Artık bizim soframıza melekler inmiyor!

Sanki kendi kendisine konuşuyor. Neresinden tutmalı, nasıl başarmalı? Yıllardır kesilen, esasen belki de hiç kurulmamış olan; yani Fetanet olmadan, onun ağır gövdesi her şeyi ve her yeri kapsayan varlığı düşünülmeden, bir suyun mecrasında akışı gibi zorlamasız, yapmacıksız ve olması gerektiği gibi olan bir ilişkiyi, bir baba-oğul ilişkisini; işte böyle şeksiz şüphesiz ve gecenin bir vakti olup eşyanın en masum kisvesini giyindiği, insanların ve cinlerin hayatla-ölüm arasında bulunduğu bir zamanda, yalanların söylenemediği ve gülüşlerin gerçekten gülüş, gözyaşlarının gerçekten gözyaşı olduğu kıpırtısız anlarda kurulması, denenmesi gereken bir ilişkiyi nasıl başlatmalı…
-Baba müziğin farkında mısın?
İşte böyle beklenmedik şeyler yapar.
-Güzel…. olağanüstü…

***

Mazi daima mevcuttur. Kendimiz olarak yaşayabilmek için, onunla her an hesaplaşmaya ve anlaşmaya mecburuz…

***

Başlangıçların ve sonuçların farkında mıyız?
Oğluna bakıyor. İnce uzun çehresi, siyah derin gözleri ile, dalgın, mütevekkil. Hiç çocuk olmadı sanki. Mahzun -şimdi sadece mahzun-.
-Nasılsın oğlum?
-İyiyim baba.

***

“Sabahı beklemeyiniz dostum, geceden yola çıkınız. Olur ki uyuyakalırsınız. Sırtınızdaki çıkında ebedi gayenin dürülmüş azıkları varsa ne mutlu size. Gece serindir, yapraklardan süzülen yel gözlerinizdeki yaşları kuruturken, ruhunuzda kainatın derin serinliğini taşıyarak sabaha doğru yürüyüp fecri başlatınız.

Cemiyetin vahşi, zehirli bitkilerle dolu, her dalında uğursuz baykuşların manasız telkinler yaptığı sık ağaçlı ormanlarında çetin yolculukların başlangıcı için sabahı beklemeyiniz. Sabahı beklemek öğleni, öğleni beklemek akşamı beklemek gibi bir ruh gevşekliğini doğurur.

Beyninizi tırmalayan zaruretleri mi hatırlatıyorsunuz? Evet hayatın zaruretleri ayaklarımıza dolanmış zincirlerdir ve ıstıraplarımıza çeşni katarlar. Fakat bu vahşi sahayı geçmek için hiçbir zaruret kafi bir mazeret değildir. Ruhumuzu aldatmayalım, ebedi gayeye ihanet etmiş oluruz.

Durduğumuz noktada inançlarımızın eskidiğini, yabancılaştığını hiç tecrübe etmediniz mi? En acı kayıp budur: Gerilemiş ruhların mütemadiyen tavizler vererek hayatla, zaruretle uyuşmaları..

Filozofun öğüdü takip edeceğimiz en esaslı metottur:


“Uzun yolu seçiniz…”

Böyle yazmış aziz dost.

***

Elbet bir gün attığım adımların hesabını vereceğim.

***

Ah bu rüzgar, bu üşüten yalnızlık…

***

Yağmuru dinledim…
Heyecanım geçmişti, artık kalbim yerinden çıkacakmış gibi değildi. Korku ve telaşın doğurduğu o ürperti, o üşüme duygusu uzaklaşıyordu.

***

Rabbi yessir velâ tuassir Rabbi temmim bi’l-hayr…
(Rabbim! kolaylaştır zorlaştırma, Rabbim hayırla sonuçlandır..)

***

Ey müminler biz sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden yana eksiltme ile andolsun imtihan edeceğiz… (Bakara/155.)

***

Neslimizin nasipsizliği, aradığının nen olduğunu tanıtacak bir mürşide rastlamayışı olmuştur. Memleket gençliğinin hangi ellerin hatası yüzünden asırlardan beri çorak ve akıbeti meçhul yollarda, ne gibi gafletlere…. Duygu ve ideal sahasında sahipsiz bırakılmış Anadolu çocuklarını, Anadolu’nun yanık bağrında bir bayrak altında toplamaya çağırıyoruz..

Evvela insana kıymet vermemiz lazımdır. Kur’ân-ı Kerim’in insanı eşref-i mahlukat sayan hükmüne hürmeten başka yolumuz yoktur. Aynı zamanda ahlâk eğitimine kuvvetle başlamak lazımdır. Devrimiz makine gıcırtısını ahlâk ilahilerini susturduğu devirdir..

***

Odaya dönüyor.
Çıplak duvarlara. Soğuktan büzülmüş, yoksul yazıhaneye. Bir yanda Mehmet Akif’in mustarip bakışları, eski çizgili kruvaze ceketli resmi. Tam karşısında heybetli vakarı ve yakasız gömleği ile Hüseyin Avni Ulaş. Bu iki resmin bu uzun kış gecelerinde birbirlerine anlatacak ne çok sözü vardır.

***

Siyaset çirkefti..
Dışarıda akıp giden bir hayat var..

***

-İlhan. Hani size bahsettiğim mütercimlik yapacak arkadaş. Profesöz Asım Bey’in oğlu.
Babamın ismi geçince donup kalıyor Murat Bey. Bir süre öylece bakıyor bana. Bana mı bakıyor acaba, babama mı?

***

O yalnız bir adam. Yalnız bırakılmış veya…

***

Ama bu hüzünlü sevgi gözümüzü bağlamasın..

***

Herşey yerli yerinde idi. Bir martı denize doğru süzülüyor, gökyüzünde bulutlar yürüyor, bir çocuk tatlı tatlı gülümsüyordu.

***

Musalla taşı, yeşil bir örtü ve tabut.
İnsan irkiliyor.
Yürüyüp giderken bir görünmez duvara çarpıyor sanki…

***

Yunus Bey, “Sayın Bakan”lığı bir yana atark, başını Profesör Asım Bey’in omzuna koyup, iyice ağlamak istiyordu. Asım Bey arabasından hiç inmeksizin bu merasimi öylece bulunduğu yerden yaşlı gözlerle seyretmek istiyordu. İlhan, deresi, tepesi, ağacı, engebesi olmadan bir düzlük, göz alabildiğine uzanan bir bozkırda olmak, yürümek, yürümek, yürümek istiyordu.

Hepsi de kalabalığa karıştılar…

***

Mevki ve makam peşinde değildi….hizmet aşkı ile yanıp tutuşuyordu…kendisini davaya adamıştı… gençler öksüz kaldı, bizler öksüz kaldık, memleket öksüz kaldı….

Kimdi bu? Niçin böyle konuşuyordu? Ne hakla? Ama olur. İnsanlar ölür ve cenazeler kalkar. Söyleyecek sözü olanlar için bu da bir vesiledir. Asım Bey tahammül edemiyordu artık, yavaşça sıyrıldı kalabalıktan, arabasına doğru yürüdü. Yarı yolda iken cemaat imamının sorusuna “Helal olsun, helal olsun” diye karşılık verdi. Asım Bey bıraktı kendini. Neyi helal edeceklerdi? Alacaklı olan Murat’tı…

***

İlhan mezarlıkta ölümün Murat Bey’e nasıl geldiğini düşünüp durdu. Bekar odasına nasıl girdiğini, günlerdir yıkanmayı bekleyen çamaşırlara, rengini atmış havlulara, masanın üzerindeki yarısı içilmiş sigara paketine, çakmağa, açık sayfası üzerine kapatılmış ve artık yarım kalmış kitaba, duvardaki fotoğraflara nasıl yaklaştığını.. Murat Bey’in seyrelmiş saçları ve yorgun gözleri üzerinde gezindiğini.. “Elbet bir gün, geniş ve ferah bir zamanda” diye ertelenmiş müsvettelere, dosyalara; şevkle, hevesle çıkarılıp dağıtılan eski dergi nüshalarına dokunduğunu…

***

Kısa süren hafif bir yer sarsıntısı gibi gelip geçti ölüm. Gökyüzü yeniden maviye boyandı. Korna sesleri yeniden duyuldu..

***

Bu gibi durumlarda, yani Asım Bey’in kendini bulduğu, içinin sesini yakaladığı anlarda hep olan şey gerçekleşti: “Kâbe’ye varıp toprağına yüz sürmeyi.” Bu fikri sabit, bir arınmadan, bir kurtuluş çaresi olmaktan çok gözyaşlarını alabildiğine akıtacak bir imkan olarak beliriyordu. Kirletilmiş mazi fikrine ancak böyle karşıkoyabiliyordu, derin bir pişmanlık ile.
Ah, teslimiyet…

***

Bir kere taviz verildi mi, asla çiğnenmemesi gereken unsurlar bir kere gözden çıkarıldı mı, kalbin aynası bir yerinden çizildi mi, kefareti büyük oluyor. Hatta Asım Bey’in şimdi kederle peş peşe hatırladığı gibi çizikler çatlağa, çatlaklar uçurumlara ulaşıyor….

***

Dalgın, ağır ağır sürüyordu arabasını. Geç kalmak mı? Yanlış, koyu gaflete bürünmüş ömründe mütemadiyen “geç kaldığını” ona hatırlatan, yaşarken hatırlatan ve öldüğünde işte bir daha şiddetle hatırlatan Murat. Ona “sabahı beklemeyiniz dostum, geceden yola çıkınız” diye yazılar gönderen kendisi..

***

İlhan son bir defa geriye, artık nemli toprak yığını altında kalan Murat Bey’e dönüyor. Mezarın başında, arkası dönük, başı eğik biri duruyor. Otların ve mezarlık çiçeklerinin arasına, rüzgara ve kabir taşlarına doğru ince bir çiriş kokusu yayılıyor. Kundarıcı Kerim Usta’nın yanaklarından damlayan gözyaşları toprağı ıslatıyor.

***

Gençlikte idealist olunuyor. Hepimiz öyle yetiştik. Etrafı toz-pembe görüyorduk.

***

Caddeler, arabalar, evler ve törenler; göz alıcı renkleri, coşkun gümbürtüsü ile geçen bando takımı, uçuşan balonlar; okullar, laboratuvarlar, senetler ve çekler; ev sahibi ve kiracılar; barajlar ve fabrikalar, pasaportlar, süs köpekleri, kiralık kadınlar, arkadaşlar ve diplomalar.
Herkes bu tören sonunda kendine ayrılan yere yerleşecek. Bütün bu sayılmayacak kadar çok unsur arasında sıkışıp kalacak. Belki onlar da şu anda benim gibi hayatta paradan daha değerli şeylerin var olduğuna inanıyorlar. Bun inanarak tayin edildikleri makama kuzu kuzu yürüyorlar.

***

Kelimelerin saltanatı. Üniversite kitaplara bile dost değil, bana yoldaş olamaz. Yol hiç.

***

“Elimizde kalan ne?
Sorarım sana anne”…diyorum.

***

Bu mektupta bana gülümseyen kelimelerin arasına insanları ve onların elinden çıkma şeyleri katmamaya çalışarak, otobüs penceresinden hep dağlara, dağların doruklarında kümelenen bulutlara bakarak gittim.

***

Irmağın kaynağı çok uzaklarda sisler arasında dikilen yüce dağlarda olmalı. Tepelerinden kar eksilmezmiş. Boğazın en ucundaki köye kadar minibüsle geldim. Dağ köylüleri ile yolculuk ettim. Ne düşündükleri belli olmayan, az konuşan, sakalları uzamış, boyunlarında lamba şişesi taşıyan köylüler…

***

Suyu yüzünü yüzüme tutuyor, gözlerimin pası alınıyor. Akşamı ve ırmağın şarkısını dinliyorum. Yıldızların nasıl eğilip yeryüzünü selamladığını, yaban lalelerinin boyun büküşünü, vakur kayaların sükûn içindeki hareketini. Bir kalbim olduğunu duyuyorum. Ağlıyor ve yalvarıyor. Lime lime olan bakışım bütünleşiyor. Bir su sineğinin pul kanatları üzerinde her şey bir anda aydınlanıveriyor.
İçimde olması gereken bir şeyin kaybından hangi mağaraların ücrasına saklandığımı, oradan hiç çıkmamak üzere kendime davalar aradığımı anlıyorum. Her şeyi tamamlayacak olan o şey. Ancak onunla varolabilirim.
Irmak bir başlangıç.
Bir düş.
Ama bir yol ve bir yoldaş. Ne tabiat parçası, ne çiftlik hayali. Ne kaçıp gitmek, ne ekip biçmek. Sefer de içimde Tahammül de…

Mustafa Kutlu

Kaynak: http://gnsbor.blogspot.com.tr/

Tabl-ı tehîden gümdür suhanler Bî-hûde Gaalib ef gaan edersin

Gencînen olsam vîrân edersin
Âyînen olsam hayran edersin

Tîr-i nigehden dâğ-ı derûna
Baksan ne işler seyrân edersin

Saki keramet sende ya bende
Bahri habâba mihmân edersin

Nezzâre-i germ etdikçe ey çeşni
Âteşle âbı yek-sân edersin

Ey huşk zâhid dem urma meyden
Dest-i duayı mercan edersin

Zâhid o meh-veş bir nurdur kim
Büttür demezsin îmân edersin

Mâdâm uçarsın gözlerde amma
Rûyun perî-veş pinhân edersin

Tabl-ı tehîden gümdür suhanler
Bî-hûde Gaalib ef gaan edersin

Etvâr-ı cerhe uy mevlevî ol
Seyrân edersin devrân edersin

Şeyh Galib

Davet

hiç mi
hiç
aklımda yoktu sevişmek

ta ki
kuş
havalanıncaya dek

Süheyla Taşçıer / On iki saatlik sevgili

Kalbin Emirleri

    Bizde gizlenmiş bir Allah sesi var; ona kalp diyoruz. Onun yapısı ar­zu ve haset olan etle, zulüm ve kuvvet olan kemikden başkadır. Onla­ra büsbütün yabancı olan kalp, çok kere aşk ve hayranlıkdır. Her adımda acılara ulaştırdığı için hayata dost olur. Bunca acının da yetmediğini, elemin elem doğurmasından sarhoş olduğunu söyler. Bazan da o merhamettir. Aklın nefretle nisyana attığını, unutarak bir köşe­sinde kararttığını her yad edişte eriyen kalp değil midir? Geçmişte ya­şanan elemlerle aziz ve rahim olan da kalp değil midir? Akın dıştan tanıyanı içsel kaynaşma yaparak tanıyanla tanınanı aynı ışıkda birleş­tiren de kalpdir. Pascal’ın dediği gibi, “kalbin öyle akılları var ki akıl onlardan hiç habersizdir.” Filhakika kalp ile tanıdıklarımızdan çoğu kere aklın haberi olmuyor. Akıl daha başlanglıçta iken, kalp işini biti­riyor bile. Akıl bekliyor ki duyumlar alınsın, deliller toplansın, öncül­lerden sonuç çıkarılın. Tenkid harekete geçsin; tercihler yapılsın; gerçekle zaruretin üzerinde durulsun. Kalp ise içten bir temas ve bir işaretle çokdan bu mesafeyi aşmıştır. Kalbi anlamayan zavallıların hayrette kaldığı bu yetinin, sonsuzluğa uçuran ilham kanadı olduğunu niceleri söylememiş mi? O bizde ilahi lutf olan sezgi kuvvetidir. Kalp, dostluğun tükenmek bilmez kaynağıdır. Verdikçe verme ihtisa­sını artırır, sevdikçe sevme iştiyakını taşırır. Kalp, sonu olmayan gençliktir; korku bilmeyen ölümsüzlüktür. Korkusuz yaratıldığı için onun kini ve kıskançlığı da yoktur. Sonsuzlukda yaşadığından fani hazları ve ezici istekleri tanımaz. Mukaddesatın kaynağı kalpdir ve ancak bir kalp huzurunda hürmet duyulur. Tövbe, aklın sapkınlıklarından kurtularak kalbe sığınmaktır. İbadet, kendi kalbine çevrilmek­tir; bedenin ve bütün isteklerin kalbe dolmasıdır. Kalp ile yapılmayan ibadet, faydasız bir yorgunluktur; belki bir alışkanlık ve kor bir itaat­tir. Allaha açılan kapı, kalbin kapısıdır. Kalpler, Allahın göründüğü yerdir. Kalp, gerçek imanın yoludur. Kalp ile günah işlenmez. Din ilmi, kalp ilmidir. Taasup, kalbe garazkarlıktır; onun başladığı yerde din biter. Kalp ile okunmayan Kur’an’dan kim ne anladı? Kur’an’da, sonsuzluğu dolduran kalbi bulmayan, büyük Kitab’ı hiç anlamamıştır. Cenneti, fani isteklerden sıyrılmış saf kalpde aramayıp da bazı beden hareketlerinin karşılığı olarak satın almaya hazırlananlar, hiylekar bezirganlara benzerler. Onlar, kalpdeki cennet neşvesini hiç bir za­man tatmayacaklardır. Taassup sahipleri gibi, bütün ömrünü kalbin­den habersiz geçiren hüner ve zeka adamları yok mu? İşte onlar, kan­ları donmuş, kaskatı kesilmiş ölü ruhlardır. Kalbin keşifleri, aklın bu­luşları gibi dört basamaklı ve sınırlı değildir; onun namütenahi dere­celeri vardır. Her şeyden şüphe edilir, kalpden şüphe edilmez. Herşeyi kırmak caiz olur, kalbi kırmak cinayettir. Fetihlerin en güzeli, kalple­rin fethidir. Rousseau tabiatta kendi kalbini buluyordu. Ne mutlu kal­bini bütün alem yapanlara! Son nefesine kadar kalbini aklın şerlerin­den koruyabilen insan, insanların en bahtiyarıdır. İnsanın asıl hüneri, kalbini kullanabilmektir; kalbin emirlerine uymasını bilmektir. Dün­ya, kalbin emirlerine asi şeytanlarla doludur. Bu şeytanların işareti sa­na akılsızlık gibi geliyor. Bu ise senin zaif oluşundandır. Siyaset de­nilen, dostluğa karşı kullanılan zeka, kalblerin katledilmesinden başka bir şey midir? Kurnazın kazandığı fani bir nesne, kaybı ise kalbin ku­cakladığı bütün bir kainattır. Kalpsizlikle elde edilen kazanç, kayıpların telafi edilmez olanıdır. Kurnaz ne bilir neyi kaybettiğini.

    Kalbin, insanlardan çektiği bunca çilelere rağmen insan oğluna hiz­metten usanmayışının hikmetine şaşacaksın belki. Bu insan sürüsünün sefaleti içinde hiçe eşit değersizliğini bildiği halde onun, başı yere eğik, küçülmüş halini alçalış sanma sakın. O bilir ki hayâ hikmetle beraberdir; hizmetse kalbin en büyük emridir. Kalbin akıl almaz fedakârlığına ne isim vereceksin? Nefsine ait korkularınla başkalarına çevrilen zaafların seni şaşırtmaya yeter. Açlarla sefillerin yanında olmanın sevincini sen ne bilirsin? Kalbin dilinden anlarsan onu murada ermiş bir kalbe sor. Kalp dilinden anlamayanlarla bütün bir ömür bo­şuna konuştun. Bu insanlar arasında beni bunalmış görürsen, onda kalp sözü duymadığındandır. Bilgi kalbe diken olduktan soma, di­kenden sakınan gül olmak daha iyi idi. Vay güllerle, ağaçlarla, kurt­larla, kuşlarla konuşamayanların haline! Rüzgârların, derelerin ve dağların dilinden anlamayan, cehennemi uzak bir akıbette aramasın sakın. Kalbin emirleri bir zorbadan, bir zenginden, bir hasetten alınır mı sanırsın? Onun emirleri nazenin bir ağaçlan, hıçkıran bir kuştan, ağlayan bir dereden alınır.

Nurettin Topçu

Kaynak: http://sibiryaberberi.blogspot.com.tr/

Şiir neye davet eder insanı?

Şiir; yani söz… Bir davet metodu. Bayağı, sıradan değil; zarif, çoğu kere sadece muhatabına fısıldayan güzellikte nükteli… Şiir neye davet eder insanı? Şairini, okuyanını bir âlemden bir âleme geçişe yahut iç âleminde yürüyüşüne ya da üçüncü boyuttaki zamandan ve mekandan uzak hiçliğe yahut hepliğe. Okuduktan sonra çoğalmış ya da azalmışsanız biraz önceki siz değilseniz, birşeyler vardır o şiirde.

Ümran Ay / Rengâhenk 

Sahaflar Şeyhi Muzaffer Hoca

Beyazıd Camiinin yanındaki sahaflar çarşısındaki kitap dükkanında bulunduğu sürece, birçok kimseyi etkileyen Muzaffer Ozak; bir gün dükkana gelen bir çocuk için ayağa kalkıyor, sevgiyle birlikte saygı da gösteriyor. Etrafındakilerin şaşkın bakışlarını görünce şunları söylüyor:

Bu çocuk Osmanlı hanedanına mensuptur. Nasıl saygı göstermeyelim ki, bizler onların sayesinde bu topraklarda oturuyoruz.

Bir akşam üstü de dükkana bir hanımefendi geliyor. “Sizde padişah fermanı var mı?” diye soruyor. Muzaffer Hoca birkaç ferman gösteriyor. Hanım fiyatını sorunca o zamanın parasıyla yüz lira diyor. Kadın, “Şimdi yanımda bu kadar para yok.” Cevabını verdikten sonra çıkıp gidiyor. Tam o sırada biri gelip, “Tanıdınız mı, bu bayan Neslişah Sultan’dı” şeklinde konuşuyor.

Neslişah Sultan birkaç gün sonra gelip parasını vererek fermanları almak ister. Muzaffer Hoca: “Aman efendim! Bunlar sizin dedelerinizin… ne diye para alalım” diyerek para almak istemez. Fakat Neslişah Sultan, indirimi dahi kabul etmeyerek, ilk defada söylenen yüz lirayı ödeyerek fermanları alır ve gider.

Ayaklı Kütüphaneler

Dursun Gürlek /Kubbealtı Neşriyat

Gerçek sahaf odur. Kitabın fiyatı değil adamın fiyatı var orada


Sahaflarla ilgili çok anı var. Bu sahaflardan çok iyi sahaflar tanıdım. Allah rahmet eylesin, mesela Hacı Muzaffer vardı. İyi sahaftı, ona herkes hürmet ederdi. Sahaflar Şeyhi (Şeyhü’l Sahhafin) diyebiliriz kendisine. Biz de giderdik yanına, talebeleri çok korurdu. Ben bir keresinde çok zengin koleksiyonu olan bir kitap meraklısıyla beraber gittim. Hacı Muzaffer onu pek sevmezdi, ben biliyorum. Böyle biraz da hava atmak için Hacı Muzaffer’e “Menakıb-ı Kethüdazade Arif var mı” diye sordu. Piyasada kitabın hiç bir nüshası yok. Ben biliyorum muhakkak Hacı Muzaffer’de birkaç nüshası bulunur. Hacı Muzaffer alttan çıkardı iki tane koydu masanın üstüne. O da baktı sağına soluna. “Ne kadar?” dedi. Hacı “100 lira” dedi. Beğenmedi, almaktan vazgeçti. O çıktıktan sonra bana dedi ki, “Sen bu kitabı al, bir daha bulamazsın” dedi. Ben de “Olur ama param yok” dedim. O da “Olduğu zaman 50 lira verirsin” dedi..

Prof.Dr. İsmail Erünsal / Yedikıta Dergisinin Ekim 2013
                                         

(Muzaffer Ozak’ı) Çok severdim. Eski kitapları oradan bulur temin ederdik. Hatta benim haberim olmadan eline geçen, bana uygun bir kitap bulursa hemen bana ayırırdı. Mesela İbn-i Arabi’nin Resail-i İbn-il Arabi diye 27 risalelik bir kitabı var. Dakka’da basılmış. Eline geçince bana ayırmış. ‘Buna ne vereceğiz hocam’ dedim. ‘Sonra verirsin’ dedi. Aybaşında ’50 lira ver yeter’ dedi. Çok sonra kitabı karıştırırken iç sayfalarında bir yerde ‘Fiyatı 350 lira’ yazıyordu. Zannediyordum ki bunu sadece bana yapıyor ama bütün ilim talebelerine aynı şeyi yapıyormuş. Gerçek sahaf odur. Kitabın fiyatı değil adamın fiyatı var orada.

Emin Işık Hocaefendi / 8 Temmuz 2012 Yeni Şafak Gazetesi

                                            

Eşhası artık aramızda olmayan bir hatırayı nakletmek isterim. Sahhaflar Çarşısı müdavimlerinden Kemal Elker 1970 yılında bir gün, Muzaffer (Ozak) Hoca’nın dükkanında bir adet “Seyahatname-i Hudud” bulunduğunu, bir Amerikalı’nın ise alıcı olduğunu söyledi. Peşinden de “otuz yılda bir düşer” diye ilave etti. Gerçekten de 120 yıl önce yalnızca 150 adet basılmış böyle bir kitap Müteferrika baskısı kadar, hatta daha nadir ele geçerdi. Hemen Muzaffer Efendi’ye (postnişin olması hasebiyle rahmetli öyle anılırdı) koştum. Kitabın bedeli gerçekten yüksekti. Fiyatın ancak yarısını verebileceğimi, oysa kur farkından dolayı Amerikalı için benim teklif ettiğimden çok daha ucuza geleceğini söyledim. Rahmetli Muzaffer Hoca’nın cevabı tok sesiyle söylediği üç kelimeden ibaret oldu: “-Efendiye kitabını veriniz!”…

Erol Özbilgen / Sahaf Alaattin’in Tozlu Raflarından

Gördüm

bir pazar gününe sabah nasıl iner
                göklerden nefesi tıkanmış
                             soluk soluğa
bir parka kuşlar gibi kimsesiz
                nasıl iner yoksul kanatlarıyla
siz hiç ağaçların sarsıla sarsıla
               ağladığını gördünüz mü?
babanızdan sürgün olduğunuz gün.

Murathan Mungan

Zaman… Geçerek… ten

Bir maviden bir siyaha geçerek zaman
Geçerek bir çocuk teninden yaşlı uçuk bir deriye
Dokunup durgun yüreğine büyük suların
Binbir rüzgârla bir dinmez akışa geçerek
Geçerek kirpikleri ve düşleri arasından
Yüzünü güneşe tutmuş uzun adamların
Yağmurlardan yazlardan parklardan geçerek
Uçarı giysiler içinde telaşlı titrek
Kâküllerden gamzelerden alın çizgilerinden
Geçerek bir ince ağrıyla gönül çarpıntılarından.
Akşamlardan bir bozgun, gecelerden külhani
Sabahlardan bir tüy gibi uykulu düşlerle hafif
Geçerek günlerin iğdiş ilişkilerinden…

Bir zorbanın onursuz gücünden tiksintiyle
Bulantıyla bir kaypağın yayvan gülüşlerinden
Lekesiz ve zedesiz, geçerek
Sürekli yer değiştiren bir korkunun gölgesinden…

Karaköy iskelesinde sisler içinde
Gözleri ayrılığın menzilinde iki damla yol
Sesine İstanbul karışmış bir kızın
Geçerek gecikmiş sevgisinden kederle…

-Yoksulluk bir paniktir oğlum evler için
Bir kar suyudur sızar temeline sevgilerin
Gün siyah bir tül, gelecek düş bile değildir
Ve geçmiş ağır bir taştır asılır çantasına
Diyen bir babanın bezgin, bilge sesinden geçerek…
Geçerek, kaç yıldır Hanımeli sokakta
Altın tasında yüreklerinin yudum yudum
İçeriye su taşıyan bir avuç çocuğun
Satırlara vurmuş doygun yüzlerinden…

Ey geceyi biçimleyen sessizlik, ey susuş
Günün döne döne yüze vurduğu lacivert deniz
Ey bir kenti özetleyen plastik çiçekler
Yargıç cüppeleri,uzun topuklar, süslenmiş aldanış
Buğulu bardaklarda terleyen yalnızlık
Ey talih kuşu, naylon torbalara gizlenen geçim
Utancından günden güne kibarlaşan açlık
Ey bulvarlardan su içmeye inen acemi ceylan
Geçerek elbette sizin de iliklerinizden…

Bozkırın alnında karlar altında
Bir keder pıhtısı gibi için için
Kanayan kışlarından kerpiç köylerin
Geçerek, kendi yalnızlığından üşüyen yollarından…

Irmak boylarında yıkanan ırgalanan ağaçlar
Ey buğday başakları, soluklanan toprak
Göçmen kuşları uzak ülkelerin ve mevsimlerin
Ey gece yıldızlarla öpüşen dağ çiçekleri
Naftalin kokan danteller dip odalarda
Renk renk işlenmiş genç kız düşleri
Ey büyük bekleyiş, katlanmış duygular
hep aralık duran kapı
Artık ağır ağır sararan umutlar
Elbette, elbette geçerek sizin de hüznünüzden…

Geçerek yeni zaman dervişlerinin
Borsa ve banka tapınaklarından
Yan yana namaza durmuş yalan ve imanla
Eğilip günde beş vakit ezan sesleriyle
Dünyadan varlık için minarelerden geçerek…

Telsiz mesajlarından gizli raporlardan vergi iadelerinden
Uzun masalar ardında kendine hayran
Küçük insanların kasılmış kaypak gövdelerinden…
Geçerek bıçkın küfürlerinden hızlı şöförlerin
Pavyon fedailerinin geceye yakışan güçlerinden
İki kopuk düğme gibi sabaha düşen
Sağılmış memelerinden o kadınların…

Yanlış pınarlardan yanlış sular mı
İ ç i y o r u m
Böyle her akşam,her akşam
Kırılan kanatlarından göğün
Dökülürken zaman
Turuncu kederler içinde
Dünyayı siliyorum yudum yudum
Gücenik bir günün aynasından
İçmiyorum ki…
Adı unutmak olan bir beyaz boşlukta
Buluttan bir düşte lacivert bir susuşta
Eriyor perde perde gerçeğin görüntüsü.
Diplerde çözülen bir batık gemi gibi
Vuruyor gecemin başıboş sularına
Hayatın yüreğime yıkılan yükü
Bedenim buğular içinde uçuk
İ ç m i y o r u m ki…
Ağrılıklarımdan kurtuluyorum
Diyen bir akşamcının titreyen
Parmaklarından dudaklarından geçerek kirpik uçlarından…

Ey karnına saplı binlerce bıçağın üstüne kapanan kent
Ey gittikçe yozlaşan sağırlaşan ülke
Yıllardır sorgusu dinmeyen düşünce, doğrulanan inanç
Ey rahminde büyüttüğü bebeği kanıyla boğulan anne…

Geçerek elbette senin de
Gecesine yıldız yerine gardiyan düşen evlerinden…
Ey ömürleri kendilerinin olmayanlar
Ey düşlerin ve acıların öncü yolcuları
İzleri uzak zamanlara ışık olan yollar
Ey dünyanın alnına iyiliğin resmini çizen içtenlik…
Bir tek sizin dışınızda
Bir de senin ey ufkun dışındaki ölüm…
-Bilmez miyim elbette bu benim yazdıklarımın da-
Geçerek üzerinden gökyüzü gibi akışkan ve sonsuz
Bir su hızıyla sızıp iliklerine hayatın
Güngörmüş bir insan güveniyle rahat
Seçip ayıklayarak çürüyeni ve kalanı
Pazardan mal alan bir müşteri dikkatiyle
Tartarak dünyayı inceden inceye
Bir kuyumcu terazisi duyarlılığında
Akıp gidiyor zaman, akıp gidecek
Akıp gelmişse nasıl bugüne kadar…

Şükrü Erbaş
(Yolculuk, Yarın Yay. Ank. 1986)

Korku

Tanrı onları dört gözden ayırmasın
Hiçbiri anne baba yokluğu bilmesin.

Büyükler gidince çocuklar küçükse onlar da ölmeli
Çünkü kendi evlerinden gayrı evler el evleri
Hele o kış ayları korkulu akşamüzerleri.

Bizler ki büyükken bu kadar yalnızız da
Ya onlar küçücük kalırsa ardımızda?

Hem onlar geç büyürler,sonra ne güç büyürler
Daha yavru dünyanın farkında değiller
Üşümüş soğuklarda yatağımıza gelirler.

Bizler ki büyükken bu kadar yılmışız da
Ya onlar küçükken kalırsa ardımızda?

Behçet Necatigil