Sal

Bir altın damarı parlıyordu ilerleyen mağaranın ağzına doğru,
     göz kalınlığında. Orada kalabalıktılar. Birbirlerini
     yaşamaya alıştırıyorlardı. Seslerini duymuyordum.
Başımı çevirdiğimde ana-damarı gördüm: Tam saçlarımın
     hizasından toprağa doğru iniyordu. Kara saçlarımdan
     toprağa kadar altın bir rüzgârdı bu.
Sal kımıldadı.
Sıkıntılı bir ses duydum.
Hepsi birden dönüp bana doğru baktı. Canlı bir şey olduğunu
Görmek üzereydiler
Çerçevenin içinde.

Mehmet Taner

Melce

Bir kâse su gibi dökülse kuma
Kuramlar kollayan dik başlı aklım

Rüzgârın başıma verdiği şekil
Yol olsa içimin ormanlarında

Unutsam eşyanın gürültüsün
Rengini suların tadını gülün

Günleri bir secde hızıyla geçip
Erişsem mahşere bir iftar gibi

Genişle ey kalbim kardan sözlerle
Ayıkla ve yıka pıhtılarını

Mehmet Akif İnan

Akşam

Yüzünde elleri sonsuz denizin
Gömelim yüreğe dediğim durum
Saçların en derin bir gökyüzüdür
Varamaz ellerin merdivenleri

Her an bir güvercin çırpınır durur
Kalb atışlarında ve gözlerinde
Bir sırdır içinde evler anneler
Çocuklar başında bir yeşil çelenk

Göklerden bir haber gibidir umut
Görünmez bir yerde saklanmış mahcup
Su gibi içtiğin çok zor son on yıl
Sadakat anıtı bir sonbahardır

Duygu ve sabırdan bir deri giydin
Kuşandın demektir ölümsüzlüğü
Bulutlara gömülü sedeften yüzün
Dünyanı kuşatmış destansı hüzün

Mehmet Akif İnan

Han Duvarları

-Osmanzade Hamdi Bey’e-

    Yağız atlar kişnedi, meşin kırbaç şakladı,
    Bir dakika araba yerinde durakladı.
    Neden sonra sarsıldı altımda demir yaylar,    
    Gözlerimin önünden geçti kervansaraylar…    
    Gidiyordum, gurbeti gönlümle duya duya,    
    Ulukışla yolundan Orta Anadolu’ya.    
    İlk sevgiye benzeyen ilk acı, ilk ayrılık!    
    Yüreğimin yaktığı ateşle hava ılık,    
    Gök sarı, toprak sarı, çıplak ağaçlar sarı…    
    Arkada zincirlenen yüksek Toros Dağları,    
    Önde uzun bir kışın soldurduğu etekler,    
    Sonra dönen, dönerken inleyen tekerlekler…    

    Ellerim takılırken rüzgârların saçına
    Asıldı arabamız bir dağın yamacına.    
    Her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık,    
    Yalnız arabacının dudağında bir ıslık!
    Bu ıslıkla uzayan, dönen kıvrılan yollar,
    Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar
    Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu.    
    Gökler bulutlanıyor, rüzgâr serinliyordu.    
    Serpilmeye başladı bir yağmur ince ince.
    Son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince    
    Nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi.
    Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi.    
    Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine.
    Yol, hep yol, daima yol… Bitmiyor düzlük yine.    
    Ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali,    
    Sonunda ademdir diyor insana yolun hali,    
    Arasıra geçiyor bir atlı, iki yayan.
    Bozuk düzen taşların üstünde tıkırdıyan    
    Tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor,    
    Uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor…    
    Kendimi kaptırarak tekerleğin sesine    
    Uzanmış kalmışım yaylının şiltesine.

    Bir sarsıntı… Uyandım uzun süren uykudan;    
    Geçiyordu araba yola benzer bir sudan.
    Karşıda hisar gibi Niğde yükseliyordu,    
    Sağ taraftan çıngırak sesleri geliyordu:
    Ağır ağır önümden geçti deve kervanı,    
    Bir kenarda göründü beldenin viran hanı.    
    Alaca bir karanlık sarmadayken her yeri    
    Atlarımız çözüldü, girdik handan içeri.
    Bir deva bulmak için bağrındaki yaraya    
    Toplanmıştı garipler şimdi kervansaraya.    
    Bir noktada birleşmiş vatanın dört bucağı,
    Gurbet çeken gönüller kuşatmıştı ocağı.
    Bir pırıltı gördü mü gözler hemen dalıyor,    
    Göğüsler çekilerek nefesler daralıyor.
    Şişesi is bağlamış bir lambanın ışığı    
    Her yüzü çiziyordu bir hüzün kırışığı.
    Gitgide birer ayet gibi derinleştiler    
    Yüzlerdeki çizgiler, gözlerdeki cizgiler…    
    Yatağımın yanında esmer bir duvar vardı,    
    Üstünde yazılarla hatlar karışmışlardı;    
    Fani bir iz bırakmış burda yatmışsa kimler,    
    Aygın baygın maniler, açık saçık resimler…    
    Uykuya varmak için bu hazin günde, erken,    
    Kapanmayan gözlerim duvarlarda gezerken    
    Birdenbire kıpkızıl birkaç satırla yandı;    
    Bu dört mısra değil, sanki dört damla kandı.
    Ben garip çizgilere uğraşırken başbaşa    
    Raslamıştım duvarda bir şair arkadaşa;    

        “On yıl var ayrıyım Kınadağı’ndan    
          Baba ocağından yar kucağından    
          Bir çiçek dermeden sevgi bağından    
          Huduttan hududa atılmışım ben”    

    Altında da bir tarih: Sekiz mart otuz yedi…
    Gözüm imza yerinde başka ad görmedi.    
    Artık bahtın açıktır, uzun etme, arkadaş!
    Ne hudut kaldı bugün, ne askerlik, ne savaş;    
    Araya gitti diye içlenme baharına,    
    Huduttan götürdüğün şan yetişir yârına!…

    Ertesi gün başladı gün doğmadan yolculuk,
    Soğuk bir mart sabahı… Buz tutuyor her soluk.
    Ufku tutuşturmadan fecrin ilk alevleri    
    Arkamızda kalıyor şehrin kenar evleri.
    Bulutların ardında gün yanmadan sönüyor,    
    Höyükler bir dağ gibi uzaktan görünüyor…    
    Yanımızdan geçiyor ağır ağır kervanlar,    
    Bir derebeyi gibi kurulmuş eski hanlar.
    Biz bu sonsuz yollarda varıyoruz, gitgide,    
    İki dağ ortasında boğulan bir geçide.
    Sıkı bir poyraz beni titretirken içimden    
    Geçidi atlayınca şaşırdım sevincimden:
    Ardımda kalan yerler anlaşırken baharla,    
    Önümüzdeki arazi örtülü şimdi karla.
    Bu geçit sanki yazdan kışı ayırıyordu,
    Burada son fırtına son dalı kırıyordu…
    Yaylımız tüketirken yolları aynı hızla,
    Savrulmaya başladı karlar etrafımızda.
    Karlar etrafı beyaz bir karanlığa gömdü;    
    Kar değil, gökyüzünden yağan beyaz ölümdü…    
    Gönlümde can verirken köye varmak emeli    
    Arabacı haykırdı “İşte Araplıbeli!”    
    Tanrı yardımcı olsun gayrı yolda kalana    
    Biz menzile vararak atları çektik hana.    

    Bizden evvel buraya inen üç dört arkadaş    
    Kurmuştular tutuşan ocağa karşı bağdaş.
    Çıtırdayan çalılar dört cana can katıyor,
    Kimi haydut, kimi kurt masalı anlatıyor…
    Gözlerime çökerken ağır uyku sisleri,
    Çiçekliyor duvarı ocağın akisleri.
    Bu akisle duvarda çizgiler beliriyor,
    Kalbime ateş gibi şu satırlar giriyor;

        “Gönlümü çekse de yârin hayali    
          Aşmaya kudretim yetmez cibali    
          Yolcuyum bir kuru yaprak misali    
          Rüzgârın önüne katılmışım ben”    

    Sabahleyin gökyüzü parlak, ufuk açıktı,
    Güneşli bir havada yaylımız yola çıktı…
    Bu gurbetten gurbete giden yolun üstünde    
    Ben üç mevsim değişmiş görüyordum üç günde.
    Uzun bir yolculuktan sonra İncesu’daydık,
    Bir handa, yorgun argın, tatlı bir uykudaydık.
    Gün doğarken bir ölüm rüyasıyla uyandım,
    Başucumda gördüğüm şu satırlarla yandım!

        “Garibim namıma Kerem diyorlar    
          Aslı’mı el almış haram diyorlar    
          Hastayım derdime verem diyorlar    
          Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ım ben”    

    Bir kitabe kokusu duyuluyor yazında,
    Korkarım, yaya kaldın bu gurbet çıkmazında.
    Ey Maraşlı Şeyhoğlu, evliyalar adağı!
    Bahtına lanet olsun aşmadınsa bu dağı!
    Az değildir, varmadan senin gibi yurduna,
    Post verenler yabanın hayduduna kurduna!..
    Arabamız tutarken Erciyes’in yolunu:
    “Hancı dedim, bildin mi Maraşlı Şeyhoğlu’nu?”
    Gözleri uzun uzun burkuldu kaldı bende,
    Dedi:    
           “Hana sağ indi, ölü çıktı geçende!”
    Yaşaran gözlerimde her şey artık değişti,
    Bizim garip Şeyhoğlu buradan geçmemişti…    
    Gönlümü Maraşlı’nın yaktı kara haberi.    

    Aradan yıllar geçti işte o günden beri    
    Ne zaman yolda bir han rastlasam irkilirim,    
    Çünkü sizde gizlenen dertleri ben bilirim.
    Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar,
    Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!
    Ey garip çizgilerle dolu han duvarları,
    Ey hanların gönlümü sızlatan duvarları!..    

Faruk Nafiz Çamlıbel

Sone

Bir çiçek demeti gönderiyorum size,
Kendi elimle kopardım bu çiçekleri;
Yarına kadar hepsi döküleceklerdi,
Biri çıkıp akşamdan onları dermese.

Size güzel bir ders olmalı bu hadise;
İstediğiniz kadar güzel olun şimdi,
Kaybedeceksiniz elbet bu güzelliği,
Bu çiçekler gibi solacaksınız siz de.

Zaman geçiyor sultanım, geçiyor zaman.
Zaman değil geçen, en güzel çağı ömrün;
O büyük dalga bizi de alacak bir gün.

Göçüp gittiğimiz gün biz de bu dünyadan
Unutulur sevdiğiniz, sevildiğiniz,
Sevmeye bakın geçmeden güzelliğiniz.

Pierre de Ronsard
Türkçesi: O.Veli Kanık

Helene İçin Sonnet

Siz de ihtiyarlayacaksınız, gün gelecek;
Yün bükecek bir mum ışığında, hayran hayran,
“Ronsard ne kadar da çok öğmüş bir zaman!”
Diyeceksiniz, mısralarımı söyliyerek.

Bu söz üzerine hizmetçiniz irkilerek,
İşte yorgun düşüp bir kenarda uyuklayan
Ve adımı duyar duymaz yerinden fırlayan
Hizmetçiniz… Ömrünüze dualar edecek.

Kemiklerim bile kalmamış, o toprak altında,
Rahat olacağım ben o gün ruhlar katında;
Sizse ocak başında çömelmiş bir ihtiyar.

Eski günleri o zaman ararsınız, arar;
Hemen yaşamaya bakın dinlerseniz beni;
Dem bu dem, devşirin hayatın çiçeklerini.

Pierre de Ronsard
Türkçesi: Orhan Veli

Kaç, Kurtul Benden

beni mutfak sandalyesine bağlıyorsun
sesi tanrılardan çalıp sana getirmem için

dışardan martıların seslerini yakalıyorum
sadece sen, ben, bugün var. 
sadece sen, ben, bugün vardı.

ben
yapacak daha iyi bir şeyim olmadığı için yaşlanıyorum
bugün, herkesin orospusu
ve sen, şiir sevmiyorsun

çıplak baldırımın üzerinde kırmızı kayış
mesela ben senin yalnızlığını sevecekmişim

şimdi kış
mezarların üzerinden soğuk rüzgârlar esiyor

gözlerin yaşlı bir tren gibi yavaşlarken
yakalıyorum seslerini: gıcırtılar, gıcırtılar

sabah erken, sen tanıdığım en güzel gülen sarhoşsun
ve şiir sevmiyorsun

altımızdaki sandalye giderek yabancı bir lisandan konuşuyor
şekspir bakılmak istiyor
kapıyı onun için aralık bırakıyoruz

yokluğunu büyütmeye hazırlanırken yıldızlar
ve işte bak düşüyoruz ne iyi ne iyi

yık gözlerini
kır kulaklarını
öteler dışarda kalsın

çünkü şiir sevmiyosun
bir babanın arkasında bir bıçak gibi kendine sakladığı kız

bıraksalar
götürürdüm seni ölünce piyanoların gittiği yere
ağzında sakız

ama bizi bulduklarında
terini bıçak kullanarak ayırmalılar terimden
bak

başka kimin var
ölene kadar akordeon çalacak

kılıcımı havaya kaldırıyorum
şimdi yırtıcı bir hayvan
gibi zıplayacak gitarın sesi gizlendiği yerden

yine de sen şiir sevmeyeceksin hiçbir zaman
aslında kimse sevişemiyor eminim

zaten sevişmeyecektik ki
yemin ederim sadece incitecektik
birbirimizi en ikinci yerlerimizden

ben senin yalnızlığını sevdim, sevdikçe azalttım
yağmuru dinliyorsun, yağmuru dinliyossun
ama şiir sevmiyorsun

aslında öbürleri de sevmiyor eminim
kaçtın, kurtulanlara katıldın sevilmekten

martılar
tren yavaşlar
altımızda sandalye camda yağmur

hepsi tek tek şarkıya katılıyor
sadece sen, ben, bugün vardı
sadece sen, ben, bugün vardık

sen
haklılığıma kavuşmak için başladığım bir sarhoştun

ben, seni görür görmez ayrıldım
bugün, hepimizin orospusu
şekspirin bakılmak istediğini herkes biliyordu

yarın hava bulutlu olacak dedin
sustum, yarın yoktu
ve sen şiir sevmiyordun

Enis Akın

Narkissos

Teiresias, o ünü her yana yayılmış kahin Aonia şehirlerinden geçerken
Soranlara birçok şeyler söyledi kusursuz ve doğru.
İlk defa gövel gözlü Leiriope denedi
Sözlerinin gerçek ve onun güvenilmeye değer olduğunu.
Günün birinde Kephisos sularını döndüre döndüre onu kucakladı,
Dalgadan kollarıyla sardı, dileğine erişti. Gebe kaldı o güzel
Leiriope ve dünyaya geldiği anda nymphaların bile
Gönül vereceği bir çocuk doğurdu, adını Narkissos koydu.
Danışanlara, onun yetişkin bir yaşın uzun senelerine
Erişip erişemeyeceğini soranlara geleceği söyleyen o falcı
“Kendi kendiyle tanışmazsa” buyurdu. Boş sanıldı toyunun uzun zaman sözleri,
Sonunda olaylar sevdasının, garipliği ve ölüşü
Gösterdi doğru olduğunu dediklerinin.
Çocuk olduğu kadar, Kephisos’un oğluna,
Bir genç diye de bakılabilirdi on beşine bir yıl daha katan ona.
Arzusunu kamçıladı nice kızların, nice delikanlıların;
Çıkmadı ama içlerinden ona ulaşabilen ne bir oğlan ne bir kız.
(Onun ince vücudunda yatan işte böyle bir gururdu.)
Sürerken gördü onu ağlara ürkek geyikleri,
Kendisine söz söylendi mi susmasını, hem de kendiliğinden söze başlamasını
Bilmeyen, fakat sesleri aksettiren Ekho.
Ses değildi Ekho o zamanlar, vücuttu; fakat konuşamazdı
Başka türlü o geveze ve ağzı yine öyle:
Söylenilenlerden geri yollardı sade
Sözün bitiminde gelenleri kendi diliyle.
Bunu yapan Iuno’ydu, o tam yakalayacağı sırada
Ekseriya dağlarda Iuppiter’in altında yatan nymphaları,
Kaçıncaya kadar onlar, oyalardı Ekho sonu gelmez sözlerle tanrıçayı;
Saturnus’un kızı bunu anlayınca dedi: “Daha az yarasın işe”
“Azalsın eski kudreti beni aldatan bu dilin”
Dediğini de yaptı; o günden beri Ekho
işittiklerini söyler, ve sözleri tekrar eder.
Ekho görünce Narkissos’u bir ıssız kırda dolaşırken
Arzu sardı göynünü, düştü gizlenerek izlerinin ardına;
Bir çıranın ucuna sürülmüş yanıcı kükürt
Beni getirilen alevi nasıl kaparsa
Ekho da yaklaştıkça ona daha yakından yanıyordu aşkla.
Kaç kere okşayıcı sözlerle ona sokulmak,
Kaç kere yumuşak dileklerini ona sunmak istedi;
Yaradılışı vermedi izin söze başlamaya,
Bekleyebilirdi ancak sözleri ki onlara cevaplar yollayacak.
Yoldaşlarının sadık sürüsünden ayrılmış genç çocuk
Bağırdı tesadüfen: “Orda kim var?” “Var” diye cevap verdi yankı.
Donakaldı, gözlerini gezdirdi Narkissos etrafa,
Yüksek sesle dedi: “Gel buraya”; Ekho da söylenileni söyledi.
Baktı Narkisssos ne gelen var ne giden “Niçin” dedi “kaçıyorsun benden?”
Ekho da denilenleri yolladı geri ve bu böyle sürdü gitti.
Aldanarak art arda söylenilen sözlerin görünüşüne dedi:
“Burda buluşalım”; cevap veremezdi hiçbir çağrışa
Bundan fazla istekle Ekho, bağırdı: “Buluşalım.”
Kollarını boynuna dolamak arzusuyla, kendi sözleriyle
Kendinden geçmiş, çıkıyordu koşa koşa girdiği ormandan.
Narkissos bir yandan kaçıyor, bir yandan “Elini çek boynumdan.”
“Ölmek yeğdir” diye bağırıyordu “olacaksa senin her şeyim”.
Ekho başka bir şey söylemedi: “Senin her şeyim”.
Kaçtı, ormanlarda saklandı, örttü kızaran yüzünü
Yapraklarla; o günden beri yaşar ıssız mağaralarda.
Kök saldı her şeye rağmen sevgisi yüreğinde, reddedilmesinin üzüntüsüyle
Büyüdükçe büyüdü, zavallı vücudunu dinmeyen kaygılar inceltti,
Kuruttu derisini zayıflık, uçtu gitti göklere
Eğer ondan ayrılabilirsen seninle gidecektir.
Çekemiyordu onu ne ekmek ne uyku kaygusu ordan.
Bakıyordu aldatan hayale doymaz bir bakışla, uzanmış sık çayırlığa
Gözleriyle kendini yiyordu. Ayrıldı ordan bir ara,
Diz çökerek uzattı kollarını ormanlara:
“Var mıdır?” dedi “ey ormanlar daha yaman aşka tutulmuş bir başka seven?
Bilirsiniz, çünkü siz saklanacak uygun bir köşeydiniz aşıklara.

Var mıdır? Geçti madem bir sürü asırları hayatınızın,
Ebediyet boyunca böyle eriyip giden biri geliyor mu aklınıza?
Seviyorum, sevdiğimi de görüyorum; fakat erişemiyorum gördüğüme, sevdiğime.
Sevenin kapıldığı hayal ne kadar aldatıcı? Bizi ayıran,
Ne koca deniz, ne bir yol, ne kapıları kilitli surlar;
Bu kadar acı çekmem için aramızda sade bir avuç su var.
O da kucaklanmak istiyor, ne vakit dudaklarımı öpmek için uzatsam
O da ağzını bana yaklaştırmaya çalışıyor.
İnsana tutulur gibi gelir, o kadar küçük ki engel olan aşkımıza.
Kim olursan ol, buraya gel sade. Eşsiz çocuk bana niçin oyun ediyorsun?
Ben seni aradım mı nereye gidiyorsun? Kaçtığın yüzüm değil, ne de yaşım.
Çünkü benden nymphalar bile hoşlanırlar. Bilmediğim bir ümidi vaat ediyorsun
Dost yüzünle. Uzatınca kollarımı sen de bana uzatıyor; gülünce ben, gülüyorsun.
Gözyaşlarını görüyorum ağladıkça; kırpınca ben, gözlerini kırpıyorsun.
Anlıyorum güzel ağzının oynamasından, kulaklarıma erişmeyen sözler söylüyorsun.
Anlıyorum, o benim, aldatmıyor beni artık hayalim.
Tutuşturan da ben, yanan da. Kendime olan sevgimle yanıyorum.
Ne yapayım? İsteneyim mi? İsteyeyim mı? İsteyecek ne kaldı artık?
Beni yoksul ediyor varlığım; arzuladığım benimle.
Ayrılabilsem vücudumdan; garip bir dilek seven için ama,
Sevdiğim uzak olsa keşke. Kemirsin artık gücümü acı,
Ve geldi son günleri ömrümün, göçüyorum hayatımın baharında.
Ölüm gelmeyecek bana ağır dinecekse acılarım.
Vücudunun özü kuvveti. Bir ses, bir avuç kemikti ondan arta kalan;
Söylerler sonradan kemiklerinin taşlaştığını, ses kaldığını.
O günden beri ormanlarda gizlenir, görünmez artık dağlarda;
Onu herkes işitir, yaşayan sade bir ses var onda.
Başından savdı nymphaları, dalgalardan ve dağlardan doğanları da;
Başından savdı delikanlıları da. Yalvarır günün birinde
Hor gördüklerinden biri kaldırarak ellerini göğe
“Bırak sevsin bizim gibi, bizim gibi sevdiğine erişemesin.”
Bu haklı dileği yerine getirdi Ramnus’lu.
Berrak bir pınar vardı, dalgalarında gümüşler oynaşır,
Ona ulaşan ne bir çoban, ne otlayan bir keçi, ne bir sürü,
Ne vahşi bir hayvan, ne ağaçtan düşen bir dal;
Tek bir kuş bile yoktu onun sükûnunu bozan.
Çevresinde en yakın suyla beslenir bir çayır,
Ve oranın güneş ışığıyla ısınmasına engel olan orman.
Pınar ve yerin güzelliği çeker onu kendine,
Uzanır Narkissos av yorgunluğu ve sıcağın verdiği ağırlıkla yere.
Gidermek istersen susuzluğunu, artıyordu bir yandan susuzluğu;
İçtikçe suya vuran güzelliğine hayran,
Seviyordu tensiz bir hayali, vücut sanıyordu sulardakini.
Donakaldı Paros mermerinden bir heykele benzeyen o aynı yüzle
Kımıldamaksızın, bakıyordu kendine kendi şaşkın şaşkın.
Bakıyordu önünde duran ve bir çift yıldızı andıran gözlerine,
Bacchus’a, Apollon’a yaraşır saçlarına,
Tüysüz yanaklarına, fildişinden boynuna,
Parlak, kardan bir beyazla karışan rengine, alımına ağzının,
Bakıyordu hayran hayran topuna, kendine bu görülmezlik güzelliği sunanların.
Bilmeden kendini arzuluyor, severken onu kendini seviyor,
İsterken kendini istiyordu, içini yakan ateşi tutuşturan da kendiydi.
Kaç kere faydasız öpücükler sundu aldatan pınara.
Suların ortasında gördüğü boynuna kollarını dolamak arzusuyla
Ellerini kaç kere daldırdı, boşa kavuştu kolları sularda.
Neyi gördüğünü bilmiyor, fakat yanıyordu onunla,
Gözlerini aldatan hayal onu coşturuyordu.
Ey saf çocuk, neden bir kaçan hayal peşindesin?
Yok hiçbir yerde dilediğin; sen hele bir dön bak nasıl kaybolacak.
Gördüğün o, gölgesi suya vuran şeklin aksidir.
Onun olan hiçbir şeyi yok; seninle geldi, seninle kaldı,
Sevdiğim daha ömürlü olsun dilerim.
Ve şimdi can verelim ikimiz bir solukta”.
Dedi, kendinden geçmiş, aynı yere seyre döndü.
Dalgalandı sular yaşlarla, geri gelen hayal
Karardı gölün oynamasıyla. Görünce gittiğini uzaklara
Bağırdı: “Nereye gidiyorsun? Bırakma beni.” Taş yürekli, seveni
Yalnız koma. “Madem bırakmıyorsun dokunmama, hiç olmazsa
Doya doya bakayım, yiyecek bulayım sürüp giderken sonu acı çılgınlığım
Dertlenerekten gömleğini baştan aşağı yırttı,
Çıplak göğsüne vurdu mermer yumruklarıyla.
Döğdüğü göğsü bezendi gül kırmızıyla,
Nasıl erguvan rengi alır renk taneleri olmamış bir salkımın,
Ve bir yanı beyazken bir yanı kızaran elmaların.
Görünce suya dönen onları dalgalarda,
Daha fazla duramadı; zayıf bir ateşle nasıl erirse sarı balmumu,
Ve ısınır da sabah yağan kırağı güneş ışığıyla nasıl yok olursa.
Aşkla incelen o da gizli bir ateşle için için eridi ve yok oldu gitti.
Kalmadı artık ne kırmızıya çalan beyaz teni, ne diriliği, ne kuvveti.
Ne göz alan onlar, ne de Ekho’nun vaktiyle sevdiği vücut.
Her ne kadar küskün ve geçenleri hatırlıyorsa da acıdı gene ona;
Zavallı çocuk “Ah” diye bağırdıkça her defasında
Çınlayan sesiyle tekrar ediyordu “Ah”.
Elleriyle o kollarını yumruklarken çıkan sesleri geri yolluyordu Ekho.
Şunlar oldu son sözleri gözlerini ayırmadan sulara bakan Narkissos’un:
“Ey boş yere sevdiğim çocuk”; yer tekrar iletti dediklerini.
“Elveda” deyince o, bağırdı Ekho: “Elveda”.
Yorgun başını dayadı sık çayırlığa,
Ölüm kapadı efendilerinin güzelliğine hayran gözlerini.
Hala bakıyordu kendine, yeraltına göçtükten sonra bile;
Bakıyordu Styks sularına. Döğündüler bacıları Naıas’lar
Kesik saçlarını yanı başına koydular; döğündüler Dryas’lar
Ekho da katıldı onlara, tam sedyeyi, odun yığınını, titreyen meş’aleleri
Hazırladılar, vücut yoktu hiçbir yerde, yerinde sarı göbeğini
Beyaz yaprakların kucakladığı bir çiçek buldular.

Publius Ovidius Naso

Türkçesi: Can Yücel
(Tercüme Degisi, sayı 75, 19 Mayıs 1944)
Kaynak: Klasik Akım – Erdoğan Alkan – Varlık

Böyle Başlamak İstemezdim

Karbonları silik çıkmayan bir hayat seçtim kendime.
Kendimi çok özledim. Bir martının sesini duyarım.
Bir çocuğum olur adını gün ışığı koyarım. Aşk dersem
sus! Aşk dersem öl! Hep sperma, hep yas, benim mi
bu mika aldanış. Sözleriniz ne güzel, gözleriniz sis,
lütfen yüksek sesle sevmeyiniz. Sıcacık bir serçe düşer
gözlerimden. Uzar akşamların sıkıntısı, uzar ay kılıklı
bir aşk, evlere sığmaz…

Yalnızlığım yalnız kaldı
Güvercin uçuşu bir öpücük alır mıydınız?

Saat altı. Hüznün mesaisi bitti.
Hadi içelim, şimdi insan olma vakti.

Bir adam çekip giderim buralardan ıslığıdır.
Çekip gidemez buralardan bu onun dalgınlığıdır.

Ey kül rengi kadın sahi siz en pıhtı tanıdığım
mıydınız? Gün bir uyanmak gibi gerinir. Neyimize
yetmez küf ve su, baharat konuşur. Öpün üşüyen
ağzımdan, köpürsün gövdem. Şaşırsın böcek!
Konuşsun lamba! Korkunç uyumsuzum. Ey
gecelerimin ormanı, düzelt hüznümü, köpürt!
Su rengi çiçeğim, kestane saçlım, buğum benim.
Gece ve çıplak. Çıngırak ve tomurcuğun sesi.
Ve hayat ve hayat komuta bende artık!..

Topallayan ah deli yüreğim
Böyle başlamak istemezdim…

Engin Turgut

Sevgili Dost

Sevgili Dost,

Zarfın üstüne ismini yazıp postanedeki memura uzatıyorum. Memurda zarfı geri uzatıyor bana. Bunun üzerine yaşadığın şehrin ismini yazıyorum. Memur başını iki yana sallayıp, geri veriyor zarfı. Bu defa oturduğun semtin ismini ekliyorum. Hayret, zarf yine karşımda.. Cadde ismi de yetmeyince, sokağın adını yazıyorum. Fakat, memur ısrarla kaşlarını havaya kaldırmaya devam ediyor. Bu sefer apartmanın ismini yazmak zorunda kalıyorum. Memur “numarası” diye azarlıyor beni. Apartmanın numarasını da yazıp hışımla veriyorum zarfı. Memur ayağa kalkıyor… Bir adım geri çekiliyorum. “Daire numarasını da yazacaksınız!” diyor, nazikçe.. Daire numarasını da yazıyor, sonra kendimden emin bir şekilde gülümseyerek uzatıyorum zarfı.. Memur önce cebinden bir mendil çıkartıp alnındaki terleri siliyor. Sonra sesini kalınlaştırarak: “Pul” diyor.”Pul!”

Demek yazdıklarımı sana ulaştırabilmek için küçük bir bedel ödemem gerekiyor. Elimi cebime atıp bozuk para arıyorum. Bozuğum yok. Cüzdanımdan çıkarttığım kağıt parayı uzatıyorum memura.O, kağıt parayı önce parmaklarıyla yokluyor,sonra ışığa tutuyor. Aman ALLAH’ım! Yüzündeki ifade değişiyor memurun. Bağırmaya başlıyor:

-“Sahte bu, sahte! Bu mektubu gönderemezsin!”

İkinci cümlede gizli bir sevinç hissediyorum.

Sevgili Dost,

İşte eline geçmeyen son mektubumun hikayesi bu. Postanedeki memur haklıydı. Çünkü Sokrates’in; “Hiç bilmemek eksik bilmekten yeğdir” sözünü bilmese de, eksik bir adresle gönderilen mektubun yerine ulaşamayacağını çok iyi biliyordu.

Sevgili Dost,

Hayat, bilgi istediği gibi bedel de istiyor. Ekmeği tanıman yetmiyor, onu sofrana götürebilmek için bedel de ödüyorsun. Postanedeki memurun “pul!” diye feryat etmesi boşuna değil… Hayat bedel istiyor…

Sevgili Dost,

Postanedeki memur, kağıt parayı ışığa tutarak “sahte” olduğunu anladı. Sen nasıl ayıracaksın sahteyle gerçeği. Acaba nasıldır sahtesi basılamayacak dostluğun resmi..?

Sevgili Dost,

İnsan bir bakışla ne görebilir..?

A. Ali Ural
Posta Kutusundaki Mızıka
Şule Yayınları 59. Baskı