü? Bir Tanrı bilir. Son güne dek Yazgın çiledir, gönül: Dövün, kıvran, dur.
* * * Bak, geldi bahar: süsledi hasbahçeyi gül: Dallarda sevinç türküsü söyler bülbül. Gel gör ki çimenlerde gezip hiç bulamam Kalbim gibi ölgün, kanayan başka gönül.
* * * Göklerdeki yıldızları saydım bir bir; Gel, sevgili, gel: sabahladım: belki gelir. Gelmezse, görünmezse içim parçalanır, Ağlar yüreğim, suskunum: elden ne gelir!
Baba Tahir Üryan Türkçesi: Talât Sait Halman
Gece karanlıktır ve kurtlar koyunlara saldırmakta İki zülfünü hamail eyle ileri yürü Dudağının köşesinden bana bir buse ver De ki Allah yolunda dervişe verdim
*** Bahtım karadır, talihim allak bullak yas oldu nasibim, kaldım çırçıplak. bir dağ yoludur aşk, yürürüm ağlayarak; tanrım, kana boğ kalbimi, öldür ve bırak!
*** Neyler gibi inler yüreğim, yas doludur; sensiz kalıverdim: bu, cehennem yoludur. mahşer günü? bir tanrı bilir. son güne dek yazgın çiledir, gönül. dövün, kıvran, dur.
*** Bak, geldi bahar: süsledi hasbahçeyi gül: dallarda sevinç türküsü söyler bülbül. gel gör ki çimenlerde gezip hiç bulamam kalbim gibi ölgün, kanayan başka gönül.
*** Göklerdeki yıldızları saydım bir bir; gel, sevgili, gel: sabahladım.- belki gelir. gelmezse, görünmezse içim parçalanır, ağlar yüreğim, suskunum: elden ne gelir!
*** Gam bahçesidir benim gönül bahçem, bak: girdin mi nasibin kara güller olacak! gel, sevgili, kalbimdeki bozkırları gez.- bak, otlar dört bir yana hicran salacak.
*** Hıçkırmalı, yaş dökmeliyim ben bu gece; sabrım yok, geçtim kendimden bu gece. bir zevk yaşadım dün gece, kalmaz yanıma, bin yaş akar artık yüreğimden bu gece.
*** Sensiz, gönlüm huzura hiç ermeyecek, dertler bana özgürce yaşam vermeyecek, girdin de perişan ettin can evimi: aşkım bana rahat yüzü göstermeyecek.
*** Bir ince kadehtir yüreğim, billurdan – bin parça olur ah edip iç çektiğim ân. bak, gözlerimin yaşları kan yağmurudur ben bir ağacım, kökleri kan, dalları kan
*** Sen gittin; gökkubbeye yaş doldururum. toprakta bir kısır ağaç olmuş, kururum sensiz, gece gündüz kanayan bir köşede ömrüm sona ersin diye bekler, dururum
Bu şehirden gidiyorum Gözleri kör olmuş kırlangıçlar gibi Gururu yıkılmış soy atlar gibi Bu şehirden gidiyorum
İnsanlar taş gibi bana yabancı Ağaçlar bensiz hüküm giyecek bulvarlarda Bir tambur bir yalnızlığı anlatıyorsa O ışıksız pencereden Ben onu bile bile duymuyor gibiyim.
Bu şehirden gidiyorum Gömerek geceyi içime Sabahın hüznünü beklemeden Gidiyorum bu şehirden.
“Ama en kötüsü ne biliyor musun? bunu aklımdan çıkaramıyorum. Mukaddes Hanım gerçekten bana aşık oldu mu yoksa… Yoksa… Neyse boşver. Önemli olan şu ki ben ona âşık oldum. Gerçekten sevdim.”
Sözlerinin ağırlığı, can yakıcılığı, bir kişiye hakaret ederken o kişiyi seven insanları, o kişinin ailesini düşünmeden ve hunharca incitiyor oluşunu saymazsak elbette ki herkes kendisini ifade etmekte özgürdür. Keşke içinde bir şiirin duyarlılığını taşıyabiliyor olsaydı diye yazıklandığım bu kullanıcıya buradan cevap verme hakkımın Ahmet Kaya’nın kızı olarak saklı olduğunu düşünüyorum (tüm diğer yasal haklarım saklı kalmak kaydıyla); evet, benim bir kere babam öldü, 13 yaşındaydım.
Babam beni kardeşlik şarkılarıyla, kardeşlik masallarıyla büyüttü. Bana sevmeyi öğretti, affetmeyi, barışı… Bütün dinlerin, bizleri ayırmak, birbirine düşürmek için değil, bizlere huzur vermek için yaratıldığını öğretti. Bütün dillerin, insanların birbirini anlayabilme, kendilerini en doğru biçimde ifade edebilme ihtiyacı için var olduğunu öğretti. Dinimden, cinsiyetimden, milletimden, ırkımdan sıyrılıp yalnızca insan olduğumu fark etme serüvenimdeki yılmaz süvariydi babam.
Çoğu kişinin, benim Ahmet Kaya’nın kızı olduğum için ne kadar şanslı olduğumu düşündüğünü biliyor ve kendi tercihim olmayan bu durumdan dolayı her gün hayata teşekkür ediyorum. Evet çok şanslıyım, çünkü benim dünyadaki bütün güzellikleri toplayıp her gece başucuma bırakan bir babam vardı. Bir çocuğun azıcık yaşanmış geçmişine, babasıyla geçen 13 hatta hatırlayabildiği 8–9 senesine böylesine korkunç bir şekilde tecavüz edebildiğinize göre, sizler ne yazık ki benim kadar şanslı değilsiniz.
Babam öldüğünde 13 yaşında bir kız çocuğuydum. Bugün hayatı 21 yaşın bakış açısıyla yorumlamaya çalışıyorum ama o gittiğinden beri bir yanım hala çocuk ve hep öyle kalacak. Babama emanet ettim o çocuk yanımı. Belki o yanım biraz büyüyüp diğer yanıma erişebilseydi böyle bir yazı yazmaya gerek bile duymayacaktım ama o çocuk yanım günlerdir hep ağlıyor.
Babam öldüğünde 43 yaşındaydı. Çok büyüktü, görkemliydi, benim masal kahramanımdı. Bugün benim 40’lı yaşlarında arkadaşlarım var ve gözümde onlar o kadar gençler ki…
Kendimi bilmeye başladığımdan beri ailem bir savaşın içerisinde. Ben bir savaşın içerisindeyim ve o savaşın içerisinde atıldım büyüme macerasına. Bir sabah babam öldü ve annemle baş başa kaldım, yapayalnız. Bu yapayalnızlık içersinde, bu kadar acıtılmamıza karşı duyarlılık beklentimi, ne yazık ki büyümeye çalışırken yitirdim. Hala daha, bizi incitmeye çalışmaktan, babamın değerlerini, babamın değer verdiklerini kırıp dökmeye çalışmaktan kendinizi alıkoyamadığınızı uzaktan acıyla izliyorum. Babamın yokluğu kadar acı veriyor bu haliniz bana. Bu ülke adına, hayat adına ve hayatı doğru yaşamak adına…
Fütursuzca yapılmış olan tüm bu faşizan eleştirilere cevap hakkımı burada yalnızca annem ve kendi adıma kullanıyorum. Babamdan sonraki Ahmet Kaya sürecini bugün buraya biz taşıdık. Ahmet Kaya adının hayatımızı mahveden o aptalca ‘bölücülük’ yaftasından sıyrılıp birleştirici bir alana yani gerçeğin ta kendisine taşınabilmesi adına kimi zaman kendi varlıklarımızı dahi unuturcasına çabaladık. Gerçeği size anlatmaya çalıştık. Yani bir devlet bakanının ağzından ona dair dökülen pişmanlık ve özlem sözcüklerini hepinizin duyabiliyor olmasına, TRT’de Ahmet Kaya çalınabilecek olmasına ve Türkiye toplumu adına bu tarihsel utanç sayfasının hala açık duruyor olması noktasına kadar biz tek başımıza geldik. Siz, bu yolun hiçbir kavşağında bizim yanımızda, önümüzde ya da arkamızda değildiniz. Size elbette ki bunun ya da babama ve aileme dair herhangi bir şeyin hesabını vermek zorunda değilim; çünkü ben 13 yaşında geleceğimin en güzel yarısını verdim, çünkü ben diploma törenlerimi, kazandığım ilk paranın heyecanını, ilk erkek arkadaşımı, doğmamış çocuklarımı, üreteceklerimi, mutluluğumun temellerini verdim.
Siz, varlık gösteremediğiniz gerçek yaşamı sanal pencerenizden izleyerek, hayatın tam ortasında yapayalnız kalmış, parçalanmış bir küçücük aileyi daha fazla yıpratma uğraşındasınız. İnsanlar benim babama, benim anneme, benim dayıma, kuzenime, halama, teyzeme, babaanneme hakaret etme cesaretini kendilerinde nasıl bulurlar? Bu hakkı size kim veriyor? Beni, hayatınızda hiç tanımamış olduğunuz bir insanı, böylesine acıtma hakkını size kim veriyor?
Siz kimsiniz?
Siz, sizden kilometrelerce uzakta, yerin metrelerce içinde öylece uzanan ve bir daha hiç konuşamayacak, şarkı söyleyemeyecek olan bir insanın sesini mi kısmaya çalışıyorsunuz? Onun geride bıraktıklarını, ailesini kahrederek “daha da fazla yok edebiliriz, daha çok kirletiriz adını, artık sülalesi de defolup gider buralardan” diye mi düşünüyorsunuz?
Hayır! Biz, size rağmen burada yaşamaya devam edeceğiz. Kendi ülkemizde kalarak, kendi gerçekliğimizle yan yana yaşayacağız. Biz babam için, babamın bana öğrettiği gibi, bu ülkenin koynunu çiçeklerle doldurabilmek için üretmeye devam edeceğiz. Hiçbir karşılık beklemeden, hiçbir şey kazanmadan, sizin bilmeden konuşup bizi incittiğiniz bütün sözlerinize ve suratlarınıza ayna tutarak üretmeye devam edeceğiz.
Hadi çıkın köşelerinizden artık, saklanmayın. Nasılsa bunca yıldır size dönük yanlarımıza tatminsiz aşağılamalarınızdan, tehditlerinizden, yalanlarınızdan, sömürünüzden, hakaretlerinizden, küfürlerinizden acı işlemez oldu. Babamı artık incitmeyin, bizi artık incitmeyin.
Hiçbiriniz bu hayata dair benim ve benim annemin ödediği bedelleri ödemiş olamazsınız; hiçbiriniz benim çektiğim acıları çekmiş, benim taşıdığım yükleri taşımış olamazsınız. Artık lütfen yorulun bizim canımızı yakmaya çalışmaktan, çünkü biz zaten kalplerimizi Paris’te gömdük. Siz de akılla yaşamanın güzelliğine erişin…
Son olarak, eğer kaldıysa, bu yazıyı lütfen siz de en çocuk yanlarınızla bir kez daha okuyun ki beni anlayasınız.
Tüm çocuklara benim babam gibi bir babayla yaşanabilecek en az bir 13 yıl diliyorum; Güzel insanlar olabilmeleri için… Tüm çocuklar adına, bu dünyanın babaların ölümünden artık bıkmasını diliyorum. Ve babama gerçekten değer verdiğine inandığım herkesi onun şahsında tüm içtenliğimle selamlıyorum…
Akşamüstü barda buluşan kasabanın rahibi, şerifi ve doktoru suçu tartışırlar. En büyük suç hırsızlıktır, der doktor ve devam eder; hırsızlığın en büyük suçu ise cinayettir. Bir insanı öldürerek hayatını çalıyorsunuz, hayallerini, umutlarını yok ediyorsunuz…
Ağrı’nın Diyadin İlçesinin Taşbasamak Köyü’nde yaşayan Ebru, daha taze bir çiçekken soldu gitti. 12 yaşındaki küçük kız, sadece kendi canına kıymadı, bu ülkede hayal kurmanın ne kadar zor bir şey olduğunu hatırlattı bizlere. Küçük bir köyde yaşarken Ağrı Dağı’nın zirvesini aşan hayallerini küçük hikâye kitaplarında buldu. Yazar Mustafa Orakçı’nın “Türkiye’yi Geziyorum” seri kitaplarından birini okuduğu okuldan aldı. Belli ki seri hikâyelerde anlatılan, dünyanın her yerine giden, aklına estikçe sınıfa kurbağa getiren Levent ve tayfasını çok sevmişti. Öğretmenlerinin “Çalmakla” itham ettiği de bu serinin “Levent Pamukkale’de…” kitabıydı. Kısaca Levent ve arkadaşlarıyla yollara koyulmuştu Ebru, düş gezginliğinin en güzelini yaşamak istercesine.
Ebru, bu kitapları okuldan alıp, çalmakla suçlanmıştı. Hem de onun kitap okumasını teşvik edecek öğretmenleri tarafından. “Hırsızlıkla itham edilerek” arkadaşlarına küçük düşürülen Ebru bunu kaldıramadı. Ahırda bulunan yeni doğan kuzuları sevdi, sonra… Hayallerini aşağılayan büyüklerinden intikamını aldı bir şekilde kendi minik varlığını yok ederek. Küçük bir bedenden geriye çalınan umutlar, hayaller kaldı. Belki de bizim geleceğimiz, umutlarımız, hayallerimiz bir kez daha yok edilmek istendi minik Ebru’nun bedeninde.
Ben de Ebru gibi küçük bir köyde büyüdüm. Masallarla… Sonra, imdada kitaplar yetişti. Jules Verne’nin “Denizler Altında 20 Bin Fersah”ında Kaptan Nemo olup, gemim Natilus’le denizin gizemlerini keşfe çıktım. Ya da “Seksen Günde Devr-i Âlem”le balona binerek dünyayı dolaştım. Biraz daha büyünce Küçük Prens oldum, yazar Antoine de Saint-Exupéry hayal dünyasına ortak etti beni. Bir kitabı elime aldığımda yazarı kim olursa olsun kitap ne kadar önemli olursa olsun, beni içine alıp almadığına bakarım. Sayfaların arasında alıp beni saklıyor, başka bir yere götürüyorsa soluksuz okur bırakmam. Ya da gitmez kitap bir türlü o zaman bırakırım. Çok yarım kalan kitap vardır, kıyıda köşede bıraktığım. Çocukluğumdan kalmadır işte. Birkaç yıl önce bir uçak yolculuğunda Küçük Prens’i okuduğumu görerek “Yeni mi okuyorsun” diye hayretle bakan arkadaşıma; Yooo… Birkaç kez okumuşluğum vardır, Küçük Prens olmanın ne zarı var, diye cevap vermiştim. Haa, büyük, kocaman günahlarım arasında param çıkışmadığı için kitap çalmışlığım da vardır. Gururla söyleyeceğim…
Dün, bütün gün ve gece Ebru aklıma geldi. Onunla birlikte hayallerimin, umutlarımın azaldığı hissine kapıldım. Silik fotoğrafına baktım. Hayalleri küçük bir köye sığmayan, düş gezginin kısa hayatında yürüyüp giderken verdiği dersi düşündüm. Ve ardından yaptığımız işin kutsallığına kadar geldi iş. Öyle ya; öğretmenlik kutsal bir meslekti ve dahi sorgulanabilmesi bile mümkün değildi. Ve Haşmet Abi (Babaoğlu) şöyle bir tivit attı yapılan tartışmalar üzerine “ İki hikaye kitabı ne işe yarar bir köyde? Okumaya… Bunu bile düşünemeyen öğretmenin nesi ‘kutsal’ olabilir?”
Oldum olası bu kutsal meslek kavramına takığım. “Kutsal gazeteci, kutsal öğretmen, kutsal savcı, hâkim…” Ben hayatımda “kutsallık” atfedilmeyen bir meslek görmedim. Bir şekilde kutsallık kalkanına sarılıyoruz sarılmasına da, işimizi iyi yapıyor muyuz? Asıl mesele bu. Ben üşüyen öğrencisine paltosunu çıkarıp veren öğretmen de gördüm, soruyu bilmediği için kafasını tahtaya vuran öğretmen de. İnsan olmanın, insan kalmanın yapılan meslekle hiçbir ilgisi yok, olamaz da. Hayat bizi küçük sandığımız şeylerle sınar. Küçük bir köyde kendisiyle birlikte hayalleri de ölen Ebru’nun bütün hayalleri ve umutları yanında götürdüğü gibi…
Tuncer Köseoğlu
Ağrı Diyadin’e bağlı Taşbasamak köyünde, 20 Şubat Cuma günü akşam saatlerinde evlerinin ahırında intihar eden 12 yaşındaki Ebru Yalçın’ın ailesi, kızlarının öğretmenleri tarafından kendisine yöneltilen hırsızlık suçlaması yüzünden intihar ettiğini öne sürdü. Aile bu iddiasını bir afiş ve el ilanları haline getirerek, köydekilerle ve ilçedekilerle paylaştı.
Baba Hudeyda Yalçın gazetecilere yaptığı açıklamada, “Kızım intihar ettiği gün, öğretmenlerinin kaybolan kitaplardan kendisini sorumlu tutması nedeniyle hayatına son verdi” dedi. Yalçın olay günü Ebru ile hayvanlara bakmaya ahıra geldiklerini anlatarak, şöyle devam etti:
“Kuzuları ve oğlakları kucağına alarak öptü. Ahırdaki işlere severek, gülerek yardım etti. Yarım saat kadar burada kaldık ve ben eve gittim, o ahırda yalnız kaldı. Kardeşi gelmiş bakmış, kovanın üzerinde oturup düşünüyormuş. Kardeşine ‘sen eve git ben geliyorum’ demiş. Sonra bekledik, gelmeyince annesi merak etti, ahıra bakmaya gitti. Ahırın kapısını açtığında Ebru’yu tavandan sarkan ipte asılı görmüş. Eve geldi bana haber verdi, ben de koşarak geldim baktım ölmüştü.”
‘Okulda şiddet görüyordu’
Ailevi hiçbir sorunlarının olmadığını belirten baba Yalçın, “Önce neden böyle yaptığını bilemedik. Sonra arkadaşlarının anlattığına göre, okulda kitap hırsızlığı meselesi olmuş. Öğretmenleri sınıfa girip çocukların içinde kızıma kitapları çalmışsın demişler” ifadelerini kullandı.
Şikâyette bulunduklarını dile getiren baba Yalçın, kızının okulda şiddet gördüğünü, dışlandığını ve ölüme sebebiyet verenin öğretmen olduğunu ileri sürdü.
Ebru’nun yakın arkadaşı olan Yaprak Yalçın ise öğretmenlerinin okulda kaybolan iki hiâaye kitabından Ebru’yu sorumlu tuttuklarını, fakat Ebru’nun böyle bir şey yapacağına inanmadığını söyledi.
‘Hırsızlıkla suçlandı‘
Ağabey Şenol Yalçın ise kardeşinin yoğun baskı nedeniyle intihar ettiğini iddia ederek, öğretmenlerin kardeşini kitapları “sen çalmışsın” diye suçladıklarını iddia etti.
Kardeşini “Babanı jandarmaya vereceğiz, seni disipline verip okuldan attıracağız” diyerek tehdit ettiklerini öne süren Yalçın, “Kardeşim de gururuna yedirememiş ve hiç kimseye demeden gelmiş intihar etmiş. Haberimiz yoktu. Cenaze töreninde sınıf arkadaşları anlattı. Biz de şikâyetçi olduk, dilekçe verdik. Yetkililerin bu duruma müdahale etmelerini istiyoruz” şeklinde konuştu.
Soruşturma başlatıldı
Olaya adı karışan üç öğretmen hakkında soruşturma açılınca görev yerleri değiştirildi. Diyadin Kaymakamı Hasan Çiçek de olay hakkında adli tahkikata başlandığını vurguladı ve şunları söyledi:
“Ailesiyle yapılan görüşmede, kızları Ebru Yalçın’ın saat 17.00 sıralarında ahırda intihar etmiş vaziyette bulunduğu beyan edilmiştir. Olayın vuku bulduğu günde, kolluk kuvvetleri tarafından yapılan araştırmada Ebru Yalçın’ın okuduğu Taşbasamak Ortaokulu’nda 20 Şubat Cuma günü bir kitap hırsızlığı olayının meydana geldiği, hırsızlığa konu kitapların Ebru Yalçın’ın çantasında bulunduğu, konu ile ilgili öğretmenlerin çocuğa karşı tavır ve davranışlarının maktulü intihara sürüklediği iddiaları ile ilgili adli tahkikat devam etmekte olup, Diyadin Kaymakamlığı’nca Valilik makamından konu ile ilgili inceleme yapmak üzere müfettiş talep edilmiş ve konu ile ilgili idari soruşturma müfettişlerce yürütülmektedir.”
Akşamüstü barda buluşan kasabanın rahibi, şerifi ve doktoru suçu tartışırlar. En büyük suç hırsızlıktır, der doktor ve devam eder; hırsızlığın en büyük suçu ise cinayettir. Bir insanı öldürerek hayatını çalıyorsunuz, hayallerini, umutlarını yok ediyorsunuz…
Ağrı’nın Diyadin İlçesinin Taşbasamak Köyü’nde yaşayan Ebru, daha taze bir çiçekken soldu gitti. 12 yaşındaki küçük kız, sadece kendi canına kıymadı, bu ülkede hayal kurmanın ne kadar zor bir şey olduğunu hatırlattı bizlere. Küçük bir köyde yaşarken Ağrı Dağı’nın zirvesini aşan hayallerini küçük hikâye kitaplarında buldu. Yazar Mustafa Orakçı’nın “Türkiye’yi Geziyorum” seri kitaplarından birini okuduğu okuldan aldı. Belli ki seri hikâyelerde anlatılan, dünyanın her yerine giden, aklına estikçe sınıfa kurbağa getiren Levent ve tayfasını çok sevmişti. Öğretmenlerinin “Çalmakla” itham ettiği de bu serinin “Levent Pamukkale’de…” kitabıydı. Kısaca Levent ve arkadaşlarıyla yollara koyulmuştu Ebru, düş gezginliğinin en güzelini yaşamak istercesine.
Ebru, bu kitapları okuldan alıp, çalmakla suçlanmıştı. Hem de onun kitap okumasını teşvik edecek öğretmenleri tarafından. “Hırsızlıkla itham edilerek” arkadaşlarına küçük düşürülen Ebru bunu kaldıramadı. Ahırda bulunan yeni doğan kuzuları sevdi, sonra… Hayallerini aşağılayan büyüklerinden intikamını aldı bir şekilde kendi minik varlığını yok ederek. Küçük bir bedenden geriye çalınan umutlar, hayaller kaldı. Belki de bizim geleceğimiz, umutlarımız, hayallerimiz bir kez daha yok edilmek istendi minik Ebru’nun bedeninde.
Ben de Ebru gibi küçük bir köyde büyüdüm. Masallarla… Sonra, imdada kitaplar yetişti. Jules Verne’nin “Denizler Altında 20 Bin Fersah”ında Kaptan Nemo olup, gemim Natilus’le denizin gizemlerini keşfe çıktım. Ya da “Seksen Günde Devr-i Âlem”le balona binerek dünyayı dolaştım. Biraz daha büyünce Küçük Prens oldum, yazar Antoine de Saint-Exupéry hayal dünyasına ortak etti beni. Bir kitabı elime aldığımda yazarı kim olursa olsun kitap ne kadar önemli olursa olsun, beni içine alıp almadığına bakarım. Sayfaların arasında alıp beni saklıyor, başka bir yere götürüyorsa soluksuz okur bırakmam. Ya da gitmez kitap bir türlü o zaman bırakırım. Çok yarım kalan kitap vardır, kıyıda köşede bıraktığım. Çocukluğumdan kalmadır işte. Birkaç yıl önce bir uçak yolculuğunda Küçük Prens’i okuduğumu görerek “Yeni mi okuyorsun” diye hayretle bakan arkadaşıma; Yooo… Birkaç kez okumuşluğum vardır, Küçük Prens olmanın ne zarı var, diye cevap vermiştim. Haa, büyük, kocaman günahlarım arasında param çıkışmadığı için kitap çalmışlığım da vardır. Gururla söyleyeceğim…
Dün, bütün gün ve gece Ebru aklıma geldi. Onunla birlikte hayallerimin, umutlarımın azaldığı hissine kapıldım. Silik fotoğrafına baktım. Hayalleri küçük bir köye sığmayan, düş gezginin kısa hayatında yürüyüp giderken verdiği dersi düşündüm. Ve ardından yaptığımız işin kutsallığına kadar geldi iş. Öyle ya; öğretmenlik kutsal bir meslekti ve dahi sorgulanabilmesi bile mümkün değildi. Ve Haşmet Abi (Babaoğlu) şöyle bir tivit attı yapılan tartışmalar üzerine “ İki hikaye kitabı ne işe yarar bir köyde? Okumaya… Bunu bile düşünemeyen öğretmenin nesi ‘kutsal’ olabilir?”
Oldum olası bu kutsal meslek kavramına takığım. “Kutsal gazeteci, kutsal öğretmen, kutsal savcı, hâkim…” Ben hayatımda “kutsallık” atfedilmeyen bir meslek görmedim. Bir şekilde kutsallık kalkanına sarılıyoruz sarılmasına da, işimizi iyi yapıyor muyuz? Asıl mesele bu. Ben üşüyen öğrencisine paltosunu çıkarıp veren öğretmen de gördüm, soruyu bilmediği için kafasını tahtaya vuran öğretmen de. İnsan olmanın, insan kalmanın yapılan meslekle hiçbir ilgisi yok, olamaz da. Hayat bizi küçük sandığımız şeylerle sınar. Küçük bir köyde kendisiyle birlikte hayalleri de ölen Ebru’nun bütün hayalleri ve umutları yanında götürdüğü gibi…
Tuncer Köseoğlu
Ağrı Diyadin’e bağlı Taşbasamak köyünde, 20 Şubat Cuma günü akşam saatlerinde evlerinin ahırında intihar eden 12 yaşındaki Ebru Yalçın’ın ailesi, kızlarının öğretmenleri tarafından kendisine yöneltilen hırsızlık suçlaması yüzünden intihar ettiğini öne sürdü. Aile bu iddiasını bir afiş ve el ilanları haline getirerek, köydekilerle ve ilçedekilerle paylaştı.
Baba Hudeyda Yalçın gazetecilere yaptığı açıklamada, “Kızım intihar ettiği gün, öğretmenlerinin kaybolan kitaplardan kendisini sorumlu tutması nedeniyle hayatına son verdi” dedi. Yalçın olay günü Ebru ile hayvanlara bakmaya ahıra geldiklerini anlatarak, şöyle devam etti:
“Kuzuları ve oğlakları kucağına alarak öptü. Ahırdaki işlere severek, gülerek yardım etti. Yarım saat kadar burada kaldık ve ben eve gittim, o ahırda yalnız kaldı. Kardeşi gelmiş bakmış, kovanın üzerinde oturup düşünüyormuş. Kardeşine ‘sen eve git ben geliyorum’ demiş. Sonra bekledik, gelmeyince annesi merak etti, ahıra bakmaya gitti. Ahırın kapısını açtığında Ebru’yu tavandan sarkan ipte asılı görmüş. Eve geldi bana haber verdi, ben de koşarak geldim baktım ölmüştü.”
‘Okulda şiddet görüyordu’
Ailevi hiçbir sorunlarının olmadığını belirten baba Yalçın, “Önce neden böyle yaptığını bilemedik. Sonra arkadaşlarının anlattığına göre, okulda kitap hırsızlığı meselesi olmuş. Öğretmenleri sınıfa girip çocukların içinde kızıma kitapları çalmışsın demişler” ifadelerini kullandı.
Şikâyette bulunduklarını dile getiren baba Yalçın, kızının okulda şiddet gördüğünü, dışlandığını ve ölüme sebebiyet verenin öğretmen olduğunu ileri sürdü.
Ebru’nun yakın arkadaşı olan Yaprak Yalçın ise öğretmenlerinin okulda kaybolan iki hiâaye kitabından Ebru’yu sorumlu tuttuklarını, fakat Ebru’nun böyle bir şey yapacağına inanmadığını söyledi.
‘Hırsızlıkla suçlandı‘
Ağabey Şenol Yalçın ise kardeşinin yoğun baskı nedeniyle intihar ettiğini iddia ederek, öğretmenlerin kardeşini kitapları “sen çalmışsın” diye suçladıklarını iddia etti.
Kardeşini “Babanı jandarmaya vereceğiz, seni disipline verip okuldan attıracağız” diyerek tehdit ettiklerini öne süren Yalçın, “Kardeşim de gururuna yedirememiş ve hiç kimseye demeden gelmiş intihar etmiş. Haberimiz yoktu. Cenaze töreninde sınıf arkadaşları anlattı. Biz de şikâyetçi olduk, dilekçe verdik. Yetkililerin bu duruma müdahale etmelerini istiyoruz” şeklinde konuştu.
Soruşturma başlatıldı
Olaya adı karışan üç öğretmen hakkında soruşturma açılınca görev yerleri değiştirildi. Diyadin Kaymakamı Hasan Çiçek de olay hakkında adli tahkikata başlandığını vurguladı ve şunları söyledi:
“Ailesiyle yapılan görüşmede, kızları Ebru Yalçın’ın saat 17.00 sıralarında ahırda intihar etmiş vaziyette bulunduğu beyan edilmiştir. Olayın vuku bulduğu günde, kolluk kuvvetleri tarafından yapılan araştırmada Ebru Yalçın’ın okuduğu Taşbasamak Ortaokulu’nda 20 Şubat Cuma günü bir kitap hırsızlığı olayının meydana geldiği, hırsızlığa konu kitapların Ebru Yalçın’ın çantasında bulunduğu, konu ile ilgili öğretmenlerin çocuğa karşı tavır ve davranışlarının maktulü intihara sürüklediği iddiaları ile ilgili adli tahkikat devam etmekte olup, Diyadin Kaymakamlığı’nca Valilik makamından konu ile ilgili inceleme yapmak üzere müfettiş talep edilmiş ve konu ile ilgili idari soruşturma müfettişlerce yürütülmektedir.”
Aşkın, erguvan rengindeki nektarsız eski bir güzel kokuyu saklayan kuru bir portakal olduğu kadınlarda insana günah işleten Sonsuzu aradım, ama, yalnızca, uykuya düşman bir uçurum buldum.
-Sonsuz, çalkantısında ağaçları ve yürekleri ince bir kum gibi sallayan gururlu düş! – Şarapla karışık iğrenç bir düzgün selinin yuvarlandığı buruk böğürtlenlerle dolu bir Uçurum!
II Sen ey gizemli kadın, ey kanayan kadın, ey sevdalı kadın, mum ve günnük kokularıyla çılgın, İsanın kutsal yüreği tablosunu acıyla yolladığın akşam, seni hangi iblisin bulduğunu bilmiyordun.
Hülyalı duaların sertleştirdiği dizlerini ve denizi dinginleştiren ayaklarını öpüyorum; Sinirli kalçalarına başımı daldırmak ve at kılından acı çile gömleğinin altındaki yanılgıma ağlamak istiyorum;
Orda, kutsal kadınım, siyah Uçurumun ve sevgili Sonsuzluğun unutuşunda, usul usul uzun ilahiler söyleyip, körpe teninin üstünde uyutacağım yürek sızımı.