Ben Böyle Olmamalıydım

Ben, böyle olmamalıydım
İsmini duyunca, boynum düşmeliydi omzuma.
İçime bir ateş düşmeliydi
Ayaklarımın feri kesilmeliydi.
Kendimden geçmeliydim sonra…
Adını sayıklamalıydım, adımı unuttuğumda
Ama bunu kimse duymamalıydı,
Seni, mahşere kadar saklamalıydım.
Ben böyle olmamalıydım
Nisan akşamlarını ıslatırken yağmur
Bahar, şarkılarını söylerken karanlığa
Çalan her kapıya `sensin` diye koşmalıydım.
Ayak sesleri gelmeliydi uzaktan
Ben hep sana yormalıydım.
Gece yıldızlarını serpince göğe
Seni görmek için uyumalıydım.
Şarkılar kime söylenirse söylensin
Sana diye dinlemeliydim.
Türküler dolmalıydı odama,
Ben bir selvi boylu yârdan ayrıldım deyince bir ses
Selvi boylu yâr sen olmalıydın
Kömür gözlüm ateşine düşeli
Senin için söylenmiş söz olmalıydı.
Bir mey yokluğuna ağlamalıydı delice
Bir keman, incecik çığlık olmalıydı
Ama bunu kimse bilmemeliydi,
Seni mahşere kadar saklamalıydım.
Böyle olmamalıydım,
Kelimeler Taif´i taşıyınca kulaklarıma
Daha yüzüme çarpmadan Taif rüzgarı,
Taşların izi çıkmalıydı yüzümde.
Uhud anılırken, dişlerine sızı düşmeliydi.
Haremde bir ikindi vakti
Kem gözler çevrilince sana
Ve vefasız eller uzanınca yakana
İçim daralmalı, nefesim kesilmeliydi.
Sen ötelere hazırlanırken,
Öteler senin için süslenirken,
Son kez baktığın pencerede hayal edip seni,
Perdenin son kez kapanması gibi,
Kapanmalıydı gözlerim.
Sonra içime doğru gerilip,
Seni bize lutfedenin ismini haykırıp,
´Allah(C.C.) ´ deyip,
Düşmeliydim yere.
Ama bunu kimse bilmemeliydi.
Seni mahşere kadar saklamıydım.
Ve mahşer günü…
Uzaktan seni seyretsem.
Sana yakın olmak için can atsam.
Beni engelleseler,
´Sen kim yakınlık kim? ´ deseler.
Ben ağlamaktan konuşamasam.
Gözlerini çevirsen bana.
´Benim cennetim bana bakan gözlerindir.´
Ve tebessüm etsen.
Ama bunu kimse görmese,
Seni ebede kadar saklasam. –

 Dursun Ali Erzincanlı

Sözün Acıydı

Sözün acıydı, yolun dolambaçlı…
Yedi uzun yıl geçerek
Yedi yıl dolaştın durdun…

İçimden bir his şöyle diyor:
Ayrıl arkadaşlarından istasyonda
Sabahleyin git kente
İliklenmiş ceketinle
Bir dam ara
Ve bir arkadaşın çalarsa kapını
Aç! Haaa…Açma…
Yine de ört hislerini

Rastlarsan ana babana
İstanbul´da ya da başka bir yerde
Yürü git yabancı gibi
Yok ol köşede
Tanıma!
Sana armağanları olan şapkayla gizle yüzünü
Göster! Aaah! Gösterme, gösterme yüzünü
Yine de gizle, ört hislerini

İşte burada ye şu eti, çekinme
Git rastgele bir eve yağmur yağınca
Otur bir sandalyeye
Ama çok kalma
Şapkanı da unutma
Söylüyorum sana
Ört hislerini

Ne söylediysen bir daha söyleme
Düşüncelerini bir başkasında bulursan tanıma
Kimseye imzanı ya da resmini vermemişsen
Kimsenin yanında bulunmamış ve kimseyle konuşmamışsan
Nasıl yakalayabilirler seni
Ört hislerini…

Dikkat! Ölümü düşündüğünde
Mezar taşın olmasın yattığın yeri belirten
Üzerinde bir yazıyla seni ele veren
Ölüm tarihiyle seni açığa çıkaran
Bir kez daha, son bir kez daha
Ört hislerini…

Sevdiğim söylüyor bensiz olamayacağını
Bu yüzden kendime dikkat ediyorum
Yolda yürürken önüme bakıyorum
Ve korkuyorum her yağmur damlasından
Sanki beni ezeceklermiş gibi…

Sen yine de bana bakma
Ne giydiğini yaz bana
Sıcak tutuyor mu?
Uyuduğun yeri yaz bana
Yumuşak mı?
Nasıl göründüğünü yaz bana
Yüzün aynı mı?
Sorulardır sana bütün verebildiğim
Ve gelen yanıtları kabullenmeliyim
Yorgunsan uzatamam elimi
Ya da açsan besleyemem
Sanki bu dünyada hiç yokmuşum
Unutmuşum gibi seni…

Sözün acıydı, yolun dolambaçlı…
Yedi uzun yıl geçerek
Yedi yıl dolaştın durdun…

Dursun Ali Erzincanlı

Düş

Kumda yürürken
karar verdim senden ayrılmaya.

Titreyen karanlık çamura
bastım,
ve battığımda ve sen geldiğinde,
beni terk etmen gerektiğine
karar verdim, batan bir taş gibi
batırırken beni,
ve hazırlandım yitişine
adım adım:
kestim köklerini,
yalnız bıraktım seni rüzgârda.

Ah, bu dakikadaydı,
canım sevgilim, ki bir düş
sakladı seni
korkunç kanatlarıyla.

Sandın ki çamur yutmuş seni,
ve seslendin bana, ve yardım etmedim sana,
battın, kımıltısızca,
dirençsiz,
boğulana dek kumun ağzında.

Sonra
rastladı kararım düşünle,
ve ruhlarımızı ezen
kopmadan sonra,
yeniden çıktık ortaya, çıplak,
ve seviştik birbirimizle
düşsüz, kumsuz,
büsbütün ve ışıltılı,
ateşle mühürlenmiş.

Pablo Neruda

Ayrılık Öncesinde Veda

Anacığım!
Öldürdüler evlatlarını senin
Ve sabretmeyi öğrettiler sana.

Anacığım!
Yılları senin yaşamının
benziyor birbirine
mezar taşları gibi,

Ve acı çekmeyi öğrettiler sana
umut bağlayıp göklere.

Fakat senin evlatlarının
daha başka oldu yazgısı
Çatladı sabır taşı
ve çatladı
tohumu acının
ve öfke ağacı fışkırdı ondan
Ve göklere bağlanan umudun
sonu geldi.

Umut biziz, kendimiz!

Biz ki, dünün
Köleleri;
çıplak ırgatlar
kahve plantasyonlarında:
Biz ki, aç her zaman,
her zaman susuz,
biz ki, aydınlıktan
yoksun;
kör, cahil,
ve bildiğimiz tek okul
efendilerimizin buyruğu…

Korkardık
yürümekten toprak üstünde
altında atalarımızın yattığı;
severdik,seni
hırsızlama
bir başkasının malını çalar gibi;
sana biz, “ana” diye
seslenmeye korkardık…

Anacığım, yurdum!
Şimdi değiştik artık.
Kendimiz kurtardık
boynumuzu boyunduruktan
Ve dönüşü yok artık bu yolun

Yaşamdan korkmuyoruz
bu, ölümden de korkmuyoruz demektir.
Biziz umudu
Angola’nın
Ve bizim
savaşımız
sana mutluluğu getirecektir!


Agostinho  Neto
Çeviri : Ataol Behramoğlu

Mezar ve Gül

“Senin gibi bir aşk çiçeği ne yapar
Seher vakti yağdığında yağmurlar? ”
Diye mezar sordu güle.
“Ya senin o kuyu gibi ağzına
Düşen insan ne yapar daha sonra? ”
Diye sordu ona gül de.

“Ey karanlık mezar, amber ve bal
Kokusuna döner o damlacıklar
Anladın mı beni şimdi? ”
Mezar da dedi ki “Ey dertli çiçek,
Melek olup göklerde süzülecek
İçime düşen her kişi.”

(1837)

Victor Hugo
Çeviren: Tozan Alkan

Bir ağaç bir mezartaşını yutuyordu çarşıkapıda

Sen mezarım olsaydın
mışıl mışıl uyurdum
içinde.

Oruç Aruoba

Sevmeliyiz mezartaşlarını biz,
Çünkü yalnız onlar bizi yâd eder.

Ahmet Kutsi Tecer

Bir mezar gibisin sen artık, bakmadan
Geçip gidiyoruz kibirlim, önünden.

Rufinus

Bir kuş yaşıyordu bende.
Bir çiçek dolanıyordu kanımda.
Yüreğim bir kemandı.

(Burada bir kuş yatıyor.
Bir çiçek.
Bir keman.)

Juan Gelman

Bütün hoşçakallar,
Mezar taşlarında saklıdır.
Kazınmıştır ince ince,
Ama derin derin yazılmıştır.

Mezar taşları gibidir hayatım,
Mahcup, boynu bükük, sakin.
Bir ırmak gibi sessizdir adımlarım,
Bir fatihaya muhtaç gibidir lakin.

Yağız Gönüler

Öldüğün vakit harikulâde bir hava vardı
Mezarlık o kadar güzeldi ki
Hiç kimse mahzun olamadı

Philippe Soupault

Artık bana hiçbir şey söylemeyeceksin
Hiç ama hiç
Bir sürü adam çiçekler getirdi
Nutuklar bile söylendi
Ben hiçbir şey söylemedim
Seni düşündüm.

Philippe Soupault

İpleri kesik artık uçurtmaların
insan yiyen otlar çıkar
göldeki sandalından.
Ruhu rüzgârın ıslığında bir ney
kalbi ise soluk bir kan-taşı olur.
Balıklar uyanır kırmızıyla
çanların yorulduğu
dağdaki mezarında.

Dilek Değerli

Peki ya kaç aşk ölüdür gönüllerinizde
Kaç kalp mezarlık matemindedir gizlice
Rastladınız mı hiç kalbinizde ki gömülü sevdalara
Zamanla örülü ve artık imkansızlıkla örtülü o aşklara
İlk kimi gömdünüz ki oraya lise aşkınızı mı? yoksa çocukluk mu?
Hangisi daha derine gömülüdür ki hatıranızda
Şu Azrail’e kızmamalı valla emir kuludur nasılsa
Bunca aşkın çıkarıp canını, gömebiliyorsak gönül mezarlığımıza
Hiç aramamalı hatırlamak için ölümü mezarlıklarda
Sen farklı mı düşünüyorsun bu konuda, unutma ki;
Her kalp bir mezarlıktır sevip de bitiyorsa bir aşk orada…

Sertaç Öner

her hücremde bir inkılab
her gönlümde bir mahitab
evim harab; ömrüm harab
ne ay kaldı, ne de mehtab
gök bulanık; ufuk silik
gene de mağrur ve dimdik
yürüyorum; mezarım oluyorsun ansızın

Xl
bu son şiir, o küflü gözlerine yazılan
bu son mezar kalbimde hicranla kazılan

Nurullah Genç

ben de kanmaya hazırdım hayata
hayatı ısraf etmeye mezar başında bir çeşme tasında

Hasan Tan (Pejmurde Dilim)

Mezarlık

Dün akşam gün batmadan
Yaşlı ölülerin arasına
Bir küçük misafir geldi.
Çocuk bahçesinde kovası kalmış
Kumların üstünde küçük küreği.
Besbelli çok yorgun hemen uyudu.
Doğruldu yerinden yaşlı bir ölü
Örttü üstünü:
Madem ki annesi burada yok,
Bu küçük kız bize emanet,
İlerde yatan bir başka ölü
Yavaşça seslendi:
Başındaki kurdelayı çözüp katlayın
Ütüsü bozulmasın.

Baki Süha Ediboğlu

Mezarlıktan çıkarken tahtası yere düşüp kırılmış bir mezar gördüm. Alıp tahtayı kara kara şu yazıyı okudum üstünde: Muhlis – Burgaz Posta Müdürü. Bakın ben burada yalan söylüyorum işte. Burgaz Posta Müdürü Muhlis’i hatırlıyorum. Babamın arkadaşı idi. Zayıf, kibar, çelebi bir adamdı. Her zaman kahverenkliler giyerdi Uzun, mahzun, kibar bir yüzü vardı. Kınalı’ya bakan burundaki kanepeye oturur, güneşin batışını seyrederdi. Genç bir karısı vardı. Dinç adamdı. Daha yaşayabilirdi. Karısı yüzünden öldü, derler. Buraya gömülmüştü. Tahtası mahtası yoktur. Ama iyi biliyorum ki, buralardadır. Üzeri katırtırnakları, gelincikler, çalı süpürgeleri ile örtülmüştür. Kibar, iyi yürekli, mütevazi Muhlis Bey zaten istemezdi mezar taşı. Nedir mezar taşı sanki? Bilmem hangi büyük adamın mezarını ararlar. Kitaplar mezar bulunamadığı için üzülür. Şu kitaplara da ne oluyor? Alimler şurada olması melhuzdur, derler. Hatta bazen atmasyondan mezar bulurlar. Karagöz’ün mezarı derler, mesela. Ne lüzumsuz şeyler bunlar canım. Belki Karagöz mezar taşı istemezdi. O zamanın mezar taşları da mezar taşı idi ya! Belki de isterdi. Ben olsam ben de o mezar taşlarından isterdim. Muhlis Bey de isterdi öyle bir mezar taşı. Muhlis Gelincik 1880-1932 – Burgaz Posta Müdürü – El Fatiha. Belki Fatiha istemezdi. Sevdigi bir şarkısı vardı:

Akşam kapladı her yeri
Keder sardı dereleri

Bu şarkıyı da elbette mezar taşına kazdırmazdı. Ama belli olmuyor ki şu insanlar. Mezar taşında nasihat bile ediyorlar yaşayana.

Sait Faik Abasıyanık / Kameriyeli Mezar

Mesele falan değildi öyle,
To be or not to be kendisi için;
Bir aksam uyudu;
Uyanmayıverdi.
Aldılar, götürdüler.
Yıkandı, namazı kilindi, gömüldü.
Duyarlarsa olduğunu alacaklılar
Haklarını helal ederler elbet.
Alacağına gelince…
Alacağı yoktu zaten rahmetlinin.

Tüfeğini depoya koydular,
Esvabını başkasına verdiler.
Artık ne torbasında ekmek kırıntısı,
Ne matarasında dudaklarının izi;
Öyle bir rüzgar ki,
Kendi gitti,
İsmi bile kalmadı yadigar.
Yalnız şu beyit kaldı,
Kahve ocağında, el yazi siyle:
‘Ölüm Allahın emri,
‘Ayrılık olmasaydı.’

Orhan Veli Kanık

(Bu şiir benim mezar taşıma yazılması amacı ile yazılmıştır
beni tanıyan herkese vasiyetimdir…..)

Bir gün dünyaya edince veda
Peşimden istemem gözyaşı ,susun
Ağlayıp sızlamak yerine dostlar
Herkes bildiğince şiir okusun……………….

Captain Hook

Saçları incelip savruluyor tel tel
Rüzgar mı var mezar mı uğulduyor
Pek sesli bangır bangır selviler
Güneş öğle vakti sarı tunç kara demir

Cahit Zarifoğlu

Ey küçük kartallar,
Söyleyin bana bir!
Neresi olacak mezarımın yeri?
—Eteğimin dibinde. Diye söylendi Güneş.

F.G. Lorca

Ah güzel yaşam! sevgilim ölüm!
Ben yalnız ikinize hayranım
Bilin ki gitmiyorum ‘başka evler’e artık
O günden bugüne hiç çağrılmadım
Kapandım kapandım kapandım
Kabuklu bir deniz hayvanı gibi demin
Yağmurluğumun içine
Fırladım caddelere çıktım
Günaydın, dedim.sütünü esirgemeyen
Eski bir mezar taşına
Günaydın!
Ne güzel bir duruşun var senin
Doğayı kımıldatmadan

Edip Cansever

Yıkıntılardan geçtim, eski mezarlardan
Şimdi artık bir anımsamada yeri olmayan

Edip Cansever

Bütün bunları merak etmiyorum
Ha bir gün önce olmuş ha bir gün sonra
Anacığım duyacak mı mezarında
İşte onu söyleyin bana

A. Kadir Paksoy

Bedenim ne mezar ister,
Ne de mum ışıkları,
Örün sarmaşıkları
Bir yatak yapın yeter.

Mihai Eminescu

Umut bekleme yelden.
Dağıtır düşüncelerini,
Dalgalar hissedilince mezardan,
Ardından yine dalgalar doğardı.

Mihai Eminescu

Şehîd-i aşkın oldum lâle-zâr-ı dâğdır sinem
Çerâğ-ı türbetim şem’-i mezarım varsa sendendir

Şeyh Galip

Koşup gidiyor yıllarımız değişerek,
Değiştirerek herşeyi ve bizi.
Sen, çoktan giymişsin şairin için,
Mezarlıkların alacakaranlığını.

Aleksandr Sergeyeviç Puşkin

Leyla gelin oldu, Mecnun mezarda,
Bir susuz yolcu yok şimdi dağlarda;
Ateşten kızaran bir gül arar da,
Gezer bağdan bağa çoban çeşmesi.

Faruk Nafiz Çamlıbel

Şimdi bu kara toprak yastıktır                      
Edebiyat semasının yıldızı Pervin’e              
Gerçi hayatta acıdan başka bir şey görmedi  
Ama yine de sözleri ne de şirindir          
Bugüne kadar çok şey söyleyen

Pervîn-i İ’tisâmî

Her ufku tek başına bekleyen eski camlar
Bir sır gibi ömründen sızdırılmış akşamlar,
Ardıçla kestanenin her yıllık macerası
Harap mezarlıklarda ölülerin duası
Gelir ve tekrar doğar ölmüş sandığın aşka
Anlarsın ölüm yoktur geçen zamandan başka.

Ahmet Hamdi Tanpınar

Ölen şehirlerdir Taha değil
Kuruyan nehirlerdir
Lambadır sönen kış dökülmüş içine
Sonbahar yaprağı ırmağı emmiş
Asfalttır çekilen sıva bereket toprağının
Bu Tahanın ölümü değiş yürüyüşü mezarların
Kabirlerin şamarıdır çağın yüzüne
Geceye batışıdır taş bakışlarının
Tarihle öpüşme bitmiş demektir
Güneşten aya
Aydan geceye inmiş demektir masal

Sezai Karakoç

Yollarda yürüdüm,
bulutlarla uçtum
ve düştüm
gelinciklerin yanı başına
mezarlıkta.

Behruz Kia

Bir meyhane buldum,
mezarın karşısında.
Beni ararsan,
ya or’dayım,
ya tam karşında.

Seyhan Erözçelik

Ah!

Beni koydukları zaman toprağa,
Başında bembeyaz sarık, bir hoca,
Yabancılar gider gitmez uzağa,
Yaslansın çömelip orda ağaca.

Her mezar başında artan hevesle,
Ruhuma bir “Yasin” okusun, sesle,
Bu son benzeyişim olsun herkesle,
Bütün arzum budur olup olacağı.

Dinlendirmek için orda başımı,
Ne adımı yazsın ne de yaşımı,
Bir koyan olursa eğer taşımı,
Üzerine bir “Ah” çekin Arapça.

Ahmet Kutsi Tecer

Herkes başkasının adası ölümle ayrılık arasında
iki denizden sürgün gibi kimsesizler mezarlığında
gizlice buluşan gözyaşlarına bakar akar ağlardım
kimin acısına sızsam, gözlerimden önce maviyle uyanırdım

Haydar Ergülen

Annemin elini öper gibi öptüm seni dudaklarından
Annemin cenazesinde kılmadığım namaz kadar masum
Annemin mezartaşındaki imla hataları kadar sarhoş
Annemin vasiyetindeki,
‘Oğlumu benim yanıma gömmeyin sakın’ maddesi kadar sevecendin.

Küçük İskender

Hayatın rahatı başlangıcıyla sonundadır;
huzur bulunacak yer, ya ana kucağıdır, yahut mezardır.

Hâfız-ı Şîrâzî

Eylerim her yana ye’s ile nazar
Görünür feza bir karanlık mezar
Şu mihnet gecesi uzar mı uzar
Kıyamet günü mü gündüzüm benim?

Tâhirü’l-Mevlevî

Dostların ağlamaklı, pozlar verdi basına,
Birkaç kürek toprakla, katıldılar yasına
Lâkin Kur’an başlarken, duyunca Besmeleyi;
Mezarlığı terketti, hepsi koşarcasına..

Cengiz Numanoğlu

Hatıralarım bu şehirdedir.
Sevdiklerim,
Ölmüşlerimin mezarları.

Orhan Veli Kanık

Geçen gün sokağın ortasında dokunduğum ölümden sonra birşey farkettim. Dokunduğum ölülerin yüzünü asla unutmuyorum. Kalp masajı yaptığım o kadının yüzü hala gözümün önünde. İntörnken başında beklediğim adamın kolundaki çapa şeklindeki dövme ve dudaklarındaki morluk dün gibi… Gecenin bir yarısı Lalelide ölüm raporu düzenlediğim yaşlı adam da hafızamdaki mezarlıkta yerli yerinde duruyor. Anladım ki, insan dokunduğu ölüleri hiç unutmuyor. Ya şu önümüzdeki bilmem kaç piksellik ölüm fotoğraflarına da dokunsaydık… Ya dokunanlar… Ya sevdiğimiz birinin ölüsüne dokunmak…

Zehra Betül

Ömrümüzün çoğu mezarlıkta geçecek
Diye şakalaşan eski Arkadaş
Ne yapıyorsun sen Bandırma’da
Ölsek de dinlensek biraz, bana kalırsa

Ergin Günçe

‘Aşk mezarın sessizliğinde bedenin dinlenmesi, Sonsuzluk ‘un derinliklerinde ruhun huzura ermesidir.’

Halil Cibran

Vâkıâ ben de yoruldum, o fakat pek yorgun…
Bakıyordum daha mahmurluğu üstünde onun:
Kâh olur, kör gibi Çarpar sıvasız bir duvara;
Kâh olur, mürde şuâ’âtı düşer bir mezara;
Kâh bir sakfı çökük hânenin altında koşar;
Kâh bir ma’bed-i fersûdenin üstünden aşar;

Mehmet Akif Ersoy

bütün hatıralarımla
şansımın son deminde beklemekteyim
ve kulak veriyorum: ses yok
uzun uzun bakıyorum: yaprak kımıldamıyor
ve bütün safiyetin benliği olan adım
mezarların tozunu bile
kımıldatmıyor artık”

Furûğ Ferruhzâd

Sonra bir mezarlıkta
Bir çukurun başında
Bir kapının ağzında
Herkez susar
Konuşur ölüm
Ve sürer hayat.

Erdem Beyazit

“Müftü Mezarlığı”nda kalmamıştı bir tek taş,
Orayı dağıtana buğzetmişti vataş.
“Namazgah” halliceydi, diretmişti zamana,,,
“Seyit Gazi Hanesi”, gelmemişti amana.

Celal Yalvaç

Geçmiş ve geleceğim
Sevgili oğullarım ve kızlarım!
Ara sıra mezarımın kenarındaki gür otlağa uğrayıp
Burada yatıyor deyin
Kendi sıkıntısıyla gelip geçmiş bir yaşam.
Taze bir rüzgâr essin…

Chon Sang Beong

Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır
Aşk celladından ne çıkar madem ki yar vardır
Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır

Sezai Karakoç

Mezar tümseğinin yanında duruyorum ; lâkin yine, bana, dünyanın en uzak yerinden daha uzaksın.

Yeniden sevmek istiyorum, lâkin mezarda yatan kızı unutmadım… Dağın eteğinde çiçekler açılırken tepesinde henüz kışın karları bulunur.

Bu bir tek dostum şiirdir ; o her zaman benimle beraberdi. Bütün felaketlerim arasında, sahnede ve nöbet yerinde şiir yazdım.
   Şiirlerimin faydası olacak mı ? onlar babalarından çok yaşıyacaklar mı? mezarımın gecesi beni koynuna aldığı zaman, üstümde, ay gibi parlıyacaklar mı?

Bir gün şarap kadehi yanından ölüm beni kovalamıya gelirse bir yudum daha içeceğim ve ey mezar, buz kucağına gülerek atılacağım.

Petöfi Şandor

ki dotmam,
gelinciklerin sırt çevirdiği bu adam,
her gün mezar taşlarına
senin için ölülerden emanet şiirler biriktiriyor…

İbrahim Halil Baran


Eskiden darı ya da gelincik tohumu serperlerdi mezarlara
Kuş kılığında dönecek ölüleri beslemek için.
Buraya bu kitabı bırakıyorum bir zamanlar yaşamış olan sana
Bizi bir daha aramayasın diye.

Czeslaw Milosz

Eskiden darı ya da gelincik tohumu serperlerdi mezarlara
Kuş kılığında dönecek ölüleri beslemek için.
Buraya bu kitabı bırakıyorum bir zamanlar yaşamış olan sana
Bizi bir daha aramayasın diye.

Czeslaw Milosz

Makber onun hâli, onun resmi, onun hayâli, onun heykeli, onun mezarıdır; onun hiçbir beğenilecek yeri kalmayan hayatıdır. Yine tekrar edeyim: Makber odur. Bunun için severim.

Makber için bir fikr-i şer’i beyan etmek lâzımsa, işte bu kitâb bir merhumenin mezarıdır.

Abdülhak Hâmid Tarhan

Ey şa’şaanın, kevkebenin mehdi, mezârı
Şarkın ezelî hâkime-i câzibedârı;

Tevfik Fikret

mezar taşlarında bırakmış son türküsünü

Tan Doğan

yaşlandıkça alçalan, daralan,
git git mezara benzeyen evlerinize.

cahit koytak

Çocukluğum, çocukluğum…
Habersiz ölen kardeşim,
Mezarı bilinmez eşim,
Her bir şeyim çocukluğum.

Ziya Osman Saba

İşte böyle yeşil bulutlar misali senelerce,
Oradan oraya elinde kaderin.
Kimbilir kaç kere üstünden geçtim,
Şarkılar söyledim karşısında
Bir gün bana mezar olacak yerin..

Turgut Uyar

Kendi mezarını kazıyor insan.

Zeynep Didem

Ben unuttum her şeyi.
Geldiğim yeri
Annemi, babamı,
Mezarlığa gitmeyi.

Bejan Matur

bu kadar mezarın arasında ne büyür
ey ölüm gel otur şuraya ve düşün

İbrahim Tenekeci

Şu Azrail’e kızmamalı valla emir kuludur nasılsa
Bunca aşkın çıkarıp canını, gömebiliyorsak gönül mezarlığımıza
Hiç aramamalı hatırlamak için ölümü mezarlıklarda
Sen farklı mı düşünüyorsun bu konuda, unutma ki;
Her kalp bir mezarlıktır sevip de bitiyorsa bir aşk orada…

Sertaç Öner

yürüyorum; mezarım oluyorsun ansızın

Nurullah Genç

Mezar taşıma rastlayanlar okusun:
Dünyadayken şiir de yazmıştır.

Süreyya Berfe

Sonunda çıkıp gittin.
Gözlerim peşinden yeni bir mezar taşımı
Okumaya gidiyor.

Birileri soracak biliyorum
Bu saralı günün sonunda
Cesediniz hangi çiçek koksun-anı olmasını
bekleyeceğim-
Bir giz gibi tükenecek kehribar avucumda
Söylemeyeceğim.

Metin Fındıkçı

Dört asırdır inerek câmie nûr üstüne nûr
Yerde bulmuş yaşayanlar da, ölenler de huzûr.
Ona hâlâ gidilirken geçilir bir yoldan,
Göze çarpar ölüm âyetleri sağdan soldan,
Sarmaşıklar, yazılar, taşlar ağaçlar karışık.
Hâfız Osman gibi hattatla gömülmüş bir ışık
Bu mezarlıkta siyah toprağı aydınlatıyor;
Belli, kabrinde, O, bir nûra sarılmış yatıyor.

Yahya Kemal Beyatlı
senden sonra biz, mezarlıklara yüz sürdük
ve ölüm, büyükannenin çarşafının altında nefes alıp veriyordu
ve ölüm, öyle güçlü bir ağaçtı ki
başlangıcın bu tarafındaki diriler
kederli dallarına adak çaputu bağlıyorlardı onun
ve sonun öbür tarafındaki ölüler fosforlu köklerini kemiriyorlardı onun
ve ölüm o türbede oturmuştu ki
dört yanında ansızın dört mavi lale
beliriverdi

Furûğ Ferruhzâd
Günler geçer ıstırap içinde,
Ten mahvolur ah-u zar içinde,
Mes’ut görünen azap içinde,
Rahat nerede, mezar içinde…
Yaman Dede
Bazı ruhum kararır kefenlerden, mezardan;
Yok mu,Rabb’im, ölümün bir güzel şekli, derdim.
O kayalıklarda ilk seni gördüğüm zaman
Hayalimde ölüme en güzel şekli verdim.

Faruk Nafiz Çamlıbel

Mezarları hatırlatarak, küçük bir kızın yanağından öper ve
Hoşça kal der. Dön annene.

Bejan Matur

Körpecik renklerle çalkalansın tuvalin Güler
Mezar değil benimki ferahfeza seyranlık!

Ahmet Günbaş

Ertelenmiş bir acıyım belki bir ermeniyim
Ziyaretçisi olmayan bir mezartaşı gibi
Hep tenha oldum nasibimi bilirim

A. Hicri İzgören

Tâbût idi san o keştî-i mûm
Olmazdı mezârı liyk ma’lûm
Ol fülk u o nâr-ı pür felâket
Hep şem’-i mezârdan ibâret

Şeyh Galip

Anarlar haşredek elbet şiirden zevk alan ahbâb
Ölüm tarihi olmuş Nedim’i şah’ı ceys’i enbiyâ yarâb.

Şair Ahmed Nedim (1881-1730), İstanbul Karacaahmet mezarlığındaki kitabesinden

Ey Cythere’in, çok güzel bir semanın çocuğu
Bütün bu acıları sessizce çekeceksin!
O hayasız tapınman sebebi işkencenin;
Mezardan mahrum eden, günahların soluğu.

Charles Baudelaire

Bir kaya mezarında ağlayan adam
Ölülerini suya ve göğe gömüp,
Gelir acısıyla avunmaya.

Bejan Matur

Yıllar geçtikçe, hayatım isimlerle doluyor
metruk mezarlıklar gibi

Yehuda Amihay

Burada düşmüş bir İsveçli yazar yatıyor.Onu sık sık unutun.

(Stig Dagerman’ın mezartaşı yazısı)

Ey şu mezarlar arasında oturan!
Yatanları toprak ve kurt olmuş çoktan!
Ey dostum şu ağladığın kimse var ya;
şüphe yok,
ya bir sırdaş, ya bir dost, ya bir kurt,
ya da de ki en iyi insan.

Lakin,
yarın onu unutacaksın.
Bana gelince;
toprak altındayım ömrümce,
söküyorum kokuşluğumun artıklarını,
nice değerli istekler önemsiz oluyor hemen,
fani yaşamımızın bir anında ve de aniden.

Mihail Nuayme

Bugün mezarını ziyaret ettim,
Ey zor günlerimin eski yareni!

Nikolay Alekseyeviç Neksarov

Kısa görev! bekleyen mezardır; doymaz mezar!
Ah! bırakın, başımı koyup dizlerinize,
Tadayım, özleyerek beyaz, sıcacık yazlar,
Vuran aydınlığını mevsim sonunun size!

Charles Baudelaire

bende kemikleşen babamın
mezarını bilmem
ama bir çocuğu kemiren
ya bir babadır hep
ya da yokluğu.

Özge Dirik

Çekiç sesleri
anlatıyor tabutun kasvetini;
küreğin sesi de
mezar yerini…
Gözlerim seni görmeyecek;
bekliyor seni yüreğim!

Antonio Machado

kurt değil, solucan değil,
mezarlık faresi değil, değil de,
boz renkli, aful toful
ve alt dudağı yarık mavi bir tavşancığa
dönüşmeyi hayal ediyor, filozofumuz.

Cahit Koytak

Denizin dibinde demirden mezar
Onu sor
Uykular buz mavi, buz ayna
Salınan kıyısız bir okyanus üstümüzde

Mahmut Temizyürek

Göğsünüzde nilüferler ürperir elimi sürsem
Elveda yuvasız anka, çiçeksiz bahçe, anısız şiir
– serin göğüslü mezar –
Hangi hırkayı bürünsek ısınmaz gözlerimiz
Gündüzler mi kısaldı, evimize gidelim,

Hüseyin Cahit Kerse

Ben zamanı gördüm,
İçimde ve dışımda sessiz çalışıyordu,
Bir mezar böyle kazılırdı ancak,

Ahmet Hamdi Tanpınar

Başka bir göz yaşını dudaklarınla silsen
Ürpererek:Bu,derim,mezardan bir nefestir!
Buna kıskançlık deme,bence değil yalnız sen,
Seni gören göz bile ne kadar mukaddestir!

Faruk Nafiz Çamlıbel

Orada dağlar birer mezarlık

Şükrü Erbaş

Yaşamak diye gittim kaç kez unuttum zamanı
Önümde bir tabut ardımda bir mezarlık.

Şükrü Erbaş

Ben kendime bir karanfil mezarı satın aldım
Beni oraya gömecekler
Ruhi Bey cenazeme gelecek

Edip Cansever

Ağaçların arasında, kilise avlusunda
Mezbaha memuru gibi durmuştu ölüm
Ve bakmıştı solgun donuk yüzüme
Ölçmek için mezarım, büyüklüğüm.

Boris Pasternak

Toz haline gelmiş mezar tadı bu

Aragon

Yalnız bırakıp da
İkinci kez öldürmeyin beni
Mezarıma sadece menekşe dikin
O toprağa alışkın
Bense acemi.

Sezer Özşen

Örtmeyin mezarımı
Yıldızları seyretmeye
Doyamadım ömrümce

Ertan Adalı

Kaderin elinde boynum kıldan ince
Tüysüz kuşa dönerim ecel gelince
Yine de toprağımdan desti yapın siz
Dirilirim içine şarap dökülünce

Ömer Hayyam

Ölünce yaşamalıyım
Defne yapraklarında
Sakın ola ki silahlarda değil.

Aziz Nesin

Vasiyetlerden, mezarlardan iğrenirim;
Ummam tek göz yaşı bile bu dünyadan ben,

Baudelaire

Kabrimi kimse ziyaret etmesin Allah için,
Gelmesin reddeylerim billahi öz kardaşımı
Gözlerini ebna-yi ademden ol rütbe yıldı kim,
İstemem ben fatiha, tek çalmasınlar taşımı!

Şair Eşref

seni her gördüğümde ellerinde çiçek demetleri
avuçlarının içi yosunlu imge yuvası
ama koparılmış çiçekler mezarlıktır
toprak cesetlerin içine gömülür
aşkın ve kavganın yasası yoktur çünkü
bir de dili

Bayram Balcı

Seni bilmeden önce de, sende bir kadife misâli
Çözülüp silinen sesleri duyup sevdim:
Karanlıkta mezarlar dikilirdi karşıma
Ve ötede, bir boşluktaki ellerin beyazlık hali …

İnnokenti Annenski

VAR-YOK

“Var”ın altında yokluk, yokun altında varlık;
Başını kaldırda bak, boşluk bile mezarlık..

Necip Fazıl

GEÇER AKÇA

Hasis sarraf, kendine bir başka kese diktir!
Mezarda geçer akça neyse, onu biriktir!

Necip Fazıl

Orada, arzuyla tükenmiş Gençler,
Ve solgun Meryem, kardan kefeniyle,
Doğrulup mezardan, can atıyorlar
Gitmek istediğin yere gitmeye.

William Blake

ölüm bir ustadır Almanya’dan gelen gözleri mavi
bir kurşunla geliyor sana tam göğsünden vurarak
bir adam oturuyor evde senin altın saçların Margarete
köpeklerini salıyor üstümüze havada bir mezar
armağan ediyor

Paul Celan

Yalnızlık dediğin hayatta başlar;
Kabir boyunca devam etmek için.

Cahit Sıtkı Tarancı

Kurtların böceklerin kabirde
Son kırıntıları sindirip son
Vıdı vıdıları deşifre
Etmesinden -Ve yaşanmış, paylaşılmış
Ya da gizlenmiş her şeyin
Ama her şeyin bilinmesinden
Sonra bile
Kemiklerimizde,
Kemiklerimizin ununda
Duymaya devam edeceğimiz sesler…

Cahit Koytak

Hayat yeni başlıyor, diye düşündü birden;
ne senden eser kaldı ne yattığın kabirden.

Cengiz Numanoğlu

içindeki ölüden çok
dışındaki taş örtüsüne önem verilen kabir sefaleti

Sezai Karakoç

yaşlandıkça neden yalvaran kabirler
gibi bakardı babalar.
neden! diye düşünürken
medet oldum ona.

Kemal Varol

ey servilerin kara gölgelerinde birer yer
edinen nice bin sabırlı dilenci gürûhu;
“Geçmişlere Rahmet! ” diye yazılı kabir taşları.

Tevfik Fikret

Kısa tuttuğumuz tek ziyaret kabir ziyareti.

Kabirdekileri de ölmüşler sanırdım. Ta ki Babamın; ‘esselamü aleyke ya ehl-i kabir’ diye hasbihâl ettiğini görene kadar. Ölmezlermiş.

Gündüzler burada kabir karanlığına eş,

Fethullah Gülen

Ay kesik ve ben yiğit bir kabir eriticisi
Geceleri dolan üstün ve tembel bardak
Cami dolaylarında sur kapılarında
Toprak kaçkını ölülerin toplayan ölülerini

Sezai Karakoç

Günlerden sonra bir gün,
Şayet sesimi farkedemezsen,
Rüzgârların, nehirlerin, kuşların sesinden,
Bil ki ölmüşüm.
Fakat yine üzülme, müsterih ol;
Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini,
Ve neden sonra
Tekrar duyduğun gün sesimi gökkubbede,
Hatırla ki mahşer günüdür
Ortalığa düşmüşüm Seni arıyorum.
Seni, Seni, Seni

Cahit Sıtkı Tarancı

bir kuşun mezarının üstünde, otların hızıyla
biterler.

Paul Celan

bir mezara gömülsün kahramanların hepsi,
senin uğrunda can verenlerin hepsi,
ey özgürlük, ey dünyanın özgürlüğü!

Sándor Petofi

Anlat durmadan anlat oğlum
Gençliğin
Yarısı akan yarısı mezara konan kanın

Cahit Zarifoğlu

Sylvia Plath’ı arıyorum, mezarında buluyorum konyağını yudumlarken
Bana daha bir incelmiş, ne bileyim daha bir güzelleşmiş gibi geliyor

Ahmet Erhan

cenaze şiirimi bir şair kılmalı
ve mezar taşıma:
“bunca bedene hafız hayat,
demek beni de unuttun”
yazılmalı

Yako Asdeso

Ne gün batışı ölümlerin üzüncüne
ne tan atışı doğumların sevincine
ey bir elinde mezarcılar yaratan,
bir elinde ebeler koşturan doğa

Adnan Yücel

-cır cır cırlayan
cırcırlar arasından,
cırlar, cırcırlar.

-Hizada hepsi—
Düzgün sıralarda şehit
kabirleri.

-Akşam mezarda—
Ayak izleri,basılmış
Toprak üstünde.

-Dolunay,
gelir
parlak sonuna.

Ogiwara Seisensui

Yeşilli mavili bir cami,
Altı yassılmış bir minare,
İki ya da üç mezar,
Ermiş bir şairin anıları,
Timurla soyunun adları.

 Octavio Paz

İşte ben o şehri yaşadım yıllarca
İstanbulda parça parça
Çeşmelerinde ayı yaşadım
Servilerinde ayla
birlik bölündüm
Ayla birlik yaralandım
İstanbul mezarlıklarını aydınlatan ayla
Soludum bölük bölük ahiretin
Keskin çizgili özgürlüğünü

Sezai Karakoç

Suskun ve gururlu bir acı içinde ayrıldılar,
Bazen ve ancak düşte gördüler yitik sevgiliyi.
Öldüler sonunda, mezar ötesinde buluştular…
Fakat orada da tanımadılar birbirlerini.

Mihail Lermontov 

hatırlıyorum bir ikindi toplanıp aile mezarlığında
susuyorduk ki

İbrahim Halil Baran

* nedir mutluluk?
dilin kıyısındaki bir mezarlıkta
mezar taşı.

Adonis

«İhtiyarım, hazan yaprağı gibi kuru;
Karım yok, yalnızım, bir ayağım çukurda;
Belim bükülmüş, Tanrım, mezarıma doğru,
Nasıl eğilirse suya, susuz bir boğa.»

Victor Hugo

Dağlar arasındaki bu kokmuş çukurda
Solgun ayışığında, otlar türkü yakıyor
Çökmüş mezarlar üzre, kilise avlusunda
Bomboş bir kilise, yelin cirit attığı,
Cam çerçeve yok, kapı gıcırdar durur,
Kuru kemikler incitmez ki kimseyi.

T.S.Eliot

Ve tanrı beni duyuyorsa
Daracık bir mezar istiyorum ondan
Konakların büyüklüğünü

Uğultusunu unutturan.

Bejan Matur

sarılayım diye sana geldim
oysa gördüm yapraksız bir dalsın
umudumun gözünde sen
ölümün gülümsemesisin

ah ne denli tatlıdır
mezarının başında senin, ey gereksinimli aşk
dans etmek
ah ne tatlıdır
ey yakan ölümcül öpüş,
senden vazgeçmek

Furuğ Ferruhzad

Bir ömür oturulabilirdi
Öne düşmüş bir başla
Soğuk bir mezarın ayakucunda
Meçhul bir Tanrı görülebilirdi

Furuğ Ferruhzad

Bir kere duyursam hele güzelliğini, tadını
Sonra oturup hüngür hüngür ağlasam
Boş geçirdiğim, bağırmadığım sustuğum günlere.
Mezarımda bu güzel, uzun kaşlı boyacı çocuğun
Oğlu bir şiir okusa
Karacaoğlan’dan
Orhan Veli’den
Yunus’tan, Yunus’tan…

Sait Faik Abasıyanık

Hiç anıt yok Babi Yar’da.
Tek mezar taşı o dik yamaç.
Korkuyorum.
Yahudiler kadar yaşlıyım şimdi.

Yevgeni Yevtuşenko

İbn Abbas (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.), Medine ehlinin mezarlarına uğramıştı. Mezarlara yüzünü çevirerek:”Esselâmu aleyküm (selâm üzerinize olsun) ey kabir halkı! Allah sizi de bizi de mağfiret buyursun. Sizler bizim seleflerimizsiziniz. Biz de arkadan geleceğiz.” buyurdular.”

Hz. Muhammed S.A.V.

Kaç mevsim kırlara çıkıp
çiçekler topladık mezarlar için
Belki ürküttük tarla kuşlarını
belki kurdu kuşu ürküttük
ama aşkı ürkütmedik hiç

Hâlâ koynumda resmin

Ahmet Telli

Neden konar başına
Talih kuşu değil de martı kuşları
Neden aklında hep
Mezarlıkların mermer taşları

Necati Ünsal

Böyle dedi kaya mezarını temizleyen Rüstem Usta.

Taş da çürür.

Ali Cengizkan

baş başa vermiş iki mezar

Şeref Bilsel

Gözlerinden ısıtan bakışlar saçmasa da
yüzünde gülümseyen bir yaprak açmasa da
“güzel değil” denemez o yapraksız bahçeye.
O bize şöylesine bir öykü anlatıyor:

Üstten bakan meyveler, bir zamanlar her şeye
şimdi toprak altında, mezarlarda yatıyor.
.
Mehdi Akhavan Sales

Yahudi mezarlığına gömmek ile tehdit ederdi annem bizi
taşırsak eve sokak küfürlerini.

Özge Dirik

Götüreceğim mutluluk gibi ta mezara
Balahan mayısını, dalgalarını Hazar’ın.

Sergey Yesenin

Mezarda kan terliyor babamın iskeleti;
Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?

Necip Fazıl

Biri çıkmış gibi boş bir mezardan
Ortalıkta ölüm sessizliği var
Bana ne geldiyse geldi yukardan
Bana ne yaptıysa yaptı bulutlar
Biri çıkmış gibi boş bir mezardan

Sezai Karakoç

Toprağın seviyesine ineceğim
Anlamalı beni mezarım da
Bir uyağa takıldım, düşmeye razıyım
Artık beni anla.

Didem Madak

VI.

bilmeni istedim
istedim ki beni bilmeni
aklımı sustuğum o günden beri
avucumda gezdirdiğim bir mezarla
sözü eksik bir kalemden kendimi dilemekteyim
bu benim kaderim değil kabulümdür
kendini bana süren merheme çareyim

Veysi Erdoğan

Ve nasıl güvenebilir şimdi bu yürek
-Bu asıl sözleri değiştirilmiş,
-Bu bozulmuş mezar yazıtı
-Bu tasa kesmiş saygınlığına
Kendisinin?

Furuğ Ferruhzad

görünmez bir mezarlıktır zaman
şairler dolaşır saf saf
tenhalarında şiir söyleyerek
kim duysa / korkudan ölür
-tahrip gücü yüksek-
saatli bir bombadır patlar
an gelir
Attila ölür

Attila İlhan

Öğrenelim şu duayı
Yol boyunca
Beşikten başlayıp
Mezarlara kadar

Önce besmele
En güzel kelime

Allahım
Yol boyunca
Bırakma elimi
Düşerim sonra

Cahit Zarifoğlu

Bir değişime gibidir azrail –
Mezarla uğraşmaz toprağı insan kazar
O yere o ölü
insan kalabalığında ansızın bir boşluk açılmıştır
                  alın kımıldasın
                  kâlb kıvransın
Gölden ansızın bir tabutluk su alınmış gibi
Bütün köy kımıldayacaktır / göl gibi
Azrail devinimle çevirir bir gölü
Bir insan kası – kadını kavrayan elleri
mezar kazar toprak karşı komaz  aralanır
İnsan mezar kazar arada bar bar bağırarak
– Ey süleyman oğlu nalbant izzet – nice rençberlik ettin
Güneşin alnında bakır gibi göverdin
Toprak kaz arada bir ölü görünürlerde mi bak

Cahit Zarifoğlu

Baki o enisi dilden eyvah
Beyrutta bir mezar kaldı

Abdülhak Hamit Tarhan

Yaşıyor sade maişetlerin en sâfında;
Rûh esen kuytu mezarlıkların etrafında.

Yahya Kemal Beyatlı

Böyle miydi o vakitler burası
Mezarların, fidanların önünde
Beşiktaş’ın fakir fukarası
Hava alır, eğlenir dinlenirdi.
Gece yarısına doğru
Barbaros meydanı halkı,
Evlerine dağılırdı
Erkekli kadınlı.

Behçet Necatigil

Boğaziçi bir akımdır
Bir akan sudur
Nice dergahlar
Dinler gibi nabzını
Yeni doğan çocukların
Yamaçlarda mezarlıklar
Sever gibi bazıları
Açık havada gömülmeyi

Cahit Zarifoğlu

Boğaziçi,daha sağken gömülmek
için dönüşmüş beton mezarlara;
Bir hippi kız,bir deccal,şimdi Bebek
koylarında ilham,arsız,farfara.

Ahmet Muhip Dranas

Hatırla, soğuk toprak altında
Kırık kalbim sonsuza dek uyurken;
Hatırla, yalnız çiçek mezarımda
Böyle usul usul açıyorken,
Seni bir daha görmeyeceğim, ama ölümsüz ruhum
Sadık kızkardeş gibi dönüp gelecek sana.

Alfred De Musset

Öpücükler mezarlığı, sönmedi hâlâ yangını mezarlarının
yanar hâlâ kuşların gagaladığı verimli dalların.

Pablo Neruda

Vardım düşüncelerin güzüne demek,
Suyun yer yer mezarlar gibi oyduğu
Sele gitmiş toprakta düzlemem gerek
Kürekler, tırmıklarla her bir oyuğu.

Charles Baudelaire

Ölüm bir kuş kaldırıyor mezarlıktan
Ak kanatları, hayat yok oluyor
Çıkıp geliyorsun
Kor gibisin, bir kar gibisin
Soruyorsun: Zarifoğlu bana dargın mısın
Yoksa uyardılar mı seni sevdamızdan
‘Yaşamak’ bir perde gibi kalkıyor aramızdan

 Cahit Zarifoğlu

Toprakları çıkarttırdın
Boşalttın bir şehrin mezarlığını
Rutubet/
Kemik/
Ten/
Birleşti kiralık mezarlığında
Üstüne geldi altı şehrin
Göç etti insanlar
“Lizi olmasın! Lizi olmasın!” feryatlarıyla
Görev diye bana
Boş duran mezarlara
Bebekleri defnetmek kaldı

M. Hanifi İspirli

Büyük bir acıdan sonra, vakur bir sessizlik gelir
Sinirler mezar taşları gibi törensel bir hal alır,
Katı yüreğin sorar, acı çeken o mu diye,
Dünden beri mi yüzyıllardan beri mi yoksa?

Emily Dickinson

Zâhire bakanlar belki yanılır;
Kisbinden sorulup kişi tanılır.
Feylesof Rıza’yım adım anılır,
Dünyada malım yok..Mezar taşım var!

Rıza Tevfik Bölükbaşı

Mezardan çıkacağı yerde
İçine giriyor Lazar
Elveda elveda şarkılı türkülü oyun
Ey benim yıllarım ey genç kızlar

Guillaume Apollinaire

sana büyük şehirlerden bahsedeceğim.
en büyük camiler orada kurulur,
en küçük mezarlar orada kazılır
en kara yazılar orda dizilir.

yüksek minarelerde sela verilir,
civar hanelerde zina edilir.
büyük şehirlerde yalan söylenir,
halbuki küçük köylerin mezarlığı bile yoktur.

Bedri Rahmi Eyüboğlu

Bin yıl daha kalacakmıyız
Bu dağınık yatakta?
Bazen giyinip
Bazen soyunarak
Cinselliğin ebedi zindanında uyuyakalmak
Hoşumuza mı gitmeye başladı ne?
Babilli bir kralın mezarındaki
Nakışlara mı dönüştük yoksa
Alışmaya mı başladık
Bu her yere yayılmış kokuya
Ben ona alıştım
Onun bana alıştığı gibi

Nizar Kabbani

her kent kendine mezar
her insan kendine gömülen bir diri

Zeki Bulduk

Bir ağaç bir mezartaşını yutuyordu çarşıkapıda

Erdem Beyazit

Sanatkâr, gaibi açan çilingir,
Ölüm panzehiri, esrarlı gömeç.
Mezar başlarında Münkir ve Nekir,
Dipsizlikten inci devşiren yüzgeç.

Necip Fazıl

bir aralasalar ruhumu görecekler toplu mezarları
çok miktarda acı gömdüm içime
yıllanmış kalıntılar
bir yığın ölü dokunuş
aldanış, vazgeçiş

Dilek Akın

Ölüler önleyiniz
Elleri yok
Mezarlar söyleyiniz
Dilleri yok.

Behçet Necatigil

Kimse anlamıyor mezarım hazır yıllardır

Önder Yılmaz

nasıl duruyorum mezar mezar hatıralarımla yüklü

Alper Gencer

Hatırla ki, sen de unutuşun kara gecesine yuvarlanacaksın.
Bir adın kalacak geriye.
Bir mezar taşın hatırlayacak belki Seni.
Belki o da unutacak.

Mevlânâ Celâleddîn

yerime yadırgadım
yerim olmadı zaten kendi mezarımdan başka

İsmet Özel

Eskiden darı ya da gelincik tohumu serperlerdi mezarlara
Kuş kılığında dönecek ölüleri beslemek için.
Buraya bu kitabı bırakıyorum bir zamanlar yaşamış olan sana
Bizi bir daha aramayasın diye.

Czeslaw Milosz

Ömrüm tükeniyor hızla ;
Her geçen saat , daha da yaklaştırıyor
Beni mezarıma.

Christian Fürchtegott Gellert

bir caminin odacıklarında çürüyebilir
mezar duaları okuyan bir ihtiyar gibi
bir sıfır gibi, eksilmede, arttırmada, çarpımda yahut
hep aynı sonuca varabilir

Furuğ Ferruhzad

Neresi olacak mezarımın yeri?
—Eteğimin dibinde. Diye söylendi Güneş.

Lorca

Bir mezar kazıyoruz gökyüzüne rahatça yatmak için

A. Frederique

En derinlerimizde yatanların mezar taşları yoktur
bunu yaz ve unutma

Akide Ufuk Türkelli

Ey kalp!

gece olsun,
vehmi ve cinneti emziren -Avcundadır
çocuğun ve delinin,
Allahın eli-
layemut gece -Gezginin saatidir ki
titreyen kandilin nurunda
arar kendi yazısız taşını
her mezarlıkta

Ahmet Oktay

Her kapı eşiğinde
çocuk mezarı diye takıldığınız
45 numara ayakkabılarımla
içinde etleri çürüyen
bir çocuk cesedi taşıdığımı
nasıl da bildiniz

Sunay Akın

ki görenler
mezarı sansınlar
bir çocuğun

Sunay Akın

bizim olmayan bir toprakta ölmek,
bizim olmayanların ağladıklarını işitmek,
ve bizimkinden başka bir bayrağı görmek,
bizim olmayan bir tahtayı kaplamak,
bizim olmayan bir tabutla örtmek,
ve bizim olmayan çiçeklerle ve haçlarla,
bizim olmayan bir mezarda uyumak,
bizim olmayan kemiklere karışmak,
sonunda vatansız bir adam olmak,
isimsiz bir adam, insansız bir adam…

Miguel Angel Asturias

vursalardı beni de, senin gibi, Hrant Dink,
bu yaşlı şakağımdan,
benim de, o güvey uykusunun tadından,
o gençlik, güzellik uykusunun tadından
adını, kimliğini unutan cesedimi
bir ‘karambol’ eseri
Balıklı Mezarlığı’na defnetsinler isterdim;
üstümü de, meselâ, lavtacı Nazaret’in,
Hamparsum’un, Nikolaki Ağa’nın
iyi cins bir vatan toprağı gibi demli
ve bir rast semai gibi ağır, kederli
‘Ermeni’ toprağıyla örtsünler!
evet, evet örtsünler, ne fark eder?

Cahit Koytak

ben okumuştum on beşinde donmuş bir mezar taşında
“Dünya bir gölgelik her gelen baktı geçti”
cânım efendim düşümde yüzün yüzüme aktı geçti

Mehmet Can Doğan

Sen bize hayatsın umutsun mezarlar kadar derin

Erdem Beyazit

sabahın seherinde puslu bir dağ başında
bir dostun mezarı hazırlanırken!

Hıdır Toraman

O taş senin bu taş benim
Mezarlık topraklarına yüz sürecek feryat
atacaktım
Aşkını işte böyle algılıyorum

Cahit Zarifoğlu

insanlar evlerine
evlerden mezarlara çekildi
-tekmelenen bir iskemle

Hayriye Ünal

Mezarlıklarda ölebilirim
Ki onlar akarlar külden nehirler gibi
Sular ve gömütlerle
Geceleri suya batmış çanlar arasında
Nehirler kışlalar gibi doludur
Hasta askerlerle ölüme doğru akan nehirler
Mermer sayılar, çürük taçlar ve cenaze yağlarıyla

Pablo Neruda

Bir güzel düş gibi bir hayal gibi
sen de git can kuşum, de var sen de git
dost mezarı içim bulunmaz dibi
düşersem aklına el aç niyaz et
belki bir su yürür…içim çöl gibi…

Mustafa İslamoğlu

Bir solukluk üfleyiş yeter deli olmama,
üfleme öyle üst üste beni,
ziyan olurum.
Ağlamaktan buz tutmuş gözlerime bakma sakın gözlerini kapatıp.
Senin gözlerin ölüm ah,
senin gözlerin diriliş,
senin gözlerin bir devriliş mezarlığı be neyzen!

Nail Varal

yaşlandıkça alçalan, daralan,
git git mezara benzeyen evlerinize.

Cahit Koytak

mezar yüzüm gövdeme sızı taşıymış

Seyyidhan Kömürcü

Sonunda götürse götürse, çiçek götürür kendi mezarına
Gibi deli, gibi meczup, gibi seyda

Ahmet Erhan

Beni yanlış ağacın altına gömdüler
bir hayvan mezarlığında çürüyorum

Ayşe Sevim

Şehirlerin uğultusuna kulak verin!
Şehirlerin, ormanların, mezarların uğultusuna…

Cahit Koytak

Mezarımdan çıkmak için
yer kabuğunu soymaya niyetleniyorum tırnaklarımla,
gök gürlüyor aniden,
bir hassiktir çekiyorum sessizce,derinden
çaktırmıyorum,korkuyorum!
Ne kadar da cahilim!
Şimdi anlıyorum vitamini kabuğundaymış oysa dünyanın.

Oğuz Bal

Vıdı vıdı vıdı vıdı vıdı vıdı…
Bunca sözü nereden buluyorsunuz?
Ne kadar çok şey istiyorsunuz,
Ne kadar çok şey biliyorsunuz,
Mezar taşlarından çok, efendiler,
Kitabelerden çok.

Cahit Koytak

hüznü kuşlara dağıttı unutmasınlar diye onu
acıyı gömdü toprağa gayrı açar mezarlık çiçekleri

Arkadaş Z. Özger

Bana yoktur lüzumu gülşeninin,
Şeb-i tarîk ü rûz-ı rûşeninin
Ne gulâmının ne de zenninin
Hepsinin tâ mezarını sikeyim !

Neyzen Tevfik

alacahöyük a mezarında yatan seslen bana

Kaan İnce

Mezar gibidir avlulu evler.

Bejan Matur

Şimdi anlıyor ki mavi gözlü dev,
dev gibi sevgilere mezar bile olamaz:
bahçesinde ebruliiiii
hanımeli
açan ev..

Nazım Hikmet

Ben mezarsız yaşamayı diliyorum,

Ceyhun Atuf Kansu

Dönmüştü bir mezara evin gerçek her yeri,

Tevfik Fikret

Mezarı oradadır şimdi

Edgar Allan Poe

Birini sevdiğinde önce mezarını sonra kalbini açacaksın.
Hem mezarcı ol, hem aşık!
Hem toprak atmayı bileceksin, hem de gömüyü kaldırmayı!

Esra Elönü

Dünya mezar taşın olacak;

Atilla Jozsef

ölüler de yoksulluğun payandasıymış gibi
eğik yatar mezarda yokuş aşağı

Nilay Özer

Mezarımda uyuyorum
avuç avuç ihanet atıyorsun üzerime
bekliyorum o an gelsin
ve herşey değişsin diye
kolların beni sarsın
ve herşey bir oyun işte
Bağışla sevgilim bağışla

Neşe Yaşın

Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar.

Necip Fazıl Kısakürek

Kimi alnından yaralı
Kimi göğsünden
Dönüyorlar
Mezarlarına Bakû’den

Sergey Yesenin

(Konaksa yandı çoktan
Tertemiz bir asfalt ezip geçti onu
İyi biliyorum tertemiz bir asfalt
Ezip geçti onu
Kırmızı bir konak mezarı gölgesi bırakarak.)

Edip Cansever

Ölürsün… Kapanır yollar geriye;
Ben mezarla sırdaş olur, beklerim.
Varılmaz hayâle işaret diye
Toprağında bir taş olur, beklerim…

Necip Fazıl

bir mezara gömülen hatıralar treni
saklıyor seni beni bir mahşer toprağında
güneş gibi kendime katamayınca seni

Sıtkı Caney

Şimdi birileri;
ellerinde kazmalar, kürekler,
son doğumumdan önceki mezarımı kazıyor.
İçinden çıkmıyorum.

Serkan Sanç

Ben unuttum her şeyi.
Geldiğim yeri
Annemi, babamı,
Mezarlığa gitmeyi.
Orada yapayalnız kaldı meşe
Ölülerin arasında ölümü en iyi anlatan meşe.

Bejan Matur

Yazdırmalısın mezar taşına:
Ey hayat, sen şavkı sularda bir dolunaysın.
Aslında hiç olmadım ben bu oyunda.
Ömrüm beni yok saysın…

Yılmaz Odabaşı

Güzelim can çıkıp gidince bedenimizde
Birkaç kerpiç olacak mezarımızı örten;
Gün gelecek, mezar yapmak için başkasına
Kerpiç dökecekler kalacak toprakla bizden.

Ömer Hayyam

Ay yırttı kara giysilerini;
Kalk, tam zamanıdır, doldur şarap kaseni.
Keyfine bak, çünkü bu ay, sonsuz yıllarca,
Mezarda upuzun yatar görecek seni.

Ömer Hayyam

Mezarlarımıza
Eğiliyor parça parça alnı gecenin,
Pelitlerin altında sallanıyoruz gümüş bir kayıkta.

Georg Trakl

Yalnız mezarın hiçbir şeyi olmayacak
bana öğretecek

Bertolt Brecht

Mezarımın baş taşına
Baykuş konar öter bir gün

Karacoğlan

Anacığım!
Yılları senin yaşamının
benziyor birbirine
mezar taşları gibi

Agostinho Neto

Bir çift acılı gölgeyiz;
O eski güzelliğin uyuduğu
Tanrısal mezarın mermeri üstünde

Vyaçeşlav Ivanov

Bilgisiz, görgüsüz, duygusuz kuldan,
Ölülerin mezar taşı makbuldür

Aşık Hüdai

Senin gibi bir aşk çiçeği ne yapar
Seher vakti yağdığında yağmurlar?

Victor Hugo

Çıkıp gidemedim bütün yaşam boyu,
yayıldım tüm dünyaya ama sığdım üç karışlık yere

Kostas Varnalis

Yarın erkenden kırlar ağardığı zaman
Gideceğim…biliyorum beni bekliyorsun bak.
Geçip gideceğim dağlardan ormanlardan,
Daha fazla kalmayacağım senden uzak.

Bir çiçekli funda koyacağım mezarına.

Victor Hugo

Gül kokuyorsun, amansız kokuyorsun
Bu koku dünyayı tutacak nerdeyse
Gül, gül! diye bağıracak çocuklar bütün
Herkes, hep bir ağızdan: gül!
Ve her şeyin üstüne bir gül işlenecek
Saçların, alınların, göğüslerin üstüne
Yüreklerin üstüne
Bembeyaz kemiklerin
Mezarsız ölülerin üstüne
Kurumuş gözyaşlarının
Titreyen kirpiklerin üstüne
Kenetlenmiş çenelerin
Ağarmış dudakların
Unutulmuş çığlıkların üstüne
Kederlerin, yasların, sevinçlerin üstüne
Ve her şeyin üstüne bir gül işlenecek.

Edip Cansever

Kim bilir belki günün birinde,
Tüm sayfaları hızla geçerken,
Takılıp kalacaksınız bu dizelere,
Mırıldanarak: haklıymış, gerçekten;
Belki o sevinçsiz şiir uzun süre
Durduracak üstünde bakışlarınızı,
Bir mezar taşının yol üstünde
Durdurması gibi bir yabancıyı! …

Lermontov

Cemaat yürüyordu kaplumbağa gibi,
Mezarlığa doğru yüzyıldan,
Sarısabırların yanından, acelesiz.
Ayrık otu yolmaya gidiyor sanırsın,
Davul vurmaya, ay tutulmuş,
Tarladaki yarılmış toprağı görmeye,
Susuzluğun kirli rengini, ayıbını,
Dağa taşa vurmuş açlığı.
Dayanan dayanır, yağsız bulgular ve ahlat,
Gençleri alır ölüm ilk ağızda,
Sabah yıldızının uğrağı.
Böğürtlensiz mezarlığa vardığımızda,
Bir melek lale sümbül dikiyordu,
Lalelerden birini aldı adam,
Girdi kızının mezarına,
Sarıldı, öptü, bıraktı laleyi sonra,
Kefenin üstüne, uykusuz.
Yedi çocuğu gömülüymüş, söylediler,

Melih Cevdet Anday

Sevgilim, eğer bir gün
Durur bakarsan mezarıma,
Ve taşın etrafında taptaze
Çiçekler dalgalanırsa,
Bil ki, çiçeklerin her zaman yaptığı gibi
Dalgalanmıyor çiçekler,
Ya da ilkbahar onlara emir verdi de
Taşa boyun eğiyorlar sanma!
Onlar yüreğimdeki
Söylenmemiş şarkılardır;
Ölümün susmaya zorladığı
Aşk sözcüklerimdir.

Hovhannes Toumanjan

Yaşadığını kimse bilmedi,öldüğünü de bilmeyecek
Yitip gitti Lucy’cik işte
Yalnız mı yalnız şimdi mezarında
Bir de yalnızlığı bir bana sorun!

William Wordsworth

mezartaşı yontan bir adamın gözleri
miras pay edilirken uykusu gelen
bir çocuk gibi
bomboş bakar dünyaya.

İbrahim Tenekeci

Ne çok sevinirim bilseniz
bir yılan
mezarıma girer de
göğüs kafesimin kemikleri içinde
kış uykusuna
yatarsa

Sunay Akın

Ölümle randevumu hatırlayıp yeniden
Mezarıma yürürken
Unutuyorum sensizliğe alıştığımı
İçimin kan rengi okyanusunda
Zıpkın yemiş balık gibi yüreğim.

Nurullah Genç

sahi, siz niye gelmiştiniz
sil baştan başlamaya ne hacet, belli ki gücünüz yok
söylenmemiş bütün sözler bilir son yollarını
siz yolcu edemezsiniz
bırakın bir sözü öldürmeyi, bir cümlenin altını dahi çizemezsiniz
siz bakamazsınız da ölülere hem, küçücük gözleriniz
o yüzden diyeceğim, dönün şimdi, sizi hiç görmedim farz edin
bu sus çıkmazı’nın başından
az ileride, sağdaki ilk köşeye
bir ayna koydum vazgeçenler için
sonra dilerseniz sizinle bu sözler mezarından uzakta
en iyisinden bir şarkı içeriz

İrem Nas

Gel gör ki mezar taşları gibi yalnız

Ali Haydar Timisi

O bazen
Vücudunun kederli bağlantısını
Durgun sularda
Boş mezarlarla, unutuyor
Ve aptalca zannediyor ki
Yaşama hakkı var,
Onu bağışlayın
Bir resmin sıradan öfkesini
Kışkırtmanın uzak arzusu
Kâğıdının gözlerinde eriyor
Onu bağışlayın
Baştan başa tabutunda
Ayın kırmızı hâlesi geziniyor

Furuğ Ferruhzad

Bir sonsuz yalnızlık içinde
Üşür ölülerimiz mezarlarında
Sevgiyle anılmamaktan.

Şükrü Erbaş

Gitmek..Kendi suçunun bekçiliğini yapmaktır
mezar taşlarında.

Ali İhsan Atiş

Bir mezarlıktan geçerken sordum ölülere:
-Affedersiniz. Boş zamanlarınızı nasıl
değerlendirirsiniz?
-“Gelecek”leri düşünerek.

Süreyya Berfe

Kendi mezarında bir banyo yapmak gerek
arada, ve o kapanmış topraktan,
aşağıdan bakmak şu gurura.

Pablo Neruda

Üzerimde mezar ürpertisi kıpırdıyor,
Yeni bir okşayış gibi benimsiyorum.

Sergey Yesenin

ben kin tutmayı aşktan daha yüce bilirim..
aşk acısı silinir , kin mezara kadar !

Küçük İskender

Canım benim. Mezardan fırlamam için sesini duymam kafi. Ölüm, yaşamak istememek.

Cemil Meriç

Bir yerde ( “ Bir süre için” diyerek ) dinelen kişi için en büyük tehlike o yere yakınlık duyması; o yeri, bütün yollarının sonu, bütün yönlerinin ereği sanması; yerleşebileceği bir yer saymasıdır – en büyük tehlike huzurlu yerlerdir – mezardır orası.

 Oruç Aruoba

nereden geliyorum ben?
ben nereden geliyorum?
kokusuna bulanmış olarak gecenin
henüz çok taze mezar toprağı
o iki taze elin mezar toprağı

Furuğ Ferruhzad

Sıcak bir mezar gerek benim için uyumaya.

Furuğ Ferruhzad

O yüzden mezarlar hep tek kişiliktir…

Kadir Bal

sen öldün biliyorum
seni ankara`da bir mezarlığa gömdüler
ben
son üç yıldır bunu biliyorum
türkiye cumhuriyeti ölüm tutanakları
son üç yıldır bunu biliyor
ama kalbim öldüğünü bilmiyor, elan
kalbim seni simsiyah özlüyor…

Jan Ender Can


Ali Emiri Efendi: Divan-ı Lügat-ı Türk’ü keşfeden tarihimizin en büyük bibliyofili, koleksiyoneri ve kütüphanecisi

1 – Medeniyet biraz da kütüphane, arşiv ve koleksiyon demektir

Bilimsel ilerleme ve eğitimin bazı olmazsa olmaz enstrümanları ‘metodik şüphecilik’ üzerine inşa edilen ‘sistemli eleştirel yaklaşım’, (tekrarlı) gözlem, (çoklu tekrarlı) deney, tümevarım ve tümdengelimdir. Yetkin bir eğitimci kadrosu (akademik heyet), günün ihtiyaçlar ve problemler küresini kuşatan fonksiyonel bir müfredat, zengin bir arşiv, müfredata dair pratiği simüle etmeye ehil laboratuar düzenekleri, kuvvetli kütüphaneler ve sistemli-bilinçli-tematik koleksiyonlar da, ilmin (ve ilmi eğitimin) diğer sine qua non’larındandır.

Arşivler, kütüphaneler ve koleksiyonlar, ilim ve eğitim için olduğu kadar; bir medeniyet dairesinin asli komponentlerini, antropolojik-folklorik-etnolojik arka plânının temel koyucu mahiyetteki yapı taşlarını, ilmi-irfani birikimlerinin asal eksenini, ruhi-kültürel kodlarının en karakteristiklerini gelecek kuşaklara taşıyan ‘aktarma organları’ olmaları bakımından da hayati fonksiyona haizdirler. 19. asrın ikinci yarısıyla, 20. asrın ilk çeyreğine tekabül eden geç Osmanlı döneminde, ‘arşiv-koleksiyon-kütüphane’ sahalarında emek harcamış, eser ortaya çıkarmış olan en önemli sima, hiç kuşku yok ki Ali Emiri Efendidir. O, alanında öylesine yetkin işlere imza atmıştır ki, günümüzde bile, onun ayarında arşivci, koleksiyoncu, kütüphaneci, bibliyofil bulmak fevkalâde müşkül bir iştir.

Bu noktada, şu sualin sorulması; onun yol açtığı provokasyon, muhatabının hadiseyi farklı bir prizmadan ve sıra dışı bir dalga boyunda algılamasına neden olabileceği, ve, kendisine maruz kalanı, sınırlarını aşmaya zorlayan ufuk açıcı bir ‘Tanrısal sezgi’ melekesiyle donatabileceğinden, yerinde olacaktır: Ali Emiri Efendi ve ondan feyz alan talebelerinin insanüstü gayretlerle toplayıp, değerlendirerek tasnif ettikleri, akabinde de, milletin hizmetine sundukları irfan-ilim-tarih-kültür hazinelerimiz olmasaydı, vatan dediğimiz bu topraklardaki yaşantımız acaba nasıl şekillenirdi ve hangi istikametlere doğru yönelirdi?

Doğrusu, bu spekülatif soruya kesin ve ilmen kabul edilebilir nesnellikte bir cevap verebilmek çok zordur. ‘Ali Emiri Efendiyle, onun izinden gidenlerin gayret ve say’ı olmasaydı, kültürümüzün kimi kadim kodları kaybolabilir, irfanımızın bazı çeşmeleri kuruyabilir, ve, geleneksel ilimlerin cumhuriyet kuşaklarına aktarılmasını sağlayacak olan kimi ‘bağlantı kayışları’ da kopabilirdi’ gibi ihtimaliyetçi ve (epistemik değil) doxa (zan, sanı) mahiyetinde bir argüman serdederek mezkûr suale mukabele ediyor oluşumuz bundandır.

2 – ‘Tanzimat bürokrasisinin köksüz Batıcılığı’ vs. 2. ‘Abdülhamit’in senkretik modernizmi’ sorunsalını Ali Emiri üzerinden okumak

1857’de Diyarbakır’da doğan Ali Emiri Efendi’nin hayatını, bir ansiklopedi maddesinin girizgâhı düzeyinde (komprime ederek) özetlemek icap ettiğinde, şu ifade, üstadı ziyadesiyle tarife ehildir diye düşünüyorum: O, edebiyat araştırmacısı, tarihçi, koleksiyoner ve kütüphaneci idi.

Ali Emiri, gerek ailesinin ve yakın çevresinin muallim ve münevver vasıflarıyla mümeyyiz olan unsurlarından, ve, gerekse de, çok da düzenli olmamak kaydıyla, devrin eğitim sisteminin imkânları vasıtasıyla temel eğitimini almıştır. İleride işine yarayacak mesleki ve ilmi donanımı ise, büyük ölçüde, oto-didaktlara yakışan bir iç disiplin ve azimle yürüttüğü şahsi gayretleriyle, adeta doymazcasına gerçekleştirdiği çoklu disiplinli okumalarıyla elde etmiştir.

Böylesi bir yetişme prosesinden çıkan Ali Emiri, parlak vasıfları sayesinde, 19 yaşında iken, Diyarbakır’a gelen Şark Vilayetleri Islah Heyetinin gözüne girmeyi ve onların kâtibi olmayı başarmıştı. Bu suretle de, imparatorluğun çökme ve çözülme döneminin, kâh Tanzimat anlayışıyla ve kâh 2. Abdülhamit’in usta işi (sui generis) politikalarıyla izale edilmeye, bu olamıyorsa, ertelenmeye çalışıldığı bir tarihsel süreçte, genç bir Osmanlı bürokratının, imparatorluk coğrafyasının bir ucundan diğerine sürükleneceği, meşakkatli hizmet maratonu başlamış oldu.

Üstad’ın, Anadolu, Rumeli ve Arap coğrafyası gibi çok geniş bir sahada sürdürdüğü memuriyet hayatı; imparatorluğun parlak dönemlerini ihya etmek adına, onun kadim zihniyet kodlarını inkâr edip, yerine Batıcı bir paradigmayı ikame etmeye çalışan bürokratik seçkinlerle; bu ihya hareketini, geleneksel olanla barışık bir tarzda yürütmeye çalışan 2. Abdülhamit’in reformist – senkretik yaklaşımlarının bazen çatışan ve bazen de çakışan-örtüşen anlam dünyası ve pratiklerinin maddi ve fikri sahalardaki izdüşüm ve örüntülerinden oluşan kompleks bir arka plân üzerinde şekillenir.

3 – Hayatından bazı köşe taşları

Harput, Sivas, Selanik ve Adana’da başkâtiplik; Kozan, İçel, Kırşehir, Leskovik ve Yenişehir’de muhasebecilik; Harput, Erzurum ve Halep’te defterdarlık; Yanya, Yemen ve İşkodra’da maliye müfettişliği yapan Ali Emiri’nin bahse konu bu memuriyetleri, 1876-1908 döneminde gerçekleştirmiştir.

1908’de emekli olan Ali Emiri, emekliliğinde Milli Tetebbular Encümeni ve Tasnif-i Vesaik-i Tarihiye Encümeni başkanlığı ile Tarih-i Osmani Encümeni üyeliği yaptı. Günümüzdeki Başbakanlık Osmanlı Arşiv Dairesi Tasnif Komisyonuna denk olan mezkûr hey’etin başında bulunduğu sırada, bütün yaratıcılığını ve gayretini ortaya koyarak geliştirdiği tasnif tarzı, bilâhare ‘Ali Emiri Tasnifi’ diye anılacak, ve, Türk – İslâm arşivcilik, bibliotek ve tasnif usûl silsilesinde çığır açacaktır.

Vakıflara, eski eserlerin bakımsızlık ve ihmalini anlatan uzun raporlar, tenkitler, dilekçeler veren üstat, bunlardan umduğu sonucu alamamış olacak ki, bu resmi kanalların yanı sıra, cumhuriyetle birlikte unutulan bir manzum tarzını, dokunaklı ve çok samimi bir edayla yazılması adetten olan‘vicdanname’yi de kullanmıştır.

1916’da, sonradan ‘milletime bıraktığım en önemli eserimdir’ diyeceği, Millet Kütüphanesini kuran Ali Emiri Efendi; buraya hayatı boyunca toplamış olduğu, 4,500’ü yazma, 16,500 civarındaki çok kıymetli eseri bağışlayarak, gerçekten de misli zor görülür bir fedakârlık ve kadirşinaslık örneği sergilemiştir. Üstat, 1918-1922 döneminde, alanında çok önemli araştırmalar yayınlamış olan referans mahiyetindeki ‘Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuası’nı çıkarmıştır. Bu önemli ve çığır açan eser, maddi imkânsızlıklar ve imparatorluğun yaşadığı inhitat ve çözülme dönemi yüzünden, uzun ömürlü olamamış ve ne yazık ki 31. sayısında yayın hayatından çekilmek zorunda kalmıştır.

Türk – İslâm kültür dairelerine, kavramın sözlüklerdeki hakiki manasıyla, ‘adanmış’ bir ömrün ardından, 23 Ocak 1924’de  İstanbul’da vefat eden Ali Emiri Efendi’nin kabri Fatih Camii haziresindedir.

4 – Diyâr-ı Bekr’den imparatorluk periferisinin dört tarafına, oradan da Dersaadet’e uzanan bir ilm-irfan yolculuğu

Dedesi, döneminin önemli yerel şairlerinden Saim Seyyid Mehmed Emiri Çelebi olan Ali Emiri’nin babası ise, Bağdat – Diyarbakır arasında kervanlar çalıştıran önemli tüccarlardan Mehmet Şerif Efendi idi. Ailenin iki önemli ferdinden birisinin ilim ve irfana, diğerininse mal ve paraya adanan hayatlar inşa etmiş olmaları, Ali Emiri’nin çocukluğunda ve ilk gençliğinde bir miktar sıkıntı, çelişki ve ikilem yaşamasına neden olmuştur.

Başlangıçta, baba mesleğini, ticareti, tercih etsin diye oğluna epey tazyikte bulunan, onu sürekli olarak ticari pratikler içine sokmaya gayret eden Mehmet Şerif Efendi, oğlunun, çok küçük yaşlardan itibaren kitaplardan başka bir şeyle ilgilenmediğini görüp, üstüne üstlük, ticari pratikleri küçümseyen, hatta istiskal eden nobran tutumlarına da şahit olunca, Ali Emiri’nin sadece ilimle uğraşmasına razı olmak zorunda kalmıştır.

İlk tahsilini yaptığı Diyarbakır Sülukiyye Medresesinde amcası Feyzullah Fevzi Efendiden büyük feyz alan Ali Emiri, yaşıtları çelik çomak oynarken, çılgınlar gibi okumuş; binlerce beyitlik divanları ve başta Hz. Ali olmak üzere ehlibeytin kelam-ı kibarlarını adeta hıfzederek ezberine almıştı bile.

Bütün gün ve gece kitaplarla uğraşan, bilgi haznesini sürekli güncelleyen Ali Emiri, başını yastığına koyduğunda, o gün öğrendiklerini içinden tekrarlayıp, gözlerinin önünden geçirmeden uykuya dalmamayı adet edinmişti.

Üstadın, ‘Tezkire-i Şuara-yı Amid’ adlı eserinde bunlara dair tafsilatlı bilgi vardır. Nihayet beklenen olur ve Ali Emiri’nin genç zihni ve benliği, ağır bir sürmenajın cenderesinde ezilmeye başlar. Çare için başvurulan hekimler, okumaya ara vermesini ve seyahat ederek tebdil-i mekân ederek ‘kafa dağıtması’nı önerirler. Bunun üzerine, Mardin Sancağında Tahrirat ve Rüsumat Müdürü olan dayısının yanına giden Ali Emiri, burada da boş durmayarak, 3 yıllık bu ‘dinlenme’ sürecini, Arapça ve Farsçasını mükemmelleştirmek ve şiirle olan ünsiyetini geliştirmekte kullandı.

1876’da 5. Murat’ın tahta çıkması üzerine yazdığı cülusiyeyi Diyarbakır vilayet gazetesinde yayınlamasıyla birlikte oluşan tesirler, beklenenden çok daha kuvvetli oldu. Öyle ki, gelen geri bildirimler arasında, sadece yerel ve bölgesel tepkiler değil, payitaht adresli aksülâmeller dahi vardı.

5 – İçinde kütüphanesi, annesi, polemikleri, kedisi ve kendisi olan bir hayat

Evlenmeyen ve kitaplarıyla kurduğu münasebet, şefkatli bir ebeveynin evlâtlarıyla tesis ettiği muhabbetle yarışan Ali Emiri’nin, hiç kuşku yoktur ki, kitaplarından sonra, bu cihanda en aziz bildiği ikinci varlık Annesi idi. Ona karşı duyduğu muhabbet, evlenmemiş diğer birçok kitap dostunda görüldüğü üzere, pek kuvvetli idi.

Evleneceği kızın annesini üzebileceği fikrine bile katlanamadığından, buna teşebbüs bile etmeyen, hatta, yakın çevresine bakılırsa, izdivaç idesini aklından dahi geçirmeyen Ali Emiri Efendi; egosu, kitapları ve anneciğinin oluşturduğu o çok özel kozmosunun mahremiyetine, sadece kedilerin girmesine izin vermiştir. Evlenmemiş kitapperestlerin, muhterem valideleriyle kurdukları bu tarz küçük cemaatlerin demirbaşının ‘felis catus (felis domesticus)’ oluşu, evrensel bir durumdur. ‘Müzmin bekâr ve kitapperest erkek; tapılmak raddesinde sevilen anne; çok zengin bir kütüphane; kibrin ve ‘dünya yansa bir avuç otum yanmaz!’ müdanâsızlığının tecessüm etmiş hali olan kedi(ler)’ dörtgeni, oldukça zengin bir anlam dairesine referans verdiğinden, çok katlı alt okumalara da müsaittir. Bu haliyle de bu sorunsal, müstakil bir çalışmanın (hatta, belki de bir doktoranın) nesnesi olmayı ziyadesiyle hak eden bir husustur bana kalırsa.

6 – Ali Emiri padişahı uyarıyor, bunun üzerine Sultan Reşat Çanakkale Gazeli’ni yazıyor

Ali Emiri Efendi’nin Osmanlı hanedanına karşı beslediği derin muhabbet, onun araştırıcı, koleksiyoncu, tasnifçi, arşivci özellikleriyle birleşince, ortaya; sultanların bütün şiirlerini toplayan; tuğralarını, divanlarını, okudukları kitapları tespit eden, (ve, hiç kuşku yok ki, çok yoğun bir mesai ve emek harcanmış olan) ‘Cevahir’ül Müluk’ gibi önemli ve anıtsal bir eserin çıkması hiç de şaşırtıcı değildir.

Umumi Harp devam ederken Sultan Reşat’a gönderdiği bir mektupta, padişahı ‘Yüce ecdadınızın manzum eserlerinden mürekkep hazinede size ait yer boştur’ şeklindeki uyarması, sultanı, Çanakkale zaferini terennüm eden meşhur gazelini yazmaya teşvik eden en birinci amildi.

7 – Ali Emiri vs. Fuat Köprülü = Osmanlı vs. Cumhuriyet = Doğu vs. Batı = Yerli vs. İthal 

Klasiğe ziyadesiyle yaslanan bir muhafazakar münevver olması hasebiyle, modernizm ve onun taşıyıcısı ve uygulayıcısı olan Batıcılar(Tanzimatçılar)’la arası hayatının hiçbir döneminde iyi olmadı Ali Emiri’nin. Bu duruşun, had safhada mücadeleci olan kişiliğiyle birleşmesi, ortaya, siyasi ve ideolojik muarızlarına, zaman zaman kahredici de olabilen şaşırtıcı bir asabiyetle saldıran ve bundan da görünür bir zevk alan bir varoluş biçiminin ortaya çıkmasına yol açıyordu. Bu vasfını, kendisine haksızlık edenlere (ya da, en azından, kendisine haksızlık ettiğine inandıklarına) karşı sergileyen Ali Emiri Efendi, bu gibi hallerde, şirazesinden çıkabiliyor ve giriştiği amansız polemik içerisinde bir ideolojik taassubun dillendiricisi mevkiine düşebiliyordu.

Ali Emiri’nin inatçı ve sert diskuru, onun, en çok da Fuat Köprülü ile olan münasebetlerini karakterize eden bir vasfıydı. Zirâ, Fuat Köprülü, Osmanlı düşünce hayatı, akademyası ve tarihçiliği alanlarında, o güne değin asla dillendirilmemiş olan bazı yeni fikirleri, üstelik de yepyeni bir üslûpla, fikir hayatına katmakta bir beis görmüyordu. Ali Emiri Efendi’nin Fuat Köprülü’ye olan husumetinin arka plânını, mezkûr ‘muhafazakâr (yerli) vs. modernist (batıcı)’ dikotomisi üzerinden okumak, bu bakımdan hakikatle mutabık bir teorik çözümleme metodu olarak gözükmektedir.

Bu bahsin başlığında kendisine yer açmış olan bir dizi eşitliğin (özdeşliğin) hülasası, aslında, Ali Emiri vs. Fuat Köprülü şeklinde formüle edilebilecek olan antagonizmadır. Entre parenthes belirtmeliyim ki; iki aydın arasındaki diyalojik ilişkiyi kuşatma hususunda; antagonizma terimi; bu metinle aynı dalga boyunu, ve, benzer koordinatları paylaşan anlam uzaylarının oluşturduğu bir ekosferde, dikotomi’ye göre daha ehildir.

İşte bu antagonist karşıtlık, Osmanlı harsına çok ciddi bir polemik mecrası kazandırmıştır. Mezkûr husus, yukarıda andığımız ‘Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuası’ydı. Fuat Köprülü’nün, Osmanlı ilim kodlarını ve kültür problematiklerini, Batı Medeniyet Dairesinin dayattığı anlayışlar, enstrümanlar ve imkânlar üzerinden okumayı teklif eden cesur argümanlarının, ‘Milletin harsında yol açabileceği muhtemel tahribata karşı’ çıkarmıştır bahis konusu periyodiği Ali Emiri Efendi. Onun, iddiasının arkasında nasıl da bütün maddi ve gayrı-maddi varlık ve imkânlarıyla durduğunun nişanesi olan bu dergi; aynı zamanda da, fikri mücadele dairemizde, bir aydının, sadece ve yalnızca, bir başka aydına karşı çıkardı ilk ve tek periyodik olması bakımından da önemlidir.

Sert polemiklerin yanı sıra, nadiren şiir gibi edebi eserlere de yer veren dergi, çok az sattığı için Ali Emiri tarafından finanse ediliyordu. İstanbul’un işgal altında olduğu verili konjonktürde, yayıncısı, fon sağlayabileceği saray, yabancı ülke elçilikleri, ya da dini misyonlardan hiçbirisini sürece dahil etmeyi uygun görmediğinden, kaynakları tükendiği noktada, adeta ‘nerede trak, orada bırak!’ anlayışı çerçevesinde, dergisini kapatma kararı almıştır. İmparatorluğun can çekiştiği bir sırada, özgün gündemini inşa edip, kendi (dar ve rafine) okurunu yaratan, muhatabı olan bir avuç aydının serebral korteksinde neden olduğu entelektüel elektriklenmelerle, onların münevverane tatmin hislerinin ve bunların nörolojik düzlemde karşılığı olan adrenalin ve türevi keyif verici ve ödüllendirici kimyasallarının tavan yapmasına neden olan kavgacı fikir ve polemik dergisi, gökyüzünde görülmesinin hemen ardından kayboluveren bir kuyruklu yıldız misali, varlık sahnesinden çekilivermişti sanki.

Öte yandan, varlık sahnesinden çekilenin, salt, Ali Emiri’nin mütevazi dergisi olduğu mezkûr okuması, aslında son derece de eksiktir. Bu okumanın hakikatle mutabakatı o denli zayıftır ki, bunun zahiri bir doğruluk değeri taşıdığından bahsetmek bile ilmen sakat bir argüman serdetmektir. Bu naif okumanın şal olup üzerini kapattığı batındaki hakikatesasen, bütün görüngüleriyle, palas pandıras tarih sahnesinden inmeye zorlananın, Osmanlı İmparatorluğunun bizatihi kendisi, eski düzenin birebir ana gövdesi olduğudur. Mezkûr dergi, aysbergin su yüzündeki parçası bile olamayacak kadar önemsiz bir ayrıntıydı.

‘Doğu Ufku’nda, Ali Emiri Efendi-‘Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuası’-2. Abdülhamit gibi ‘Yerli’ unsurlarla, onların anlam dünyaları ve kabulleri ufuk çizgisinin altına doğru göçerken; ‘Batı Ufku’nda ise, Fuat Köprülü Bey’in, yeni rejimle, cumhuriyetle ve onun eyleyicileriyle birlikte yapacaklarının önlemeyen yükselişine şahit olunacaktır artık. Fuat Köprülü’nün, ahfadı olduğu ‘Köprülüzade’ soyunun, Osmanlı İmparatorluğunu yaşatmak için ortaya koyduğu kayda değer gayretleri bilenler, onun, ortaya çıkan bu yeni resimde, mezkûr soydan gelen üstün vasıflara ve akli melekelere haiz birisinin, geleneğin karşısında ve ‘Batıcı modernleşme’nin yanında yer alış şeklindeki boy gösterişini, köklü bir sürecin, tekamülünün belli bir evresinde, kendi kendisini inkâr etmesi, ya da, kendisinin tam manasıyla zıddına dönüşmesi olarak değerlendirebilir hiç kuşkusuz.

8 – ‘Sureti fotografisinde zaptolunanın ruhuna ne haller olur?’

Avusturalya’nın asli sahipleri olan Aborjinler, Kuzey Amerika’nın Avrupalı barbarlarca istilâsı öncesindeki arkaik sakinleri olan kızılderililer, Orta Asya’daki Türkik kavimler gibi kadim toplumların yanı sıra; Çin, Hint, İslâm ve Japon medeniyet havzaları gibi çok köklü kaynaklardan beslenen geniş halk kitleleri, gerek pre-kapitalist formasyonlarda, ve, gerekse de kapitalizmin erken evrelerinde, modernleşmenin tezahürlerine karşı mesafeli durmuşlardır. Bu husus; şamanizm, paganizm, animizm, Budizm, Taoizm, Hinduizm, Jainizm (Caynizm) gibi kadim inanç sistemlerinin inanlılarının imajinasyonlarıyla, İbrahimi geleneğin müntesiplerinin modernizm öncesine ait olan muhayyele ve mutasavverelerinin, teknolojik pratikleri olabildiğince gündelik hayatlarına sokmamak şeklindeki bir direnci gündemde tutma çabasıyla kendisini açığa vurur.

Bu tavrın, bu metnin bünyesinde kendine yer bulacak olan tezahürü pre-modern zihin-algı ile fotoğraf çektirmek arasındaki rabıtadır. Varlığı ruh-madde, malzeme-bilinç, iç dünya-dış dünya diye kompartımantalize eden, ve bu ayrımların arasına da adeta Çin Seddi örerek, icat ettiği bu antagonist dualizmi mutlaklaştıran; bunun doğal bir sonucu olarak da, kutsalı dünyadan kovalayarak gökyüzüne öteleyen, böylelikle de onu aşkın (müteal-transandantal-metafizik) bir inanç nesnesi kılan modern-aydınlanmacı-pozitivist anlayış için fotoğraf çektirmek sadece ‘fotoğraf çektirmek’tir.

Bu operasyonun, basitmiş gibi görünen bu ameliyenin, varoluşu bütüncül (holistik) kavrayan, kozmosu monist bir açıdan yorumlayan kadim-geleneksel bir zihin için ifade ettiği anlamlar ise çok daha karmaşık ve problemlidir. O, fotoğraf kâğıdı üzerinde somutlaşan görüntüsünün de salt maddeden ibaret olmadığına; onun da, malzemeye aşkın olan bir çeşit ruhu olduğuna; ya da, kendi ruhundan bir parça taşıdığına; veyahut da, kendi ruhunun bütünüyle fotoğraf üzerine naklolduğuna inanır. Bahse konu zihinde-algıda, ruhtan soyutlanmış ve tek başına varlık sahasına çıkmış olan bir suretin, salt görüntüden ibaret olan iki boyutlu bir simülasyonun yeri yoktur anlayacağınız.

Özellikle de hayatının son 30 yılında, o sıralarda Osmanlı coğrafyasında, suretini gelecek nesillere bir karanlık kutu marifetiyle miras bırakma pratiği çok popüler olmasına karşın, Ali Emiri Efendi’nin, bir poz fotoğrafını bile çektirmemiş olmasını, onun, yukarıda kuşatmaya çalıştığım kadim kaygı ve tercihlerle hareket etmiş, bir diğer deyişle, ‘sureti fotografisinde zaptolunanın, ruhuna ne haller olur?’ endişesiyle davranmış olmasıyla irtibatlandırmanın aşırı yorum olmayacağını sanıyorum.

9 – Bibliofillik ile bibliomanyaklık arasındaki o ince kırmızı hat aşılmaya görsün…

Nadide, özellikle de yazma eserlere meftun olmak, tetiklediği ödül mekanizmaları ve bunun sonucunda da, bünyeye pompalanmasına neden olduğu (doğal endorfinler gibi) had safhada keyif verici enzimler yüzünden, insanda tam bir bağımlılık-tiryakilik hali yaratan uğraşıların başında gelir. Bahse konu bağımlılığın yol açtığı hâl, insanın üst benini (süper-ego) iptal eden, id’inin (ilkel olan alt benliğinin), ve hatta, kimi zaman da, ‘r-kompleksi’nin (sürüngen refleksi de denilen en agresif, en hayvani yanının) benliğine-kişiliğine hakim olmasına yol açabilen bir beladır. Bu belâ, insanı bazen kontrolden (zıvanadan) çıkarır, bazen de çıldırtarak, insanlık familyasının dışına bile atabilir.

Ali Emiri işte böylesi bir entelektüel bağımlılığın, bu bağlamdaki bir münevverane tiryakiliğin pençesine duçar olmuş idi. Bir diğer deyişle o, gerçek bir bibliyofildi. Aklına düşen bir eseri (özellikle de o eser yazma ise) ve evrakı elde etmek için denemeyeceği metot, girişmeyeceği teşebbüs yoktu. Dolaştığı memleketlerde, değerli eserlerin müellif nüshalarını (yazarın bizzat kendisi tarafından elle yazılan suretini) toplamak için (maddi ve manevi) olağanüstü gayretler sarf etmesi, onun karakteristik özelliklerindendi. Kitap peşindeki mesaisi sırasında, bibliyofilliğinin zaman zaman bibliyomanyaklık sınırlarını zorlar hale geldiği de olmuştur. Yanya’da görevliyken aldığı nadir bir Arapça eserin 2. cildinin Yemen’in başkenti Sana’da olduğunu öğrenmesiyle birlikte, Babıali’ye dilekçe vererek Yemen’e tayinini istemesi, bu haline bir örnek olsa gerektir.

Peşinde olduğu nadir bir (yazma) eseri satın alamadığı durumlarda, Ali Emiri, hemen her yola başvurarak onu ‘bir şekilde’ ödünç alıyor, akabinde de kopya ederek sahibine geri veriyordu. Onun bizzat yazdığı (müstensihi olduğu) 750 civarındaki el yazmasının, Millet Kütüphanesinin raflarındaki yerlerini alması, işte böylesi hırsların, çabaların ve mesailerin sonucu gerçekleşmiştir.

Okumadığı zamanlarda ya kurduğu Millet Kütüphanesinde, ya da, her biri can dostu olan sahaflarda konumlanmış olan üstat; vefat eden bir kitap dostunun terekesinin nereye düşeceğine dair yaptığı isabetli tahmin ve arkasından da, adeta ‘anında kitapların başında bitivermesi’yle herkesi şaşırtır ve ‘Ali Emiri, Beyazıt’taki nadir eserin kokusunu, taaa Diyarbakır’dan alır’ şeklindeki latifelerin odağına otururdu.

Abdülhamit’in Muhacirin Komisyonu 1. azası Rıza Paşa, ya da Hazine-i Hassa muhasebecisi Halis Efendi kitap toplamak hususundaki en büyük rakiplerindendi. Almayı düşündüğü, lakin elde edemediği nadir bir eser bunların eline geçerse, yerinde duramaz, hasedinden çatlar ve  demediğini bırakmazdı.

Bibliyofillikten bibliyo-manyaklığa geçişe dair olan tarihteki ekstrem örnekler hatırlandığında, Ali Emiri’nin bu sahadaki kimi uç davranışlarının bile insana sıradan ve normalmiş gibi geldiği de kaydedilmesi gereken bir husustur.

Tarihin kaydettiği en namlı, en önemli koleksiyonerlerden (meşhur biblio-manyaklardan şeklinde de okunabilir) Kont Astreler’in 52,000 ciltlik devasa bir kitaplığı vardı. Kitaplarının neredeyse tamamı çok nadir ve değerli olan Kont cenaplarının, varlığını kitaplara hasreden birisi için çok sıra dışı sayılacak bir özelliği vardı: kont ümmiydi ve ömrü hayatında da bir satır bile okuyamamıştı.

Bir başka patolojik koleksiyoncu vakası da Don Vensan’ın kitaplar uğrunda yaptıklarıdır. Don Vensan, işi, mezatta almak istediği kitabı kaptırdığı en samimi arkadaşını, arkadan vurarak öldürecek kadar ileri götürmüştü.

Bahsettiğim örneklerdeki patolojik ve kriminal unsurlar dikkate alındığında, Ali Emiri Efendinin iflah olmaz bibliyofilliğinin, onların yanından bile geçemeyecek denli masumane ve kabul edilebilirlik sınırları içinde kaldığı, bu yüzden de, bu tutkunun, bibliyo-manyaklık şeklinde tavsifinin yanlış olacağı teslim edilecektir diye düşünüyorum. Öyle ya, zerrece anlamadığı eserlere bir ömür adamak, ya da, onların uğruna cinayet işlemenin yanında, Ali Emiri Efendinin yaptıkları olsa olsa masum huysuzluklar derekesinde kalır ki, bu durumda da bize, ‘bu kadar kusur kadı kızında da olur’ demekten başka bir tavır yakışmaz doğrusu.

İmparatorluğun bir ucundan diğerine koşuşturmak şeklindeki memuriyet hayatının temposu onu çok yoruyor ve canından aziz bildiği kitaplarıyla yeterince uğraşamıyordu. Bu yüzden de, Halep memuriyeti sırasında istifa eden Ali Emiri, kitaplarını toplayarak payitahta dönmüştü. O günden ölümüne değin geçen zaman zarfında, 1.5 yıllık Yemen memuriyeti dışında, resmi görev almamış, epeydir plânladığı üzere, sadece kitapları ve kütüphanesiyle uğraşmıştır.

O zamanın bibliyofillerini, günümüzün modernist (post-modernist tabiri buraya daha mı uygun düşüyor ne?) kitap tutkunlarından ayıran en önemli özellik, Ali Emiri ve onun ayarındaki Osmanlı kitapperestlerinin, çok kuvvetli bir hafızaya sahip olmaları ve yüzlerce, hatta, binlerce eseri, satır satır, dize dize ezberlerine alabilmeleriydi. Ali Emiri’nin ezberindeki beyitlerin 100,000 ilâ 200,000 arasında olduğu söylenir. Bu evsaftaki bibliyofillere ‘ayaklı kütüphane’ denmesinin nedeni, onların kitaplarını sadece kitaplıklarında değil, aynı zamanda beyinlerinde-belleklerinde de koruma altına almış olmalarındandır.

10 – Milletin verdiği maaşlarla alınanlar Millet Kütüphanesi eliyle yine milletin olmalıdır

Ali Emiri, Diyarbakır’daki çocukluğu ve ilk eğitimi sırasında, birbirinden zengin kütüphanelere dair olan sayısız menkıbelerle büyütülür. İrfan ehli olan büyükleri, ona, eskiden beldede on binlerce, hatta yüz binlerce kitaptan mürekkep zengin kitaplıklar olduğunu defalarca hikâye etmişlerdir.

İbnü’l-Esir’in ‘El-Kamil Fi’t Tarih’de ‘Şarkın Sultanı’ Selahaddin Eyyubi’nin Haçlıları Hittin’de yendikten sonra Diyarbakır’a geldiğini, ardından da kentin alimlerini ve zengin kütüphanelerinden derlediği binlerce değerli el yazmasını yanına alıp Mısır’a Ehl-i Sünneti hakim kılmaya gittiğini okuyan Ali Emiri Efendi, daha o sıralarda çok zengin bir kütüphane kurmanın, bu suretle de İslam Milletine hizmet etmenin hayallerini kuruyordu. Emiri’nin bundan sonra artık yegane hedefi vardır: Nadir yazmaları, özellikle de Hanedana ait olan orijinal eserleri her ne pahasına olursa olsun toplamak ve milletine mal etmek.

Fatih’teki Feyzullah Efendi Medresesinde 1916’da kurduğu Millet Kütüphanesine,16,500 nadir ve kıymetli eserden oluşan özel kitaplığını vakfeden Ali Emiri, bu suretle de hayatının en büyük emeline erişmiştir artık. Mütareke yıllarına gelindiğinde (1918-1922), Ali Emiri, yaptığı yeni satın almalar ve hayırseverlerin yaptığı bağışlarla kütüphanesini daha da zenginleşmiştir. Millet Kütüphanesi, mevcudundaki gerçekten nadir, hatta bir kısmı unique (dünyada biricik) olan eserleriyle, alanında, sadece İstanbul’un değil, bütün dünyanın en önemli ihtisas kitaplıklarından birisi haline gelmiştir.

Tam bu sırada, 1920’de Fransız işgal kuvvetleri komutanı, ki İstanbul’daki yabancı misyon şefleri içinde en itibarlılardandır, bizzat Millet Kütüphanesine giderek Ali Emiri’ye şu teklifi yaptı: ‘Kitaplarınız için size 3,000 İngiliz Lirası (o zaman için çok ciddi bir servet olan bu tutar, 30,000 Osmanlı Lirasına bedeldi) ödeyeceğiz. Onlar için Paris’in en mutena semtinde kuracağımız bir Şarkiyat Enstitüsünün başına müdür olarak sizi geçireceğiz. Ömür boyu bu işi yapacak ve dolgun bir maaş alacaksınız. Müslüman hizmetliler ve Bolulu aşçılar maiyetinizde olacak, tek kelimeyle ‘yaşayacaksınız’.

Ali Emiri Efendinin cevabı sert, net ve kısadır: ‘Bu kitapları milletimin bana verdiği maaşlardan aldım. Onlar benim değil milletimindir. Bu teklifi ben duymadım, siz de tekrarlamayın. Aksi takdirde bastonumu kafanızda kırarım!’

11 – ‘Kütüphane Dervişleri’

Ali Emiri gibi bibliyofiller, kütüphanede çalışanlarının, kitap aşığı olması gerektiğine inanır. Bu da yetmez, yanı sıra dervişane yaşamaları, kitapseverlere daima yardımcı olmaları, kütüphaneyi evlerinden öte, bir nevi ibadethane olarak kabul etmeleri de icap eder.

‘Kütüphane Dervişleri’ tabiri caizse, hayatın diğer veçhelerinden, gündelik maişet derdinin ‘harala gürelesinden’ kitaplara sığınan tiplerdir. Bunlar, kitap gibi yaşar, kitapların içinde yaşar, kitaplar için yaşarlar. Kitaplardan faydalanmak isteyenlere de canı gönülden hizmetle mükelleftirler. Zira, ‘Kütüphane Dervişleri’ bilirler ki kütüphaneye gelenler ‘aşık’, aradıkları kitaplar ise ‘maşuk’tur. Kütüphane Dervişlerinin vazifesi aşık ile maşuk arasındaki muhabbetin tesisini kolaylaştırmak ve ‘müşterek bir zevk hali’nin oluşmasına hizmet etmektir.

Kuzey Amerika, Avrupa, Rusya ve Japonya’da kütüphane çalışanlarının kondisyonu, ‘kitaplık dervişi’yle tam örtüşmese de, yine de, kitaplardan faydalanmak isteyenleri memnun edecek düzeydedir. Ülkemizdeki durum ise ne yazık ki tam bir faciadır. Kütüphanelerimiz 1960’ların sonundan bu yana geçen yaklaşık 45 yıl boyunca, her geçen gün, ne yazık ki, daha da kötüye gitmiştir.

Bunun en önemli nedeni, kütüphane çalışanlarının büyük kısmının kitaptan, kitap okumaktan ve kitap okuyanlara hizmet etmekten hoşlanmamasıdır. Diğer birçok yapısal-köklü-tarihi handikapla da birleşerek, kitap sevgisine karşı adeta yok edici bir ‘voltran’ oluşturan bu husus, kütüphanelerimizin, bir nevi, ‘ziyaretçisi olmayan mabed’ler olarak temayüz etmesinin en göze çarpan nedenlerindendir.

Kütüphane çalışanlarımızın, Ali Emiri Efendi gibi bibliyofillere hakim olan ‘kütüphane dervişi’ kipinde yaşamalarını ummanın, beklenti çıtasını çok yukarıya koymak olduğunun farkındayım. Lâkin, çok değil, 9 yıl sonra, 2023’te, dünyanın en ileri 10 ülkesinden birisi olacağı iddiasını dillendiren bir ülkenin kütüphanecilerinin de, günümüzdeki cari hallerinden çok daha ileri-kaliteli-eğitimli-istekli-motive bir düzeyde olmalarını ve hiç olmazsa Yeni Zelanda, Kanada, İsveç ya da Avusturya kütüphanecileri ayarında hizmet üretmelerini beklemek de hakkımız olsa gerektir.

12 – Bazı kişilik özellikleri

Saman alevi gibi parlayan bir öfkeye sahip olan Ali Emiri, fikren karşıt olduklarıyla giriştiği polemikler ve kendisine haksızlık edenlere karşı sergilediği tutumlar dışında, son derce de nazik ve mültefit biriydi. İltifata ise hiç ama hiç dayanamaz; hele de pohpohlanmaya bayılırdı. ‘Emir-i Mülk-i Sühan’, Üstad-ı Azam’, ‘Fazıl-ı Muhterem’ gibi abartılı hitaplar onun en ziyade meftunu olduğu yaklaşımlardı. Hele de bunlar, şayet, mevki makam sahibi kişiler, alim, edip ve ulemadan eşhas tarafından dillendirilmişlerse, Ali Emiri Efendi adeta çocuklar gibi sevinir ve bu hitapları olabildiğince çok kişiyle paylaşırdı.

‘Hafız-ı Kütüp’ ve ‘Kütüphane Müdürü’ gibi dönemin yaygın tabirleriyle başı oldum olası hoş olmamış olan üstat, kendisine ‘kütüphane nazırı’ denmesini tercih ederdi. ‘Millet Kütüphanesi Nazırı’ ibaresini içeren gösterişli mührünü bütün resmi yazışmalarında kullanmaktan hususi bir haz alan Ali Emiri için yegâne alış veriş olayı kitap almaktı. Bunun dışında, evine bir gün bile bir somun ekmek almadığı, ya da bunu becerecek pratiklerden yoksun olduğu, hakkında speküle edilen anekdotlardandır.

Haftanın belirli 3 gününde sahaflara uğrayan Ali Emiri Efendi, her biri çok samimi dostu olan sahaf esnafının onun için özel olarak ayırdığı eserleri toplar, akabinde de, bunların üzerinde çalıştıktan sonra, onları Millet Kütüphanesi’nin kartotekslerine ekleyerek, mezkûr kütüphanenin ilgili rafındaki yerlerine transfer ederdi. Sahaflara yaptığı programlı ziyaretlerinden eli boş döndüğü gün çok mutsuz olan Ali Emiri Efendi, koleksiyonuna ekleyeceği anlamlı bir eseri bulamamanın yol açtığı stresin tetiklediği sert bir migren atağının pençesine düşerek dönerdi evine.

13 – Divan-ı Lügati’t-Türk’ü keşfetmesi Ali Emirinin en büyük hizmeti olmuştur

Türk kültürünün başyapıtı sayılan Divân’ı Lügât-it Türk’ü dünyaya kazandıran Ali Emiri efendi olmuştur. Bu benzersiz ve paha biçilemez kıymetteki eserin Ali Emiri tarafından keşfi neredeyse polisiye filmlerine konu olacak cinstendir.

Hadiseyi kamuya mal eden Muallim Kilisli Rıfat Bilge’dir. Rıfat Bilge, Eylül-Ekim 1945’de Yeni Sabah’ta tefrika ettiği yazılarında, bu enteresan keşif olayını ayrıntılarıyla aktarmıştır.

Mezkûr kitabın varlığı ve içeriğine dair tafsilat, asırlardır, adeta bir efsane gibi, kulaktan kulağa aktarılmış olmasına karşın, Türk-Osmanlı medeniyet havzasında, bu anıtsal eserden ilk bahseden Katip Çelebi olmuştur. Onun, Keşfü’z zünun isimli önemli eserinde, Kaşgarlı Mahmut’un, Türkçe’nin hem bilimler, hem sanatlar ve hem de gündelik konuşma bağlamında Arapça’dan geri olmadığını ispatlamak adına kaleme aldığı eserinin içeriğinden bahsetmesi, onu tetkik etmiş olduğu şeklinde yorumlanmıştır.

Katip Çelebi’den neredeyse 300 yıl sonra, bu eseri görmek, görmekle de kalmayarak, satın alarak Türk kültür dünyasına kazandırmak Ali Emiri Efendi’ye nasip olmuştur.

Üstat,  sahaflara uğradığı bir gün, mûtat olduğu üzere, Sahaf Burhan’a uğrar. Ali Emiri Efendi ‘Bir şeyler var mı?’ diye sorunca sahaf ‘Bir kitap var ama sahibi 30 (altın) lira istiyor’ der. Ali Emiri ‘aman ne diyorsun, bu bir servet, o paraya eli yüzü düzgün bahçeli bir ev alır insan! Neymiş bu, kiminmiş, kim satıyormuş?’ diye feveran edince, sahaf Burhan Bey, olayın ayrıntılarını paylaşır: ‘Bu kitap 1 haftadır bende. Yüklüce bir paraya Maarif Nazırı Emrullah Efendiye satarım diye düşünüyordum. Ona götürdüm. O da ilmi encümenine havale etti. 1 haftalık tetkikten sonra 10 lira teklif ettiler. ‘Kitap benim değil, başkasının ve 30 liradan aşağıya da satmıyor’ deyince ‘Biz o paraya bir kütüphane alırız, istemiyoruz, al kitabını’ diye iade ettiler’

Sözüne burada virgül koyan satıcı, özel bir yerde sakladığı kitabı incelemesi için üstada verir.  Kitabı önce umursamaz bir edayla tetkike başlayan Ali Emiri, hemen akabinde boğazını temizlemeyip, ayağa kalkar. Mimik ve jestlerinin satır aralarını okumaya ehil birisinin, Ali Emiri’nin surat ifadesinin yavaş yavaş değiştiğini, ve, yüksek tansiyondan dolayı sürekli pancar gibi kırmızı olan suratının ve boynunun renginin de giderek solarak, adeta kül rengine tahvil olduğunu anlaması işten bile değildi. Lâkin sahaf Burhan, o çapta, o kalitede, o kalibrede ve o grado bir insan sarrafı değildi. Bu yüzden de, ne muhatabının gark olduğu derin heyecan kasırgası yüzünden kalp çarpıntısıyla yaprak gibi titrediğini ve ne de, alnından aşağılara doğru ağır ağır süzülen soğuk ter damlalarını fark ettirmeden silmeye çalışmasını algılayabilmişti.  Ali Emiri ise, bir taraftan kendisini toparlamaya çalışırken, diğer yandan da ‘Allah’ım ne inanılmaz bir şey bu böyle: Türk kültürünün en büyük hazinesi; efsanevi sözlük elimde işte’ diye düşünmekte, ve, onun için biçilen 30 lira edere ‘çok pahalı!’ diye tepki veren maarif nazırıyla, onun görevlendirdiği ‘ilmi heyet’in derin cehaletine için için gülmekteydi.

Yaptığı kısa tetkikat sonunda, elindeki kondisyonu yorgunca, sayfaları ise dağılarak sırası karışmış halde olan eserin Divan-ı Lügat’it Türk olduğundan artık iyice emin olan üstat, kendisine satmaya çalıştığı eserin, dünyada eşi benzeri olmayan bir kültür hazinesi olduğunu anlamaması için, sahafa alabildiğine sakin gözükmeye çalışmakta, bir taraftan da, sayfalarını çevirdiği yazmayı, satın alma kararı vermiş bütün bibliyofillerin standart tavır olarak sergiledikleri ‘değersizleştirme-itibarsızlaştırma’ operasyonuna tâbî tutmaktaydı:

‘Eser çok yorgun, üstelik dağınık; sayfaları eksik de olabilir. Hem de müellifini çıkaramadım, Kaşgarlı bir zat imiş, ismi de Mahmut mu ne, öyle bir şey işte. Anlayacağın Sarı çizmeli Mehmet ağa bu müellif! Ben sana maariften 5 lira fazla teklif ediyor ve 15 lira öneriyorum’ der.

Ali Emiri’nin ilgisinden memnun, ancak, onun fiyat kırma tutumunda da rahatsız olan sahaf, kitabı konsinye olarak elinde tuttuğunu, 30 liradan bir kuruş aşağıya satmaya mezun olmadığını, bu meblağı veren olmazsa, onu sahibine iade edeceğini söyleyerek devam eder sözlerine:

‘Kitap, Maliye Nazırı Vani Oğullarından Nazif Paşa’nın ailesinden yaşlı bir hanıma aitmiş. Sıkıştığı için, Paşanın tembihi üzerine ve onun biçtiği bedelle, 30 liraya satmak istiyormuş. Dediğim gibi, 29 altın lirayı bile kabul edebilecek durumda değilim’. Lâkırdısının burasında, adeta ‘kifayet-i pazarlık’ dercesine kitaba doğru hamle eden sahaf Burhan’ın bu kararlı tutumu, dünyaca ünlü bibliyofil Ali Emiri Efendi’nin anında taktik değiştirmesine neden olur.

Üstat, ‘işte şimdi işin rengi değişti’ diyerek, çok nadir ve çok kıymetli bir yazmayı ele geçirmenin arifesinde her daim yaptığı üzere tulûata başlar: ‘muhtaç, yaşlı ve yalnız bir kadına yardım hem şer’en, hem de beşeren vazifedir, öyle değil mi ama? Evet, pahalı mahalı, ama, ne yapalım, Osmanlıya hızmet etmiş bir paşazadeye yardım etmiş olmak için bile almak lâzım bu yorgun ve meçhul kitabı, öyle değil mi mirim? Peki öyleyse, borca girmek pahasına alıyorum onu, bana başka çıkar yol bırakmadın zirâ’.

Lâkin, üzerinde sadece 10 (altın) lira vardır. Kitabı bırakarak parayı tedarike gitse Burhan Beyin onun bu yokluğunda tamahkârlık edip, onu, kıymetini bilen birisine daha pahalıya satabilme ihtimali gözden ırak tutulmaması gereken bir tehdittir. Öyleyse, bu riskli yol tercih edilmemeli, kitabı asla elinden bırakmamalıdır. Sahaf Burhan, veresiye kitap veren esnaftan olmadığından tek yol kalmaktadır. Ali Emiri Efendi kitap elinde dükkânın kapısına çıkar ve duaya başlar: ‘Allah’ım, ne olur dostlarımdan birisi şimdi buradan geçsin ve beni bu müşkül vaziyetten kurtarsın’.

‘Allah yüzüne bakar’, duası kabul olur ve, 1-2 dakika içinde, ahbabı, eski Darülfünun edebiyat muallimi Faik Reşat Bey dükkanın önünden geçiverir. Ondan 20 lira borç ister. Dostunda 10 lira vardır, onu alır ve hocayı bakiye 10 lirayı bulması için ikna eder. Parayı tedarik eden Faik Reşat Bey kısa zamanda döner ve ödeme tamamlanır. Satıcının talebi üzerine 3 lira da bahşiş bırakılır.

Türk fikir hayatının şah eseri, ‘Baş Yapıt (Opus Magnum)’ı artık bulunmuştur ve Ali Emiri Efendinin ellerindedir; diğer bir deyişle, emanet artık ehlindedir.

Ali Emiri elde ettiği bu muhteşem zaferden öylesine sarhoş olmuştur ki, önüne gelene olayı anlatır. Kitabın epeydir peşinde olan bir başka zat ise, dönemin güçlü simalarından, Türkçülüğün teorisyeni Ziya Gökalp’tir. Koşa koşa Ali Emiri’ye giden Gökalp; kendisinden zerrece haz etmeyen üstadın çok soğuk ve adeta istiskal eden tutumu üzerine, darılarak ayrılmak zorunda kalır. Kitabı, piyasada dolaşan söylentilere göre 30 (altın) lira olan maliyetinin100 misli, hatta 500 misline satın almayı kafasına koyan dönemin muktedirlerinden Gökalp, kitabı görmeye bile muvaffak olamamıştır.

Gördüğü muameleyle onuru kırılsa da, Lügat için yeni hamleler peşinde olan Gökalp, bu kez de, Ali Emiri’nin hatırını kıramayacağı 2 çok önemli zatı, üstadın baba dostu olan Diyarbakır mebuslarını aracı yapar. Ama nafile, onlar da kitabı bile göremeden ayrılırlar üstadın evinden.

Ali Emiri’nin ardından, ulemadan kitabı ilk gören Muallim Kilisli Rıfat Bilge’dir. Rıfat Bilge Emiri’nin evinde 2 ay boyunca hummalı bir çalışmaya girişir, eserin dağılmış sayfaları toparlar, onları sıraya sokar. Bu operasyon sonunda, kitabın tamam olduğu ortaya çıkar.

Lügat için, başta İngiltere, Fransa, Almanya ve Macaristan merkezli olmak üzere, çok sayıda yabancı enstitü, üniversite ve vakfın, 100,000 (altın) liraya kadar teklif götürdükleri, ancak, her seferinde, Ali Emiri Efendi’nin ‘olmazzz, zirâ, atık o Millet Kütüphanesinin bir parçasıdır ve milletime aittir!’ diyerek, teklif sahiplerini kovaladığı şeklindeki iddia, döneminin en gözde dedikodularından birisi olarak dilden dile aktarılmıştır.
Kitabı satmaya kimselerin razı edemediği Ali Emiri Efendi, araya sadrazam Talat Paşa girince, hiç olmazsa, lügatin basılmasına muvafakat verir. Bu suretle de, Türk kültür hayatını sonsuza kadar değiştirecek olan, asrın değil, binyılın buluşu, en anlamlı ve en doğru şekilde değerlendirilmiş, ve, Türkçenin gramer ve kamusu, kendisini ana dil bellemiş milletiyle bir daha ayrılmamacasına kenetlenmiştir.

14 – Diz çök şimdi önünde Emiri Efendi’nin

Bu etüdü, kendisi de bir bibliyofil olan yazarının, tarihimizin en büyük bibliyofilinin önünde, Yahya Kemal Beyatlı’nın, ‘Eski Şiirin Rüzgârıyla’ adlı eserindeki Ali Emiri Efendiyle ilgili dizelerini paylaşarak sergilediği ihtiram duruşuyla kapatalım:

Muhtaç isen füyûzuna eslâf pendinin
Diz çök şimdi önünde Emiri Efendi’nin

Âmid, o şehr-i nur, öğünsün ile’l-ebed
Fazl-ü faziletiyle bu necl-i bülendinin

İklim-i Rûm’u gezdi otuz yıl taraf taraf
Bir maksadıyle tab’-ı nefâ’is-pesendinin

Yekpâre nur olan bu kütüphâne-î nefis
Yekpâre servetiydi bu âlemde kendinin

Ecdâd-ı pâkimiz gibi vakfetti millete
Hayranı oldu halk, eser-î bîmenendinin

Yâ fahr-i kâinât, sen îfâ et ecrini
Divân-ı kibriyâ’da bu şark encümendinin

Bu hakir satırların müellifi, ‘Üstad, Muallim, Hoca’ bildiği Büyükler’inin sözünü dinler; o vakit, Yahya Kemal’in dizelerini emir telâkki etmem icap eder tabiatıyla. İşte bu yüzden, Kalkıyorum bu metni tamamlarken ayağa, ve, Ali Emiri Efendi’nin azîz ve muhterem hatırası önünde diz çöküyorum a cânım efendim!

15 – Eserleri:

Tezkire-i Şuara-yı Amid (Diyarbakırlı Şairler Tezkeresi, İstanbul, 1909), burada tuhaf fıkralarla kendisinden de bahseder;
Nevadir-i Eslaf (Önceliklerin Nadir Eserleri), bazı nadir yazmaların, kendi notlarının eklenmesiyle oluşan edisyon kritiği;
Levami-ül-Hamidiye (Hamdedicilerin Nurları, İstanbul, 1894).
Cevahir-ül-Müluk ( Meliklerin Mücevherleri, İstanbul, 1911).
Ezhar-ı Hakikat (Gerçek Çiçekleri, İstanbul, 1918).
Osmanlı Vilayat-i Şarkkiyyesi (Osmanlı Doğu İlleri, İstanbul, 1918).
Şeyh Emin-i Tokadi Hazretlerinin Tercüme-i Hali (İstanbul, 1950).

Seçilmiş kısa kaynakça:

Cevahir’ül-Müluk, Ali Emiri Efendi, Kubbealtı Neşriyat;
Esami-i Şu’ara-yı Amid, Ali Emiri Efendi, Yeni Zamanlar Neşriyat;
İşkodra şairleri ve Ali Emiri’nin diğer eserleri, Hakan T. Karateke, Enderun Kitabevi;
Yemen Hatıratı, Ali Emiri, Hece yayınları;
Ali Emiri’nin izinde, M. Serhan Tayşi, Timaş Yayınları;
Hakikat çiçekleri – Ezhar-ı hakikat, Ali Emiri, Kaynak Kitaplığı;
Ayaklı Kütüphaneler, Dursun Gürlek, Kubbealtı Neşriyatı;
İslâm Ansiklopedisi (MEB);
İslâm Ansiklopedisi (Türkiye Diyanet Vakfı);
Ali Emiri Efendi ve dünyası – Ali Emiri Efendi and his world, sergi katalogu, Türkçe-İngilizce, Pera Müzesi yayını;
Osmanlı Doğu Vilâyetleri – Osmanlı Vilâyât-i Şarkiyyesi, Ali Emiri Efendi, Babıali Kültür yayını;
Ali Emiri’nin gözüyle Diyarbakırlı şairler, Abdurrahman Adak, Kent Işıkları yayını;
Ali Emiri Efendi, (cd), yapımcı: Ayşe Böhürler, seslendiren: Cemal Hünal, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayını.

 

Kaynak: ziyaversencan.blogspot.com.tr/

Olmak ya da olmamak, İşte bütün mesele bu

Olmak ya da olmamak,
İşte bütün mesele bu.
Gözü dönmüş talihin sapanına, oklarına,
İçin için katlanmak mı daha soylu,
Yoksa bir dertler denizine karşı silaha sarılıp
Son vermek mi onlara?

Ölmek, uyumak?
Hepsi bu? ve bir uykuyla
Yürek sızısına ve bedeni bekleyen
Binlerce doğal darbeye son verdik diyebilmek?
Hangi insan gönülden istemezdi bu bitişi!
Ölmek, uyumak? uyumak, belki rüya görmek.
Ha! İş burada. Çünkü o ölüm uykusunda,
Şu fani bedenden sıyrılıp çıktığımızda,
Göreceğimiz rüyalar bizi duraksatır ister istemez.
İşte felaketi onca uzun ömürlü kılan da bu
Kim katlanırdı yoksa zamanın kırbaçlarına, küfürlerine,
Zorbanın haksızlığına, kibirli adamın hakaretine,
Hor görülen aşkın acılarına, adaletin gecikmesine,
Devlet görevlisinin kendini bilmezliğine;
Sabırla bekleyen erdemli kişinin,
Değersiz insanlardan gördüğü muameleye,
İnsan yalın bir hançer darbesiyle hesabı kesebilecekken?
Kim katlanırdı, bu yorgun yaşamın yükü altında
Homurdanıp terlemeye,
Ölümden sonraki bir şeyin korkusu olmasaydı?
Sınırlarını bir geçenin bir daha dönmediği
O bilinmeyen ülkenin korkusu kafamızı karıştırıp
Bizleri, tanımadığımız dertlere koşup gitmektense,
Başımızdakilere katlanmak zorunda bırakmasaydı?
İşte bunları düşündükçe
Ödlek olup çıkıyoruz hepimiz,
Ve işte böyle kararlılığın doğal rengi,
Endişenin soluk gölgesiyle bozuluyor;
Bulutları hedef alan büyük ve iddialı atılımlar
Bu yüzden yörüngesinden sapıyor
Ve bir girişim olmaktan çıkıyor adları.
Hey, o da kim? Güzel Ophelia!
Peri kızı, dualarında benim günahlarımı da unutma.

William Shakespeare

Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele bu!
Düşüncemizin katlanması mı güzel
Zalim kaderin yumruklarına, oklarına
Yoksa diretip bela denizlerine karşı
Dur, yeter demesi mi?
Ölmek, uyumak sadece!
Düşünün ki uyumakla yalnız
Bitebilir bütün acıları yüreğin,
Çektiği bütün kahırlar insanoğlunun.
Uyumak, ama düş görebilirsin uykuda, o kötü.
Çünkü, o ölüm uykularında
Sıyrıldığımız zaman yaşamak kaygısından
Ne düşler görebilir insan, düşünmeli bunu.
Bu düşüncedir felaketleri yaşanır yapan.
Yoksa kim dayanabilir zamanın kırbacına?
Zorbanın kahrına, gururunun çiğnenmesine
Sevgisinin kepaze edilmesine
Kanunların bu kadar yavaş
Yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine
Kötülere kul olmasına iyi insanın
Bir bıçak saplayıp göğsüne kurtulmak varken?
Kim ister bütün bunlara katlanmak
Ağır bir hayatın altında inleyip terlemek
Ölümden sonraki bir şeyden korkmasa
O kimsenin gidip de dönmediği bilinmez dünya
Ürkütmese yüreğini?
Bilmediğimiz belalara atılmaktansa
Çektiklerine razı etmese insanları?
Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi:
Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor
Yürekten gelenin doğal rengini.
Ve nice büyük, yiğitçe atılışlar
Yollarını değiştirip bu yüzden
Bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar.

William Shakespeare
Hamlet

Kırık Kalpler

Yaratılışında “takva” ve “fücur” potansiyeline sahip olan insanın hem inşa etme, hem de imha etme özelliğini taşıdığını görüyoruz. Kan dökücü, bozguncu vasfının yanında ıslah ve imar edici boyutu ile de insan kendini gösterir. Hz. Adem (as)’ın ilk çocuklarından Kabil’in mesleğini sürdürenler kadar Habilce bir tarzı yaşam modeli edinenler de vardır… İnsanlar birbirlerinin bedenlerine suikastte bulundukları gibi yek diğerinin yüreğine de kastedebiliyor… Bedenler budandığı gibi yürekler de budanıyor… Beşeri ilişkilerinde gönüller arasında köprüler inşa ederek muhabbet hamallığı yapanların sayısı azaldıkça; yürek yaralayarak, kırıp dökenlerin oranında ciddi artışlar oluyor…

İnsanlık tarihinde bu yeni bir durum değildir. Kalbleri koruyanlar da, kıranlar da “herkes kendi şakilesine (mizaç ve meşrebine) göre bir yol tutmuştur.”

Yusuf’u kuyuya atanların karakterinde baskın olan, narin ve nazif bir kalbi incitmek vardı… Yusuf’ta ise tam tersi haşin ve hain yürekleri af ile onarmak vardı.

“(Yusuf) Dedi ki: “Bugün sizi kınamak yok, Allah sizi af fetsinl O, merhametlilerin en merhametlisidir.” (Yusuf–92)

Hz. Eyyüb (as)ın uzun hastalık döneminde hanımı onun kalbini kırmıştı, sağlığına kavuşunca ona yüz değnek vurmaya yemin etmişti. Hâlbuki hanımının emek ve hizmeti büyüktü. Cenab-ı Hak işi tatlıya bağlıyor. Yüz tane ekin sapından oluşan demetle bir kere vurulmasını yeterli görüyor.

“Eline bir demet sap al da onunla vur, yeminini böyle yerine getir. Gerçekten biz Eyyüb’ü sabırlı (bir kul) bulmuştuk. O, ne iyi kuldu. Daima Allah’a yönelirdi.” (Sad-44)

Rasulullah (sav)’in hanımları da onun kalbini kırmamışlar mıydı? Muhayyerlik ayetleri neden nazil oldu?

Bir gün Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer (ra), Hz. Peygamber (sav)’i ziyaret ettiler. Hanımlarının çevresinde oturduğu ve Hz. Peygamber (sav)in de sessiz olduğunu gördüler. Hz. Ömer (ra)’e hitaben: “Gördüğün gibi çevremde oturuyorlar ve benden harcamaları için para istiyorlar” dedi. Bunun üzerine Hz. Ebubekir ve Ömer (ra) kızlarını azarladı ve: “Niçin, Nebi’yi üzüyor ve sahip olmadığı şeyleri ondan istiyorsunuz?” dediler. (Müslim) Bu olay, Hz. Peygamber (sav)in o dönemde ekonomik yönden ne kadar zorluklar içinde olduğunu ve İslam’la küfrün şiddetli bir çatışma halinde olduğu o dönemde eşlerinin isteklerinden ne kadar üzüntü duyduğunu göstermektedir. O eşsiz insanın kalbi mahzun ve kırgın… Bu esnada şu ayetler nazil oluyor:

“Ey Peygamber! Eşlerine şöyle söyle: Eğer dünya hayatını ve süsünü (refahını) istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim de, sizi güzellikle salıvereyim.

Eğer Allah’ı, Peygamberini ve ahiret yurdunu diliyorsanız, bilin ki, Allah, içinizden güzel davrananlar için büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzab–28–29)

Bu ayetlerden sonra hanımlarını tek tek ziyaret etti, ayetleri okudu, tercihlerini bildirmelerini istedi. Hepsi O’nu tercih etti. Kırık kalbi kazanmasını bildiler…

Şimdi bizler, yani Peygamber (sav)in güzel örnekliğinde mutabık olanlarımız aile içi hayatımızda dünyalık talep ve tartışmalardan dolayı nasılız? Aile düzenimizi ve yürek dünyamızı sarsan tüketim hastalığımızı ne yapacağız? Bunca tamah, hırs, tutku, kapris ile kalbler nasıl tutunacak? Ülfet nasıl sağlanacak?

Huneyn savaşı sonrasında da ilginç gelişmeler yaşandı… Hevazin ve Sakif kabilelerinden yüklü miktarda ganimetler elde edilmişti. Rasulullah (sav) bunları taksim ederken yeni Müslüman olan ve kalpleri İslam’a ısındırılmak üzere bulunan Mekkelilere bol bol dağıttı. Medineli Ensara ganimetlerden çok az bir pay verildi. Ensar bu durumdan rahatsızdı. Kendi aralarında konuşuyorlardı: “Allah’ın Rasulü kendi kabilesine döndü” diyorlardı. “Savaş sırasında onun arkadaşları bizlerdik. Fakat ganimetler dağıtılırken akrabaları, kabilesi onun arkadaşları oldu. Bunun nereden geldiğini muhakkak öğreneceğiz. Eğer bu Allah’tan ise sabırla kabul ederiz, fakat eğer bu sadece Rasulullah’ın bir fikrinden öte gitmiyorsa, bizi de düşünmesini isteyeceğiz.”

Ensar arasındaki bu düşünce ve konuşmalar ateşlenince Sad ibn-i Ubade (ra) Peygamber (sav)e gitti ve onların neler söyleyip neler düşündüklerini anlattı. Peygamber (sav): “Peki bu durumda sen nerede yer alıyorsun, ey Sa’d?” dedi. Sa’d: “Ey Allah’ın Rasulü, ben de onlardan biriyim. Bunun nereden geldiğini öğrenmek istiyoruz.” diye karşılık verdi. Peygamber (sav) Sa’d’a tüm Ensar’ın daha önce esirlerin yerleştirildiği sığınaklardan birine toplanmasını söyledi. Sa’d’ın izniyle onlara birkaç da Muhacir katıldı. Daha sonra Peygamber (sav) onlara gitti ve Allah’a hamd ve şükrettikten sonra şöyle dedi: “Ey Ensar gönüllerinizin bana karşı olduğu haberi ulaştı. Ben sizi sapıklıkta bulmuşken Allah sizi hidayete eriştirmedi mi? Ben sizi fakir bulmuşken, Allah sizi zenginleştirmedi mi? Ben sizi birbirinize düşman bulmuşken Allah kalplerinizi uzlaştırmadı mı?” Onlar: “Evet, elbette” dediler. “Allah ve Rasulü en cömert ve en eli açık olandır.” Peygamber (sav): “Bu söylediklerime mukabele etmeyecek misiniz?” dedi. “Nasıl mukabele edelim?” dediler. Peygamber (sav) şöyle dedi: “Eğer isterseniz ‘sen bize itibardan düşmüş halde geldin, biz sana itibar kazandırdık, bize terkedilmiş geldin ve sana yardım ettik; seni toplumdan atılmış bulduk, içeri aldık, seni mahrum bulduk, rahatlattık’ diyebilirsiniz. Doğruyu da söylemiş olursunuz ve size inanılır. Ey Ensar, ben sizin İslamınıza güvenmişken benim insanların kalplerini ısındırmak için kullandığım dünya malları kalbiniz de o kadar çok mu yer tutuyor? Ey Ensar, memnun değil misiniz? İnsanlar, develerini ve koyunlarını götürürken, siz evinize Allah’ın Rasulü’nü beraberinizde götürüyorsunuz. Ensar hariç bütün insanlar bir yöne gitse, Ensar da başka bir yola gitse, ben Ensarın yolundan giderim. Allah Ensar’a onların oğullarına ve oğullarının oğullarına rahmet etsin.” Adamlar gözyaşlarıyla sakalları ıslanıncaya kadar ağladılar. Ve bir tek ses halinde: “Biz hissemize düşen Allah’ın Rasulünden memnunuz” dediler. (İbn-i İshak)

Kırgın olan yürekler onarıldı, Ensar onore edildi, saflar pekiştirildi.

Hz. Muhammed (sav) kendi şahsı için sahabesine kızmamıştır, beşeri zaaflarından dolayı onlara kalbinde bir kırgınlık hissetmemiştir… Geniş bir yürekle onları kucaklamıştır…

“O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi…” (Al-i imran–1 59)

Hz. Peygamber (sav) kalp kırmamak için tüm bu rikkat ve dikkatine rağmen en ağır uyarıyı yine de bu konuda almıştır.

Rasulullah (sav) bir defasında Kureyş’in ileri gelenlerinin bir topluluğu İslam’a davetle meşgulken İbn-i Ümmü Mektum adında ki fakir âma çıkageldi. “Ya Rasulallah; bana Kur’an oku ve Allah’ın sana öğrettiklerinden bir şeyler bana Öğret.” Allah Rasulü Mekke önderlerini İslam’a kazandırma, derdinde olduğu için, İbn-i Ümmü Mektum’un ısrarlı taleplerinden memnun kalmaz. Hoşnutsuzluğu da yüzünden belli olur, fakat âma bunu göremez. Rasulullah (sav) ise ondan yüzünü çevirir. Bu yüz çevirme İbn-i Ümmü Mektum’u üzmüştü, kalbi kırıktı…
İşte tam bu esnada ilahi ikaz gelir: “Yanına âma bir kimse geldi diye hoşlanmadı ve yüzünü çevirdi. Ey Habibim! Ne bilirsin belki de o arınacak. Yahut öğüt alacaktı da bu öğüt kendisine fayda verecekti.” (Abese–1 -4)

Sen misin, sana yönelen bir gönül dostundan yüz çeviren? Vahyi ilahi bu duruma müdahale ediyor… İlk defa Rasulullah (sav) ayetlerle bu kadar şiddetle sarsılıyordu… Ömrünün sonuna kadar bunu telafi etmek için çırpındı durdu. Bu hadiseden sonra İbn-i Ümmü Mektum’a iltifat eder; her gördüğünde de ona:

Merhaba! Yüzünden Rabbimin beni itap ettiği kimse” derdi.

Hicretten sonra iki defa Medine’de onu yerine vali olarak bırakmıştı. Bilal ile birlikte müezzinlikte ondaydı.

Hz. Nebi (sav)in terbiyesinden geçenler, kırık kalbin ne anlama geldiğini çok iyi biliyorlardı, bunun kalıcı bir maraza dönüşmemesi için çırpınıyorlardı…

Ebuzer-i Gıfari ile Bilal İbn-i Rebah aralarında münakaşa Yaptıkları sırada Ebuzer, Bilal’e: “Ey siyah kadının oğlu!” diye kırıcı bir hakarette bulunmuştu. Bunu duyan Rasulullah kızmış, Ebuzer’in yüzüne kızgın ve korkutucu bir nazar atfederek şöyle demişti: “Ey Ebuzer! Ölçü taştı, sözünü geri al beyazın oğlunun, siyahın oğluna hiçbir üstünlüğü yoktur.”

Peygamber Efendimizin sözleri bütün sıcaklığı ile çok hassas olan Ebuzer’in kalbine işler. Bundan çok mahzun olur, O sözünün kefaretinden dolayı Bilal ayağını başıma basmadıkça başımı yerden kaldırmayacağım, der. Kalbi kıran da kırılan da yaralarını sarıyorlardı.

Bu gün kırgın ve kızgın dostlarımızla kalbi buluşmamız nasıl olacak? Kalbi yıkılışların önü nasıl alınacak? Gönül yıkımı nasıl tamir edilecek? Kalblerin hüznünü Allah önemsiyor... O halde kardeşlik ikliminde yüreğimizi kardeşlerimizin yüreğine dayamamız gerekiyor… “Biz biribirimiz içiniz” diyebilmeliyiz… Bunu diyemediğimiz zaman yollar Sıffın’a çıkar… Cemel’e çıkar… Herkes kendi yüreğine bakacak, insaf diye, af diye bir duygu, bir duyarlılık var mı, yok mu?

Davet gayretlerimiz ile uzandığımız, kazandığımız kalbler mi, yoksa kazandıktan sonra kırdığımız, yıktığımız kalbler mi daha çok? Kırıp dökerek, yürekleri yaralayarak nereye varabiliriz? Bu kalbleri nasıl onarabiliriz? Sebep olduğumuz yaraları sarmakta bize düşüyor… Siz hiç kırılan bir kalbin sesini duydunuz mu? Kalbe bir sızı saplanır… Kırılan kalbin sesi insanın yüzü ve hareketleri ile dışarı yansır…

Anne-babayı bir “üf” ile de olsa üzme, kalblerini kırma hakkımız yok… Şöyle bir yoklayalım, anne babalarımızın yürekleri bize karşı nasıl? İçlerinde bir yara, bir ukde taşıyorlar mı yoksa?

İslami çabalarımız için yüreklerin ortaya konulması gerekiyor, ancak cemaat ruhumuz sıkıntılı… Vahdet arayışlarımız problemli… Kalbde bir yetersizlik mi var? Hırs, haset, nefret ve gıybetle yaraladığımız kardeşlerden dolayı içimizde bir burkulma hissediyor muyuz?

Kalp kırıklığını nasıl tamir edebiliriz? Paranın gücü ile mi? Yani fidye veya tazminat yoluyla mı? Mahkeme kararı ile mi? Rüşvet ve iltimas ile mi?

Hayır, hayır! Kırılan kalbin, yine kalp ile tamiri mümkün! Yüreğinle saracaksın yaralı yürekleri! Sonuna kadar açık tutacaksın kalbini… Gelen yer bulabilsin… Sıcaklığınla buzları eritirsin…

Yoksa kırılan kalbleri umursamıyor muyuz? Bir kalp kırmanın neye tekabül ettiğini düşünmek, hesabımıza gelmiyor mu? Böyle düşünmek istemiyorum… Biz kalbi kırıklardan olduğumuz için, kalp kırmanında ne demek olduğunu en iyi biz biliriz…

Yüreklerin kaldıramayacağı bunca haksızlıktan sonra af ve merhamet sunmaya hazırız…

Yüreklerimizi açıyoruz… Yeter ki kırgınlıklar, kine dönüşmesin…

Yaralı yüreklerimizle, yara sarmaya razıyız…

Ramazan Kayan

Eğreltiotu

Hoşça kal, dedi, eğreltiotu, hoşça kal!

İlhan Berk