Pencerelerden seyret içlerine girme

Tugay Kaban‘a küçük bir pencere

Pencerene kar buğusu bıraktım
Belki adımı yazarsın diye
Belki beni çizersin diye
Pencerene kar buğusu bıraktım

Ahmet Erhan

Gözleri terkedilmiş bir evin pencereleri gibi bomboştu, gözlerin ışığı sönmüştü.

Cengiz Aytmatov – Elveda Gülsarı

Bu yüzden daracık bir yer seçeriz korunmak için
kendi sınırsızlığımızdan. Belki de bu yüzden
burada oturuyorum ben, bu pencere önünde,
…..bakmak için
gemicilerin rıhtımda, kaldırım taşlarında kalan
ayak izlerinin bir peri masalındaki sıra sıra,
dikdörtgen aylar gibi yavaş yavaş silinişine.

Yannis Ritsos

Hâl

Pencereme vurmayın, ödüm patlayabilir;
Dokunmayın, vücudum boşluğa kayabilir…

Necip Fazıl Kısakürek

Seni bir çok daha görmek için
Dallarına basıp yaylandığım
Şiiri katıksız dolambaçsız
Bir önsöz olsun diye yazdığım
Senin adınla karıştırıp
Adını yüreğimin canına
Kazıdığım ve şimdi bir akşamüstü
Penceremden ansızın görünmeyen

Çamağacına

Onat Kutlar

Pencereme dolanma ayışığı
Rüzgarın soluğuyla titreye titreye
Ağaçların hatırını sor
– Yoksul ve kimsesizdirler
Denizlerin dibinde oynaşıp duran
Balıkların sırtlarını ışıt

Ahmet Erhan

Ve gönül Tanrısına der ki:
– Pervam yok verdiğin elemden;
Her mihnet kabulüm, yeter ki
Gün eksilmesin penceremden!

Cahit Sıtkı Tarancı

dünyanın soluğudur kar yağarken pencere
silinen bir vazoya tozun konması gibi
ey dokunma duygusu
sensin bu bahçenin sahibi.

İbrahim Tenekeci

Boş düşlerle beslemişiz kalplerimizi,
Kalpler saldırganlaşmış bu yüzden;
İçimizdeki kin daha yoğun
Duyduğumuz sevgiden; Ey bal arıları
Gelin, sığırcığın boş yuvasında kendi yuvanızı yapın.

William Butler Yeats / Penceremin Yanındaki Sığırcık Yuvası

Bir pencere, bakmaya
Bir pencere, duymaya
Bir pencere, yeryüzünün yüreğine ulaşan tıpkı bir kuyu gibi
Tekrarlanan mavi şefkatin enginlerine açılan.
Yalnızlığın küçücük ellerini
Cömert yıldızların verdiği gece bahşişi kokularıyla
Dolduran bir pencere
Belki de konuk etmek için güneşi şamdan çiçeklerinin gurbetine
Bir pencere, yeter bana

Furuğ Ferruhzad

Bir şey söyle bana
Teninin tüm sevgisini sana bağışlayan insan
Ne istiyor diri kalma duygusundan başka?
Bir şey söyle bana
Kıyısındayım pencerenin
Ve güneşle bağlantıda…

Furuğ Ferruhzad

Pencereyi aç
Sesin sarsın dünyayı
Duyulur elbet ta ötelerden
Yürek kendini tanır

Arkadaş Zekai Özger

Karşılıklıydı pencerelerimiz seninle
evlerimiz sırt sırta binmiş
bi ben geldim, sizin cama sen yoktun
bi sen geldin,
benim pencerem kapalı ..
bakamadık sokaklara, insanlara bir gözle.

Benim penceremin önünden kuşlar uçtu
Sen yakalayamadın hiç
Senin pencerenden geçtiyse uzun trenler
Ben hiçbirine el sallayamadım

Sırt sırta yapsak da evlerimizi
Biz bir pencereden yakalayamadık
akıp giden hayatı…

Akide Ufuk Türkelli

sımsıkı kapatmış olsak da
bizi ürperten anıları hayatımızın
eski defter ya da kuzeydeki pencere

Murathan Mungan

unutma sana yolladığım mendili (adını işlemiştim)
kırmızı yaşmağı (nişanesiydi bekaretimin..)
ilk dizesini, sana yazdığım son şiirin (seni seviyorum demiştim…)
yüzünde ağarttığım geceyi (sabahında pembe gül dermiştin…)
kahvaltıda yediğim iki zeytin tanesini (gözlerine benzettiğim)
rengi değişmeyen zakkum çiçeğini (aşktı yani; kendimi zehirlemiştim…)
unuttuklarımı da unutma sakın! (hepsini sana vermiştim…)

ikilemlere düşme sakın!
cık gel beklerken seni
beklemediğim zamanında saatlerin…(şimdi değilse bile yarın!)

penceredeyim!…

Tayyibe Atay

Yorgun dünyanın içine girme. O girdaplı su kimleri yuttu bir bilseydin korkardın. Sen sen ol, âlemin penceresinden seyret yine âlemi. Bir tren vagonundaymışsın misali daya başını cama, akıp giden görüntüler nehrini izle bir seferi gibi…

Mustafa Ulusoy

Erlerle etme pencerelerden alış veriş
Dadına gâhi yardım edüb sen de gör ki iş
Yağ bağlasun yüreği ninenin karış karış
Dek dur küçükden evde oturmaklığa alış
Olma sokak süpürgesi kadın kadıncık ol

Enderûnlu Vâsıf

Bir tambur bir yalnızlığı anlatıyorsa
O ışıksız pencereden
Ben onu bile bile duymuyor gibiyim.

Erdem Bayazıt

Pencere, korunun rüzgârıyla öpecek ensenden.

Şükrü Erbaş

Ya da bir düşte yürüyor gibi
Islak mavi bir sabahtı, açtınız pencerenizi
Şöyle bir gerindiniz, gökyüzüne baktınız
Tutarak sapından bembeyaz bir karanfili
Sevinçle okşadınız
Ve içerde kahvaltınız bekliyordu sizi
Öyle ki, kahvenizi içiyordunuz, birazdan çıkacaktınız
Tam o sıra kapının zili
Tuhaf şey .. Bu saatte .. kim olabilir ki
Ve işte az önce aldınızdı gazeteleri
Öyleyse?
Yaktınız bir sigara daha, kapıya yöneldiniz
Bırakıp masaya kahvenizi
Kilidi çevirdiniz, açtınız kapıyı
Usulca
Bir kurşun!

Edip Cansever

kalbimden kalbin havalanıyor
bilmediğim bir kuş
sabaha kadar ayrılmıyor pencereden

Derya Önder

Vaktiyle İzmir’e gitmiştim
Ömrümde ilk defa
Aşıklık yüzünden.
Şehre girerken ışıklar uçuşuyor
Rüzgar okşuyordu saçımı tren penceresinde,
Kalbim bir bayrak gibi çırpınıyordu.

Cahit Külebi

Bir akşam-üstü pencerenden bakıyordun
Ağır ağır, yollara inen karanlığa.
Bana benzeyen biri geçti evinin önünden.
Kalbin başladı hızlı hızlı çarpmaya..
O geçen ben değildim.

Özdemir Asaf

söylüyorum, iki cihanda mutsuzum, insanım
tenhalaşıyorum bir yılan ıslığına dönüşüyor sesler
pencerem kırılıyor,işte, armağan diyorum sana
savrulup düşen kan taneleri, konuk olduğun kalbim

Tuğrul Keskin

Son kez baktığın pencerede hayal edip seni,
Perdenin son kez kapanması gibi,

Kapanmalıydı gözlerim.

Dursun Ali Erzincanlı

Ayrılık
Çoğalarak giriyor günlerime
Senden başka kim bilebilir
Geçmişin dökümünü yaptığımı
Ağır ağır pulsara dönüşürken güneşler
Sonbahar hüznüne benziyor pencerede
Artık konuk beklemeyen gözlerim
Sayfalar da bitti ışık da her yanı kapladı

A. Kadir Bilgin

Sabah olmuştu, ve penceremin kepenkleri arasından
Gönderiyordu ilk ışıklarını güneş
Kör karanlık odama;
Uykum daha hafiflemişken
Ve daha da tatlılıkla gözlerimi gölgelerken,
Beliriverdi yanıbaşımda ve baktı yüzüme
         o kadının hayâli

Giacomo Leopardi

Bir şey söyle bana
Teninin tüm sevgisini sana bağışlayan insan
Ne istiyor diri kalma duygusundan başka?
Bir şey söyle bana
Kıyısındayım pencerenin
Ve güneşle bağlantıda…

Furuğ Ferruhzad

İçerde

Pencere, en iyisi pencere;
Geçen kuşları görürsün hiç olmazsa;
Dört duvarı göreceğine

Orhan Veli

Önünde yalnızım pencereciğin,
Ne bir konuk, ne bir dost bekliyorum.

Sergey Yesenin

-her zaman paylaşılan duygular vardır
yeri gelince ölümler de paylaşılır
bölüşmek bir ölümü dostluğu ve şiiri
benzemez beyaz evlerden mavi sulara
aynı pencereden iki yabancı gibi bakmaya-

Haydar Ergülen

Tipi var dışında penceremin
Sobaya karşı elimde kadehim
Balıkçı sandalım yağmurda ne yapıyor
Uykusunda güz nehrinde sürükleniyor.

Du Mu

başını yastıklardan kaçıran uykulu başını cümle odalardan
hep kumlar vardı çünkü uykuya yaklaşırken
üzülecek ve sevinç duyacak yerlerde
dudakların içinde kulak yollarında
adamın öldürülüş sesi
sofadan sokak kapısından
pencereden kumluğa okyanusa
ahrete olan dostluğumuza yakınlığımıza

Cahit Zarifoğlu

Sokaklar pencereler baksın diyedir birbirine
Dertleşsin diye

Gonca Özmen

akşam üstleri uzatıp başını pencereden

Ayten Mutlu

bir rüzgârdı, kapandı pencereler
son sesleri bunlar ezgimizin
duyuyor musun?
gidiyorum
kal, demiyorsun
şimdi bozkırlarda usul usul ağlayan
kahır yüklü ağır bir tren gibiyim
kimsesiz bir aşkın ayak izinden
uzak yıldızlara doğru yol alan
ve gittikçe ırayan
ve gittikçe ırayan

Ayten Mutlu

Güzleri kullanırdı o kadar sevmese de
Dünyayı kullanırdı açıp da penceresini sonsuza
Su içse suya benzerdi biraz
Konuşsa
Üç beş kişi birikirdi herhangi bir köşebaşında
Yolu düşse de başka mor-sarı bir akşam kahvesine
Ne kadar eşleşirdi Van Gogh’un bakışıyla.

Edip Cansever

Tam pencereme yakın bir dut ağacı vardı. Ay ışığı dut yapraklarından süzülür, odaya pâre pâre dökülürdü. Aşağı yukarı yaz kış pencereyi açık bırakırdım. Ne serin, ne tuhaf rüzgârlar eserdi. Vapurlarda da çalıştığım için, rüzgârların kokularından lodos, poyraz. karayel, günbatımı diye tefrik eder, tanırdım. Ne rüzgârlar battaniyemin üzerinden acayip birer rüya gibi gelip geçtiler.

Sait Faik

Sessiz biri gelir de başını vurur lalelerin:
Kim kazanır?
Kim kaybeder?
Kim koşar pencereye?

Kim o kadının adını en önce söyler?

Paul Celan

Ilık bir süzülüşle
Geri dön hayat,
Bırakma yeryüzü salına
tünemiş pek kara kuşlar
Örtsün bakışımı,
Görmek acısı sürsün
pencere tutsağının
Düşsün hayatı suya…

Nilgün Marmara

Pencereye yaklaşıp hafifçe camı tıklattı.
– Kim o? dedi içerden bir ses.
– Benim Bibican, benim. Aç kapıyı.
İçeride bir ışık yandı ve cam hafifçe aydınlandı.

Cengiz Aytmatov / Elveda Gülsarı

Mutfağa girmiş, pencereyi açmış el sallıyor utanmaz.

Vüsat O. Bener

Adını gömleğimize işleyerek sevdiğimizin,
bir gül yaprağını saklayarak defter içinde,
balkonlara pencerelere dizerek saksılarımızı,
kamyonumuza teknemize ad koyarak arifane,
tüterek tütünümüzle kasketimizin altında,
denizlerle bulutlarla türkülerle kayıp ağarak…

Dinçer Sümer

Eskisi gibi değilim artık ben
Artık olamam hiçbir zaman da
Yazım,o güzelim baharım da
Uçup gitti işte pencereden

Aşk,yalnız sendin sultanım benim
Tanrılar içinde senin kölendim
Dünyaya gelebilseydim bir daha
Daha bir dört dönerdim etrafında

Clement Marot

Ben de bir evim, ruhumun penceresi
gözlerimi yalnız bırakın, derdim, nasıl
yalnız bıraktıysanız o evi birlikte;
bakalım açılır mı ikinizden bir bahçe

Haydar Ergülen

Kafes, mahpus kuşun gözüne karanlık görünür; her tarafı pencere olmuş, ne faydası var?

Hâfız-ı Şîrâzî

Çünkü pervâne, gün ışığına meftun olduğundan lambaya açılmış bir pencere zannederek kendini ateşe atar, ıstırap çeker. Fakat oradan biraz uzaklaşıp karanlığa düşünce tekrar lambaya atılır. Eğer lambanın ateşinin yaktığını tespit eden bir ruhu olsaydı, bir kere zarar verdikten sonra, kendisini aynı acıya sürüklemezdi.

 İmam Gazzâlî, Mişkâtü’l-Envâr

Allahtan pencereler açmışlar içi sıkılan evlere
pencereler olmasaydı
nasıl gezerlerdi
karanlıklarda
ayağa kalkmış büyük böcekler
nasıl tırmanırlardı
merdivenlerden

Asaf Halet Çelebi

saldığım denizi aşmak için
kayıklar kırpardı seccadeden
geceyi çağırarak pencereden
kurumu derleyerek bacadan

Sezai Karakoç

Bence o çocuk öyle gülmemeli
Ay kar gibidir pencerede

Ergin Günçe

“Akşamları biraz geç gel yahu, bir erkek dolaşmak istemez mi, dedim. Ben çok yaşlı olan anneannemle meşgulüm. O da, istifa etmek üzere maliye’den. Bağını koparmasın istiyorum. Hiç arkadaşı yok çünkü. ‘Peki’ dedi. İlk gün dönüş saati geldi, altıyı çeyrek geçti, ortada yok. Normalde akşam altıda evde olur. Ertesi gün altıyı yirmi geçiyor, sonra altı buçuk… Bir gün odayı havalandırayım dedim, yaz. Toz aldım, bezi silkelemek için pencereden eğildim ki, kapının önünde oturmuş saatin dolmasını bekliyor.”

Tomris Uyar

Şu senin alçaktan sesin var ya
Pencereler var burnumun kemiğinde sızı.

Aşklar var unutulmamak için,
Boğulmak için ilk sevgili.

Cemal Süreya

Hiç çıkmamak halinde ve ölgün
Birileri çıkıyordu
Geceden kalma bir lamba yanıyordu, açık
Bir pencerenin sokağa doğru içinde
Bu uyum korkunçtur Yakup!

Edip Cansever

vagon penceresinden ayın gözlerinde doğduğu
o kız çocuğu sabaha karşı gizlice üşümüştür
dudakları masmavi dağ istasyonlarının soğuğu

Attila İlhan

Bir pencere sokağa girdi girecek

Edip Cansever

Ve işte, orada, evlerin sonuncusunda,
Bir genç kız bakıyor penceresinden, bakıyor merakla;
Saklamaya çalışıyor gözyaşlarını,
Sarı menekşeler ve gül yapraklarıyla.

Johann Ludwig Uhland

Sirkeciye kar yağarken pencereden
Senin sokaktan geçtiğini düşlemek güzeldi

Murat Solgun

Çıkıp kuruluyorum pencere yanına gel keyfim gel

Edip Cansever

Açılmaz ne bir yüz, ne bir pencere,

Tevfik Fikret

Ölüm bazen, geceleyin tüm pencerelerden yükselen bir sessiz harftir

Murat Özel

Pencereyi açmalıyım… Menekşelerin başucunda güneşin doğuşunu beklemeliyim. Hava aydınlanır aydınlanmaz su isteyecekler benden… Kadife saçlı güzel çiçekler…

Zehra Betül

Herkes gider
Ne?
Bilmiyor muydun sanki
Sevgili kalbim!
Neden hala apartman boşluğunun
gün ışığı görmeyen penceresinde
kuş sesleri beklersin..

Ali Lidar

Gözlerimin önünde hep aynı beyaz ev.
Her dağ yamacına kurduğum,
Beliren her su kenarında,
Pembe damlı, yeşil pancurlu, balkonlu,
Balkonuna tırmanan sarmaşık.
Gece, pencerelerinden sızacak ışık,
Kışın tütecek bacası.

Ziya Osman Saba

Garibin anası pencerelerden
Yanık türkülerle yollara bakar.
İncecik yüzünde her akşam üstü,
Çizgi çizgi, nokta nokta bir efkar.

Yavuz Bülent Bakiler

Sıralanmış saksılar vardı
limana bakan
penceremizin önünde
ve çiçekler arasında
ekmek kırıntıları serpen
martı yüzlü
bir anne

Sunay Akın

Sen bir uygarlık oldun bir ömür boyu
Geceme gündüzüme
Gözlerin
Lale Devrinden bir pencere
Ellerin
Baki’den Nefi’den Şeyh Galib’den
Kucağıma dökülen
Altın leylak

Sezai Karakoç

Açma pencereni perdeleri çek
Mona Roza seni görmemeliyim
Bir bakışın ölmem için yetecek
Anla Mona Roza, ben bir deliyim
Açma pencereni perdeleri çek…

Sezai Karakoç

Yaşlanıyorum pencereden her bakışımda

Didem Madak

acaba zamanı gelmedi mi
bu küçük pencerenin ardına kadar açılmasının
ve gökyüzünün yağmasının
ve insanın kendi cenazesinde gözyaşı dökerek namaz kılmasının?”

Furuğ Ferruhzad

Bahçemdeki dut ağacı
vurdu ince dallarıyla penceremin camına,
bir Beşiktaş tramvayı geldi aldı beni,
bir Beşiktaş tramvayı götürdü sana.

A. Kadir

Yolda, adımlarımı çağıracak geriye
Aralık duran kapım, belki dönerim diye
Penceremde buğudan bir damla yaş donacak

Sabri Esat Siyavuşgil

Penceremden gördüm
uzak kıyılarda batan güneşin bayramını.

Pablo Neruda

Bu yolun sağında yükselen
Her geçişinde penceresinden tebessümler gelen
Bahçesinde iri yedi veren,
kayısı gülleri açan evi düşünüyorum.

Rıza Polat Akkoyunlu

Dünya bir yana, o hayal bir yana;
Bir meşaledir pervaneyim ona.
Altında bir ömür dönedolana
Ağladığım yer penceresi midir?

Cahit Sıtkı Tarancı

Sen gelmedin,güz erken geldi
gölgem pencere önlerinden
ara sokaklarına düştü karasevdanın

Refik Durbaş

bir pencere aslı gibidir yani, açılır uzak bir iskeleye
yakın dursan biraz daha, kendini, hayatı sevdirsen

üç gün geçti, üç yıl geçti sanki içimden

Onur Caymaz

özledim herhangi bir sabahını
saçlarım taflan ya da lale
mutlu anılar da biriktirdim
her istasyon mavi bir pencere

Hüseyin Avni Cinizoğlu

Şimdi Çemberlitaş’ta bir ev
Miniminnacık öyle durur
Penceresinde küçük bir kız
Saadeti yüzünden okunur.

Ali Püsküllüoğlu

Bir odamız vardı etrafı sarmaşık
Bostanlara bakan penceremiz
O güller kadar taze
Ben ona deli gibi âşık

Oktay Rıfat Horozcu

Bir elim seni çizecek bütün pencerelere
Bir elim seni silecek.

Yavuz Bülent Bakiler

Ve dedim onlara:
Kim bir bahçe görürse tahtanın hafızasında
Ebedî, coşku ormanının esintisinde kalacaktır yüzü
Kim dost olursa hava kuşuyla
Düşü olacak dünyanın en huzurlu düşü
Zamanın parmak ucundan ışık toplayan
Açar âh ile pencerelerin düğümünü

Sohrab Sepehri

Kömür gözlü bir kumral en üst pencerede
Eskidir geçmiş zaman esvapları eski
Görmüşlüğüm var bu kadını! Ama nerde
Hatırlıyorum, başka bir hayatta belki

Gerard De Nerval

bir pencere açılsa unutulmuş şarkılar
çocuk bahçelerinden nasıl yankılanırlar

Attila İlhan

Yaz kış yeşil bir saksı ıtır pencerede

Ahmet Muhip Dıranas

Geceleri evimdeyim, rahatım yerimde
(Bir de sıkılınca pencereyi açabilsem)
ah… Başımı kaşımak, çiçek koparmak
El sıkmak istiyorum arada bir.

Melih Cevdet Anday

Gözlerimi pencerelerinize dikiyorum
Oda oda sessizlik bir çıt yok
Yavrularınızla uykulardasınız.

Muammer Baran

Allah’a sarılıp ağlamak istiyorum bazen
Sûr üç gece önce üflenmiş
Üç gece önce korkunç aydınlanmıştır gökyüzü
Anne, “oğlum” diyerek uykusundan
Ve korkuyla pencereye: “hayrolur inşallah”

Dilek Kartal

Pencereden bakarken gördüğüm tek şey: Hüzün

Nurullah Genç

Fabrikada pencereler, tavana yakın,

Bedri Rahmi Eyüpoğlu

Öldüğüm gün
Sokağımdan bir kadın geçsin istiyorum
Güzel ya da çirkin
Ama karalara bürünmüş bir kadın
Kalabalık görünce evin önünü
Gözlerini kaldırıp pencereme bakmalı
Aklına ben gelmeliyim
Ağlamalı

Erdoğan Tanaltay

Bir kadın açtı pencereyi sonuna kadar
Bir kadın kimbilir kimin karısı
Adam ne yapıp yapıp hatırladı.

Cemal Süreya

Sonraysa
uyandığında
yeniden
kapamak pencereyi
ve sarmak seni
öpücükle
örtmek seni
ve seni
keşfetmek

Erich Fried

Sürekli düşünüyorsun,inatçı ,saklı, gizli
Pencereye bakıyorsun, sıkıntı var gözlerinde
Her şeyden çok severdin beni hani ?
Kendin söylemiştin ya geçen sene

Maria Pawlikowska

bakacaksın pencerende bir ay çöreği
geceden birikmiş avuçlarında kokusu
özlediğin çiçeklerin,sen de bana döneceksin.

Koray Feyiz

Pencereme çarpar durur kar,
Çınlar, şıngırdar sessiz gümüş.
Pencereme çarpar durur kar,
Kar gibi bembeyaz oluverdi düş.

Rauf Parfi

sayısız penceren vardı bir bir kapattım
bana dönesin diye bir bir kapattım

Turgut Uyar

Ancak sen tazelikte gül yaraşır pencereme;
Uykusuz gecelerimde kokusunu duyduğum.

Cahit Sıtkı Tarancı

yeni farkettiğim pencere önü çiçeğim!
kış gelmiş sen karşılamışsın… ben evde yoktum

Şükran Belen

insan ellerini yüzünü yıkamalı
birlikte porselen bir çaydanlıktan
dışarıyı seyretmeli dışarıda pencereden yağmur
içerde, içerde olmanın sıcaklığı
içerde içeriyle evli kızlar dışarıda aşık
evet bir kız dışarıyı seyreder ama evde oturur
evet bir ev içeridedir dışarıda yağmur
yine de namaza durmalı
yine de bir kızı öperek uyandırmalı

Eren Safi

Daraldıkça daraldı dünyaya açılan pencereniz.

Şükrü Erbaş

Otobüsün penceresinden
Küçük kafeye baktı

Nirvana – Bukowski – Tom Waits


Güz geldi, kapa
pencereleri

Ruhun üşüyebilir

Refik Durbaş

Güvercin
Pencerede kopan alkış

Melih Cevdet Anday

Yosun tutmuş pencere pervazındaki
Aşınmış taş gibi suskun –

Archibald Macleish

Seni karanlıkta yatırıyorlar
Korkuyorsun geceden
Bakıp bakıp pencereden
Yatağına sokuluyorsun.

Behçet Necatigil

Bir pencere mi bu ,
Usulca kapanan ardımdan?

Detlev Von Liliencron

Yeniden döneceğim baba ocağına,
Yadırgı bir sevinçle avunacağım,
Ve yeşil bir akşam, altında pencerenin
Koluyla mintanımın kendimi asacağım.

Sergey Yesenin

dışarda fırtına var:
bütün pencereleri açın!

Selim Temo

ve sen gelirsin şafağın ilk rengiyle
penceremde kuş olmaya

Gültekin Emre

İşte… Yazın hışırdayan sıcak soluğu
Bayram gibi sarıyor pencereyi.
Ben çoktan sezmiştim bu
Aydınlık günü ve boş evi.

Anna Ahmatova

Garip Kişi

Bir akşam ilk olarak ağladım,
Bekar odamın penceresinde.
Hani ev bark? Hani çoluk çocuk?
Ne geçti elime bu hayatın
Meyhanesinde, kerhanesinde?
Yatağım her gece böyle soğuk.
Saadet bu ömrün neresinde?

Cahit Sıtkı Tarancı

nasıl da sevinirdim
ilkokul pencerelerine bayrak asarken
doğduğum kazanın
her bayram öncesi süslenmesine

Sunay Akın

Ve geçiyordu bahar o yemyeşil düş
Penceremden sesleniyordu yüreğime:
“Bak
Hiçbir zaman ilerlemedin
Battın sen!”

Furuğ Ferruhzad

sen yenisin galiba; diyalektiği ve aşkı şaka sanıyorsun
kış serçesi gibi pencere önlerinde telaş yapıyorsun

Sezai Sarıoğlu

Bu ara hep tedirginim,
bir pencerenin açılışını bekliyorum şimdi
arkandan gideyim
ya da parçalanayım diye üzgün kaldırımlarda.

Efrain Huerta

Bir kitap düştü yere…
Kapandı bir pencere…

Ayrıldılar…

Nazım Hikmet Ran

geleceğim.
ve her duvarın başına bir karanfil dikeceğim.
her pencerenin altında bir şiir okuyacağım.

Sohrab Sepehri

yürümeyi severim sonsuza açılan pencere gibi
o geçer gider usulca yanımdan

Betül Tarıman

Kapatır son pencereyi de.

Xavier Villaurrutia

İşte bu varlıklar
Pencerelere giysiler diken iğnenin
deliklerine giriyor
Orada gemiler ve erkek geyik boyunları
orada at sırtları, birine bindim
ve mesafelerin hurmasını silkeledim.
Bilmem neden ağlıyordu o pencere
Uzayın ona mavi mendilini uzattığını gördüm
ayın bulutlarla örtülürken
el-Hamra’da yarattığı
harikaları anlatıyor şu pencere de.
Ancak düş gemilerinin sığabildiği
göller misali pencereler
pencereler – yıldızların kulaklarında küpeler.
Boşluk el-Hamra’nın alfabesine
yaraşmayan bir sözcük.

Adonis

Sen, sevgili, daima hasretle seyrettiğim
bahçelersin sen. Bir kır evinde
açık bir pencere – -, ve sen daha yeni
atmışsın adımını dışarı, dalgın düşünceli

Rainer Maria Rilke

Ne ağzımda acı tadı kahvenin ne penceremde güneş takvimleri

Süleyman Unutmaz

Kaç zamandır bir ermiş dinginliği havalandırıyor dizelerime
açılan pencereleri,

Murathan Mungan

masum bir aldanıştı hayat pencerelerde

Nurullah Genç

Kim bilir, belki bir gün kapıma geleceksin
Siyah tüylü martılar yorgun pencerelerde
Benimle ağlayacak benimle güleceksin

Nurullah Genç

Söyleyeyim mi, alacakaranlıkta dar sokaklardan gittiğimi
Ve pencerelerine yaslanmış, gömlek kolları kıvrık
Yalnız erkeklerin pipolarından yükselen dumanları seyrettiğimi? …

T.S.Eliot

kuşlar alıştı pencereme

Arif Ay

Eskiden beri alışkınım pencerede
Suyun ya da ormanın uğultusuna
Çabucak uyudum böylece
Yatıp kaldım onun uzun saçlarında

Bertolt Brecht

Sen benimle gidiyordun
Beni okuyordun
Karaağaçlardan âşık serçeleri
Sabahın penceresine davet ediyordun
Gece tekrarlanırken
Gece tamamlanamazken
Sen karaağaçlardan âşık serçeleri
Sabahın penceresine davet ediyordun

Furuğ Ferruhzad

Geçip giden evsiz bir sokak durup baktı da pencereme
yüzünde donmuş bir gülümseme
nasıl da içli, sessiz,
nasıl da ince, ürkek,
dokunsam parçalara ayrılacak.

Oya Uysal

Odamın penceresi yok -daha iyi-
Kendime bakıyorum ben de
Kendimden sarkmış kollarıma
Kendimden damıtılmış gözlerime
-Bakmıyorum, duyuyorum onları sadece-
Böylesi iyi, çok iyi

Edip Cansever

İşin doğrusunu bu kıza anlatamam;
İçtiğimiz su acı,
Gördüğümüz düşler felaket düşü,
Pencereden uzan da bak,
Bak da ağla;
Bir yatakta sekiz kişi…
Haydi seni aldık, diyelim;
Dokuz kişi bir yatağa sığıştık,
Nefes nefese…
Verem olduk, temsil;
Ne halt ederiz gayri?
İlişme bize,
Bozma keyfimizi;
Havalanmış mahalle kızı.

Metin Eloğlu

bir pencere açmalıyım yalnız kalan çocuğuma

Mehmet Efe

Ellerim evcil bir hayvandır artık,
Yalnızlığı seyrederken, düşer pencerelerden.
Tenine veda…

Köksal Özyürek

Başka biri olacaksın istemesen de
Bakışlarımın izini taşıyan giysilerin
Tüketecek ömürlerini birer birer
Değişecek yeri bir dolabın, pencerede bir çiçeğin

Ataol Behramoğlu

Penceresiz perdesiz bu çift yataklı
Bu karanlık yatak odalarından
Yıldım demeninde bir anlamı yok.

Şükrü Erbaş

Kar yağdı durmadan üç gün üç gece,
Yaslandı duvarlara, kapıları zorladı,
Pencerelerden baktı ev içlerine.

Metin Altıok

perdeyle pencerenin arasına saklanmak

Necmi Zeka

Pencerede küçük bir radyom var,
Şarkıları güzeldir
Gel, kesmezse; el’gitarımdan
Sana şarkıları ben söylerim…

İbrahimî Feyzullah Yalçın

Yanılsama yansır içinde bir vapur penceresinin

Ahmet Güntan

Çiçekle Konuşma

Artık ne pencerem var seni koyacak
Ne masam,
Sevgilim de yok bu şehirde
Çiçek seni alıp ne yapsam?

Cahit Külebi

Gece seni birdenbire hatırladım

Nasıl bakarsa sürüye dağdan bir canavar
pencereden dışarıya öyle baktım

Dışarda seni benden ayıran hayat

Arif Damar

Nedir ki bu mavilik deme
Pencerenden görebildiğin kadar
Göğün kıymetini bil

Oktay Rifat

Gün günden puslu pencerelere benzeyen gözlerim

Murathan Mungan

O köklensin diye pencerede suya koyduğun devetabanı
Hepten hüzünlü bu günlerde
Gür ve çoşkun bir günışığı dadanmış pencereye

Cemal Süreya

Pencereleri düşünüyorum,
yağmurlu günlerimizi,
seni.

Cevat Çapan

Açık da olsa kapalı da pencerelerden ne isterseniz onu görürsünüz.

Yalnızlık bizim içeriye ve dışarıya ışık veren biricik penceremizdir Ömür hanım… İki kanadı vardır, istekten ve korkudan; çarpar durur bir ömür içimizde…

Şükrü Erbaş

en sevdiğim pencerem yitti

Enver Ercan

ah sevgilim ne diyecektim ben sana
aç pencereyi ve dışarıya bak
son gecemizde kar altında kuğular

Akgün Akova

Bütün suçu üstlenir lavanta kokulu bir pencere

Hüseyin Şahin

Her acının sonunda açık bir pencere vardır,
aydınlık bir pencere.

Paul Eluard

Resmim,
zayıf yüzlü, gülümsemeye yakın neredeyse
hastane penceresine dayalı
ahşap ve toz kokan bir gecede çekilmişti.

Birhan Keskin

Kimsesiz odamda kış geceleri,
İçin ürperdiği demler beni an!
De ki: Odur sarsan pencereleri,
De ki: Rüzgâr değil, odur haykıran!

Necip Fazıl

Nasılsa her yürek
kendi penceresinden sever göçmen kuşları.

Almila Alp

Yanar
Sobasında
Yalnızın
Üşüyen
Bakışları.
Lambasında
Karanlığa donuk
Bir ışık
Titrer
Sönük-sönük.
Penceresi
Dışına kapanmıştır,
Kapısı
İçine örtük.

Özdemir Asaf

Ayrılık
Çoğalarak giriyor günlerime
Senden başka kim bilebilir
Geçmişin dökümünü yaptığımı
Ağır ağır pulsara dönüşürken güneşler
Sonbahar hüznüne benziyor pencerede
Artık konuk beklemeyen gözlerim
Sayfalar da bitti ışık da her yanı kapladı

A. Kadir Bilgin

Bir ağaç olsaydım ben,
Açık pencerene,
Yeni bir dal uzatır,
Seni meyvalarımı toplamaya,
Davet ederdim…
Hacı
yalnızlık,
ne terk edilmiş evin açık kalmış penceresi,
ne de insan gölgesi bile olmayan göl ya da kurbağa sesleri.

Yi Men
Ne aklıma gelse bir bakıyorum unutmuşum
tren penceresinden bir tarla
eskiyip atılmış bir gömlek, hiç unutmam
Turgut Uyar
Geçmişin aralanan penceresinden savrulurken efkârımın kara tülleri…

Buket Cihan Temür
Şiirden bir gölge çıktı.
Penceredeki çiçeğe su verdi.
Enes Kiseviç
Bu sevda biraz nadan
Biraz da hıçkırık tadı
Pencere önü menekşelerinde her akşam

Ahmet Hamdi Tanpınar
Son karşılaşmanın şarkısıydı bu
Dönüp bir kez daha baktım karanlık eve;
Yatak odasının penceresinde
Mumlar, kayıtsız, sarı bir ışıkla parlıyordu…
Anna Ahmatova
kalbimden kalbin havalanıyor
bilmediğim bir kuş
sabaha kadar ayrılmıyor pencereden
bir sırra erer gibi söylüyor:
sen ey kuşkusuz keder
seviştir bizi

Derya Önder
Bir zamanlar akşamları beraber
Doğayı seyrettiğimiz pencereler
Şimdi aydınlanıyor yabancı bir ışıkla
Stefan George
Gölgeler yerleşiyor pencereme; 
Çağınız başlıyor ey hâtıralar

Cahit Sıtkı Tarancı

Yaşlanmak mı sükunet mi?

Eski çağlardan beri insanın hayatını kültürel olarak zenginleştiren, modern hayatla beraber unutulan ‘sükunet’  yaşlanmayla birlikte daha mı kolay anlaşılır. Ya da azalan arzular, seçenekler, hormonlar, artan tecrübeyle birlikte sükuneti doğal olarak mı davet eder? Felsefeci, yazar Wilhelm Schmid, yaş almaktan ziyade insanın hakikat olarak gördükleriyle ve onları kabullenmenin ardındaki sırla sohbet ediyor.

Onu her gece aynı pozisyonda, hep aynı koltukta karşısındaki mavi ışıklı kutuya dalgın bakarken görüyorum. Onları ayırabilecek hiçbir kuvvet yokmuş gibi birbirlerinin hayaline sarılmış öyle sessizce oturuyorlar. Koyu lacivert sabahlığı, ensesine gevşekçe tutuşturdu dağınık, beyaz topuzu,  hayat belirtisi göstermekten ürken ifadesiz yüzü, sınırlı bir hayatı ‘sonsuzluk’  hissiyle esnetiyormuş duygusu veren kıpırtısızlığıyla beni biraz hüzünlendiriyor. Ama ümit veren bir ışığı da var karşı pencerede boyaları eprimiş bir tablo gibi asılı duran bu görüntünün. İtalyan yazar Svevo’nun yaşlılık tecrübelerini aktardığı ‘Boş Zamanlarım’da andığı doktorun benzetmesini hatırlıyorum onu seyrederken; “İhtiyarın vücudu hangi yana devrileceğini bilmediğinden ayakta durur” diyordu. Geleceği, loş bir odanın perdelerinden sızan kızıl gölgelerde hayal etmek bazen iç burkucu olabiliyor ama hakikate dokunun merhametli bir yanı da var. Yaşlı komşumun mağrur duruşu, biraz sıkıntılı görünmekle beraber modern insanın kaybettiği ‘sakin olma’ hissini, onun etrafında çiçeklenen ‘sükunet’ iklimini de düşündürüyor. Ve bugünlerde başucumda duran kitabı.

Daha önce ‘aşk’ ve ‘mutsuz olmak’ hakkındaki denemelerini de ilgiyle okuduğum Wilhelm Schmid, ‘Sakin Olmak’da doğal akışına bırakamadığımız yaşlanma sürecinde, hayat ileriye doğru yavaşlayarak akarken ihtiyaç duyduğumuz sakinliği kazanmayı bir erdem olarak da sorguluyor. Felsefeci Schmid, her ne kadar “olaylara itidalle bakmak yaşlanmanın en büyük imtiyazlarındandır” diyorsa da atmış yaşına geldiğinde sakin kalamadığını da itiraf etmiş. Ama “insan hissettiği yaştadır” türünden fiyakalı cümlelere cevabı net; “insan genellikle hissettiğinden daha yaşlıdır” diyor. Bu denemelerde,  yaş almaktan ziyade insanın hakikat olarak gördükleriyle ve onları kabullenmenin ardındaki sırla sohbet ediyor. Yaşlanma sürecinin zıddına bir hayat kurmaya çabalamak yerine hayatın kendisiyle birlikte bir ‘yaşama sanatı’ keşfetmek kendi bireysel ve toplumsal anlamını da yaratıyor.

Schmid isabetli bir tercihle tabiattan örnek vermiş. “Doğa yaşamın geçip gitmesine ve yeni bir yaşamın doğmasına mani olmayarak kendisi ebediyen genç kalır…Yani iyi kötü serpilebilen bitkiler gibi, kendisi için ve başkaları için çiçek açmaya devam etmek, ayrıca solmaya da razı olmak…Hayatın kemale ermiş dolgunluğunu tecrübe etmek ve onun zamansal sınırını sükunetle kabullenmek”. Peki çok eski çağlardan beri insanın hayatın kültürel olarak zenginleştiren, modern hayatla beraber unutulan bu kavram sahiden yaşlanmayla birlikte daha mı kolay anlaşılır. Ya da azalan arzular, seçenekler, hormonlar, artan tecrübeyle birlikte sükuneti doğal olarak davet eder mi?

Sanmıyorum; onun daha ilk denemesinde hatırlattığı gibi, kutuplaşan duygular doğal çelişkileriyle esas yüzünü gösterir. Korku ve umut, mutluluk ve acı benzeri medcezirli haller, ‘hayat ve ölümün’ arasında salınmanın da provasıdır bana göre. Orada devreye giren ürkütücü hesaplar bazen pişmanlıklarla birlikte (istesem yapabilirdim, hala vaktim var mı, artık değer mi vb) insanın sükunetini sinsice çalmak için kapıda bekler. Henüz hafıza gücünü yitirmeden, ilk karanlık çocukluk anılarından itibaren biriktirdiklerimizle yüzleşebilmek ve onlara rağmen sakin kalabilmek o kadar kolay değil tabii. Hafızamızın ve arzularımızın da bizden bağımsız kendi iradesi var çünkü.

Hazzı özlememek

Neyse ki en acı olayları en derine kaydedebilen hafıza aynı zamanda unutabilme ve hatırladıklarını yeniden kurgulayabilme yeteneğine de sahip. İnsana bahşedilen en büyük hediyelerden biri bu bence. Gençliğin küstah ve şuursuz tavrı, yaşlılığın tecrübesiyle yer değiştirdiğinde insanın yüreğini sıkıştıran o kesif bezginlik hissi öyle kolayına geçmiyor elbet. Schmid’in ‘hala’ diye adlandırdığı, genellikle olumsuz anılan bu dönemde hayatın sadeliğine ve tercihleri bilinçli hale getiren olgunluğuna şükretmek gerekiyor belki de. Hala birilerini mutlu edebilme, arzusu mesela. Yaşlanırken çocuklukta yaşadıklarımıza benzer bir tür muhtaçlık, ‘çaresizlik’ hissiyle tekrar karşılaşmamızın kıymetli bir anlamı olmalı, diye düşünürüm ben. ‘Kundaktan kundağa’ uzanan geniş çemberin ucunda yaşadıklarımızı kainatın önemli bir parçası kılan sebepler vardır mutlaka.

Biliyorum bu satırları okuyanlar, henüz o ‘hala’ aşamasına gelmeden nasıl bu kadar rahat yazabildiğimi sorgulayacak. Onlara kısaca ve kibarca şunu söyleyebilirim; Yazı henüz yaşamadan yaşamayı hatta’ yaşlanmayı’ da mümkün kılar ve hayatı böyle hissetmek ve ifade etmek alışkanlık olur bazen. Ama unutmayın insan kuytusunda kıymetli bir mücevher gibi sakladığı kederine, acı çekmeye, tembelliğe ve kendisine zarar veren daha pek çok tuhaf duruma alışabiliyor. Schmid, yaşlılıkta ‘alışkanlıkların’ o kadar kötü olmadığını da hatırlatıyor. “Yaşama sanatı alışkanlıkların bilinçli iradesidir” diyor. Ona hak veriyorum, değiştirmenin güç olduğu koşullarda direnmek yerine tanıdık ağaçların köklerine tutunmak ‘köksüzlüğe’ meyleden zor süreçte şifa da olabilir.

Hazların zevkine daha çok varmak kısmı yeterince berrak değil mi? Hayat yokuş aşağı daha hızlı akmaya başladığında bazı anların tekrarlanamaz olacağı bilinci ruhu karartmak yerine aydınlatır. Ilık bir yaz akşamı baygın bir ıhlamur ağacının altında sükunetle oturmak sadece ‘şimdiyi’ esneten o anı değil geçmişi hatırlamayı da muhtemel ıstırabına rağmen zevkli hale getirebilir. Seneca’nın söylediği gibi “Hiçbir hazzı özlememek alır hazların yerini”. Tamam itiraf ediyorum, böyle münzevi bir halin tadını çıkarabilmek yazmak kadar kolay değil. Yine de hatıra ve özlem kırıntılarıyla genişleyen anın içine ateş karşısında gevşeyen tembel bir kedi misali uzanmak hazzın ömrünü de uzatır. Her an haz peşinde koşup hızla yorulmaktan iyidir.

Neşeli bir tefekkür

Merak etmeyin, bu yazının muradı yaşlanmadan ‘yaşlılık’ güzellemesi yapmak değil. Schmid’in modern ölümcül günahkar diye tanımladığı  ‘depresyonun’ ve onunla karıştırılan ama daha ziyade yaşlılıkta insanı melankoliye sürükleyen yalnızlığın, içsesini dinlemenin, hayata rikkatle temas etmenin, tefekkürün, ölümle ‘dostane’ bir ilişki kurmanın o kadar da fena olmadığı ihtimalini paylaşma çabası. Biliyorum, her hayat hikayesi kendi inancı, dinamikleri ve tecrübeleriyle şekillenir. Ama eğer her şeyin geçip gitmesinin önüne geçilemiyorsa, yaşlanmak adı verilen bu tabii döngüyü tevekkülle karşılamak doğum sancısını andıran ölüm acısını, dünya ağrısını biraz olsun hafifletmez mi?

Yazarın dediği gibi yaşlılıkta bile hayatı ‘kuşbakışıyla’ görebilmek mümkün değil ama bazı hatlar giderek belirginleşiyor, hayatın karmaşık yumağı usulca çözülüyor. Bu kadarını durduğum yerden anlıyorum. Belli bir yaştan sonra – mutlaka yaşlılık olması gerekmiyor- bir tür hesaplaşma başlıyor, bu da kaçınılmaz. Varlığın sorgulanması, bu hayatı nasıl yaşadığımıza dair sorular her koşulda eksik kalacağı gerçeğini yok etmez ama geride bırakacaklarımızı tasavvur edebilmek açısından iyi olabilir. Schmid’in hatırlattığı gibi kurcalamayı neşeli bir tefekküre dönüştürebilmek mümkün. Eğer bunu içtenlikle becerebilirsek hayatı kendi sorularımız ve itiraflarımızla anlamlandırdığımız o keskin yüzleşme sürecinde daha sakin olabiliriz belki.

Ancak dediği gibi sükunetin de nefes alması gerekir. Sakin olmaya verilen molalarda gençler gibi hırçınlaşmak da kaçınılmaz çelişkilerden biridir. O ‘sükunet mesafesini’ yaşlılığa direnmeden kırıp çocuklaşmak, sonra yine o dingin alana çekilip dünyayı dışarıdan seyrederek huzur bulmak sahiden bir tür ‘ustalık’ gerektiriyor galiba.

Sizi bilmem ama ben herhangi bir dönemi tekrar yaşamak isteyenlerden değilim. Bütün sıkıntılarına rağmen ‘anın ve hayat çizgisinin’ biricikliğine inanırım. Hüznü heybesinde taşıyan neşeli çoban misali bütün duyguların zıddıyla bir arada yaşanması gerektiğini düşünürüm. Hayatın hassas terazisinde eksik kalanların kıymetini ancak böyle kavrayabiliyorum çünkü.

Ve hayat korkulan ve anlamsızlaştırılan ‘ölümle’ anlam kazanıyor yeniden. Yaşamın sınırlılığı, başkalarının hatıralarında, ruhunda, bedeninde yenilenip ebedileşme ihtimaline rağmen bizi ‘daha iyisini’ bekleme saçmalığından kurtarıyor. Malum, ölüme hazırlanmak üzerine çok kesin sözler söylenebilecek bir mesele değildir. Ama eğer seçme şansım olsaydı son gün gelip çattığında Schmid gibi sıradan, sevdiğim bir gün gibi yaşayabilmeyi isterdim. Yağmur sonrasının rayihasıyla tüten bir avuç toprak, limon kokulu yaprakları ürperten serin bir rüzgar, sevdiğim bir şiirin eksik hatırladığım mısraları, taze bir bahar kokusu ve yaraları iyileştiren ‘insan olma’ mucizesine derin şükranla…

*Sakin Olmak – Wilhelm Schmid / İletişim Yayınları – Çev. Tanıl Bora

A. Esra Yalazan
Kaynak: http://t24.com.tr/yazarlar/esra-yalazan

Sempozyumda ‘Mavi bir kelebek’: Didem Madak

Ben Didem Madak’ın şiirleriyle çok geç tanıştım. Şiirlerini bulduğumda onu kaybetmiştik. Sevgili Mahmut Temizyürek, konuşmasının sonunda “Şiir turna kuşudur, döner gelir, kaybolmaz” dedi. Onun bu harika tespitine katılıyorum ve küçük bir ekleme yapmak istiyorum. Şiir bana göre nereden ve nasıl ne vakit geleceği belli olmayan bir mucizedir. Onunla karşılaştığınızda eğer gerçekten severseniz hayatınızın geri kalanında onu karnınızda, yüreğinizde, bakışlarınızda, kelimelerinizde taşıyacağınızı da sezersiniz. 

Didem’in kitaplarından birini rastgele açıp efsunlu kaleminden dökülen tek bir mısra okuduğumda onu bir daha hiç unutmayacağımı anlamıştım. Farklı iklimiyle has olduğunu hissettiren şiir fena esir alır insanı. Bunu öğreneli çok olmuştu ama o ansızın hayatıma sızıp ‘Hiç borcu olmadığı için çok acıyan şiirleriyle’ bilerek acıttı canımı. 

Didem Madak’ın ‘Grapon Kağıtları’ ismini verdiği kitap için yazdığı cümleler, hayatıyla iç içe geçen şiirinin çıplak tabiatını da açıkca gösteriyor: “Bu kitapta yer alan şahıs ve mekanların gerçekle alakaları tamdır. Kahramanları hep yanlış ata oynayanlardır. Kediler, kadınlar, muhabbet kuşları, gözyaşları…hepsi sahiden vardır ve bir dönem yaşamışlardır. Şiirden hazetmeyenler, Grapon Kağıtları’nı yılbaşı ve diğer ehemmiyetli günlerde evi süslemek için kullanabilirler ya da bir ruh çağırma seansında, inatçı ruhlara seslenen uyduruk şarkılar olarak mırıldanabilirler”. 

Tanışma fırsatı bulamadığım ama şiirleriyle çok eskiden beri tanıdığım hissine kapıldığım şairi bir kaç cümleyle anlat deseler zorlanırdım, onun ‘şeffaflığını’ şöyle iyice esneterek, içinden geçerek, kelimelerinin saçlarını usulca tarayarak anlatmak isterdim.

Şair, dünyayı tersine çevirerek, kelimelerin anlamını eğip bükerek, tek bir mısranın tılsımlı gücüyle bildiğinizi sandığnız her şeyi parçalayarak siz daha ne olduğunu anlamadan bilinç dışınıza sızıverir. Üstelik ketumdur. Kendi tahayyül gücünün, duygularının üzerine kapanır. Ama ben Didem Madak’ın şiirinde daha evvel hiç tanık olmadığım türden çırılçıplak bir ‘açıklıkla’ karşılaştım ve öncelikle bu bakışa çarpıldım. ‘Hayatımın üzerinde imkansız kuşlar uçuyor’ diyerek ‘özgürlüğünün’ peşinde koşan bir şair, ruhunun karanlığını, neşesini, kederini sakınmadan, lüzumsuz imgelere, abartılı metaforlara sığınmadan öylece seslendiriyordu.

Didem anne, kızkardeş, abla, dost, uzaktaki melankolik yabancı, ustalaşmamak için direnen ‘acemi şair’, mahalleden çocukluk arkadaşı, masal mırıldanan bir çocuk, pazarcı teyze, beyaz tülbentli nine, çingene bir şarkıcı ve daha pek çok suret oldu benim dünyamda. Aslı neyse sureti de oydu. Sonra tabiatla, nesnelerle, hayali varlıklarla ilişkisini sevdim. Muhabbet kuşlarına, kuyruğu kopmuş tekirlere, reçel kavanozlarına, hırdavatçılara, tencerede usulca pembeleşen irmiklere, mahzun bir limon ağacına, hep aynı şarkıyı çalan laternaya, çerçilere, eprimiş defter sayfalarına, tespih böceklerinin izlerine onun gözüyle baktım. Kendi melankolimle bakakaldığım o hayatı sevdim. Onu sevince zamanın ondan çaldığı eksik kalmış şiir hayatını da sevdim. Bazı mısralarında ölümü coşkuyla çağırıyordu sanki. Dünyaya böyle meydan okuyuşunu, ‘yüzünü güvercinlere’, yüreğini okura teslim edişindeki samimiyeti sevdim. Ve elbette kadın olduğu için ‘ötekileştirimenin’ altını kalınca çizmeden kadınlığın tılsımını, ızdırabını, çelişkilerini şiiri pek sevmeyenlere bile sarsarak anlatmasını. Bir de ‘sona’ yaklaştığını anladığında acı ironisinden zinhar ödün vermeden, yeryüzünün kalın kabuğuna şiiri özenle bırakma  tutkusunu.

Bacakları arasından doğurdu zaman

Ben Didem Madak’ın şiirinde kardeşinin, annesinin, dizlerini kanata kanata sek sek oynadığı arkadaşının, sevdalandığı delikanlıların, mahalleli gençlerin elinden tutan, onları iyilikle yıkayan merhametinin şiirdeki karşılığını hissedebildiğimi sanıyorum. Ve bunu önemsiyorum doğrusu. Okurunu kollarını açıp onları olanca içtenliğiyle kucaklayan ama aynı zamanda mesafesini de koruyabilen az şair tanıdım. 

Şiirinin temel meselesinin de izahı da zor tıpkı konuşkan şiiri gibi. Kelimeleri insan atlasının bütün kıvrımlarında, kılcal damarlarında sükunet, yaşam sevinci, acı bir ironi, derin kederi ve dikenli diliyle dolaşıyor çünkü. Büyümeye direnmenin büyülü zaferinden, yalnızlığın loş ve huzursuz sokaklarına, zehirli kelimeleri tane tane ihtimamla – hiç de öyle yapmıyormuşçasına- yutarak doğurduğu , ‘bacakları arasından’ tekrar tekrar doğan zamanın kırılganlığına, kadınlığın bütün hallerinden, mısralarıyla sığındığı Tanrı’nın ışıltılı kainatına doğru sıçrarken ‘doğum-yaşam-ölüm’ sarmalını büsbütün altüst ediyor.

Gündelik hayata dair kavramları, kelimeleri, nesneleri, imgeleri, sesleri kendine has melodisiyle bestelerken ezberlenmiş ‘şair’ kalıplarını da yıkıyor. Aksak notaların ruhuna sadık bir dümbelekçi, dünyayı hep aynı renklerle boyamak isteyen melankolik bir ressam, limonlarını şefkatle okşayarak satan bir pazarcı, paslı iğnesini kalbine taammüden saplayan bir terzi, tutturuk bir taş ustası, otları kendi haline bırakmayı seven bir bahçıvan, nihayetinde tekinsiz bir masalcı oluveriyor.

Onun hakikat algısıyla dünyanın kabuklu gerçekliği arasındaki mesafenin çok geniş olmadığını düşünüyorum.  Belki bu yüzden onunla ilgili aklıma gelen ama nasıl dillendireceğimi bilemediğim paslı soruların cevabını yine onun ‘şeffaf’ şiir yıldızlarında gördüm. Kadın yazar-şair vurgusunu öne çıkaranlara cevabı gayet net ve anlamak isteyen için yeterince ironik: “İyi şairler çekince uzayan laflar etmekten imtina eder, kendilerini fazla beğenmez, cinsiyetlerini de öyle herkesin gözüne sokmazlar. Zaten ben daima iyi bir şair gibi davranmışımdır. Tilkilerle olan sorunlarım dışında tereddütte kaldığım hususları cemiyet hayatına fazla yansıtmamışımdır”.

Didem Madak’ın hüznünü kucaklayan çocuksu neşesi çoğunlukla acıtıyor. Uyandırıyor, kamçılıyor, kışkırtıyor ve tuhaf bir şekilde kendine has özel acısıyla yine şifa dağıtıyor. Didem Madak’ın ‘saf’ olduğu için böyle yazdığına inananların, onun yüreğindeki karanlık uçuruma yeterince cesur bakamadığını da farkettim açıkcası. O, derinliğinin gücünü sadeliğinden, içtenliğinden aldığını, süsten, kibirden, ‘anlaşılmaz’ olanın küstahlığından azade evrensel bir şiir ağacının dallarında tedirgin kuşlar misali dolaştığını ciddi bir mizah algısıyla gösteriyor: “Erimiş bir merdivende oturup dinledim. Benimki düzyazıya kaçmıştı. İlk defa dizelerimin kaç santim olduğunu düşünmek zorunda kalmıştım. Sersemce işlevden bahsetmek için de geç bir saatti”. Eğer bir şair  ‘Şiir şiir olalı böyle şiirsizlik görmemişti’ diyebilecek kadar ‘açıksa’, yüce gönüllüyse, hafifliğiyle ağırsa onun düzene boyun eğmeyen duruşunu da unutmamak lazım bana kalırsa. Şiirine ışıktan noktayı koyan, tadını beğenmediği kelimeleri gözünün yaşına bakmadan tükürüp atan, ucu olmayan dizeyi şiire yakıştıran, acının en katı halinden pulbiber mahallesinin sahici insanlarını yaratan da hep o nasılsa.

Onun zamanının kanatlarıyla benimki kızkardeş olduğundan belki rutubetli, ıssız mağaramın duvarlarında yankılanan biricik sesini umutsuz, tedirgin, telaşlı, kederli, ürkek zamanlarımda hatırlıyorum. Şiirinin cadıları, melekleri, büyücüleri sıkıca kavrıyor incecik bileklerimi. ‘Tanrı’nın büyük buğdayları andıran ayaklarını’ onun bakışlarıyla görüyorum. ‘Sözlerin arasındaki boşluğa’ sığınıp acı çekmemeyi deniyorum bazen onun gibi. Karanlık şiirlerden başka saklayacak ganimeti olmayanları düşünüp umutlandığım da oluyor.

Ben onun ‘Dilimin ucunda deyip hatırlayamadıklarımıza’ şiir ithaf eden akıllı deliliğine kıkırdamayı, ‘eski eski kokarken’ yeniye arzuyla, aşkla, bazen öfkeyle tutunmasını sevdim. Fotoğraflarda hayalet gibi dolaştığımdan belki her fotoğrafta defolu bir kelebek gibi çıktığına inanmasına camkırıklı gözlerimle güldüm. Sevinçli bir kalbi, sevinçli bir çocuğa benzetmesine sahiden çok sevindim. Ölü kelimelere minik mezarlar kazdığını, kelimelerin mezarlığında gece bekçiliği yaptığını öğrendiğimde kayıp kardeşimi bulduğumdan iyice emindim artık. Her şeyden evvel ve her şeyden sonra, onu bana getiren dilin hakikatine bir kez daha minnettar oldum.

Dil deyince onu andığım eski bir yazıdan devamla….

Ve dil nihayetinde insanı insana ulaştıran en sağlam köprüdür. Bir gün kendisini küçümseyenlerden intikamını sinsice alır. Geçmişle, gelecekle, kayıp ‘şimdiyle’ bağımızı koparmamak için anlattığımız hikâyeler, sahip çıktığımız dil bizi hakiki benliğimize kavuşturur, hayatı ebedi kılar. En bozulmamış hâlimiz de, en koyu karanlığımız da hep onun sürprizli oyunlarıyla, musikisiyle, anlam katmanlarıyla görünmez mi?

Hayatında hiç masal, hikâye dinlememiş, şiirin hakikatine henüz kavuşmamış bir insanın bile daha ilk karşılaşmada dilin masumiyetini, vahşetini, ilkelliğini, tanrısallığını ürpererek sezebilmesi ne garip değil mi? Rüyasında sislerin içinden kuru dallar gibi yükselen geyik boynuzlarını, gölgesinde mektup yazdığı salkımsöğüdü, hayalinden çıkmayan soylu ve yorgun bir yüzü, gelmeyeceğini bildiği hâlde beklediği aşkın sonsuzluğunu, toprağa karışan yağmur tıpırtısını, sonrasında tüten kekremsi insan kokusunu, dilini tutkulu bir âşık gibi sevmeden nasıl anlatabilir ki insan?

Peki, siz hiç ahlat ağacı gördünüz mü? O ağacı, yarasını yalayarak iyileştiren bir kedi gibi tırtıklı diliyle güzelleştiren şairle tanıştınız mı?

Bu dünyaya misafir olduğu kırk bir sene boyunca çocuk, kelime, anne, harf, şair, dost, bulut, ağaç, mektup, sevgili, kedi, kuş ama belki de en çok “mavi bir kelebek” olan Didem Madak, ah’larını, sevmenin buğusunu, duayı, zamansızlığı anlattığı şiirlerinde insanla dil arasındaki kadim ilişkiyi sadeliğiyle çıplak kılıyor: “…İnsan çıtır ekmeği ısırdığında/ Kırıklar dolar kucağına/ İşte orası umudun tarlasıdır./ Ve orada başaklar ağırlaştığında, / sayısız ah dökülürdü toprağa… İç ses, diye söylendim/ Ve ah dedim sonra/ Böyle ah demeyi beli bükük bir ahlat ağacından öğrendim/ …/ Dallarına salıncak kurardı çocuklar,/ Hızlı yaşanan bir hayatın şarkılarıydı salıncaklar./ Meyveleri tatsızdı/ Eski bir lanetten dolayı/ Herkes dişlerdi acı meyvelerini,/ Ve herkes söverdi ona./ İsmini yazardı herkes onun bağrına./ Ah derdi, o ah!/ …/ Bıçağın ucundaydı insanların hafızası/ “İnsan unutandır/ ve insan unutulmaya mahkûm olandır”/ Tanrı şöyle derdi o zaman: Ah!/ …/ Ne çok dikeni vardı ahlat ağacının Tanrım,/ Ulaşılmazdı,/ Sen sarılmak istesen ona,/ O sana sarılmazdı./ Ne çok dikenin vardı Tanrım!/ Ne çok isterdim,/ Sana sarılamazdım./ Ve şöyle derdim o zaman: Ah!”

Günlerdir çocuk kalabilmiş bilge bir şairin “Grapon Kâğıtları”ndan şeffaf kayıklar yapıyorum. İroniyle acılaşmış “Pul Biber Mahallesi”nde avarelik etmekten yorulunca “yuvama” dönüyorum. Sonra “Ah’lar ağacının” altına çöküp beni büyüten kederlerim, küçük sevinçlerim, kayıp hayallerim ama en çok da Tanrı’nın bize bağışladığı “dil mucizesi” için şükrediyorum. Tanrım, “Bir şair kaderini, ölümüyle nasıl çağırır, onu nasıl böyle incelterek yazabilir” diyorum: “Gülümsedim o sıra,/ Bazen sevinirim,/ Sevinmek nedense hep yedi yaşında/ Ve… ah dedim sonra,/ Ah!../ Bazen Ah, diyorum durmadan,/ şimdi ben ahlatın başında,/ otuz iki yaşımda./ Ahlar ağacı gibi./ Rengârenk çaputlar bağladım yıllarca dallarıma,/ Mavi, mor, kırmızı ve yeşil,/ İstedim, hep istedim,/ Sen iste derdim, iste yeter ki/ Vereyim./ Her istediğimi verdim./ Arttım, fazlalaştım,/ Eksikli yaşamaktan./ Ahlar ağacıyım, gibisi fazla./ Başka bir şey istemem/ Artık beyazlaşan üç-beş tel saçıma,/ Hesabımı tam vermekten başka./ …/ Vasiyetimdir: Dalgınlığınıza gelmek/ Ve kaybolmak istiyorum o dalgınlıkta.”

Ona bu dünyanın yüzüne bakıp “senden korkmuyorum” dedirten, dilini kendiliğinden dikenli, sessiz ve isyankâr kılan ruhunun dehlizlerinde gizlice dolaşmak istiyorum. Dilin dibi kurcalanabilirmiş gibi ona “mavi kuşlar, mavi çocuk mezarları” düşleten acılarını düşünüyorum geceleri. Şiirlerinde dilinin zarafetiyle gösterdiği yalnızlığını kazısam altından hepimize benzeyecek “vahşi bir puhu kuşu” çıkacak diye ürküyorum.

Dili böyle “ölesiye” bir tutkuyla okşayamadığımdan belki yine yalnızlığımın üstüne kapanıp, çaresiz kendimi kâhin sesinin kucağına bırakıyorum: “Güçlü bir el silkeledi beni sonra/ Sanırım Tanrı’nın eliydi,/ Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan,/ Çok şey görmüşüm gibi,/ Ve çok şey geçmiş gibi başımdan/ Ah dedim sonra,/ Ah!/ …/ İç ses diye söylendim./ Gel!/ Ahlar ağacından sen de biraz meyve topla./ …/ Vasiyetimdir: Bin ahımın hakkı toprağa kalsın…”

Didem Madak ya da sen olduğun gibi ruhunla, isminle,  ‘gözüm’, geç bulduğum, iyi ki bulduğum, hayatın yalan olmadığına ‘şiirin imkansızlığıyla’ beni ikna eden kızkardeşim, dilinin buğusuyla ürperen gamzelerinden serçeler su içiyor durmadan. Hala hayatın içinden şiir fışkırıyor, gördüğün ve hissettiğin gibi dünya, hala. Ah!

A. Esra Yalazan
http://t24.com.tr/yazarlar/esra-yalazan

Vefa bazen unutmaktır

   Vefalı olmak, unutmamak değildir. Nedense hep karıştırırız, belki de unutmaya eğilimli olduğumuzdan, her şeyi unuttuğumuzdandır bu yanılgı. Oysa bazen tam tersine, vefamızı göstermek, vefalı olduğumuzu anlatmak için unutmak, unutmak, unutmak gerekir. Unutmak, her zaman alçaklık değildir çünkü, bazen de bağışlamaktır. Aslında hiç unutamadığımız bir şeyi, bir tür bilgelik bilgisiyle, maskesiyle de diyebiliriz, hiç hatırlamıyormuş gibi yapmak da unutmanın erdemlerinden biri sayılabilir.

   Hem unutmazsak nasıl vefalı olabiliriz ki? Vefa, bazen bir insanı, bir anı, bir durumu unutmaktır, o insana rağmen elbette, o ana, yaşantıya, duyguya, duruma gösterdiğimiz vefa sebebiyle. Bırakalım şimdi ‘vefa bir semtten ibaretmiş meğer’ diye şairane, cümle kırması dizeler kurmayı, aslında vefa o ‘semt’ten hiç ayrılmamaktır, ayrılıp da üstüne timsah gözyaşları akıtmak değil!

   Vefalı olmak için unutmak zorundayız. Tuhaf mı geldi bu cümle? Doğru, bana da önceleri tuhaf geliyordu. Ben artık vefayı, hatıralara tam bağlılık, ilk yaşantılardan hiç kopmamak, ayrılmamak, bir evi, bir şehri, bir anıyı terk etmemek, ve duygusuyla teselli bulmak yerine, yeniden yaşamak üzere geri dönmeyi göze alabilmektir diye tercüme ediyorum 2002 Türkçesine. Vefa, ‘ilk’e, ilk kaynağa da bağlı olmaktır, kalmaktır, diye özetliyorum. İmkânsız, çaresiz bir durumu dile getirdiğimin de farkındayım. Çünkü ‘vefa’ diye ‘vicdan yaptığımız’, ‘avunduğumuz’ duygu da, maalesef, pek çok klişe gibi hayatımızdaki ‘nostalci’ler arasına girdi. Her şeyin ‘nostalci’si çıkınca, gerçeklik duygusu tümüyle kayboldu, ve ‘sanal âlem’de yaşar olduk geçmiş ‘hakiki’ yaşantılarımızı, zamanlarımızı bile!

   Şimdi ‘vefa’yı bu yeni zamanların moda kavram, kelime ve duyguları arasından kurtarmamız için, aradaki her şeyi, yılları, hayatları, anıları, acıları, sevinçleri, her şeyi evet her şeyi unutmamız gerekiyor, bence. Çünkü unutmazsak, vefa değil bir semtten, bir kelime olmaktan bile öteye geçemeyecektir. Hem, Allah aşkına, vefanın olumlu anlamda kullanıldığına ne kadar tanık oldunuz? Kaç zaman, kaç yerde, kaç kişiden ‘çok vefalıymış’ sözünü duydunuz, ben pek az duydum. Ama ‘ah vefasız’dan ‘hiç vefa yokmuş’a, ‘çok vefasız çıktın’dan ‘sende vefa nerde’ye kadar duymadığınız vefasızlık kaldı mı? Evet, vefa yoktur ya da kalmamıştır. Ne vefası? Aklından geçirmekle, iki çift sözle anıp gönül almakla vefa olur mu? Şimdi her şeyin ‘hafif’lediği bir çağda yaşıyoruz. Aşktan ihanete, tutkudan bağlılığa, dostluktan yoldaşlığa, fedakârlıktan inada, tüm duygularda ve değerlerde bir içerik değişimi, öz yitimi, boyut düşümü yaşanıyor. Vefayı bile reklam ettiklerine bakılırsa, bu hafifleme hayli sürecek demektir. O yüzden bu hafifliğe razı olmaktansa, vefayı unutmak daha vefalı bir davranış bile sayılabilir…

Haydar Ergülen

Yağmurlu göz şiire bakıyor

1
Yağmuru mırıldanıyorsun, eskiyor
bardakta unutulmuş su gibi yarım
ve söylenmeden kalan sözlerin tadı,
yeni sözlerinse bir yağmurluk ömrü var
ne yağdım onlarla ne de ıslandım

Susacak kadar büyütürüz ya çok şeyi
ben en çok yoksulluğumuzdan korkarım
nasıl da yoksuluz sessizliğin karşısında
korkuyoruz kelimelerin de bunca yükselmesinden
ya düşerlerse aramıza! Harflerden kumu
üfleyince çöl görünür mü bilinmez, fakat
sözler kaybolunca görünen ufukta, hayat
herkesi ıssız adasına indiren gemi…

Mırıldanıp duruyorum da eskiden yeniden
kendi dilime bir çeviremedim şu sessizliği!

2
Bir çocuk eskisi gibi mırıldandığın
kelimelerin de dokunduğu yok
ölülerden başka kimseye! Uzak
akraba diyorlar şimdi kelimelere
ve mezarlara bakarak…Kalp
bulutlu değilse yağmur boşuna,
sen yine gazelini dök mırıldanarak:
Çocukluğum, hayatımdan düşen ilk yaprak!

3
Niye mırıldanıyorsun yağmuru?

Ne hayattan ıslanıyor ne aşktan
kuru yürek, yaşlı göz; bakışların
bulut topluyor bir başka bakıştan
yağmaladığı kadar sır dökecek
elbet gözün açık gereği de bu

Keşke gözlerinde tutmasan beni

4
Yağmur düşer düşmez dile
yüreğini topla evden
çünkü kadından önce
yağmuru gider evden

Yağmurun yağdığı ayrılık için
birinin dilinde gezinen yağmur
birinin usulca çekildiği yürek
dedikleri o küçük şehir

Birlikte uyuyanlara göre değildir
herkesin kalbinde bir başka yağmur

5
Yalnız köyler evlatlık verilir gibi
şiire yağar yalnız kelimeler de
ve yatağı kağıt olur dokunsan
ağlayacak bir ıssız cümlenin

Öyle yalnız ki soyunmuş
çıplaklığından bile, yazsam
kırılır o güzel cümle
mırıldansam incinir:

Seni seviyorum çünkü
sevmemek de aşk kadar vahşidir!

6
Yağmuru onarmaya benzeseydi
keşke bir aşkı onarmak

Bir bulut yetiyor da aksak
yağmuru gökyüzünde yürütmeye
yetmiyor sözlerin bini kekeme
aşkı sular gibi söyletmeye

Bilinir de ahmakıslatanda ustalığım
çırak bile sayılmam şu aşk ilminde

7
Gözün şiire bakışı
yağmurlu görünmek için

Haydar Ergülen

Trenler de ahşaptır…

1.
Eski ahşap evinizi satmayın
sessizliği sokağa atmayın
hastalar penceredir, ölüler çatı
zordur kurmak yapısını bozmayın

Ahşabın mırıldandığı iyilik
eski alışkanlığıdır hayatın
satmayın, kelime yapın ondan
kelimeden kiracı
cümleden komşu
çocuklara verirsiniz:
varımız yoğumuz bu

2.
Eski ahşap yazınızı saklayın
herkesin gölgesini alıp gittiği
aşklardan geriye yaz kalır
gövde: o kimsenin gezmediği kasaba
gecesinin ıssızlığına öyle katlanır

Nasıl da uzardı kelimelerin gölgesi
yazların aşklardan uzun sürdüğü
eski ahşap mevsimlerden üstümüze
ve kim gitse, kaç yaz bitse: ahşaptı
gölgesine sığındığımız serin kelime

Şimdi alıp gidiyoruz bakışımızı
ahşap gözlü eski kasabalardan
ne unutmak yeni ne hatırlamak
ne de gelip geçen onca yaz uzun
geçmiş ahşap zamandaki yazlardan

3.
Suya yakın bir kelime arıyordum
mırıldanmak için ahşabın sessiz derinliğini
denizi anlayan bir kelime arıyordum
ne gemi ne sahil ne mavi
varsın söylensindi en tuhaf iklimlerde
kardeşliğin en kayıp düşleri gibi,
bir dalga titretir ya bazen
ölü denizlerin içini, bekleyişin kederi de
öyle yıkasaydı içimi, taş avluların
güneşe karşı yıkanma vakti…

Ne denizim açık, ne sözlerim mavi
anladım artık bir dalgakırandır hayat
bir kelime bile yoksa içine doğan
ve onu denize komşudan yakın kılan,
iki kara arasında çarpar durur kendine

Ahşap sanıyorum hayatı karadan kurtaran
ona bir su ve üstüne rüya
ona bir ev ve içine kelime kuran

Ahşap ki kelimeden
nice ev kurulacağını gösterdi bize, eski
çocuklarımız da ondan eski ölülerimiz de

Denizdir hayatı terbiye eden
ve onun karada kayıp kardeşi
ahşap, ki bir evi de terbiye eder
bir kelimeyi de

4.
Bir ahşap gibi yaşlanmayı isterdim
kurt yeniği, su vurgunu ve karanlık
şarabımla küflü bir sarnıcın dibinde,
atım tahta, gecem tahta, gemim tahta
bunlarla geçmeye kalkardım da denizi
hemen kırılsın isterdim tahta kılıcım
başka nasıl geçerdik ki kardeşlik denizinden
ben ahşap kaptan ve suda izi yok
hayalet donanmam, bilmem ki kalmış mıdır
vaktim, henüz kabuk bağlamamış kelimelerin
kalbine doğru bu ahşap yolculukta
kandırın beni, tuzla korkutun, başka
kayıp yok deyin kardeşlik sayılmazsa
şimdi kime gitsem. yeni, kim kırsa
ahşap: meğer gölgesiz kasabalar kadar
çıplak gözlerimi aldatan bir rüyaymış
o deniz, o donanma, o saltanat
bakın bana. gözlerimde boğuluyor artık
yeniden yeniden yeniden o eski hayat!

5.
İnsan ne diye ahşaba özensin ki
iyi bir ihtiyar olmak isterse,
şiir insanı terbiye eder, insan
insanı ve böylece hayat hepimizi…
Benim ahşap arkadaşlarım vardı
geçmiş yazlar gibi yeni,
eski kasabalar gibi içli hala
geniş zamanın odalarında durur izleri,
evleri büyük değil, çoğu eski
cümleye komşu, kelimeye kiracı,
su alsa da batmadı gemileri
tayfalıktan geldiler, bilirler ahşap
bir hayatı karada yüzdürme hünerini,
halkı bir ev sanırlardı ahşaptan
halk onlar yanılttı ahşapsa asla
halkın plastik çiçeği var, kökü içerde.
prefabrik, betonarme: ey benim
ahşaba sağlam bir ders veren halkım,
güneşin kasabalara verdiği sıcak ders gibi
yangının ahşaba verdiği kara ders gibi
boşluğun köylere verdiği ıslak ders gibi,
sen halksın verirsin dersini çocukların da
sen haklısın çünkü çocuklar ahşap
bırak ısınsınlar birkaç kuru hatıranın
ateşinde, sen onlara bloklardan bak!

6.
Sokağı mı soruyorsun, ahşaptır
senden başka evim yok,
ahşaptır kırılmayı bilenlerin şiiri,
taşra ahşap, başı döner yüksekten
komşular ahşap yıkılmamak için
omuz omuza durmaktan
bütün kuşlar ahşaptır
bütün kelimeler sıcak
ahşaptandır kanatları bir ev
alır başını gider
bir ev kalır, ahşaptır:
açamam pencereyi ya kapanmazsa!
Ahşapsa bir kadın duyulur
sesi mırıl mırıl sessizliği fırtına
ahşapmış meğer ömür
su almaya başladı,
çoktan oturdu karaya ahşabın gemisi
ahşap baba: çok çocuklu bir konak
günlerin ahşabı cumartesi
çocuklar kayıptır anneler ahşap
mektuplar ahşaptır kapısını açana
zarf mektubun kapısıdır ahşaptır
gölgeyi sorma
o başkasının peşinde
gözlerimize bakma onlar kelepir
bakanın üstünde kalıyor
köyleri, ormanları sorma
dumanı içimizi yakıyor
ahşap ki bir mevsimdi eskiden
güze hazırlardı hayatı
şimdi göç vaktidir
şimdi asri gurbet ahşap değildir
aşkın evi kurulurken ahşaptır
aşk yıkıldıkça ahşap
hayatı sorarsan yanıtım belli
hayat öyle yeni ki
ahşaptan bir eser yoktur içinde

7.
‘Yine gam yükünün kervanı geldi’
trenler de ahşaptır turnalardan ötürü

Haydar Ergülen

Acılı bir yürek

Kışı ve siyahı
bıraktım o vadilerde –diyordu biri
öteki: oralarda acılı bir yürek
kaldı benden dedi
kırık, üzgün, delik deşik-

Ama diye söyledi –bir tanesi
çiçek açar o vadilerde yeniden!
öteki bir şeycikler demedi,
başı önünde eğik gidiyordu…

Hovhannes Tumanyan
Çeviren:  Alpan Güloğlu

Dua

Kuğular bu akşam ümitsizce göçtü zehirli göllerden
Mahzun kızlar zindandaki kardeşlerini düşlüyor
Savaş bitti leylakların bittiği çayırda.
Ağıtlar yakarak ince kadınlar, başları önde
Tabutların ardından gidiyorlar yeraltı geçitlerinde.
Çabuk n’olur, donuyoruz bu vicdansız karanlıkta,
Çabuk götürün bizi o müşfik hayata,
Kardeşlerimizin uyuduğu o kilise mezarlığına.
Öksüz bir kuğu gam çekiyor ruhumda
Ve orda, kan damlıyor gözlerimde taze ölüler üstüne.
Sakatlar ordusu çiğnerken kalbimin patikalarını
Çıplak ayaklı bir kör
Bir duacı aramada kutsal umutla.
Bütün gece uludu çölün kızıl köpekleri
Kumlar üstünde anlaşılmaz, anlatılmaz bir kederle inleyerek.
Ve düşüncelerimin fırtınası yağmurla dindi;
Dalgalar zâlim buzun altında sindi
Dev meşeler çığlık çığlığa
Yaralı kuşlar gibi döktü yapraklarını.
Sonra gece, ıssız bir boşluğa gömüldü.
Ve yalnız, kanlı ayın altında
Kımıltısız, binlerce mermer heykel gibi
Toprağımızın bütün ölüleri, birbirine duaya dirildi.

Adom Yarcanyan

“Siamanto ya da gerçek adıyla Adom Yarcanyan, Eskişehir’den başlayıp Konya, Bozantı, Kanlı Geçit ve Diyarbakır üzerinden Der Zor çöllerine uzanacak olan ölüm yürüyüşünün ilk kurbanlarındandır. Şair 1878 yılında Eğin’de dünyaya gelmiş; İstanbul’da başladığı felsefe eğitimini Paris-Sorbonne’da sürdürmüştü. Halep’ten Yeni Dünya’ya doğu-batı hattında edindiği birikim ve izlenimleri incelikli şiir kumaşına nakşeden Siamanto, etkin siyasi kimliği ve yazdıkları ile kendi toplumu içerisinde giderek bir idol şaire dönüştü. 1902 tarihli Bir Kahraman Tavrıyla ve 1903 tarihli Atayurdun Çağrısı isimli şiir kitapları, 20. yüzyıl Avrupa şiirindeki yönelimlerin onun imgelemindeki yansımalarını sergiler. Halkının düçar olduğu haksızlıklara duyduğu öfkeyi dışa vururken kullandığı büyülü, neredeyse ayinsel üslup sayesinde devrinin en sevilen şairi haline gelen Siamanto, aynı kadere yürüyen yoldaşlarıyla birlikte, meşhur Dua şiirinde tasvir ettiği gece gibi, ıssız bir boşluğa gömüldü…”

Ahtamar

Şen ve güleç Van Gölünün
Küçük kıyı köyünden
Suya girer gizliden
Her gece bir nevcivan.

Suya girer kayıksız,
Pazusuna güvenir,
Suyu yarar yüzerek
Karşı adaya doğru.

Loş adadan sessiz sakin
Bir ışık var çağıran,
Onun için ışıldayan
Bir işaret durmadan.

Güzel Tamar geceleri
Böyle ateş yakıyor,
Ve sabırsız bekliyor
Orada sessiz,gizlice.

Deniz durmaz,çalkalanır,
Gencin kalbi çırpınır,
Dalgaları kükrer coşkun
Oysa yüzer korkmadan.

Tamar ise heyecanla
Onu bekler kıyıda,
Suyun sesi her kulaçta
Vücudunu titretir.

Sustu zifiri kıyıda
İşte kara bir gölge,
Evet,bu o…Buluştular
Kuşku dolu gecede.

Dalgaları Van Gölünün
Tek okşayan kıyıyı,
Ayrılıyor adadan
Fısıldayıp gizemle…

Onlar ise sevişirken
Gök kubbenin altında,
Dedikodu dalgalarda,
Şuh,ahlaksız Tamar’a.

Genç kızınsa yüreğinde
Çırpınışı sevginin,
Delikanlı döğüşürken,
Azgın,kızgın denizle.

Ancak kötü birileri
Sırlarını öğrendiler,
Ve karanlık bir gecede
Meşaleyi söndürdüler.

Sonsuz sularda kayboldu
Şaşkın,cesur genç aşık,
Rüzgarlarda tek bir ses var:
İniltiler:”Ah!Tamar!…”

Sesler çılgın kayalarda
Yankılanır durmadan,
Deniz kükrer,köpürür,
Kah bir derin ıslık çalar
Bazen inler:”Ah!Tamar!…”

Sabah vakti,deniz yorgun
Bir cesedi getirdi,
Dudağında,titrek,donuk,
İki sözcük:
Sanki ölüm sırasında
Mırıldanmış:”Ah!Tamar!…”

O gün,bugün
Bu adanın bir adı var:
“Ahtamar”

Hovhannes Tumanyan

Hovhannes Tumanyan

Yine çağırmakta…Çağırır durmaksızın
Sıla derdinin uykusuz hasreti.
Ve gönlüm kanatlarını seriverip ansızın,
Uçar yuvaya doğru dileyerek vuslatı.
Orada baba ocağında beklemekteler beni,
Uzun kış gecelerinde, anarak eski günleri.
Ve karanlık inlerin yosunlu duvarlarından,
Yalçın kayalıkların sessiz derinlerinden,
Çocukluğumun şen kahkahalarının
Aksini duymaktayım şimdi yeniden.
Kah şen şakrak gürüldemede dere,
Kah dumanı tütmede aşina bir bacanın
Ve hepsi sıcacık, güçlü, dünü savurup yere,
Gönlüme doluyorlar aşaraktan zamanı.
Sus, kulakver ve dinle türkü yakan çobanı.

***

Ey eski dostlar, ey yeşil dağlar,
Sizi gördüm de hatırladım,
Mutlu olduğum güzel günleri,
Aramızdan ayrılıp yiten dünleri.
Daha dün, yazın yamaçlarınızda,
Açan çiçekler gibi kaybetmişiz onları.
Hanidir doruğunuzda geçen yıl karları?
Anmaya geldim ben tüm gidenleri.
Selam hayatımın ilk anıları,
Yetim ruhumla merhaba derim,
Ve hasretle dağ taş demez arar da,
Sizi bu şenliğe buyur ederim.
Bir kez daha mezarlarınızdan çıkın,
Çıkın ki sizleri tutup okşayayım,
Hayatı duyun yeniden yaşayın
Ve doldurun keyif tasasını ozanın.

Hovhannes Tumanyan
Kaynak: nabukednazar.blogspot.com.tr/