Aşk Daha Yoğundur Unutuştan

42

aşk daha yoğundur unutuştan
daha ince hatırlayıştan
daha seyrek ıslak bir dalgadan
daha sık becerememekten

odur en çılgın ve aysı
ve daha az olmayacaktır
tüm denizlerden, ancak o
daha derindir denizlerden

aşk daha az süreklidir başarıdan
daha az hiçtir canlı olandan
daha az büyükçe ilk başlayıştan
daha az küçükçe bağışlamaktan

odur en sağlıklı ve güneşsi
ve daha çok nasıl ölsün o
tüm göklerden, yalnız odur
göklerden daha yüksek olan

e. e. cummings
Çev: Suphi Aytimur

Baba Evi

Şiir; yani söz… Bir davet metodu. Bayağı, sıradan değil; zarif, çoğu kere sadece muhatabına fısıldayan güzellikte nükteli… Şiir neye davet eder insanı? Şairini, okuyanını bir âlemden bir âleme geçişe yahut iç âleminde yürüyüşüne ya da üçüncü boyuttaki zamandan ve mekandan uzak hiçliğe yahut hepliğe. Okuduktan sonra çoğalmış ya da azalmışsanız biraz önceki siz değilseniz,
birşeyler vardır o şiirde. Bazen kelimeler şairin ağzından öyle umarsızca dökülür tembelliğe, serkeşliğe davet eder sadece; bir şey öğretme-anlatma gayesi duymadan, cımbızlı şiirde olduğu gibi: Bir elinde cımbız bir elinde ayna / Umrunda mı dünya… Bazen dağları, taşları, seherde kuşları zikre davet eder Allah’a Yunusça: Dağlar ile taşlar ile çağırayım Mevlâm seni

Allah kullarını Kur’an’la kendine ve kendini bilmeye davet etti. O söz o kadar gerçek ve o kadar müzeyyendi ki güzellikteki kemal insanı zâtına hoşça bakmaya, nâkıslığını gidermeye davet etti. Ve telâş etti insanoğlu onun gibi güzel söylemeye, şiir doğdu bu telâştan… Dört kitabın manisini okuyan Yunus, aşka gelince gördüm bir uzun heceymiş dedi, ozanlara bir ayak verdi, aşkı söylemeye davet etti onları… Belki ondandır ki şairler ne söylerse söylesinler el-hak aşktan dem vurmadan geçmezler şiirin diyârından…Şiirin sesindeki davetin gücü cilt cilt kitaplara, binlerce sayfalık nesirlere galebe çaldı. Aziz İstanbul, Bedr’in Aslanları, Durun Kalabalıklar, Ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm, Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir, Gör zāhidi kim sāhib-i irşad olayım der, Kişi noksānını bilmek gibi irfan olmaz…gibi berceste ifadeler değil midir sayfalarca nesirlerin bir çırpıda söyleniveren hülâsâsı… 
Şair, sözle önce tenhâlığını, yalnızlığını paylaşmaya davet eder okuyucuyu. Şiir okunmaya başladığı andan itibaren söz kapısı açılmıştır artık iki taraf arasında. Siz dinledikçe o çağlar; o çağladıkça siz taşarsınız ırmak ırmak…Duygu seline kapılmış gibi. Son sesini söylediğinde şair aynı yerde değilsiniz ve aynı insan da değilsiniz artık. 
Sizin var mıdır- bu da soru mu, mutlaka vardır- dilinize dilinize peleseng olan şiirler. Düşündüm de beni çağıran şiirleri. Neden dönüp dönüp her şeyden sonra kapılarına dayanıyorum, biliyorum ki susuz bırakmayacaklar beni, kimi sözün serinliğinde dinlendirecek kimi âteşin yakıcılığında kavuracak, ama kesinlikle susmayacak. Cemal Kurnaz Hoca’nın Dîvân Şiirinde Belge Redifler makalesini okumadım henüz ama tahmin ediyorum Walter Andrews’in Şiirin Sesi Toplumun Şarkısı kitabında olduğu gibi klasik edebiyatımızda metin şerhi yahut şiir tahlili dediğimiz yolu takip ederek şiirin kelimeler kadrosunu veya sadece rediflerin simgelediği anlamları yan yana koyduğumuzda dönemin iktisadî, idarî toplumsal, kültürel anlayışını şiir üzerinden okumanın pekâlâ mümkün olduğunu söylüyor. Varlık, yokluk, adalet, zulmet, aşk, nefret, bilmek, hissetmek adına insanla yani fâil ile meful ve mefhum adına zihninizden ne geçiyorsa şiirin hisler şehrine sizi davet eden bir kapısı mutlaka var.

Gelelim 20 yıldır bu arsız misafiri hep kendine davet eden şiire:

Uzaklarda yurdum burdan çok uzak
Her mevsim güneşli, masmavi göklü
Camili, kubbeli, kümbetli, köşklü
Ozanlı, Garipli, Kervansaraylı

Hele insanları Alpli, Giraylı
Yok haber onlardan, baba evimden
Bu yüzdendir halim kopuk bir yaprak
Her şey çok uzakta benden çok uzak
Bu mısraları Haluk Dursun hocadan işittiğimde, 1947 sonbaharında Sen Nehri kıyısında cesedi bulunan Buğra Alp Giray’ın cebinden çıkan bir kâğıt parçasına yazılmış Paris Akşamları şiirinden bir parça olduğunu bilmiyordum. Hoca sadece adını ve memleketini söylemişti şairinin.

O, II. Dünya Savaşı sırasında tehcire tâbi tutulan, yurdundan sürülen bir Kırımlı. Çağırdı beni baba evine. Belli ki kendisi Paris’te ama ruhu Kırım’da, köyünde yaşıyordu. Kırım toprakları, baba evinden gelen rüzgâr masmavi göklerden aşağılara kubbelerin, kümbetlerin serin kuytularına savurdu beni. Buğra Alpgiray bir daha Kırım topraklarını hiç görmedi. Cengiz Dağcı’nın O Topraklar Bizimdi ve Onlar da İnsandı eserlerinde anlattığı milletinin Sibirya’ya sürülüşünü, hastalananların diri diri
trenlerden atılışını bilmedi, belki buzlara çakılıp kalan çığlıklarını da duymadı; puslu Paris akşamlarında hayalindeki güneşli, masmavi, mâmur Kırım’ın hayaliyle gözlerini kapattı kahpe dünyaya. Hiç olmazsa milletinin yok edildiğini baba evinin harâb olduğunu görmeyen, hayallerinde
yaşattığı Kırım’la ölen Alpgiray mı daha şanslıydı yoksa vardım ki yurdundan ayağ göçürmüş / yavru gitmiş ıssız kalmış otağı diyen Bayburtlu Zihni mi? Bayburt Ruslarca harâb edilmiş de olsa başka diyarlarda değil kendi memleketinde talihsiz milletine şiir düzdüğü için…

Baba evi… Vatan toprağı gibi mukaddes, aziz. Teklifsiz, sorgusuz sualsiz dalarsınız içeriye. Ömrünüz boyu size açık yegâne kapı, yani memleketiniz. Şimdi hiç alâkası yok diyeceksiniz ama yurtdışından gelirken bu duyguyu öyle yaşıyorsunuz ki vatanınızın bir kere daha iliklerinize kadar baba eviniz olduğunu hissediyorsunuz, kaygılanmadan, elinizi kolunuzu sallaya sallaya pasaportunuzu polise uzatırken o hoşgeldiniz demeden sizin bir hoşbulduk diyesiniz geliyor şöyle dolu dolu…

Sınır kapısından çıkarken bu sefer baba evinden çıkar gibi bir hüzün hissettim hiç tanımadığım Yüksekova’nın ışıklı silüetine bakarken. Sınırdan geçince bile Turkcellimin ülke kodunu çevirmeden çekiyor olmasına çocuklar gibi sevindim. Yolculuyor beni dedim içimden bir müddet daha kendimi garip hissetmeyeyim diye. Baba evinden kendi isteğinle bile çıkmak bu kadar tuhaf ve zorken sürülmenin sancısını tahayyül ne kadar güç! Adı Ermeni, Sırp, Rus, Yunan kim olursa bu medeni(!) milletlerin baba evimize uzattıkları hain eller bu milleti kopuk bir yaprak gibi savurdu yurdundan uzak. Samiha Ayverdi’nin Balkanlarda anlattığı sokakları, çil çil kubbeleri sanırsınız
Bursa imiş, bir Anadolu çarşısına düşmüş yolunuz. Yıllar sonra mezar taşlarından bile ismi silinip yok edilenlerle Aytmatov’un mankurtlaştırılan zihni silinip yok edilenler arasındaki kader birliğini nasıl izah edebiliriz?

İnsanla beraber zamanda yol alan şiir her devirde farklı anlamlar söyler size. 16.yy da yazılan bir şiiri o yüzyılda yaşayan biri gibi yorumlayıp anlatamayız elbette. Belki eksik belki fazla anlatırız ama zamanımızın değerleriyle yorumlarız onu, şiirin ölmezliği her dem taze oluşu burda gizli değil midir biraz?

Kubbe-kümbet-köşk… Telaffuzunda/söylenişinde taşın yahut mermerin sertliğini bir hamur gibi yumuşattıklarını hissettiniz mi siz de ve manalarıyla bütün bir medeniyetin miyarını tarttıklarını ağırlığınca. Çoğunlukla edebiyatımızda gök kelimesiyle yan yana yürüyen kubbe; dünya anlamına ilâve olarak enginliğini ve genişliğini de ifade eder Osmanlı coğrafyasının… Gökkubbede bir hoş sâdâ bırakmak gayesiyle eline, beline, diline pisliği dolamayan, eksikliği muhatabına üslubunca söyleyen, mahremiyeti emânet bilen büyüklerin bugün yattığı kümbetler dünyada ukbâyı yaşayanlara yakınlaştırır sizi.

Evliya Çelebi bu coğrafyanın ABC’sini yazdı, Taşköprülüzâde, Âşık Çelebi, Kâtip Çelebi zamanlarındaki ulemâ, şuârâ, umerâ ve vüzerâdan; hâsılı büyüklerden ve zariflerden söz açtılar kitaplarında. Sırça saraylarda, bin bir odalı köşklerde yaşayanları ya da çarşıdaki nalburcuyu, kalemdeki yazıcıyı, haremdeki şehzadeyi kuyumcu titizliğiyle yazdı kalemleri. Onlar söz testisini
iyiyi ve güzel olanı anlatmak için kırdılar, bu millete lâyık bir eser bırakmanın sorumluluğunu bildikleri için insanların mahremiyetleriyle işleri olmadı, bayağılaşmadılar. Bu sebeple içinde her ne olduysa kubbe-kümbetköşk kelimeleri bize hep azâmeti, zerafeti, ulviyyeti hatırlattı. Kubbede hoş sadâ bıraktıkları, hürmet ettikleri için hürmet gördüler. Onlar ve onlar gibiler bu sebeple baba evinin yegâne sahipleri kalacaklar, uzaklarda savrulup gitseler bile.

Selâm ile…

Ümran Ay
Rengâhenk Dergisi / Sayı 17 / 2011

Ölüme Dair

Ölümü zararsız bir mahlûk haline getirmek istediler
………………………………Göz yaşını icat ettiler.
Kimisi tuzunu az buldu kimisi çok,
………………………………Velhasıl beğenmediler.
Ölüme kardeş gibi ısınmak istediler;
Kabristanın tuttular elinden
Şehrin orta yerine getirdiler,
Taş üstüne taş kodular
Üstüne nakış oydular.
Serviler açıldı orta yerinden
İçerisine rengârenk kuşlar
Yemyeşil dualar dolduruldu.

Ölüme kardeş gibi ısınmak istediler.
Şiiri seferber eylediler
Dolaştı asırlarca mısralar kabir kabir
Salındı servilerden yiğit besteler
Şiiri seferber eylediler
Ve elbirliği ile
Gökyüzünün en münasip katında
Mükemmel bir cennettir kuruldu
Ve üzerimize güller
Mezkûr cennette har vurup harman savurdu ölüler.

Bedri Rahmi Eyüboğlu

Sulh Bir Hatıra Oldu

Böyle mi gelecektin Eylûl? Farkında mısın,
Ne başka bir sonbahara verdin bahçemizi.
Neler savrulmadı bilsen yapraklardan evvel!
Bu sefer ne olduysa biz insanlara oldu.

Daha doymamıştık son yemişlerine yazın:
Kuşlardı, çiçeklerdi besleyen neşemizi.
Gün sakindi, gece yıldızlı, yaşamak güzel!
Geçen yaz mevsimiyle sulh bir hatıra oldu.

Cahit Sıtkı Tarancı

Bir Aşk Hatırası

Yalnız o yaşta âşıklara mahsus
Şeffaf mı şeffaf yaz akşamlarında,
Çok zaman kaçamak buluştuğumuz,
Gün görmüş, emektar çamlar altında.

Neydi o rüzgâr ılgıt ılgıt esen?
Neydin güzelim, ne türlü dilberdin!
Hani ya bir gülüşünle istesen,
Dünyayı gözümden azâdederdin.

Sevdalı kolumun çizdiği kavis,
Sararken her sefer ince belinden,
Sanırdım kavsikuzahlarla ikiz,
İkiz çıkmıştır o Tanrı elinden.

Cahit Sıtkı Tarancı

Yanlış Bilmesinler Beni

Bahçem ağaçlardan, çiçeklerdendir.
Evim taştan yapılmış.
Annem kardeşim gibi severim
Ağaçları, taşları, çiçekleri.
Hepsine dair hâtıralarım var,
Kimi acı kimi tatlı hâtıralar.

Bu ağaç servi olmadan,
Bu taşa kitâbem yazılmadan,
Bu çiçek kabrime çelenk diye getirilmeden,
Söyleseniz beni onlara kuşlar,
Yanlış bilmesinler beni.

Cahit Sıtkı Tarancı

Bir Saadet

Ne bir kelime konuştuk,
Ne işaret çektik birbirimize,
Fakat gerçektir seviştiğimiz
Vapur kalkıncaya dek,
Gözgöze gelmekle sade.

Bir saadet gibi hatırlıyorum,
Yasemin kokusu ondan,
Teneffüsü benden,
Bir yaz akşamı,
Kandilli iskelesinde!

Cahit Sıtkı Tarancı

Ajans Dinlerken

Vaktiyle gölgesinde dinlendiğimiz çınar,
Eski mahalle, vakıf çeşme, bakımsız cami,
Sakın zannetmeyin sizi garipsediğimi,
Bir güvercin hüznünde susan geçmiş zamanlar!

Affedin beni daldığım oluyorsa eğer,
Neyleyim gönlümce değil bu olup bitenler.

Cahit Sıtkı Tarancı

Mahzun Durmak

Sevdiğim insanlara
Kızabilirdim,
Eğer sevmek bana
Mahzun durmayı
Öğretmeseydi.

Orhan Veli

Büyü Şiir

Pâris’de genç iken koyu Baudelaire – perest idim.
Balkon’la, Yolculuk’la, Güzellik’le mest idim.

Sinmişti şi’ri rûhuma ulvî keder gibi;
Absent’e damla damla sızan bir şeker gibi.

Hulyâsının yarattığı iklîm o başka yer!
Gür defnelerle çevrili, afyonlu bahçeler…

Her zevki bir harâm olan efsunlu cennetin
Koynunda vardı lezzeti bin türlü nîmetin.

Bir gün vedâ edip o diyârın hayâtına,
Döndüm bütün bütün vatanın kâinâtına

Lâkin o bahçelerde geçen devre’den beri
Kalbimde solmamıştır o şi’rin çiçekleri.

Yahya Kemal Beyatlı