Şiirin Deliliği Deliliğin Şiiri

‘Sanat deliliktir.’

“Hepimiz buradayız- / Yeryüzündeki sıcak ve canlı herkes, / soğuk olanlar şimdiden / yerin karnının altına / saklanmışlar- / mutluluk avcıları, acının kaçakları, / kaprisli melekler kristal bir an bağışlamış onlara, / bizi birden şaşırtan bir okşayış- / birbirine sarılmalar, / kucaklaşmalar, / aşkın aşka akışı. /
Ve birbirimize bakıyoruz, / her yüz tek ve benzersiz, / birbirimize dokunuyoruz / parmakların şaşkınlığı ve bilgeliğiyle; / yelkenleri indiren gülümseyişlerimizle / düzgün ve barışçı / dişlerimizi / gösteriyoruz birbirimize / heyecanlı, sıcak, / çekingen dokunuşlarımızla / (çünkü başka türlüsü her zaman dayanılır gibi / olmayan / ve karşındakinin gözlerinin aynasında / yanıtı pek belli olmayan bir bilmecedir). /
Ve sevgi- / evrende esen o sıcak soluk / eritiyor gergin tenimizi, / çekip çıkarıyor derinlere gömülü gözyaşlarımızı- / bir şey seyrediyor içimizdeki bir yarıktan, / orada her zaman gören / bir şey / acıyor bizim insan oluşumuza, / acıyor uçmayı özleyen / zavallı kürek kemiklerimize.”

“Sen gölgelerin üzerinden atlayamazsın ama, şair ölümün üzerinden atlar, sen bilinçsizlik çöllerinde bilinçli yüzen; bilincin denizlerinde bilinçsiz koşansın. Sen her şey gibi eni sonu estete dayanansın, sen bakışını ölümden alansın, sen us dışına kayıp, anlamadığından heyecan duyansın. Sen yaşamla baş edemeyen, kolayca okuduğunu kolayca yazamayan, güzellikteki töz gibi gerçeklikten kaçansın. Tanrı amacını şiirde bulur, sen sonsuzlukla yoğrulan ve yeryüzünün varlığını ölerek kanıtlayansın, sen Atina’da böcekler gibi yaşayıp, hiçlikte yok olansın. Sen şairlerin Roma’sındansın. Sen demiurgossun. Soyutu somut, somutu soyut yapansın. Ne kadar yaklaşırsan o kadar yakansın sen. Şiir, şeriat ve arş aynı kökten, ey Karpatlar şahini, geçmişler boyu arlanıp utanmadan, anlamlara anlam katansın sen. Ey kaos, bir an için dur; Sonsuz +1 gerçek midir, ki gerçektir ve ağzımız diş evidir; öyleyse sonsuz yoktur!.. Sen, Tschuang-Tsu’nun içinde uçtuğu bir bahçe, bizzat kendisinin olduğu; sarı ve hareketli bir üçgen görüp görmediğini asla öğrenemeden, öylece ölümü seçip, öylece de sönüp gideceksin sen!..”

Şiir insanın doğal dinidir demiş Novalis, biraz daha politik bir diskurla, içreğe kaymayıp illegal dinidir diyebiliriz. Şiir tümelde evrenin, özelde yeryüzünün ütopik (kusursuz) bir tasarımı, bir dışa vurumudur. Bütün kutsal dinler, peygamberler, imparatorlar, sultanlar, krallar ve kraliçeler, çağımızın presidentleri, konseyler ve senatolar ve ‘alabalıklar’ şiirin doğal düşmanıdırlar. Şiir her türlü statüko ve doğal kamplaşmanın, her türlü yetersizliğin ve eşitsizliğin karşısında duran bir anti evren, karşı ütopya ve yeni bir varoluş biçiminin en ilk’el kordalı biçimi, bilinen tek mottosu ve ataların atasıdır sonuçta… O köhnemiş her yaşam biçiminin, ezen ve ezilene dönüşmüş her vaatler bütününün, yeni bir evrenin derinliğinden gelen, hümanist, aşılmaz denilen okyanusları aşan bir ayeti, yeni bir muştusudur. Diyelim ki tanrı kaprislerini, oluşturduğu kozmos da yineliyor ve bizleri cennet ve cehennemin gölgesinde çırpınıp duran mutantlar gibi izlemekle yetiniyor. İşte insanoğlunun bu durumda yapabileceği tek şey şiire sarılmak ve Huxley’nin ‘Cesur Yeni Dünya’sı gibi imgeleminde kusursuz bir dünya yaratarak, tanrıya şirk koşmak ve bir gün gerçekten yaratacağı öbür dünya (atopia) ile artık tanrıyı gereksiz kılmak (yerini almak) olacaktır.
Ve belki de bu uğraşı ta baştan beri sürüp gidiyordur!..
Delilik bu noktada alışılmış insani ve sosyal algıların / olguların parçalanımı olduğuna göre, katlanılmaz bir ruhun ve o ulaşılmaz ütopyanın gerçekliğine kavuşamayacağını anlayan bir benliğin özkıyımı ve varlığını hiçleyerek evrenin sonsuzluğunda kendini yokluğun uçurumlarına bırakan, ‘barış’ diyebileceğimiz doğal ölüme kavuşamadan, tanrıyı ve oluşturduğumuz yaşam biçiminin protestosuna kucak açan nihilist bir silsileler bütünü sayılabilir. Delilik bir tür edimdir ve dünyevi dilde söylersek kendini hiçleyen bir tür kahramanlık ve her kulun cesaret edemeyeceği bir tür filosofik duruştur. Rotterdamlı Erasmus, Deliliğe Övgü’yü boşuna yazmadı.

(Ortaçağ’ın sonuna doğru delilik ve deli ikirciklikleri; tehdit ve acı alay, dünyanın başdöndürücü akılsızlığı ve insanların önemsiz gülünçlükleri içinde esas kişiler haline gelmekteydi ve örneğin, deli, tiyatronun merkezinde gerçeğin ortaya çıkmasına neden olan kişi olarak yer almaktadır. Delilik bilgin edebiyatı içinde de aynı şekilde tam da aklın ve gerçeğin kalbinde iş başındadır. Delilik bir söylev konusudur. Erasmus’un metni de bu ciddi metinlerin merkezinde yer alır. Yanı sıra; Hieronymus Bosch’dan, Brueghel’e kadar uzun bir imgeler hanedanı vardır.

Ölüm teması XV. yüzyılın ikinci yarısına kadar veya biraz daha ötelerine kadar tek başına hüküm sürmüştür. İnsanın sonu, zamanların sona ermesi, salgın hastalıklar ve savaşlar aynı çehreye sahip olmuşlardır. İnsan varoluşunu bağlağından çıkartan şey, bu sona eriş ve kimsenin kaçamadığı bu düzendir. Ölüm dehşeti, sürekli bir alaycılık biçiminde içselleşmektedir. Ölüm zaten her şeydir. Delilik ölümün daha şimdiden gelmiş halidir. Giderek, delilik teması, ölüm temasının yerine ikame edilir.

Bilgelik, deliliğin her yerde ihbar edilmesine, insanlara daha şimdiden ölülerden daha fazla bir şey olmadıklarının öğretilmesine ve iki terimin birbirlerine yaklaşmasının nedeninin deliliğin evrenselleştikçe bizzat ölümle bir ve aynı şey haline geleceğinin anlatılmasına dayanmaktadır.

Deliliğe Övgü’nün sonuncu bölümünün tümü, her meslek ve her tabunun büyük delilik gradosunu oluşturmak üzere geçit yaptığı uzun bir delilik dansı modeline göre düzenlenmiştir. Buna benzer başka örnekler de vardır, ancak giderek söz ve görüntü arasındaki güzel birlik çözülmeye başlamıştır.

Övgü; Benim için ne derlerse desinler (çünkü deliliğin zırdeliler tarafından bile, ardarda nasıl hırpalandığını bilmez değilim) tanrısal etkilerimle tanrılara, insanlara sevinç saçan ben, yalnız benim. Bakın ben de bir övgü yapacağım ama bu ne Herakles’in ne Solon’un övgüsü, benim övgüm yani “Deliliğin Övgüsü” olacak. İşte ben, gördüğünüz gibi nimetlerin gerçek dağıtıcısı, Latinlerin Stultitia, Yunanlıların da Moria dedikleri deliliğim. Her yerde o kadar kendime benzerim ki, hiç kimse beni saklayamaz… Peki deli dinleyicilerim niçin olmasın? Deliliğin mesleğini tanıyanlara verebileceği en onurlu ad. Ama soyumu sopumu bilmeyen bir çok kimseler bulunduğundan bunu da Musa’ların yardımı ile tanıtmaya çalışayım. Ben ne Khaos’dan, ne de cehennemlerden çıktım; hayatımı ne Saturn’a, ne Yafes’e, ne de o eski püskü tanrılardan herhangi birine borçluyum. Babam Plutus’tur (Zenginlik). O bana Neotete’yi, gençliği, ana olarak verdi. Aşkın en tadına doyulmaz esrimelerinde doğdum. Saadet Adaları’nda dünyaya geldim. Dünyanın en zarif iki perisi, Bakkhos’un kızı Metne, sarhoşluk ile Pan’ın kızı Apodie ve cahillik sütninem olmuşlardı. Onları burada arkadaşlarım, nedimelerim arasında görüyorsunuz. Nedimelerimden söz açılmışken onları da size tanıtayım. Şurada size küstah bir eda ile bakanı Benbenlik / Philantia’dır. Öteki güleryüzlü, elleri alkışlamaya hazır olanı Yüzegülücülük / Colacia’dır. Burada uyuklayan, şimdiden dalmış görünen Unutma / Lethea tanrıçasıdır. Daha ötede Tembellik / Misoponia kollarını kavuşturmuş, dirseklerine dayanmaktadır. Çelenklerinden, güllerle örülmüş taçlarından, süründüğü safran kokulardan Şehvet / Hedonea’yı tanımadınız mı? Hayasız, kararsız bakışlarla etrafına can alıcı gibi bakan yosmayı görmüyor musunuz? Bu Bunaklık / Anoia’dır. Teni o kadar parlak, vücudu pek temiz, gürbüz olan Zevkü Sefa / Trypea tanrıçasıdır. Ama bütün bu tanrıçalar arasında iki de tanrı görüyorsunuz: Comus / İyi Hayat ile Morpheus / Derin Uyku. Evrende var olan her şeyi bu sadık hizmetkârların yardımı ile hükmüm altında tutar, yeryüzünü yönetenleri onların aracılığı ile ben yönetirim).

Foucault’nun Tarihi’de, boşuna okunmadı;

(Deliliğin tarihinde Foucault bize, Avrupa’da deliliğe bakışın serüvenini oldukça çarpıcı bir biçimde sunar. Bu serüvenin son sapaklarında deliliğin artık erk tarafından kapatılma yoluyla denetim altında tutulmaya çalışıldığını görürüz. Delilik, kutsal bir halden bir sayrılığa doğru anlamsal değişime uğrar. Şimdilerdeyse psikiyatri ve psikoloji, modern çağlarda hiçbirimizin paylaşamadığı bir normal idealinin gölgesinde normal dışı davranış ve düşünüşleri sağaltmanın yollarını üretiyor. Biraz daha açımlarsak, hayatımızı zorlaştıran nomal-dışılıklarla uğraşımızda bize eşlik ediyor. Günümüzde, genel-geçer bir normal tanımına sahip olduğunu söylemesi için bir insanın gerçekten “deli” olması gerekir. Ancak yine de insan şunu düşünmeden edemiyor: Normal-dışı davranışlara dair tespitler sonuçta yine bir “normal” idealini kuşatmaz mı? Oldukça geniş, ve nispeten kişiye özel bu yeni kuşatılmışlığın, eğer varsa ortak noktalarını tespit, sanırım bizi bu konuda biraz olsun aydınlatacaktır.

Fransız yazar Tournier, Robinson Crusoe’nun bir “yeniden okuma”sını yaparken, Defoe’nun maceracı kahramanı kişiliğinde insana dair oldukça önemli tespitlerde bulunur. Elbette romandan bununla aynı derecede önemli bir modernizm eleştirisi de çıkarılabilir.
Adaya ilk düştüğünde Robinson ciddi bir travma geçirir. Burada kendisinden başka kimsenin olmadığını kabullendiğinde-böylelikle toplumsal yaşayışa dahil olmaktan çıkar- artık uyması gereken hiçbir kural ve dogma kalmamıştır. Bu, keyfi bir özgürlük değil, doğal bir sürükleniştir ve Robinson, aklını yitirdiğini düşündüğü aşamaya geldiğinde, çareyi kendine “kurallar” koymakta, dogmalar belirlemekte bulur. Yoksa insan-dışılaşacaktır. Böyle birşeyi yapması için ona birkaç motivasyon bulabiliriz. Bunlardan biri, birgün koptuğu toplumsal yaşayışa yeniden katılabilme şansıdır – diğer bir deyişle umudunu yitirme, buraya alışma korkusu-.

Başkaları olmadığında pek çok kural, dogma ve yasa anlamsızlaşmakta ya da varlık nedenini yitirmektedir. Çünkü bu kurallar hep başkaları ve onlarla ilişkilere dairdir. Bu ilişkileri ve onları kuran topluluğun tümünü tehlikesiz ve yönetilebilir hale getirmeyi amaçlar. Bu durum, paleolitik avcı-toplayıcı klanlarının dogmaları için de bizim yasa ve törelerimiz için olduğu kadar geçerlidir. Kural tanımazlık her iki türden toplulukta da büyük suçtur. Bireyi süratle toplum-dışına iter. Sürgün, kapatılma, yüz çevirme, idam, her ne şekilde olursa olsun, kişi toplum-dışılaştırılır. Peki bu başarılamazsa ne olur? İkinci dünya savaşı çıkar, yeni bir sanat akımı doğar, büyük bir fatih bir dünya imparatorluğu kurar. Norm-dışı birey bize bir şekilde kendi gerçekliğini ya da ilkelerini dayatmayı başarırsa, çok zaman geri dönülmez değişimler ve kırılmalar yaşanır. Normlar değişir, yeniden kurallaşır, töreleşir ve dogmalaşır. İsyan bayrağı en fazla varolan düzen yıkılana kadar dalgalanabilir. Sonra yeni düzenin kurulması gerekir. Bunun için de ilk elden bayraklar yakılır.
Dinamizm her zaman bir kestirilemezliği beraberinde getirir. Bu yüzden asıl istenen statikliktir. Bu en küçük topluluklar sayabileceğimiz ikili ilişkilerde özellikle geçerlidir. Burada da kişiler birbirlerine güven duymak ve emin olmak isterler. Bunun için de ilişkiyi en kısa zamanda dondurmak ve statikleştirmek gerekir. Erke dair mücadele her yerdedir, bir romantik ilişkiden bir ulusun bütünlüğüne dek.
Tüm bu yazılanlar içinde çok önemli bir trajediyi barındırıyor. Belki de bir ironi. Bu ironi mutlak yalnızlığımızda gizli; mutlak ya da varoluşsal yalnızlığımız. Aslında hiçbir deneyimimize bir başkasını gerçekten ortak edemeyişimiz, tüm bu birlikteliğin-algıda birliktelik gibi en temel konular da dahil- sadece uzlaşıma dayalı olması, diğer taraftan da bu uzlaşımın ya da temassız yanyanalığın zorunluluğu insanlığın trajedilerinden biri. Temeldeki bu yalnızlık, bir arada yaşayışımıza dair tüm kuralları anlamsızlaştırıyor bir bakıma. Aslında bir arada değiliz, bir aradaymış gibi davranıyoruz, aslında kurallara uymuyoruz, uyuyormuş gibi yapıyoruz.)

‘Doğu’da yüzyıllarca boş yere, bu ‘antikahramanlarla’ yaşamadı, adına gün geldi derviş dedi, belki bazen evliya biçiminde göründü, bazen kuyuların dibinde süründü, kimi zamanda o yıldızına gitti / güneşine kavuştu dedik. Bilinmez ki en iyi şiiri onlar yazdı, en dokunaklı ağıtları onlar yaktı, erkin dostu olmadılar, ‘Gölge etme başka ihsan istemeyiz’ derken, mücevherler, akçalar karşısında eğilip bükülmezken, en önemlisi de ‘Kimden aldıysan ona ver!’ demesini bildiler. Her delilik ölümlülerin okuyamayacağı bir manifesto, her şiir de bizlerin kavrayamayacağı bir ütopyadır. Gerisi düzmecedir, yalandır, riyadır, yinelgen kapı kulluğu, ezenlerin ezilenlere sunduğu mani ve artık aldatıya ve günaha bulanmış bir kasırga, bir kaside olabilir ancak!..
Delilik o denli ürkütücü ve ulaşılmaz bir şeydir ki ölümlüler için, onları; tarih boyunca anlamak istememiştir, hiçbir zaman aralarına almak cesaretini gösterememiştir, dinleyecek kulağı, görecek gözü, sorgulayacak bilinci ve gösterip anlatacak bir dili olmamış olamamıştır ve yalnızlıktan ve delilikten korkmayı adet sayan ölümlüler; cehennemin kalabalığına sığınarak tarih boyunca yaşayıp gitmişlerdir.
Bir gün gelecek ‘Songün’ü göreceğiz, kutsal kitaplardaki kıyamet kopacak ve ‘Seni aradım, neredesin baba dedim, uçsuz bucaksız boşluklar ve uçurumlara yağan yağmurlardan başka bir şey göremedim’ diyenle beraber yok olup, Odysseus (Hiçkimse) olacağız; ve artık hepimiz eşitlenip, hiçlenerek, şu yaşamda; tan sökümünde açan bir gül / kokusunu bile kavrayamadan solup gideceğiz…

“Sırılsıklam ıslanmış, ıslak bavullardan kişiler seçiyordum. / Eğri bir düzlükte durduklarını görüyorum, rüzgara yaslanmış, / eğri yağmur altında, belirsiz uçurumun kenarında. / Hayır, ikinci bir yüz değil. Havanın suçu / böyle solgun oluşları. Uyarıyorum onları sesleniyorum / örneğin; / yol eğri bayanlar, uçurumun kenarındasınız. Onlar, / doğal olarak, / soğukça gülüp, cesurca karşı bağırışa geçiyorlar: / Teşekkür ederiz size de / Gerçekten de bir kaç düzine olup olmadıklarını soruyorum / kendi kendime / yoksa tüm insan soyu muydu orada asılı duran, / tıpkı belirsiz bir müzik gemisindeki gibi, hurda / ve yalnız bir tek amaca yönelik, yani batışa? / Bilmiyorum. Gözümü kapatıp dinliyorum. Zor söylemesi, / bu insanların kimler olduğunu, her biri bir bavula, / açık sarı bir uğura, bir dinozora, bir defne çelengine sarılmış / Güldüklerini duyuyor ve onlara anlaşılmaz sözler / sesleniyorum / Kafasında yaş gazeteler olan, tanınmayan kişinin / K. olduğunu sanıyorum, yolcunun işi peksimetcilik; / şu sakallının kim olduğundan haberim yok, boyalı bastonlu / adamın adı Salomon: durmadan hapşıran kadın / Marilyn Monroe olmalı / beyaz elbiseli adamsa, şu elinde siyah yağlı kağıda sarılı /
notlar olan, mutlaka Dante’dir. / Bu kişiler umut dolu, ürkütücü bir erk dolu! / Bardaktan boşanan yağmurun altında dinozorların ipinden / çekiyor, bavullarını açıp sonra gene kapatıyorlar, / ve koro halinde şarkı söylüyorlar; “I3 Mayıs dünyanın / sonudur, / artık daha fazla yaşayamayız,, yaşayamayız daha fazla.” / Kimin güldüğünü söylemek güç, bu çamaşırhanede kimin / beni saydığını ya da kimin saymadığını ve / uçurumun ne genişlikte ve ne derinlikte olduğunu söylemek. / Yavaşça nasıl battığını görüyorum kişilerin ve onlara / şunları sesleniyorum: / Nasıl yavaş yavaş battığınızı / görüyorum. / Yanıt yok. Uzaktaki müzik / gemilerinde, donuk ve cesur / orkestralar çalıyor. / Çok üzülüyorum, hiç de hoşuma / gitmiyor, / öyle hepsinin ölmesi, ıpıslak, bu çiseleyen havada, yazık, / ağlayabilirim, ağlıyorum:“Ama kimse bilemedi”, diye / ağlıyorum / “hangi yılda olduğunu ne hoş.” / Ya dinozorlar nerede kaldı? Ya bu / ıpıslak bavullar, / binlerce ve binlerce, bomboş ve sahipsiz, / suyun üzerine nereden sürükleniyor? Yüzüyor ve ağlıyorum. / Her şey, diye ağlıyorum, istendiği gibi, her şey yalpalıyor, / her şey denetim altında, her şey yolunda, insanlar eğri / yağan yağmurun / altında boğuluyordur herhalde, yazık, neyse, ağlamak / için, o da iyi, / belirsiz, söylemesi güç, neden, hem ağlıyor hem yüzüyorum.”

Kendimize düşman olmak baş tacımız, yok etmek birincil günahımız, yaşama sırtını dönmek, gelenekler, madalyalar üretmek, şehadetler göstermek, yenmek, yenilmek, her şeyi eni sonu kendimize yönelen bir mızrak, yüreğimize saplanan bir rokete çevirmek, Spandaular, Auswitchler türetmek, Afganistanlar, İranlar icat etmek, tanrı adına öldüren President’ler görmek, öldürürsem kahraman, ölürsem şehidim demek, teizmin, laisizmin prangalarında yüz yıllar geçirmek, arabeskin duvarlarında ağlayıp, avrobeskin surlarında inlemek… Hepsi yalnız bize özgü, hepsi yalnız bizim için tasarlanmış bir serenat!.. Korkusu, kederi bitmişlerle, acısı dinmişlere, ölmüşlere gıpta edenim ben!..
“Aşağılık savaşta düşenler benim değil / soyun öbür bireyleriydi / kahreden gecede, kimdi onlar / heceleyip saymak şimdi, / solgun adları.”

Kendimizi yinelemek de en büyük günahımız olsun!..

“Garip bir zamanda yaşamak yazgılarıydı onların. Ayrı ayrı ülkelere bölünmüştü gezegen,
her birine bağımlılık duyulan, her biri tatlı acıların, kuşkusuz şanlı bir geçmişin, eski yeni geleneklerin, hakların, haksızlıkların, kendi efsanelerinin, tunçtan atalarının, yıldönümlerinin,
halk avcılarının ve simgelerin zenginlikleriyle yaşayan. Savaş için elverişliydi bu gelişigüzel bölünme. Kımıltısız nehrin kıyısındaki kentte doğmuştu Lopez. Ward ise, sokaklarında Rahip Brown’ın dolaştığı kentin varoşlarında öğrenmişti İspanyolcayı Don Kişot’u okumak için.
Öbürü Conrad’ı sevdiğini söylerdi, adını Viamonte Caddesinde bir sınıfta duyduğu.
Dost olabilirlerdi, oysa yalnız bir kez karşılaştılar o çok iyi bilinen adalarda. Her biri Kabil’di, her biri Habil. Birlikte gömdüler ikisini de. Şimdi kar ve kurtlar tanıyor onları. Anlayamayacağınız bir zamanda geçti. Burada anlattığım öykü.”

Belki bir fars diyalektiği ama; zaman barbarlıklarla geçiyor ve tanrı bile yeryüzüne inmekten çekiniyor!..

“Çocukluğumda, Baklan ovasının kıyısında, Çökelez dağının yamaçlarında, sakin bir kasaba vardı, İsabey… Herkes köy derdi oraya, köyünde bir delisi vardı, Deli Emin, her zaman türkü söylerdi, aylak gezer çalışmazdı, bir gün sanırım bağlarda kurtçuklara, kanatlı haşerelere karşı atılan bakır sülfat (anımsadığım, köylüler içindeki mavi parçacıklardan dolayı göktaş’ı derlerdi) tozunu, şeker zannıyla yiyerek ölmüş dediler. Kardeşi de onun gibi deliydi, geçen yıl onu gene gördüm, kırk yıl önceki sakallı haliyle ve hiçbir iş yapmadan (Ağaçlarla alay etmez, ikide bir parmaklarını saymazdı!..) gene dolaşıyor ve yalnızca bakıyordu. Ne yer ne içer diyeceksiniz, bunu tam bilemem ama adam kuyulardan su içiyor, ağaçlardan meyve yiyor, geceleri yıldızları sayıyor ve gündüzleri, toprağın hünerleriyle kolkola, bağ-bayır dolaşıyordu diyebilirim, bu kadar… İsabey, bahar gelince olağanüstüydü, akça armut o denli beyaz açar ve o denli kutsal bir türbe görünümü yayardı ki, uzaktan arı vızıltılarının sesi gelir,-arı kuşunun çınlayışı duyulur-. çiçeklerin buruk kokusu dağılır, arada tavşanlar kaçar, kıyılarda yaban gülleri açar, parsambalar çaydan su içer, bağ aralarında köylüler, başka dünyalardan gelmiş tuhaf gölgecikler, garip işaretler gibi eğilip doğrulurken; bizleri alabildiğine büyülerdi. İğde ağaçları, söğütler, çay yolunda baygın kokular yayar, ovanın ortasında serenli kuyular, karaağaçlar akşam alacasında us dışı yaratıklar, masalsı düşler, bir türlü anlam veremediğimiz ürpertiler gibi dizilir ve gündüzün güneşiyle, gecenin ayı öyle bir göz alıcıydı ki, doğa anamız insanı öyle bir büyülerdi ki, gelmiş geçmiş en büyük şiir; bu yabansı topraklar ve şu tanrısal doğa sanırdınız!..”

“Çınlıyor alacakaranlık bir kuşun ötüşüyle / ölüp gidiyor sessizlik / sen adımlarken bahçeyi. / Öyle özlüyorum ki bazı şeyleri”

Şimdi yıllar sonra Deli Emin’i anlıyorum, çalıştık, birbirimizi ezdik, engelledik, cendereye aldık, çaldık çırptık, yedik içtik ve ömr-ü baharımızın sonuna geldik!.. Elimize ne geçti, hiç… Ölümlü bir yaşam, ne dost bulabildik doğru dürüst, ne de saygı duyulacak düşman!..

‘Karawane’
“ Jolifanto bambla o’ falli bambla / grossiga m’pfa habla horem / e’giga goramen / higo
bloiko russula huju / hollaka hollala / anlogo bung/ blago bung / blago bung /
bosso fataka / ü üü ü / schampa wulla / wussa o’lobo / hej tatta gorem /
eschige zunbada / wulubu ssubudu uluw ssubudu / tumba ba-umf / kusagauma”

İşte bu şiiri İkinci Büyük Savaş’dan sonra sanırım İsviçreli bir ozan yazmış, ne
düşünürsünüz, deliliğin eşiğinde değil mi, ama doğrusunu yapmış, umutsuzluk ancak
böyle dile getirilebilirdi. Kim bilir ruhu Hades’e çoktan ulaşmıştır, onun dünyası değişti
ama bin bir kederle karşı çıktığı, üzünçlerle kahrolduğu dünyamızda yazık ki bir
şey değişmedi ve biliyorum ki onu ferahlatacak bir muştu ya da başka bir şey
sanırım götüremeyeceğiz ona…

Şu letrist şiire bakın, akımla, şiir sanatıyla bir ilgisi yok gerçekte, umutsuzluğa yakarı,
çözümsüzlüğün gizil biçimde dışavurumu, anlamsızlığın dünyasında bir ağlatı, Kızılderili
dansı eşliğinde, Afrika tamtamlarıyla, gizli bir alaysama; gerçek duyanlar ve bizlerin deli
diyebildiği insanlar için bir motto, bir cebir bu şiirler.
Küçümsemeyin, Çin’de bir hükümdar halka vergiler salmış, insanlar oralı olmamış,
ağırlaştırın vergileri demiş, toplum fısıldaşmaya başlamış, biraz daha derken,
bu kez bağırıp çağırmışlar, sonra yine artınca, feryatlar yükselmiş, hükümdar daha artırın
demiş, vergi dayanılmaz hal almış, sonrasında tellallar yerin göğün inlediğini, halkın
eğlenip, çılgın kahkahalarla kırılıp geçtiğini söylemişler ve hükümdar ürküyle,
canımıza kasteden bir gaza ve bir gazaba dönüşmeden vergileri kaldırın demiş.
(Başka bir meselde bir ülkede su içen herkes deliriyormuş, hükümdar halkın içtiği sudan
içmemek için sarnıçlar yaptırmış, sular getirtmiş, ama günün birinde o sular bitmiş ve
hükümdar ne yapsın, o da halkın içtiği sudan içmiş, sonunda oda delirmeyi seçmiş!..)
İşte o şiir;
“Dolce dolce / Yaase folce / Dolce dolce / Yoli Deline / Jalce jalce / Yahanti galce / Jalce jalce /
Blouzi psiline / Yulce yulce / Youdili dulce / Yulce yulce / Kzill odaline / Djilce djilce / Hando
bokjile / Djilce djilce / Yli Zlideline / Kumkel kerg / Kumkel kan / Magavambava magavambava
/ Gonjengor sagossigussa / Sagossigussa”

Ve ölümlü dünyamızda aşkın çılgına çevirdiği bir ademoğlunun, siz deyin sızlayışı, ben diyeyim kahroluşu mudur şu…

(Kalkhedon yakasına günaydın dersen yeşil gözlü bir güneşin olacak, üç vakte kadar onu göreceksin, gül parmaklarıyla sana ışıyacak, ona de ki, Altın Post’a giden yolu geçeyim mi, yoksa burada, defnelerin altında mı beklesem…)

Mahpeyker bir sevgili gecede yürüyor, cansiper ve peri. Fatehpur Sîkri’nin zümrüdî mimarisi, susuz çöllerin Sürre alayı ve Hicaz gölgesi!.. Benim gecelerimi kimselerin görmediği bir ufuk aydınlatır, gündüzlerimde Emel Denizi’ne sürüklenişim bundandır diye, şarkı söylüyor biri. Şehinşahım, payidarım, gönül tacım diye iç çekiyor. Bilip bildiririm ki, o irem bağlarındaki elim, o ilim, o dilim, dünya ve ahret de bile sözü edilmeyecek melâlimdir. Ey anılar trenindeki Klezmer ezgileri, ey Kani Mesa’daki minik güneşler, ey gecede büyüttüğüm dolunay, ey pınarlar diye ekledi… Karanlıktı!.. Ey ölüm, bütün sevdiklerim öldü, yapayalnızım. Onlar orada ve bir aradalar, yalnızlığıma ağlıyorlar. Sana kızmıyorum, küsmüyorum, beni onlardan ayırdığın için ağlamıyorum. Çünkü beni onlara kavuşturacak olan yine sensin…
Kassandram, ey sularda yürüyen Ankam, ey sessizliğin sesi, yüreklerin süveydası, ey leylâm, ey süheylâm diyenler, gölgelere girdi, bir bir eridi. Barış, doğal ölüm. Aşk, tinsel karanlık!.. Ey denizlerin kelebeği, ey dışbükey biçimlerin sentetik grameri, nöron uykuları, ey yürekleri sömüren zaman, ey kader, keder ve ey laedri. Burada, salkımların kokusu, üzünçle gölgelenen çöle açılır, Sezar’ı göremeyiz, çünkü; geçmiş zamandır. Silyon feneri, And dağlarında üflemeli çalgı gibi öten kuş ve ey yok oluş…
Tanrı şiiri yaratmak uğruna seni yarattı diye haykıran kuzenim. Ey Flaman göğü, tinler ormanı, ey zincirli kölem, ey Prevezem, Navarinim. Puhum, pusum, sülünüm. Ey Uranus’un kollarında pare pare ölüşüm… Sümbülden biri çıktı güzeli arıyormuş, bir yaz günü, bir güz yaprağının altındadır o demişler, uçmuş, güz gelmiş, o kar tozanındadır demişler, kış gelmiş, o bir bahar çiçeğinin dalındadır demişler ve bahar gelince, o yaz başağının salınışındadır demişler. Irmak perisi ağlıyordu. Sorarsanız bilmiyorum, sormazsanız biliyorum diyenler vardı. İncilim. Ey Emod yulfone’m. Ey göze inandırılmışım, kefenlenip, canlandırılmışım ey. Ey yittiğim gezegen, doğduğum vulva, İsagojiler yazan İsagoji, ey Meryem, ey “Doloris medicinam a philosophia peto” dediğim, ey zindan çiçeğim, ey çocuk Muhammed, ey Kaddaficik, ey Hasani Harakanim.
Ey Ihşidim, boynumda cennet anahtarıyla ölümlere geldiğim, ey nur yüzlü Sur, kanla çiftleşen, ey Selçuki bir ölü dirilten, altın ağızlı Yuhanna, kutupçul çiçeğim, ey Suriye’den güzelim, Pers çiçeğim ey, Mezopotamya gülüm, at nalı yengecim. Gönüller hırsızı Hermes’im. Kuyruklu yıldızın kuyruğundaki gemisin sen. Ey ruh ikizim. Ey İlyas’ın üzüm salkımları, mor Yakup, ey ayağın öpen. Kuş ortaçağda var mıydı. Ey solgun yeşil düşüncelerim. Ey sessizlik, su sümbülüm. Aslan körfezine bakan Kordofanlı zencim. Ey resullerin sözleriyle çoğalan. Mars ufuğu.
“Bir, iki, üç, dört, beş / balık tuttum / altı, yedi, sekiz, dokuz, on / onu bıraktım.”
Ey lezbiyen simülasyonlar, kuş yüzlü kadın. Ey yaban incirim, ey Himalaya sedirim, leylandim ey. Gel de evrenin derinlerindeki iç çekişimi, kanla doyurulmuş geçitlerden geçişimi, ilkçağ kuşları gibi pençelerimde eriyişini gör. Haykırdım mağaralara, uçurumlarda ki yağmurlara sordum, iç çekişlerim yıldızlara vardı. Gelmedin. Minik dişi ölümlerdin, göklerde kanat çırpan deniz, altın sağrak, demir rüzgâr ve arı konaklarına girdin. Bir kelebeği gezdirdin ve bağırdım sana; et ve kanım ben, sense tunç ve taş, yenilgi kaçınılmaz. Aşk ipekten bir ipte koşmaya benzer kanatları olan kazanır. Ey felekler sistematiğim, günahtan kurtulmak uğruna günahkâr oluruz dediğim. Ey Kolophonlu Homeros, Annales okulu, ey Tetis denizim, tanrıların vurulduğu çarmıhlarda; hazin gölgelerinden geçtiğim. Ey kısrak soluğunda gezen gnostiğim. Atların atası Hipparion, ey arısız bal veren kamışları bulan, ey tarihte özüne sayfa ayıran. Ey Amarna. Yer yuvarı nükleidinin periferisi mağmam… Okumak bilinmeyeni çoğaltmaktır Maria’m!..
Giyotin ki erguvandan güzeldir. Zebra bir tanrının altında kanla çiftleşir. Ben kendimi özlüyor ve minelerle kaplı kabuğumdan çıkmayı düşlüyorum. Kumsalı görüyorum, sayısız kum tanelerinin her birinde tanrının saklandığı, uçsuz bucaksız kumlar, içli, sızlatan bir müziğin eşliğinde, tozlar içinde, ışıltılı, helezonik yükseliyorum, yukarıya doğru kabarcıklar gibi; onlarla birlikte dans ederek, gülüp eğlenerek süzülüyor, kanatlı mırıltılarla şarkılar söyleyen, bir periyi özlüyorum. Buluttan buluta atlıyor, ince saydam kanatlarıyla solgun bir kelebeğin ipeksi yumuşaklığında; yine kelebeğe dönüşüyorum, tamtamlar çalıyor, dalgalar, danslarla alt üst olurken, bir peri olduğumu duyumsuyor, kumsala doğru yaklaşıyor, süzülüyorum. Ve müziğin sonsuzluğunda mırıltılı, ışıltılı ve ince bir kum halinde alçalıyor ve helezonilerle kabuğumun içine girerek, görüş ve dalgaların beni uzaklara savuruşunu, ufuklardan ufuklara uçarak, kabuğumun içinde salınışımı izliyorum.
Kan içinde kalıyorum, sonra Zeus bile dolambaçla örülü, bu boğucu taş ağı çözüp, çıkar bir yol bulamaz diyorum. Ben geçmişimi ve tüm kimliklerimi unuttum. Ben tek düze duvarlarla örülü bu taşlı yolda, kinle, nefreti, özün kamburuyla, iğrenmeyi unuttum. Şu ki, kindarlık ve nefretle, tiksinç olan bu kara, iç sıkıcı duvarların, çınlayan dolambaçların kıvrımları yazgımdır benim. Yüzyılların sonunda, gizli taş büklümlerin, büküntülerin, dolantıların içindeki hangi bükeyler görkü ve şiddetin galerileridir. Bu çatlak, yarık duvarlar, zaman yargıcının tefecileridir. Dehşetle düşlüyor ve düşünüyorum ki, süprüntüler içinde üzünçle çöle bakan, tozlu, solgun işaretlerin ayrımındayım. Gecenin içbükey edası bana doğru kükreyen gümbürtülerin ve ıssız ulumaların yankısını, ölgün, solmuş yansımasını taşıyor. Ve benim ölümümü silip süpüren ve benim kanım için can atan hangi dokumacı, hangi örücülerdir ki usandırıcı yalnızlığımın dışındadır…
Kimin yazgısıdır ben orada biliyorum. Gölgelerin içinde her biri diğeridir, her biri bizi aramaktadır. Günlerin beklediği son; eğer yalnızca günlerin ve zamanın beklediği son… Son buysa!..
Ve çığlıkların karanlığında yine o şarkıyı dinliyorum…
“Saltık karanlıktan ayrılacak olan / eşsiz bir ışıltı mıydı. / Gece onu kollarıyla saracaktır. / Ölümü özlüyorum, ve benimle, / yeryüzünün katlanılmaz acıları dinecek. / Piramitler, madalyonlar silinecek, / anayurtlar gölgeleri örtünüp, / yaşayan tüm çehreler ölecektir. / Yıkıntılar arasında ilâhisin tanrım, / tin ve tüne karışacak tarihin. / Şimdi son güneşin batımını izliyor. / Son kuşun ötüşüyle avunuyorum. / Arzunun karanlık nesnesinden / Hiçliğin kollarına savruluyorum.”

Bu yakarıların, yalvarıların sonu gelmez…

(Burada, zamanın çarkına / yok edebileceği hiç bir şey vermeyen / bu kayayla denizden,
gökyakutla elmastan / oluşan madeni manzarada; / burada, tek lekesi senin kendi gölgen olan / ve ölümün tohumunu yalnız senin teninin / taşıdığı o her şeye egemen ışıkta; / burada, belki yalnız bir an için / putlar gözden yitecek; belki de bir kez daha / bakabileceksin kendi gerçek yüzüne çakan / bir şimşeğin aydınlığında; / nice maskenin ardına gizlenen o yüze, / zorunluklarla, boyunduruklarla çarpılmış, / senin aldattığın, herkesin zorbalıkla / kandırarak senden çaldığı. / Böylece arınarak bir toprak testi gibi / ya da çıplak bir kemik gibi etinden sıyrılarak / bir an için kurtulacak özündeki kil / hayatın ve ölümün amansız baskılarından.)

Ve…

(Şiir seraptır. Kalemdir. Kâğıttır. Kıssadır. Bigbang’tir. Özdür. Zorluktur. Zorbalıktır. Diktadır. Kurgudur şiir… Başlangıçtır. Yaratıştır. İlk andır. Yarışımdır tanrıyla. Acunlar doğurmaktır. Kevser-i şaraptır şiir… Uryandır. Aryandır. Sağaltır. Acıları dindirir. Candır. Kırık gönüllere, yenilmişlere; sevipde sevilmemişlere dermandır!..
“Herkes şairdir çünkü rüya görür!”
Her Ademoğlu, her Havva kızı şiiri bilir. Hepimiz küçük birer tanrıyızdır. Şiir yaratmaktır, yok etmektir. Küfrdür şiir. Yaşamdır. Ütopyadır. Zamandır. Antiyaşam, antiütopya, anti andır. Âyettir. Ölümdür. Kozmostur şiir. Antium yamaçları, Gomore yalvaçlarıdır. Yokluktan varlığa bakmak, varlık gözüyle yokluğu-sonsuzu kuşatmaktır! Yadsımadır şiir. Acıdır. Mutlandır. Şirktir… Velhasıl o; her şeyi hiçbir şeyleyen, hiçbir şeyi herşeyleyendir!.. O dönüşüm ve varoluş, yaratış ve yokoluştur, canveren anımsayışla, sonsuzlayan unutuştur.

Şair ki lanetli yaratık (şeytan, mefisto, deccal…) Platon’da, Kuran’da ve hemen tüm kutsal metinlerde düşbirliğiyle aşağılanıp, koşut evrenci olarak azap çukurlarına yuvarlanan, bir cehennemi varlıktır. Cennetten sürülmüş, yeryüzünden kovulmuş bir Yurtsuz Jean, bir vatansız adam, bir heimatlostur…

“Bir kuş koşuyor çayıra doğru / Süheyl’den kanat almış bir peri / Kızıl bir çöl akıyor orman üstünden / Güneşse eğilmiş su içiyor çam diplerinden” Veya; “Bir ozan gördüm güle siz diyen / Ve bir sözcük otluyordu çayırlıkta / Ay ışığı sönüyor şafak sökerken / Ne mutlu onlara ki âşıktılar ışığa.”

Yukarıdaki betim ve benzeşimlerin hangisi hatalıdır? Hiçbiri… Çünkü şiir tanımlanamayan, karanlığın yüreğine çöreklenmiş ışık, bilinmeyenin gözesindeki ağıt, cevherin içine akıtılmış muştu, gelecek çağların kızıllığındaki mutlandır.

Tarih boyunca en çok sürgün edilmişler, şairler olsa gerektir. Bu bakımdan Âdem de şairdir. Çünkü aşka (sonsuz barış duyunu) kucak açmış, Tanrı kelâmını değil, Havva sözünü dinlemiş, bundan ötürü, Aden’den (cennetten) kovularak, ölümlü dünyanın meşgalelerine, kaotik, vahşi güdüleriyle, uskıran, karayorularına terki diyar ederek yaşam dilimini tüketmek zorunda bırakılmıştır. Demek ki şiir insanın özüdür ve gerçekte her insan; bir şiirin parçası ve onun doğrudan yaratıcısıdır.

Damarlarında ilk gecenin büyüsünü ve şiirsellikle dolu yıldızlı göklerin mirasını taşıyan insan, sonsuz geçmişin ve geleceğin akışında bellekle bezenip, güzel sanatlarla beslenen o ölümsüz estet duygusuna sahip olarak (sonsuz bir aradalık) dünyaya gelir ve o duyguya içten bir bağımlılıkla yaşar ve duruk (cansız) güzelliğin simgesi cennetten kovulmuş bir can olarak, us ve gönül isteriyle, özgürlüğün ve gökkuşağı renklerinin peşinden koşmaya adanır, ona kucak açar ve deyim yerindeyse bundan ötürü de; sürklâse olan her bütüne baş kaldırır.

Ve şanlı bir sapiens, çekici duyunun, gizil bir klanın seçtiği, savaşkan üye gibi belleğinin karanlık odasında, henüz inceliği bilmeyen, ama ruhunun derinliklerinde bunu seçmesini sağlayan ölümsüz bilgiye sahip bir âdem olarak, bilginin ılık akışında yuvarlanan kırların tanrısı, bir çiftçi Habil benzeşiyle evrenin şiirine boyun eğmeyi ve onunla bütünlenip ortakça yaşam sürmeyi bir kabul bilir.

O çok önceleri kromozomlarına işlemiş duyguyla, hareketin en basit biçimi yer değiştirme en gelişmiş biçimi düşüncedir kuralı uyarınca estete tepki verir ve ne denli umutsuz olunsa da, sonsuz barış ve güzelliğe kavuşma özlenciyle yaşar ve öylece de ölür insanın oğlu! Bundandır sonsuz barış ve güzellik gerçekleştiğinde dünya bir metafor olarak cennete dönüşeceği ve insanda tanrılaşacağı, tanrı katına yükseleceği için artık yaşamın bir ereği kalmaz. Onun için şiir ulaşılamayandır, sonsuzun sonsuzudur, geri dönülemeyen ama öncekinin sürekli yittiği, sonrakinin sürekli doğduğu bir tür yok oluş ve bir tür var oluştur.

Biz şiire gerçel olarak tümüyle ulaştığımızda artık biz olamayacağımız için, şiir bize ulaşmamız için vaat edilen ama ulaştığımızda bizim yok olacağımız, sonsuza karışacağımız, iksirli bir türevdir. Nasıl İsa, tanrı, insan, kutsal ruh üçleminde” (O’nu aradım, neredesin baba dedim, uçsuz bucaksız boşluklar ve uçurumlara yağan yağmurlardan başka bir şey göremedim.) diyerek, salt onu arıyor ve bulamıyorsa, çünkü onu görseydi çatışıkta olsa, yaşamasının ya da arayışının bir değeri kalmayacaktı, şiir ve yaşam, artık sona erecekti.

Reel olan arayıştır ve aradığımız salt şiirdir, başka bir şey değil… Hilkat çeşmesinden su içenler içinse; Âdem de dişildir, çünkü velutdu ve oda bir estet peşindeydi… Ve o Havva’yı doğurdu! Çünkü şiir; her şeyde ki sonsuz güzellik ve hiçbir şeydeki erişilmez arzudur. O; ustaki arayış, yoksunluğun düşkünmesi ve umarsızlıktaki yakarıdır.

Yanardağ patlamalarının ürküttüğü cromagnon insanı nasıl ateşi mağara duvarlarına meyan kökünün çıldırtıcı kırmızısıyla resmetmekten kendini alamamıştır!.. Şiir bu yüzden kutsamadır, ışıkta cennetsi görünen, büyülere bürünen çağlayanın, zamanın boyunduruğunda tutsak olan insanın güzellik karşısındaki başkaldırısı, onunla bütünleşip sonsuzlaşma isteğidir. Şiir ölümsüzlüktür, dirimi tayfta kutsamak, hareketi sonsuzla kaynaştırıp, bir düşün peşinden koşmak, adanmışlıkla çabalamaktır.

Baharın patlayışı, yaz güneşiyle kekliklerin kırlardaki salınışı, baştan beri var olan ovanın çıldırtısı, suların çınıltısı ve sızılı otların yakarısı… Korudaki sessizlik, yaprakların dökülüşü ve kış beyazlığında, uyumu arayan Pan’ın, tanrının dilini yadsıyıp, unutulmuş bir mağara diliyle konuşuşudur… )

Sapkınlık, İkinci Paylaşım Savaşı, üzerinde uyuduğum şilteler, doğunun bütün katırcıları… Her konuda şiir gibi dediğimiz şeyler vardır, mimaride, vaazda (O ne bir din adamının dumanlı vaadi, ne de bir hülyanın gönlü yakışındandır!), bir suyun akışında, pulsarda, bu yüzdendir ki, gerçekte delilikte bir şiirdir.
“Balkona balık düşerse, yukarıda martı uçuyordur. / Uçsuz bucaksız gölgesiyle süzülüyor işte Roma! / Adem’in cennetten kovulması, bilgi ağacının meyvesi midir! / Tehlikeye atılarak parsla çiftleşen Hüma… / Zamandan zamanı soyutlarsak geriye ne kalır? / İlk tanrılarımız yok olup gitti / Bizlerde gideceğiz. / Cave canem! cadı’loz birer seviyiz Ayla!.. / Et yiyenler! Yer bitkileri, ebeveynler… / Aslan, çakal, insan!.. / Savaş kara kanatlarıyla bizi sayıklar. / Konsey üyeleri, biyovarlıklar, tele kitaplar. / Pejoratif totoloji, san’dıklar, / Ayı gören deli, Arab’ın Defteri, Hanibal! / Sonsuzluk ötesi, çöl ve yıldızlar…”

Umutlar, umutlar, umutlar…

‘Gerçeğe peçe vuruluyor burada / Panama ayı süslüyor geceleri / mavisini sallayan engerek otları / eter tabakası boyunca / yıldızları yalayarak uzaklara / taşıdı onu. / Balçıktan atalarımız / doğum kaşıkları / ve deniz sazlarından kılıcımız / öğle güneşinin üzerinde / acımasızca yüzen / ışıktan toplarımız. / Derin ve sonsuz gecede / kara urban atlılar / ve ağlaşan çocuklarla / matriks ve Gödel öğretileri / kuşku duyuyorum yine de / insan figürü onlar ruhları sakallı / ve Balancar’dan sürülüyorken işte / Yine de gülümsüyor o. / Elinde fenerler uçuran papağan / yol gösteriyor sana / kükürte doyurulmuş yamaçlar / dikenli teller ormanlar ağaçlar / samandan taçlarıyla inliyor işte / Adversus annulares’in son sayısı / ve bir gece önceki çisenti / ıslak alevler siyahsı küller / çözülmez bir dil Yunancalar kodeksler / iki sol bacak hep kendini gören yüz / Yine de gülümsüyor o… / Tırnaklardan fırlayan oklar / geriye doğru uçabilen şey / demir yüzler demir gözler devinimler / bir yalağın yanı başında uluyan mutant / çürüyen zaman dönerek çöken çark / ve damarlarımızdan akıp giden çağlar / ufukta ki aynalarda yansımalarda / kargaşalar ve kaosların belirişi / ve akıntılarda süzülen denetsiz / bir tek ve yalnızca görebildiğim işte; / Yine de gülümsüyor o… / (Söyle bana, bütün bunlar yetmez miydi…)’
Ve şu kıssada bir parça düşsellik ya da deliliğe övgü veya bir ima var mıdır dersiniz; çoban şaire, halka bu denli yararlı olduğum halde niçin kentte, benim için değil de senin için kutlamalar yapılıyor der. Şair becerilerimiz için yarışalım öyleyse önerisinde bulunur ve çobana yükselmekte olan dolunayı görüp görmediğini sorar, çoban pekala görüyorum deyince, o zaman gözlerimizi kapatalım; şimdi de görüyor musun der; çoban hayır, yalnızca karanlıklar var diye ekler, şair; ama ben görüyorum der!..

Vedamız, deliliğin ulaşılmazlığında, bizlerin acılarına ortak; umarsızlığımızı paylaşan en yakın insan, en yakıcı yakarıları sunan; ozanları kutsamakla olsun!..

“Çarmıha gerildim. Haçım, çivilerim var./ O kâseden sundular, içmedim. Özümü kilitledim. / Düzen kuruldu. Bir mite çevirdiler. / Canımı acıttılar, yaktılar. Tamuya döndüm. / Ben övülmüşüm ve mutluyum, zaman acılarını verdi. / Olanları, olmuşu sineye çektim, ben seçilmişim. / Evren kutsanmış, tözü, tartımı, belli. Sevinçler aşağılayıcı. / Haklıyım, yaralıyım, yoksulların tansığıyım. / İlâhları, sözcüklerle kargışlarla yıldıranım. / Ben ozanım.”

Borges’e göre her şey bir yinelemedir!
Anladım ki delilik, şiirden bile yücedir…

Ulus Fatih

http://ulusfatih.blogspot.com.tr/

Halkidikya Şarkısı

Bir gün geleceksin
böyle mavilikler içinde
güneş sularda erinip duracaktı.
Ağlayacağım,
hep bir geçmişi yaşadım
burada / denizin derinliklerinde.
Halkidikya nerede
İyonya’da geçti mi hiç günlerin
artık sormayacaksın bana…
Ağlayacağım bir kez daha
şurada, yosunların dibinde
yan yana, koyun koyuna.
Yaşlı Diyonizos gelip çalacak kapımı
bir sevda elçisiydi
iyi zamanlarda.
Ama ben çıkmayacağım kulübemden
ıraklardan gelen o kırmızı balıklar
girene dek cennet bahçeye
ağzımı bıçak açmayacak.
Rüzgârlar uğuldayıp,
denizin sesi,
gürlese de göğsümde
dalgalar okşayıp
yalasa da saçımı
Gitmeyeceğim artık
ilk hayatlardaki ışığın peşinden.
Umarsız, köpükler içindeki
cansız başımı,
vurup dursa da su perileri
denizdeki şu kabrime
Son dileğimdir
Seni ağzından öpmek isteyeceğim
son kez
Ve artık hep uyuyacağım
sonsuza dek,
gülümser,
aydınlık içinde olacağım…

Ulus Fatih

Gönül

Çocukluk çağlarından birinde karşılaşmıştık.
Güneşe doğru giderken sana bakmak için dönmüştüm;
sen de dönmüştün, ‘Kalplerin görebileceğini söylüyordun’
ve bana el salladın.
Aramızdan zamanın duru tadı ve bir insan ırmağı geçiyordu,
Yakup’un Düşleri’nden bir gün batımıydı.
Bu anın sonsuz bir ayrılık olduğunu, hepimizin birer
‘Araf Yolcusu’ olduğunu nasıl bilebilirdim.
Birbirimizi bir daha göremedik ve bir yıl sonra ölmüştün.
Şimdi o anıyı arıyorum ve bir yanılsama olduğunu,
küçük bir elvedanın ardında, sonsuz bir ayrılık olduğunu düşünüyorum.
Bu gece ‘Elem Denizleri’ni kucaklamak istedim,
olanları anlamak için Attar’ın ustasının, dudağına yerleştirdiği
öğretiyi yeniden okudum.
Bedenin öldüğünde, ruhun özgürleşebileceğini okudum.
Şu an gerçeğin bu yakıcı melankolide mi,
yoksa o sonsuz elvedada mı olduğunu bilemiyorum.
Ruhlar ölümsüzse, ayrılıklarında sessizce olması iyidir.
Elveda demek ayrılığı yadsımak, yine görüşeceğiz demektir.
Bugün ayrılır gibi yapıyoruz, ama yarın yine bir araya geleceğiz.
İnsanlar, ayrılığın oyunlarını bilemediler, çünkü ölümsüz
olduklarını sanıyordular, her ne kadar kendilerini sıradan
ve gelip geçici sanmış olsalar da; Bunun için üzünçle
ve özlemlerle dolular.
Gönül; Bir gün yeniden görüşeceğiz ve şu belirsiz söyleşiyi
sürdüreceğiz ve ‘Sonsuzluk Irmağı’nın kıyısında, bir zamanlar
Fatih ve Gönül’müydük diye birbirimize yine soracağız.

Ulus Fatih

Senin Gidişine

Senin gidişine
benden çok çöplükdeki kediler ağladı,
meleklerin kırıldı kanadı, düştüler gökten.
Duvarlar sıktı beni,
beraber dolaştığımız sokaklar haykırdı üstüme.
Korktum ki, güneş batıdan doğar,
kıyamet kopar,
Hiçbir şey olmadı.

Masuma Ahadova

Labirent

Zeus bile dolambaçla örülü, bu boğucu
taş ağı çözüp bir yol bulamaz. Ben geçmişimi
ve tüm kimliklerimi unuttum; İç sıkıcı
duvarları çınlayan dolambaçları izlemek
yazgımdır benim. Geçen yılların sonunda
hangi gizil bükeyler büküntüler
şiddetin galerileridir ki. Zamanın
tefecileridir bu çatlak köhne duvarlar.
Süprüntüler içindeki solgun işaretlerin
ayrımındayım. Büklümlü gece
bana doğru kükrüyor ve de
ıssız ulumaların yankısını taşıyor.
Ben gölgelerden bilirim ki Öteki hep orada,
nasıl bir alınyazısı sonsuza dek kendisini taşımak
bu dokunmuş ve belki de dokunmamış Hades
bitmez kanım ve cesetimi sömürmek içindir.
Herbirimiz diğerini ararız. Ama katıksız bir
bekleyiştir bu ve o bir hesap günüdür

Jorge Luis Borges
Çeviren: Ulus Fatih

http://www.anafilya.org

Taha’nın Gül Muştusu

-Kav 2- 34

Günaydın bana geri gelen şiir
Bana geri gelen anıt
Bana geri gelen kalbim
Bana geri gelen kalbimin ayışığı
Gözleriyle iyileştiren yaralarımı
Kalbim güneşim efendim
Günaydın yüreğimin kuşluğu
Sürekli kuşluğu
Günaydın alacakaranlık
Ama nasıl alacakaranlık
Bizi yataklardan koparan
Dağlara yaklaştıran
Dağlara doğru fırlatan
Grevlerden grevlere koşturan
Yanardağ
Alacasıyla anne karanlığıyla baba
Loşluğuyla kardeş aydınlıyla abla
Kırmızı kırmızı bir karasevda
Siyah siyah bir kuş lamba
Hız kazanmış kristal camlarla
Gelen ve giden
İçimizde ve dışımızda
Son durak İstanbul
İlk durak Ankara

(…)

-Taha kapının önünde- 37

(…)

Ne bahardan bir gül ne yazdan bir yemiş
Ne kıştan bir imdat ne sonbahardan sada
Bir ara dinlendiriyor yüreğini Beethoven
Dört duvardan yavaş yavaş gelen
Gözlerden bir çılgınlık akıyor geriye geriye doğru
Van Goghun elleriyle kırılan bir başak mı bu
Cermen baltalarıyla frenk sopalarıyla İskandinav buzullarıyla geçti Wagner

Bir ses ki asur kabartmalarından beter
Beklenen muştunun heykeli mi kırıldı battı
Sona mı erdi eleğimsağmaların saltanatı
Akşam akşam dar sokaklar ağzında kayboldu bir bir
Hayallerimizin icadı putlar düşten yoğrulmuş tanrılar
Ergenin şeytan aldatmacaları
İnsanın ilk karşılaştığı denizlerin
Önünde yaktığı kireç alevlerinde hisar
Her hastalık bir putun kırılması mı demek
Putların toptan kırılması mı demek ölmek

(…)

-Yanardağ kıyısında yaşama- 51

Yukarda bir yanardağ
Kızgın küllerini savuruyor
Bu ölü şehrin üstüne
İşte bu şehre alıştı Taha
Kırağı çalmış evlerine
Kahvelerinde dayanılmaz bir çağrıyla
Çağıran gecelerine alıştı Taha
Geceye bir alkol gibi alıştı
Kışlarında terlediği üşüdüğü yazlarında
Bu şehre alıştı Taha
Gül açmayan baharlara
Yaprak düşmez sonbahara
Kurbansız bayramlara
Öğle öten horozlara
Ancak geceleri rastlanılan köpeklere
Tütün kokan kedilere
Kesin kesin alıştı
Yalnız sahaflarında grev yok
İşçiler lağımları akar bırakmış
Kurumuş kitabelerdir artık çeşmeler
Bir semtine yerleşti
Özler durur öbür semtini
O nerdeyse cehennem orası sanki

-Çile- 55

(…)

Kaleye hücum ettiği an Zülküfül
Kılıcı uzatan Tahaydı
Bir kere daha kayalık leylaklarında
Zülküfülden bir tad aradı Taha
Halkın söylediğine göre onun kanıydı bir çiçek
Ki açmazdı gerçekten o dağdan başka hiçbir dağda
Ağzı yakan bir çiçek özel bir çiçek
Gerçekten bu çiçekten süt umar
Sütü kesilen kadın
Su umar
Suyu kesilen bahçe
Soy umar soyu kesilen erkek
Yahyanın başı da bu çiçekte
Kalbe bir mızrak gibi inen bu çiçekti

Secdeden secdeye sıçrayarak Taha
Selam sana Zülküfül
Selam sana Yahya
Selam sana İsa
Selam sana İbrahim
Selam sana Musa
Selam sana Süleyman
Selam sana Davut
Selam sana Yuşa
Selam sana Ahmed
Selam sana Muhammed
Selam sana Mustafa
Mustafa selam sana
Ey seçilmiş seçilmiş
Mustafa selam sana
Ey öğülmüş öğülmüş
Muhammed selam sana

Ateşi gördü kurbanı yarılan denizi
Yahyanın kesilmiş başını altın tepsiyi
İkiye biçilen zeytini
Karadan korkup da çekilen denizi
Bedirde bir toz toprak içinde
Zaferi tattı dişleri aydınlandı sevinçle
Güneş batarken çölde
Taha da Peygamberle birlikte
Zafer sevinci içinde
Baş geriye gitmiş taşı eritmiş gitmiş
Vücut incir gövdelerinin arasında terk edilmiş

-Taha’nın ölümü- 59

Ölen şehirlerdir Taha değil
Kuruyan nehirlerdir
Lambadır sönen kış dökülmüş içine
Sonbahar yaprağı ırmağı emmiş
Asfalttır çekilen sıva bereket toprağının
Bu Tahanın ölümü değiş yürüyüşü mezarların
Kabirlerin şamarıdır çağın yüzüne
Geceye batışıdır taş bakışlarının
Tarihle öpüşme bitmiş demektir
Güneşten aya
Aydan geceye inmiş demektir masal
Fal
Kadın ellerine ısmarlanmış olan
Fincanlardan fincanlara armağan
Sabahların bakırı zehir özleminde
Ekmek rafların en gerisinde
Ev eskimiş yıpranmış depreme gebe
Taşlar birer birer mineralerden düşmede
Kubbenin kurşununu kesmiş bir elmas
Cam kesmeye mahsus olan
Her gece kalbimize musallat olan
Cami kubbelerini eriten şimşek
Kalbimizin özünü kemiren akşam
Ağaç yutmuş kabrin taşını yazısını
Ölüler kalmamış haykırdı Taha ne de babalardan bir anı
Sur yıkıntıları ölüme açılmış
Ölü kalmamış ama ölüm tutuyor güneşi toprağı
Ölü kalmamış ama ölüm hayat halini almış
İçine girdiğimiz yılan turşulu ölümle
Değişe değişe bozulmuş ölüm bile
Nerde ölümün o ak o yeşil
O siyah kırmızı keskin rengi
Artık ölüm ne gri ne kahverengi
Ne gök rengi ne yer rengi
Ölüm bir grev gibi kaplamış ülkemizi
Ta can evimize kast eden bir grev gibi
Batı bu karanlık grevin gözcüleri
Doğu sonsuz bir grevin
Çocuk düşüren bir anne gibi
Güneşi düşürmüş son seheri
Taşlar birer birer minarelerden düşmede
Geceler bir inme gibi inmede
Bir felç geldi gökten ve topraktan
Doğudan ve batıdan
Kollara bir zincir gibi yapışan
Ayakları ateşin gıcırtısıyla yakan
Kalb Yakup ve Yusuf öyküsünden boş
Kafa bütün karıncalarla sarhoş
Dudağı kessen bir şarap gibi
Felç inmiş ağzımıza yakan bir kireç gibi
Ağız mermerle örülmüş
Kapatılmış yedi uyuyanlar maparası
Develer çöle dağılmış
Ateş sönmüş kervan batmış
Kervana yol gösteren yıldız yanmış
Saksılarda kömürü soluya soluya can vermiş çiçek
Sevgiliye uzatılmış ama sevgili ölmüş
Baba demiş hasta çocuk ama baba gitmiş
Kapı çalınmış ama kimse yok önünde
Belki bir yabancılık belki bir rüzgar çalmış
Dağ çingenelerine ısmarlanan fallardan
Bir daha bir haber alınamamış
Bu yıl baharda menekşeler biile açmamış
Anneler kirazları beklerken
Bir bardak suda ölüm kaynamış
Ölen şehirlerdir Taha değil
Taşlarını fırlatan minareler
Veriyor son felç hıncından bir haber
Felç öfkesinden bir sayfadır önümüze açılan
Oku okuyabildiğin kadar ölüm dersinden
Taha birkaç kelime kaldı söylenmedik
Felçten önce birkaç kelime söyle
Son birkaç kelimeyi de söyle
Öleceksen bari öyle öl öyle
Uğursuzluk akşamı çökmeden
Kısa süren
Kutsal bir öğle gibi
Son birkaç kelimeyi söyle

Arkadaş aynalar kırılmış
Gerdeklerin şiddetinden değil
Savaştan dönen yiğitin
Sevinç mızrağından değil
Aynalar farelerin tıkırtısından bezmiş
Kırılmış kırılmış aynalar bezmiş
Kırılmış kırılmış aynalar kırılmış
Kırılmış yarasaların soluğundan
Baharı kalmamış ondan kırılmış
Ortasından çatlayan bir zamandan kırılmış
Aynalar kırılmış Tahanın yatağına bir adım ırakta
Taha ırakta aynalar ırakta
Yatak bir karantina kazanı gibi kaynamakta
Felç bir kar şehri gibi şehri gömmekte beyaza
Dağların beyazına değil ölümlerin beyazına
Köpük ölünün sarasının tükrüğü
Duvar yanmış bir Kur’an sağlam kalmış duvarda
Fırlayacak kuvvet yok kol yastığa dayandığında
Ayakları şimşek yakmış
Ezmiş bir gök gürültüsü kaburgaları
Yatak yapışmış vücuda nasıl koşacaksın Taha
Nasıl koşacaksın taş araya girmiş Kur’ana

-Taha’nın Dirilişi- 63

Dört melek ve Kur’anla
Dirildi Taha
Onulmaz bir ölümle
Kavuran bir felçle
Öldüğü halde
Dört melek ve Kur’anla
Dirildi Taha
Cebraille Mikâille
Üç Sûr ve İsrafille
Azraille bile
Dirildi Taha
Yatağında bozulmuş bir bağ gibi
Kavrulmuş yapraklar gibi

Dağılmış ve kendi kıyametini
Ve kendi onulmaz mahşerini yaşamışken
Nemrudun ateşinde yanmışken
Firavun suyunda boğulmuşken
Dört melek ve Kur’anla
Peygamber soluğuyla
Dirildi Taha
Açtı sofrasını Mikâil
Nimetler sofrasını
Bal zeytin ve nardan
Su getirdi dağlardan pınarlardan
İlkin dudağını ıslattı bengisuyla Tahanın
Geçti bir eleğimsağma omuzlardan
Taşıyan o gülümsemesini Hızırın
Hızır güldü
Kur’anı Cebrail açtı
Sofrayı Mikâil açtı
Ölümü öldürdü Azrail
Sûrunu üfledi İsrafil
Dirildi Taha
İşte böyle dirildi Taha

Durun anlatayım size melekler
Tahayı nasıl dirilttiler
Anarak İsanın doğumunu
Anarak Muhammed Mustafanın doğumunu
Melekler
Tahayı dirilttiler

Sezai Karakoç

Yüzüyor ve Ağlıyorum

Sırılsıklam ıslanmış, ıslak bavullardan kişiler seçiyordum.
Eğri bir düzlükte durduklarını görüyorum, rüzgara yaslanmış,
eğri yağmur altında, belirsiz uçurumun kenarında.
Hayır, ikinci bir yüz değil. Havanın suçu
böyle solgun oluşları. Uyarıyorum onları sesleniyorum
örneğin;
yol eğri bayanlar, uçurumun kenarındasınız. Onlar,
doğal olarak,
soğukça gülüp, cesurca karşı bağırışa geçiyorlar:
Teşekkür ederiz size de
Gerçekten de bir kaç düzine olup olmadıklarını soruyorum
kendi kendime
yoksa tüm insan soyu muydu orada asılı duran,
tıpkı belirsiz bir müzik gemisindeki gibi, hurda
ve yalnız bir tek amaca yönelik, yani batışa?
Bilmiyorum. Gözümü kapatıp dinliyorum. Zor söylemesi,
bu insanların kimler olduğunu, her biri bir bavula,
açık sarı bir uğura, bir dinozora, bir defne çelengine sarılmış
Güldüklerini duyuyor ve onlara anlaşılmaz sözler
sesleniyorum
Kafasında yaş gazeteler olan, tanınmayan kişinin
K. olduğunu sanıyorum, yolcunun işi peksimetcilik;
şu sakallının kim olduğundan haberim yok, boyalı bastonlu
adamın adı Salomon: durmadan hapşıran kadın
Marilyn Monroe olmalı
beyaz elbiseli adamsa, şu elinde siyah yağlı kağıda sarılı
notlar olan, mutlaka Dante’dir.
Bu kişiler umut dolu, ürkütücü bir erk dolu!
Bardaktan boşanan yağmurun altında dinozorların ipinden
çekiyor, bavullarını açıp sonra gene kapatıyorlar,
ve koro halinde şarkı söylüyorlar; “I3 Mayıs dünyanın sonudur,
artık daha fazla yaşayamayız,, yaşayamayız daha fazla.”
Kimin güldüğünü söylemek güç, bu çamaşırhanede kimin
beni saydığını ya da kimin saymadığını ve
uçurumun ne genişlikte ve ne derinlikte olduğunu söylemek.
Yavaşça nasıl battığını görüyorum kişilerin ve onlara
şunları sesleniyorum:
Nasıl yavaş yavaş battığınızı
görüyorum.
Yanıt yok. Uzaktaki müzik
gemilerinde, donuk ve cesur
 orkestralar çalıyor.
Çok üzülüyorum, hiç de hoşuma
gitmiyor,
öyle hepsinin ölmesi, ıpıslak, bu çiseleyen havada, yazık,
ağlayabilirim, ağlıyorum: “Ama kimse bilemedi”, diye
ağlıyorum
“hangi yılda olduğunu ne hoş.”
Ya dinozorlar nerede kaldı? Ya bu
ıpıslak bavullar,
binlerce ve binlerce, bomboş ve sahipsiz,
suyun üzerine nereden sürükleniyor?
Yüzüyor ve ağlıyorum.
Her şey, diye ağlıyorum, istendiği gibi, her şey yalpalıyor,
her şey denetim altında, her şey yolunda, insanlar eğri
yağan yağmurun
altında boğuluyordur herhalde, yazık, neyse, ağlamak
için, o da iyi,
belirsiz, söylemesi güç, neden, hem ağlıyor hem yüzüyorum.”

http://ulusfatih.blogspot.com.tr/

Köle olmayı reddedenlerin hepsi, baş kaldırsın

Hong Kong’da yönetimin Britanya’dan Çin’e devredilmesinin ardından yetişen ilk kuşağın temsilcilerinden olan Wong, Çin Ulusal Günü’nde bayrağın göndere çekilip milli marşın okunduğu törenden saatler sonra protestoculara şöyle seslendi:

Marş başladığında hislenmekten ziyade öfkelendim. Hele ‘Köle olmayı reddedenlerin hepsi, baş kaldırsın’ mısrasına geldiğinde. Bugün bize ettikleri köle muamelesi değilse, nedir?

Büyük Olsun

Ben büyük şarkıları severim; büyük olsun,
Deniz gibi, gökyüzü gibi her şey ve mahzun.
Seviyorsam seni aşk ölümsüzdür gönlümce,
Âşıksam kadınım değil tanrıçasın, ece.
Denizler yolculuğa çağırır durur da beni
Gitmem düşünerek geri döneceğim günü.
Ben büyük rüzgârları severim; büyük olsun
Aşkım da, özlemim de hepsi, her şey ve mahzun.
İnsan bir yanınca Kerem misali yanmalı,
Uykudan bile mahşer gününde uyanmalı.

Ahmet Muhip Dıranas

Kav

Bütün yazdıklarım sonsuzluğu içerir

Ölümün tırnak içine aldığı sonsuzluğu mu?
Burada uzun bir kış gecesini yitirmemeye çalışıyoruz
Leonard Cohen’le açılıyoruz beyazın merhametine
Yalnızlık kokularına onulmaz aşk odalarına
Kendimi kapattığım bir yazıdan yalımlar yükselsin istiyoruz
Bütün yazdıklarım şimdi yanı başımda
Başka bir dile yüklüyoruz onları

Hiç unutmam diye başlayan sözlerim yok
Olsaydı kabaran kalp ağrılarına eklerdim onları da
Yaşamak cehennem gibiydi dediğimi hatırlamam
Perdelere sığınan akşamları hayali bozkır resimlerini
Çatlayan karanlığını içimin
Yaşamadım
Coğrafyası kayıp bir gövdeydi de aşk
Ben ondan yalnız kaldım
Sonsuzluğu ağzımdan köpürerek taşıran var olma telaşı bu
Yazgıyı doğrulamaya doğru ölen ruhun dili

Dünya durmadan küçülüyor
Dünya durmadan küçülüyor
Keman sesleri dışında durmadan küçülüyor dünya
Sustuğum yerde daha da yalnızım
Sonraki hayatın için bir taslak hayal ettim, eşyalarla doldurdum odanı
kalbini kendine bütünledim

Hiçbir hayatım yok diyorum ona
Hiç olmadı
Kendimin sıfır noktasıyım ben

Süleyman Unutmaz