Nevmîdlik âteşine yandım Bil’llâh bu vücûddan usandım

Ma’bûduna ‘arz kıldı râzın
Bildirdi gönlündeki niyâzın

K’ey hâkim-i ‘arsa-i kıyâmet
Sultân-ı serîr-i istidâmet

Nevmîdlik âteşine yandım
Bil’llâh bu vücûddan usandım

Çün dôst yanında nâ kabûlüm
Bi’llâh bu hayâtdan melûlüm

Men şem’-i şeb-i firâk-ı yârim
Sûzân u siyâh rûzgârım

Yandırdı beni cefâ-yı ‘âlem
Dinlemezem ölmeyince bir dem

Derdim ki vücûdum ola bâkî
Şâyed düşe vasl ittifâkı

Pertev-burcunda âfitâbım
Bildim ki vücûd imiş hicâbım

Yâ Rab beni et fenâya mülhak
Kim râh-ı fenâ imiş reh-i Hak

Pak idi dü’âsı etdi te’sîr
Fil’l hâl mizâcı buldu tağyir

Fuzûlî
Leylâ vü Mecnûn
Dergâh Yayınları – 2008
(s.408-409)

Anneannemin Son Ölümü

   Ellerindeki damarları ve yüzündeki kırışıklıkları görseniz yüz elli yaşında zannedersiniz oysaki sadece seksen dört yaşında. Anneannem. Yakın-uzak gözlükleri, bozuk para çantası, keyifli akşamüstlerinde tellendirdiği Ballıca sigarası ve her şeyden önemlisi bitmek tükenmek bilmeyen yalnızlıklara katlanabilme gücüyle gönlüme taht kurmuş bir tiplemedir. Velâkin ondaki bu yalnızlığa katlanabilme gücü bir yandan da hep ürpertmiştir beni. Çünkü sadece ben ve televizyonda gördüğü insanlar yetiyor ona. Misafirliği uzatan komşulardan ve soğuk kış gecelerinde pencerelerin önünde
usulca mırıldanan kedilerden bile rahatsız oluyor. Yanında benden başka hiçbir canlının varlığına tahammülü yok. Çoğu ihtiyar böyle değildir, kendilerini terk edilmiş hissederler. Arka balkonlarda unutulmuş paslı su varilleri gibi. Bu yüzden de en ufak bir ilgi belirtisinde hemen yelkenleri suya indirirler. Bayramlarda gözleri dolar örneğin, kendilerinden beklenen bütün basmakalıp tavırları yerine getirirler.

   Annem babam olacak insanlar bir trafik kazasında öldüler. Pek üzülmedim. Beni anneanneme bırakıp davetli oldukları bir akşam yemeğine gidiyorlardı. Bıraktıkları yerde kaldım. Bazen ne uzun yemekmiş diye düşünüyorum, sanki dönecekler de üç sene süren yemeği anlatacaklar, yiye yiye yüz elli kilo olmuş olacaklar Allah bilir. Kendini kandırmaca, en sevdiğim oyun. 
   Yoksa bizim arabanın hurdasını da gördüm, girdiği kamyonun altında akordeona dönmüş. Hurdacıdan iki bin lira aldık, anneannem “O para harcanmaz,” dedi. Ramazanda fitre verdiği, kendisinden on yaş genç ihtiyar bir teyze vardı, yarı sağır, ona verdi. 
   Aradan çok uzun zaman geçti, çok büyüdüm, onları özledim mi? Daha çok geceleri. Öfkeyle sıvanmış bir özlem. Bazen sinirden mi gözlerim doluyor, sevgiden mi, özlemden mi, yoksa nostalji ihtiyacından mı bilemiyorum, herhalde alışkanlıktandır deyip uyuyorum. Beni bu çıkmazdan Yasemin kurtarabilirdi, o da düşünmek için biraz süre istedi. Yedi sene önce. Bazen amma uzun düşündü diye düşünüyorum, daha çok gün batımlarında. Sadece gittikleri şehrin ismini biliyorum oysa. Dediğim gibi, kendini kandırmadan yaşamanın ne anlamı var. Çıplak gerçekler kimi tatmin edebilir ki? Bir derviş ya da manyakoğlumanyağın teki değilseniz olayları küçültmeden ya da büyütmeden, oldukları gibi kabul ederek yaşayamazsınız. 
   Anneannemin en önemli özelliği ölmemesi. Geçirdiği hastalıkların haddi hesabı yok, her türlü badireyi atlattığından olsa gerek hayatta kalma sanatını çok iyi biliyor. Dolabın yanında otuz tane ilacı var, hangisini neden aldığını tam olarak bilmiyorum. Sadece aynılarından içmemesine dikkat ediyorum. Bir gün bütün bu ilaçların plasebo etkisinden başka bir esbabı mucibesi yoktur diye düşündüm, onların yerine değişik renklerde bonibonlar verdim. Öyle değilmiş. Sahiden hastalandı, beni rahmetli dedem Rüstem Bey zannetti. Bir duvardaki fotoğrafa baktım bir de kendime. İçten içe korktuğum, fazla bakmamaya çalıştığım bir fotoğraftı o, dedeme olsa, yirmi beş sene önce ölmüş birinin siyah beyaz fotoğrafı sonuçta. Anneannem beni o fotoğraftaki adamla karıştırıyorsa harbiden hastalanmış demekti. Elini tuttum, buz gibiydi, evdeki bütün battaniyeleri attım üstüne, yeni döşettiğim kaloriferleri sonuna kadar açtım, ayaklarını ısıttığı elektrik sobasını da tuttum yüzüne, böylece ısınıp hayata döndü. Sonra bir daha denemedim bunu. Çünkü anneannem beni bu hayatta anlayan tek kişi, başımı yaslayabileceğim en yumuşak yastıktan daha yumuşak bir insan ve tek bir siyah saçı yok. 
   Bütün ev ödevlerimi beraber yapıyoruz. Bana ödev verildiğinde anneannem kendine verilmiş gibi sorumluluk duyuyor. Geçen sene matematikten çaktık. Fonksiyonlar zor geldi, çıkamadık işin içinden. Veli toplantısına beraber gittik. Çünkü her yere beraber gideriz. Anneannem matematik hocası olan yeni mezun kızcağızı bir köşeye sıkıştırdı, “Matematik hocası sen misin?” diye sordu. 
   “Evet teyzecim.” 
   “Sen ne biçim öğretmensin kahpenin doğurduğu kancık! Bu kadar zor ödev verilir mi manyakoğlumanyak…” 
   İhtiyarlığın güzel yanı şu, ağzına geleni söyleyebiliyorsun, insanlar sadece gülüyor. Çocukluk zor bu açıdan, bir küfredeyim diyorsun, herkes kaşlarını çatıyor. Anneannem bir toplum düşmanı esasında. Ben, anneannemle toplum arasındaki tampon bölgeyim. Çarşıda, pazarda, her yerde. Bana ne kadar yumuşaksa başkalarına o derece sert. Bu durum da hoşuma gitmiyor değil. Yufka yürekli bir insan olsa beni de o yüzden seviyor herhalde derdim, başka insanlardan bir farkım olmazdı o zaman. Anneannemin, sevgisini tek insan üstünde toplayabilme gücü var. Sevgiyi yüzeysel olarak dağıtacağına bir noktada yoğunlaşabiliyor. Sevebilme kapasitesi aynı kapasite, sadece sevilen insan için daha yoğun, daha etkili. Buna da saygı duymak lazım. 
   Bir de şu var, anneannem bu hayatta fikirlerime gerçekten değer veren tek kişi. Seçimlerde bile danıştı. Oy pusulamızı alıp paravanın arkasına gitmiştik. ‘Evet’ mührünü aldım, “Kime oy vereceksin anneanne?” diye sordum. 
   “Bilmem, kime verelim?”
   Düşündüm, sorumluluk altında hissettim kendimi, “Boş atalım istersen,” dedim. 
   “Buraya kadar boşuna mı yürüdük?” 
   Saadet Partisi’yle TKP arasında kararsızlık yaşıyordum. Genellikle muhafazakâr bir insanımdır ama komünizm heyecanını da her zaman yaşamak istemişimdir. 
   “Anneanne sen solcu musun?” diye sordum.
   Sonuçta oy onun, ben sadece yardımcı olmaya çalışıyordum. 
   “Bir şeyci değilim,” dedi.
   “Her türlü manipülasyona açıksın yani.”
   “Evet.”
   “Bu yaştan sonra komünizm heyecanını yaşamak ister misin?”
   “İsterim.”
   “O zaman oyumuzu Türkiye Komünist Partisi’ne verelim mi? Onlar da seksen dört yaşındaymış, sen de seksen dört yaşındasın. Broşürlerinde okudum.”
   “E iyidir o zaman, verelim.” 
   Bastım mührü çark çekicin altına. Teyzem oyumuzu komünistlere verdik diye çok kızdı. Anneannem, “Kime istersek ona veririz,” dedi. Teyzem de aklınca CHP’ye verdirecek. Ben hiçbir zaman merkezî bir partiye oy vermem, verdirmem, duygusal ve romantik bir insanım, beş yaşından beri şairim ve muhafazakâr olduğum kadar da radikalim, her türlü ortamda kişiliğimi belli ederim yani. Beni bir sefer gören adam bir daha unutmaz zaten, hard jöleyle bütün saç tellerimi tek tek dikiyorum havaya çünkü. Ayrıca imkân olsa terör örgütlerine veririm oyumu çünkü bu devletin yıkılmasını istiyorum, çünkü annem babam öldüğü zaman hiçbir şey yapmadı devlet, ayrıca Yasemin düşünmek için süre istediği zaman hiçbir devlet büyüğünün araya girip işleri yoluna koymak için çaba sarf ettiğini de görmedim. Hep boş vaatler; yaralar sarılmadı. 
   Anneannem Bağ-Kur emeklisi, maaşı düdük kadar. Maaşını çektiği gün pizzacıya gidiyoruz, sonra çeşitli kurumlarda sıraya girip elektrik-su-telefon-doğalgaz faturalarını yatıyoruz, eve dönerken dondurma alacak paramız bazen kalıyor, bazen kalmıyor. Allah’tan rahmetli Rüstem dedemden kalan üç tane ev var, onların kiralarını yiyoruz. Rüstem dedem vaktinde bir arsa almış, yan yana iki müstakil ev yapmış, birinde biz otururuz demiş anneanneme birinde de çocuklar. Ben çok küçükken evin birini kat karşılığı verip apartman yaptırdılar. Anneannem kendi oturduğu evi yıktırmadı. Böylece yandaki apartmandan, toprak sahibi statüsüyle üç daire sahibi oldu. Daire başına 600 liradan 1800 lira kira gelirimiz var. Ayın on altısında kiraları toplamaya gidiyoruz, anneannem paraların çoğunu bana veriyor. Harca harca bitiremiyorum. Bir ay harcamadım, lap top aldım. Ertesi ay ADSL bağlattım, iki tane kameralı cep telefonu aldım. Dört megapixel. Sürekli birbirimizi çektik. Ayrıca arka odalardan birbirimizle muhabbet etmeye, sanki çok uzak yerlerdeymiş gibi konuşmaya başladık. En sevdiğimiz oyunlardan biri oldu bu, sonuçta bir sürü bedava dakikamız var. Ben genellikle Kuşadası’ndan telefon eder gibi arıyorum, anneannem çok seviniyor, “İyice gez çocuğum oraları,” diyor. “Ama üşütme sakın, akşamları serin olur hırkanı giy, denizde çok açılma.” Ben, “Tamam anneanne tamam, şimdi kapatmam lazım artık,” diyorum gittiği tatil beldesindeki her yeri görme telaşındaki turistler gibi. Bunun üzerine o da, “Ağzında sakız varken su içme!” diye bağırıyor son bir gayretle. Bir sefer bu yüzden boğuluyordum da. Telefonları kapatıyoruz. Arka odada makul bir süre bekledikten sonra elimdeki boş valizle koşarak giriyorum salona, “Döndüm anneanne!” diye üstüne atlıyorum. Karşısına oturtuyor beni, “E anlat bakalım, tatilin nasıl geçti?” diye soruyor. Ben de o zaman, tatilden yeni dönmüş birinin heyecanıyla başımdan geçen herşeyi yeni baştan, daha detaylı anlatmaya başlıyorum. Anlatırken kendimi o kadar kaptırıyorum ki bazen, sahiden tatile gitmiş olsam bu kadar güzel anlatamazmışım gibi geliyor. 
   Kira gelirlerinin bir kısmını bankaya yatırıp faturalar için de otomatik ödeme talimatı verdirecektim ama anneannem istemedi, “Ödemez o kopiller,” dedi. Ama asıl neden o değil, ayda bir sefer evden çıkıyor, kuyrukta bekliyor, herkesle kavga ediyor, vazgeçemeyeceği bir atraksiyon bu onun için.
Ayrıca o öyle koluma tutunup ayakta iki büklüm bekledikçe bizi gören herkes vicdan azabı duyuyor, nerede beklersek o kurumun bütün imajı sarsılıyor.
   Geçen aya kadar vaziyet buydu, her şey yolunda gidiyordu. Kazanın yıl dönümünde fıttırdım. Annemle babamı aynı mezara gömdüler çünkü. Hayatta olduğu gibi ölümde de beraberler. Bu dünyaya beni dışlamak için gelmiş iki tip, ölümleri bile değiştiremedi bunu. Moralim o kadar bozuktu ki bakkala gittim, cin tonik istedim, sadece cin verdi, tonik ayrı bir şeymiş ve yokmuş, parka oturdum, birazını içtim.
   Hemen Yasemin geldi aklıma. Yasemin’den niye vazgeçtim ki diye sorgulamaya başladım kendimi. Sonuçta biraz düşüneyim demişti ama net bir cevap vermemişti. Onun resmî cevabını öğrenmek için dâhiyane bir plan da yapmıştım vaktinde. Babasının tayininin çıktığı şehre gidecek, en işlek caddede oturacaktım. O şehirde yaşayan herkesin yolunun bir gün mutlaka düşeceği o caddede, gelip geçen bütün insanlara bakacaktım. Ve böylece, makul bir süre bekledikten sonra mutlaka onu da görecektim. Ve o zaman tesadüfen görmüş gibi yapacak, cevabını soracaktım. Ama yapamadım. Neden? Çünkü büyüdükçe arzularım küçüldü, şaşkınlıklarım küçüldü, beklentilerim küçüldü. Büyüdükçe öyle küçüldüm ki içimde taşacak bir şey kalmadı. Büyümenin bir bedeli varsa işte bu, yarım metre uzadım, yirmi kilo aldım ve dünyadan vazgeçtim. Burada şairin dünyası Yasemin oluyor.
   Cep telefonum çaldı. Anneannem arıyordu. Hava kararınca merak etmiş.
   “Beni neden yanına almadın?” diye sordum. “Beni o kadar seviyordun da annem babam sağken ve çalışıyorlarken ben niye anaokuluna gitmek zorunda kaldım.”
   “Ben istedim, onlar bırakmadılar.”
   “Neden?”
   “Ne bileyim. Kırk sefer söyledim ya çocuğum, okul öncesi eğitim miymiş her ne sıçtığımın şeyiyse çok mühimmiş dediler.”
   “Ben sana kaldığım için sevindin mi?”
   “Ne?”
   “Annem babam öldü, ben sana kaldım. Sana da meşgale oldu. Ben olmasam teyzem bakıcı tutacaktı sana.”
   Anneannem bir şey demedi. Beş saniye sustuk.
   “Eve gel çocuğum, çok üzülüyorum.” 
   Cinin yarısını içtim, yere kustuktan sonra anneanneme haksızlık yaptığımı düşündüm. Kaç sefer kardan adam yapmıştık bahçede. Bayramın birinde Çeşme’ye tatile bile gitmiştik. Kuşadası’nda yer yoktu. Ben bütün rezervasyon işlerini internetten yapmıştım. Hatta oradayken yat turuna bile çıkmıştık, anneannem denize kusmuştu, yine ölüyordu az daha. Kimin için? Tabii ki de benim için. Ayrıca o, bütün dünyaya posta atmış bir insan. Pazarcının yüzüne ezik domatesleri fırlatmıştı bir kere. Bugün eli bıçaklı psikopat pazarcının yüzüne domates fırlatan insan, Roma devrinde yaşasa Spartaküs’ün ordusuna katılmaz mıydı? Kirk Douglas’ın oynadığı Spartaküs filmini seyretmiş ve hayatında en az bir kez pazara gitmiş herkes bu konuda bana hak verecektir. 
   Anneannemi aradım, daha fazla merak etmesin diye. Telefonu açmadı. Evden aradım, yine açmadı. Döndüm geri. Koltuğa gömülüp kalmıştı, hiç kımıldamıyordu. Yine buz gibi olmuştu. 
   “Teyzemleri arayayım mı?”
   “Yok arama,” dedi.
   Eh iyi, ben de teyzemlere bayılmıyordum zaten.
   “O zaman ben gidip bir doktor getireyim sana filmlerdeki gibi,” dedim. “Ama senin de doktor gelene kadar ölmemen lazım. Sakın ölme.”
   “Tamam.”
   Üstüne üç tane battaniye attım. Elektrik sobasını ayaklarının dibine koydum. Ama hayat filmlerdeki gibi değil, bir kere akşam olunca bütün doktor muayenehaneleri kapalı, özel polikliniklerdeki doktorlar gelmiyor, hastanedekiler de siz buraya gelin diyorlar. Oysaki ne kadar isteseler verecektim, peşin. Öksüz ve yetimim ama para bende. Doktorların burnu çok büyük.
   Eve döndüm, uyumuştu. Bütün gece başında bekledim, ağzına ayna tuttum, buğulanıyordu. Ertesi sabah teyzem aradı. Her sabah arar. Damladılar hemen. Eniştem de işten izin alıp gelmiş. Arabayla hastaneye gittik. Anneannemi bir bölmeye aldılar, serum taktılar, iğne yaptılar. Sonra da,      “Yatıracağız,” dediler.
   “Ne! Yatıracak mısınız? Hani devlet hastanelerinde yeterli yatak yoktu. Bizi mi buldu? İlaçlarını verin, evde yatsın.”
   Teyzem kolumu çimdiklediği için doktora daha fazla çıkışamadım. Gece oldu. Bir refakatçiden fazlasına izin yokmuş. Teyzem, “Ben kalırım, sen eniştenlerle eve git,” dedi.
   “Ne! Ben şimdi sizde mi kalacağım?” 
   Ben bağırınca odadaki diğer hastalar uyandı. Teyzem beni dışarı çıkardı, enişteme teslim etti. Teyzemden ve çocuklarından nefret ediyorum. Teyzemin benle yaşıt kızı, bugüne kadar baş başa kaldığımız her anda dan dun girişti bana. Tabii beni asıl üzen bir kızdan dayak yemek. Bir seferinde canıma tak etmişti, misliyle mukabele edip kafasında vazo kırmıştım. Hemen ağbisi gelmişti, büyük kuzen, on dört yaşında bir azman, iri yarı bir tip, bu sefer de o dövmüştü beni. Bir seferinde teyzem bile tokatlamıştı. “Kancık ne demek ve sen kancık mısın?” diye sormuştum sadece. Sonuçta maaile dövdüler beni, bir tek eniştem dövmedi, o da zamanla onlara uyacaktır. Zaten eniştem de aile dışından biri olduğu için dövmedi herhalde, biraz da ezik bir tiptir, hep bir çekingenlik var üstünde. Çünkü teyzemin de dedemden intikal etmiş bir sürü dairesi var bizim yan apartmanda. Eniştemin bir dairesi bile yok, bundan çekingen herhalde. Oysa anneannem kendi ölçülerine göre sever eniştemi. Anneannem bir insanı görür görmez anasına bacısına küfretmiyorsa ondan hoşlanmış demektir. Ekstradan bir şey söylemesine gerek yok. 
   Eniştem kolumu tuttu, gülümsedi. “Hadi gidelim,” dedi. “Bizde bilgisayarla oynarsın, sana pizza da söylerim.” Hasta odasına girip anneanneme son kez baktım, serum mavi damarlarla dolu koluna yavaş yavaş damlıyordu. Eko yapacak bir uçurumun kenarına gidip ‘Fuck you!’ diye bağırmak istedim. Sıkıntılı anlarda kullanılan bir deyim, Amerikan İngilizcesinde ‘canın cehenneme’ demek. Eniştemle çıktık hastaneden. Evde, ilk yalnız kaldığımız anda taban girdim teyzemin kızına. Karnına kurşun yemiş gibi iki büklüm oldu, kaldırdım, seri tokatlarla sersemlettim, sonra da tuttum saçından çarptım duvara. Çünkü en iyi savunma hücumdur. Ayrıca ne demişler, acıma yetime koyar götüne. Hah ha ha! Yürü git! Ağlayarak gitti enişteme şikâyet etti. Eniştem geldi, tarafsız bir sertlikle baktı ikimize, “Kavga etmeden uslu uslu oturun,” dedi. “Peki enişte,” dedim, sakince oturdum. Teyzemin kızı sinirden bütün gece tırnaklarını yedi.
   Ertesi gün eniştem beni evde bıraktı, bir işi varmış, öğleden sonra hastaneye gidecekmiş, beni de o zaman götürecekmiş. Eniştem evden çıkar çıkmaz, teyzemin kızı uçan tekmeyle girdi böğrüme. Ağbisi de geldi hemen. İki kardeş dünün misillemesi babında, bildikleri bütün karate tekniklerini denediler üstümde. Ağlarken telefon çaldı. Anneannemden bir haber vardır diye koştum. Ama teyzemin kızı benden önce açtı telefonu. Diğer azman da kolumu arkama büktü, yaklaşamadım. Teyzemin kızı, “Evet anne,” dedi, kaşlarını çattı, “Ya öyle mi?” dedi, telefonu kapattı.

   “Ne olmuş?” 
   “Anneannemiz ölmüş. Başımız sağ olsun.” 
   “Oh my God!” 
   Sırt çantamı alıp çıktım evden. Minibüse bindim, minibüsten inip otobüse bindim, sonra otobüs vapura bindi, vapurdan indi köprüden geçti, otogara girdi. Otogarda otobüsten indim çevreye baktım, tanıdık yerler değildi. Büfeye gittim, “Bu şehrin en işlek caddesi neresi acaba?” diye sordum.
Büfeci güldü.

   “Niye gülüyorsun ki?” 
   “Yürü git lan yürü git!” 
   Köşedeki taksiciye sorsam mı diye düşündüm. Ama adam dolaştırır, en işlek caddeye götüreceğim diye daha uzak bir yere götürüp bırakır, kendi çıkarını düşünür. Polise sorsam? Devlet memurlarıyla konuşmuyorum, olmaz. En iyisi cep telefonuyla birini aramak. Tanıdık birini arayamam. Kaçtığım anlaşılır. Rastgele bir numara çevirdim, genç bir kız açtı.

   “Pardon devlet memuru musunuz?” 
   “Sapık mısın?” 
   “Hayır. Memur musunuz?” 
   “Değilim.”
   “Güzel. Ben sapık değilim siz de memur değilsiniz. Peki o zaman bu şehrin en işlek caddesi neresi acaba? Herkesin bir gün mutlaka geçeceği cadde.”

   “Ne bileyim, İstiklal Caddesi herhalde. Sen kimsin?”

   “Bu hayatta rastgele çevirdiği telefon numaralarında karşısına çıkan seslerden başka kimsesi kalmamış biriyim. Belki de ben senin şuuraltınım.”

   “Kaç yaşındasın sen?”

   “Beni boş ver. Konu ben değilim ki. Hiçbir zaman da olmadım. Asıl sen kimsin? Senin heyecanların neler, tutkuların neler, hayal kırıklıkların neler? Şu hayatta başın sıkıştığında ilk kimi ararsın? Seni karşılıksız seven insan kimdir, ne bok yersen ye seni bağrına basacak insan kimdir? Eğer böyle biri varsa bu akşam onu ara, halini hatrını sor bu vesileyle. Yoksa sen de bir gün benim gibi yapayalnız kaldığında, ufacık bir şeyi danışmak için bile arayacak kimseyi bulamazsın. Bu sözlerimi harcanmış yıllarımın manifestosu olarak kabul edebilirsin. Çünkü büyük bir tecrübeyle konuşuyorum, tecrübe ıstıraptır güzelim ve zannettiğinden çok daha fazla ıstırap çektim. İstersen sonra yine araşalım, daha 64 dakika bedava konuşma hakkım var çünkü.”

Taksiye atladım. dikizden tip tip baktı.

”Paran var mı?”
”Var”
Bir ellilik verdim.
”İstiklal Caddesine yeter mi?”

Namuslu adammış paranın üstünüde geri verdi. Caddede bir aşağı bi yukarı dolaştım, gelip geçen herkezi görebilecek merkezi bir yer aradım ama ne gezer.Ben İç İşleri Bakanı olsam bu cadde de bin kişiden fazla kişinin dolaşmasına izin vermem. Bir köşede durup insan yüzlerine baktım. Bunca sene sonra tanıyabilecekmiyim acaba? Gözlerimi kapadım, Yasemin karşımdaydı. Sevgi budur, gözlerini kapadığında oradadır ve birmilyon sene sonra birmilyon insanın arasındada görsen. ha işte o dersin.

Ana okulundayken herkesin bardağının üstünde kendi adı yazılıydı. Akşamüstleri bu bardaklarda, ebeveynlerimiz bizi gelip almadan, nduble sulu paşa çaylarımızın içine pötibör bisküvilerimizi batır abatıra büyük bir keyifle içerdik. Tadı bir boka benzemezdi ama genede güzel geliyordu. Artık o günün bittiğini, o işkence yuvasından kurtulacağımızı hatırlattığı için güzel geliyordu herhalde. Yasemin batırdığı bisküvi parçası çayın içine düşünce ağlamaya başlamıştı. Öğretmen kızların aklı birkarış havadaydı, başka yere bakıyorlardı. gerçek bir centilmen gibi yerimden kalkıp yanına gitmiştim, çay kaşığımla çıkarmıştım bisküvi ölüsünü. Bizimkiler henüz gelip almamışlarda beni, ölmeden önce de bekletmesini çok severlerdi. Ertesi gün Yasemin’e evlenme teklfi ettim, bu kadar flört dönemini yeterli görmüştüm, işin ciddiyetinin sarsılmasını istemiyordum ve şu gerçeği çok iyi idraketmiştim ki kaç yaşında olursa olsun her kızın hayalidir evlenmek. İşte ozaman Yasemin, düşünmek için biraz zaman istemişti. O anda başka şeylerde söylemiş olabilir ama unuttum. Sonuçta sevilen her kadın güzel bir şarkıdır, bütün sözlerini hatrılayamazsınız belki ama melodisi aklınızda kalır.

İki ay sonra taşındılar. Çok ağladım. ben ağladıkça millet güldü. Annem, babam, arkadaşlar, öğretmenler. Önce niye ağlıyorsun diye soruyorlar, sebebini söyleyince de gülüyorlar. Allah belanızı versin! Birtek anneannem gülmemişti bu romantik hikayeye, oda benimle beraber ağlamıştı. zaten anneannem de benim gibi romantik ve duygusaldır. Otuzbeşinden sonra kocasını bırakıp Rüstem Bey’e kaçmış. Peşlerine düşmüşler. Bıçaklar çekilmiş, silahlar artılmış. Sonra vali ve tümen komutanı girmiş araya, çünkü Rüstem dedem’de öenmli bir tipmiş, kaymakam vekili mi, mal müdürü mü, herneyse işte. Anneannem kırkına doğru annemi ve teyzemi doğurmuş üst üste. İlk kocasından çocuğu yok , sevmediği adamdan çocuk yapmak istememiş, işte bir kişilik blirtisi daha. Annem de beni doğurmak için otuzbeşine kadar beklediğinden, ben bu yaşa gelinceye kadar anneannem seksendört oldu tabii. Çok yazık. Ellili yaşlarında tanımak isterdim onu, Rüstem Deddem henüz ölmemişken.

Sabaha karşı devriye gezen iki polis geldi. kırmızı giymişler, yunus diye tabiredilen tipler. ”Sorry sir, ı am so sorry sir, ı don’ understand,” diyerek turist ayağına yattım ama yemediler.

”Ne yapıtyorsun burada.”
”Nothing sir.”
”Adam gibi konuş lan!”
”Hiç…..Hiçbirşey yapmıyorum efendim.”
”Annen baban nerde?”
”Öldüler.””Başka kimsen yok mu?”
”Yok.”
”Nerede kalıyorsun?”
”Hiçbir yerde.”
”Ne yapıyorsun sokakta?”
”Hiç.”
”Sikerim hiçini, ne yapıyorsun sokakta lan?”
”Yasemin’i bekliyorum.”
”Yasemin kim?”
”Nişanlım.”

Koluma girdiler, motorlarının yanına gittik. Birileriyle irtibat kurdular. Sonra güleryüzlü bir kadın geldi. Üstünde ördek resimleri olan bir arabaya bindik. Tam kurtuldum zannediyordum, onlar da çocuk polisiymişler.Kutu kola istedim, bir de eti browni. Parasını vereyim dedim, almadılar.

”Yasemin’in soyadı ne?”
”Bilmiyorum.”
”İnsan nişanlısının soyadını bilmez mi?”
”Yani insan beş yaşındayken böyle ayrıntılara önemvermiyor.”
Çapraz sorguya aldılar herşeyi itiraf ettim.

”Tamam nişanlı değiliz, sadece düşünmek için biraz zaman istemişti, tamam mı? O nu da filmerde öyle söylendiğini duyduğu için söylemişş olabilir. Şimdi mutlu musunuz?”

Ceptelefonumu almışlar.Teyzemleri aramışlar. Öğlene doğru damladılar, tanımıyorum ayağına yattım. Yine yemediler. Ceptelefonu berbat birşey, toplumun boynumuza taktığı tasma, keşke yanıma almasaydım. Ceptelefonum yok, kimliğim yok, belki yetimhaneye yerleştirirlerdi sevabına. Arabada geri dönerken teyzem,”Çocuğum, niye kaşıyorsun, bizsana ne yaptık?” diye sordu.

”Anneannem öldükten sonra oralarda durmanın bir anlamı yok..”

”ölmedi ki!”

Teyzemin kızına baktım.

”Niye yalan söyledin lan?”
”Ben birşey söylemedim.”
”Hala yalan söylüyorsun, demek ki sen bir kancıksın. Kahpenin doğurduğu bir kancık.”

Ensesine vurdum elimin içiyle. İki yana toplanmış saçları öne gidip geldi. İşte ozaman anneannemin fatura kuyruklarında ayağına basanlara ettiği en etkili küfürü haykırdım kulak zarına;”Amın sıçtığı salak! Senin yüzünden bir anda dünyam karardı.”

Teyzem birşey söyleyecek oldu ama eniştem onu elini ertçe sallayarak susturdu, ”Hepinizden bıktım.” dedi. Bunu o kadar içten söyledi ki yoğun bir sessizlik kapladı arabayı. Kibrit çaksan patlayacak bir atmosfer oluştu. İlk kıvılcım kimden çıktı bilmiyorum ama aynı anda birbirine bağırmaya başladılar. Teyzem kızına, kızı bana, eniştem büyük kuzene, teyzem enişteme… azkalsın karşıdan gelen bir kamyonun altına giriyorduk. Eniştem sağa çekti. Tek laf daha eden olursa arabayı önüne çıkan ilk şarampole yuvarlayacağını belirtti, sustular. Benim zaten konuşmaya niyetim yoktu. Münakaşa edemeyecek kadar kırılmıştı kalbim. En zayıf noktamdan vurmuşlardı. Tamam, bu güne kadar bende çok yalan söyledim ama gidipte ben kimseye anneannen öldü demedim, böyle kancıklık olmaz. Anneannem ölmediği için içimden seviniyordum ama o ortamda asla belli etmek istemedğim bir sevinçti bu. Yoldaki elektrik direklerini saydım, 1494 tane.

Hastaneye vardık, anneanneme sarıldım, yanaklarından öptüm, kokusunu içime çektim. ”Anneanne, ölmeyeceksin değil mi?” diye sordum. ”Sen ölürsen, ben yapayalnız kalırım. Ve biliyorsun, yalmnızlık berbat birşey. Lütfen ölme! Biz muhteşem bir ikiliyiz. Ölmeyeceksin değil mi?”

Anneannem soğumuş parmaklarıyla elimi sıktı, bana sevgiyle baktı. ”Ah Rüstem Bey,” dedi. ”Ben sensiz ölür müyüm hiç?”

Emrah Serbes
Erken Kaybedenler / İletişim Yay.

Anekdot:
2012’nin Aralık ayında attığım bir tweet: ‘Hala Erken Kaybedenler’i okumadıysan kafana sıçayım!’ yazan blog yazarı; nazik uyarın işe yaradı, keyifle okuyorum. Sevgilerimle!

Denizin Çağrısı

Babam cuma akşamı işten dönmüş, “çabuk hazırlanın,” demişti. Ben cornetto’nun külah kısmına yeni geçmiştim, annem vantilatörün yanında sigara içiyordu. Geçen yaz olmuştu bu; hararetli günlerdi, gölgede kırk derece. Çok lüzum görmedikçe konuşmuyorduk. Babama dikkatle bakıp devamını getirmesini bekledik.

“Tatile gidiyoruz.”
“Nereye?”
“Adaya.”
“Yabadabadu!” diye bağırdım.

Şakkadak bir canlılık geldi üstüme. Annem evvelsi hafta, “herkes tatile gitti, biz denize ayağımızı bile sokamadık,” diyerek ağlamıştı. Cümleyi kurarken vurguyu ayak kısmına yüklemişti. O anda ayağıma bakmıştım, neredeyse ben bile ağlayacaktım. Babam ince ruhlu bir adamdır, bu duygusal kavgadan sonra işyerinden izin almış beş gün, hafta sonunu da katarsak bir hafta. O heyecanla hangi ada olduğunu anlayamadım ama ada adadır işte, dört yanı sularla çevrili kara parçası, atladığın yerden yüz, iyidir yani, ayrıyeten robenson olsun, cuma olsun hep adalarda yaşayan tiplerdir, bir de define adası var. ve tabii ki de lost.

Ayrıca adaların denizi de temizdir herhalde. Bizim burada da deniz var ama çok pis. Anahtarlık, sigara paketi, kibrit, kutu kola kutusu, terlik teki, bilumum ıvır zıvır işte, bitpazarı gibi, ne ararsan var. Bir sürü yosun ve denizanası da cabası. Geçen yazdan önceki yaz birkaç sefer gitmiştik, annem denizanalarından korktuğu için girememişti. Ben denizanasından korkmazdım. Denize girdikten sonra orta boy bir denizanasını avucuma almış, fırlatacak uyuz biri var mı acaba çevremde diye aranmaya başlamıştım. Annem koşarak gelmiş ortalığı ayağa kaldırmıştı. Denizanaları adamın üstüne yapışırlarmış, yapışınca da hasta ederlermiş. Öyle dehşet içinde anlatmıştı ki bunları, kendi korkusunu bana da geçirmeyi başarmıştı. Yeni edindiğim denizanası korkumu, bu korku yüzünden harbiden siniri bozulmuş bir ruh hastası gibi, çeşitli jest ve mimiklerle destekleyerek babama açmıştım hemen. Babam, ottan boktan korkan bir tip olacağımdan korktuğunu söylemişti. Herkesin bir şeylerden korktuğu üç kişilik bir çekirdek aileyiz işte. Soyadımız Korkmaz. Ben devlet olsam buna müsaade etmem.
Annem valiz hazırlarken ellerimi belime koyup başında dikildim. O korkunç azap veren soruyu işte o zaman sordu bana.

“Kovanı mı alacaksın kamyonu mu?”
“İkisini de.”
“İkisini de alamayız. Valizde yer yok.”

Başımı ellerimin arasına alıp düşünmeye başladım. Belki de iş yaparken ayakaltında dolaşmasaydım, böyle bir tercihe zorlanmayacaktım. Kamyonu babam geçen hafta almıştı, kovanın ne zaman alındığını hatırlamıyorum. Kendimi bildim bileli ne zaman denize gitsek yanımızda olurdu o kova. Sanki benim değil de annemin ya da babamın çocukluklarından kalmaydı. “Çabuk söyle!”

“Kovayı koy kovayı.”

Denize zaten herkes kovayla gider, yazılı olmayan kanunlardan biridir bu, mayo giymek gibi bir şey. Ama kamyon da yeniydi yani, henüz tadı kaçmamış sakızlar gibiydi. Zaten yeni oyuncaklar her zaman eskilerin pabucunu dama atar. Bu duyguyu çok iyi bilirim. Hatta en iyi bildiğim duygudur diyebilirim. İkinci sınıfa geçtiğimde birinci sınıf olayının bizim sınıfla beraber bittiğini düşünüyordum çünkü. Okulun ilk günü yeni birinci sınıfları görünce dehşete kapılmıştım. Ne safmışım. Üçüncü sınıfta muhtemelen ikiye katlanacaktı bu dehşet. Belki de zamanla katlanmayı bırakıp bölünmeye başlardı. Yeni kuşaklara alışmakla alakalı bir şey olsa gerek bu. Sonuçta kendini özel zannetmeyeceksin, çok üzücü bir şey ama böyle… Bir gün öleceksin ve hayat devam edecek. Dedem ölmüş ama babam yaşamaya devam etmiş örneğin. Bu da yazılı olmayan kanunlardan biri.
Kovayı seçmiştim ama aklım kamyonda kalmıştı. Bir kere kamyonla kum taşımak daha zevkli olabilirdi. Önceki hafta bizim apartmanın karşısına yapılan inşaatı seyretmiştim balkondan. Kamyonlar gelmiş, kum boşaltmışlardı. Sonra adamlar kumları eleklerden geçirmişlerdi kan ter içinde. Demirleri kesmişlerdi. Evde yalnızdım, hiçbir şey yapmadan onları seyretmiştim iki-üç-beş saat, sigara içmek bir şey yapmak sayılırsa tüttürmüştüm bayağı, midem bulanıp da öğürene kadar yarısını içmiştim diyebilirim salondaki misafir sigaralığından arakladığım uzun marlboro’nın. Aklımı bir türlü toparlayamıyordum, kafam gidip gidip geliyordu, kovayı değil de kamyonu alsaydım deniz kenarında kum taşıyabilirdim farzımuhal, ilk defa kum taşınmış olurdu o kamyonla, kamyon da ilk defa bir işe yaradığını hissederdi belki de, bunu nasıl düşünememiştim. Tam kapıdan çıkarken fikrimi değiştirdiğimi söylemeye karar verdim.

“Durun! Durun! Durun lan bir durun! hoop!”
“Ne var ne oluyor!”
“Kamyonu alalım kamyonu kamyon!”

Annem valizi tekrar açamayacağını söyledi, babam geç kalacağımızı belirtti. Ağlamaya başladım. Güzelim kamyon dururken kıytırık kovayı tercih etmenin siniriyle kafamı yumrukladım yedi sekiz dokuz sefer. Babam, “git getir şu kamyonu,” dedi. Annem söylene söylene valizi açtı. Sekiz yaşında olmak berbat bir şey, bir şeyi kabul ettirmek için ille ağlamak mı gerekiyor, yırtınmak mı gerekiyor? İnsan gibi isteyince niye açmıyorsunuz valizi? Ayrıca herkes kararsızlık yaşar.

Örneğin benim sünnet düğünümde yaşananlar. O salonda mı olsun bu salonda mı olsun diye kaç sefer fikir değiştirdiler. İçkili mi olsun içkisiz mi? şunları mı çağıralım bunları mı? Düğün benimdi ama fikrimi soran yoktu. Kamyon, tıkış tıkış dolu valizde kovadan boşalan yeri misliyle doldurunca ağlamayı kestim. Ağladığım için kendimden, beni ağlamak zorunda bıraktıkları için de anne babamdan nefret ettim, huzursuz bir yolculuk oldu, uykum kaçtı. Başımı otobüs camına yaslayıp kilometre tabelalarının yeniden görünmelerini bekledim. Ne zaman uyuduğumu hatırlamıyorum, gözlerimi açtığımda vapurdaydık. Sabah pansiyona vardık. Kahvaltıdan sonra denize koştuk. Herkesin plaja kovasıyla küreğiyle geldiğini gördüğüm an yaptığım tercihten pişman oldum yine. Benim elimde anlamsız bir kamyon vardı. Evde kocaman gözüken kamyon, plajda küçücük kalmıştı, adama çaresizlik hissi veriyordu. İleri geri ittirince takılıyordu, istediğim yerde de doldur boşalt yapamıyordum, çünkü deniz kenarından aldığım kum yapış yapıştı. Kamyonu deniz de yüzdüreyim dedim, batmıyordu ama saçma görünüyordu. Karpuz kabuğu atmışım gibi, denizi kirletmişim gibi bir his.

Müthiş canım sıkılmış, tadım tuzum kaçmış, yaşama sevincim bir anda dibe vurmuştu. Oturdum, başımı ellerimin arasına alıp denize baktım, dalgalar ayak tabanlarıma kadar gelip geri dönüyorlardı. Çekilen dalgaların çakıl taşları üstünde bıraktığı seslere yoğunlaştım. Böylece biraz sakinleşirim, kafamı topladıktan sonra da can yeleğimi şişirip denize girerim, diye düşünüyordum. Bikinili bir kız geldi, önümde durdu, güneşimi kesti. Benim yaşlarımdaydı. Kumraldı ama denize girmekten midir nedir, sararmıştı. Sarışınlara bayılırım. Zaten babam da, kendisi gibi müthiş bir çapkın olduğumu söyler sık sık, babam bu çapkınlık muhabbetini açtıkça annem kaşlarını kaldırıp gülümser, “ya ne demezsiniz,” diye dalga geçer. Çapkın mizaçlı erkekler olduğumuza inandıramadık kendisini bir türlü.

“Kovan yok mu?” diye sordu sarışın.

Çok kötü bir başlangıç. Daha ilk cümlende, hiç tanımadığın bir insana yoksunluğu hatırlatmak. Ancak kötü niyetli biri böyle yapar kızım. Cevap vermedim, ilgilenmez göründüm. Çünkü ben ilk bakışta aşka inanırım. İlk bakışta aşk şöyle bir şeydir, insanlar birbirine kovan yok mu diye sormazlar bir kere. Öyle bakarlar bir an, merhaba derler, isimlerini söylerler, bu arada taraflardan biri küçük bir espri patlatır, başlar ilişki. Ayrıca kovam var ama evde canım. Kovamın olduğunu ama evde bıraktığımı da açıklamak zorunda değilim.

“Beraber oynayalım mı?”

Kovasını salladı, küreğini gösterdi. Kötü niyetli biri olmadığını kanıtlamaya çalışıyordu. “Tamam,” dedim, “Bana uyar. Adın ne?”
“Sedef.”
“Soyad?”
“Kaşıkçı.”
“Benimki de Osman. Osman Korkmaz. Dayım, hacı ismi koydunuz çocuğa diyor. Babam kızıyor, çünkü rahmetli babasının, yani dedemin ismini koymuş bana.”
“Hacı ismi ne?”
“Hacca gitmeye müsait isme hacı ismi denir?”
“Deden hacı mıydı?”
“Yok. İsmi Hacı ismi.”
“Dedenin ismi hacı mıydı?”
“Yok, Osman. Ama ismi Hacı. Her neyse… Kapatalım istersen bu konuyu. Ben küçük bir espri olsun diye şey etmiştim…”

Küreği aldım, önce anlamsız bir çukur açtık, dalga gelsin de içi su dolsun diye bekledik. Sonra hafriyat işini bırakıp inşaat işine girdik. Kovaya kum koyduk, ters çevirdik, üstüne pat pat vurduk, çektik. Yanına aynısından bir tane daha yaptık. İkinci katı çıkalım dedik ama taşımadı. Aşağıya biraz daha destek yaptık, çünkü temel önemlidir. İki katlı bir şey yaptık yani sonuçta. Deniz kenarında yapılan her şeye kumdan kale deniyor lakin bizimki bir vakitler kumdan kale olan bir yapının harabesine benziyordu daha çok. Tarihi görkemini çoktan yitirmiş bir kumdan kale. Surlarında kumdan berduşların şarap içtiği, dibine kumdan köpeklerin işediği, her yeri kumdan çöplerle dolu, yolunu şaşırmış birkaç kumdan turistin gördüklerine göreceklerine pişman oldukları bir kale işte.

“Arabanız var mı?”

Bütün mal varlığımızın listesini vereyim de sorma artık diyecektim ama vazgeçtim. Kaleye vuracak dalgaları kesecek minyatür bir hendek hazırlarken, “vardı ama geçen sene sattık,” dedim.

“Neden?”
“Ekonomik krizden. Benzin yetiştiremiyorlarmış. Babam lpg’li bir araba alalım diyor, annem gaz kokar diye istemiyor. Ben de istemiyorum. Patlar Allah muhafaza!”

Kaledeki restorasyon çalışmalarına devam ettim, aşınan yerleri destekledim. Kamyonu da önüne çektim. Omuzları güneş kremli kafası şapkalı bir ufaklık geldi, başımda dikildi, “inekler nerede?” diye sordu. Saçma sorusuna cevap vermemi beklemeden saymaya başladı: “sekiz bir iki üç dört beş altı yedi sıfır dokuz…” sayarken de bir yandan çevremizde tur atıyordu. Böyle tiplere çevrelerinde tur atabilecekleri bir şey verin, akşama kadar tavaf edip dururlar.

“İnekler nerede? Siyah beyaz inek var, kuyruğu var. Üç inek var. Yolda inek var.”

İnekleri bırakıp tekrar saymaya başladı. Saydıktan sonra da “ nasıl nasıl nasıl saydım nasıl?” diye sormaya başladı. Hiç susmuyordu. Belki de bu dünyada diyalog diye bir şey bulunduğundan haberi yoktu. Sedef, “sıfırı başa al, yediden sonra da sekiz gelir, şimdi annemlerin yanına git,” dedi. Elini vuracakmış gibi kaldırınca ufaklık öteye kaçıp ağlamaya başladı.

Büyük göğüslü bir kadın geldi, ufaklığı yanımıza koydu tekrar, “kardeşin de oynasın sizle,” diyerek Sedef’e çıkıştı. Bir müddet, ufaklığı dövmeyelim diye refakat etti bize, sonra gitti. Sedef’le bu muazzam göğüslü kadın hakkında bir şey konuşmadık, anneleriydi herhalde. Ufaklık kamyonu istedi, gözüm tutmayınca vermedim. Bir kere eleman o kadar ufaktı ki, ayakta zor duruyordu. Cümle kuramayan, saçma sapan konuşan, kafası karışık, duygusal tiplerden biri işte, yeni jenerasyon. Kamyonu vermeyince yine ağlamaya başladı. En sonunda kaleye bir yumruk attı, ikinci katı yıktı. Eşek sudan gelinceye kadar dövmek istedim onu ama Sedef’e ayıp olmasın diye kolundan itmekle iktifa ettim (yetindim demek). Yine ağlamaya başladı. Annesi geldi, ufaklığı kucağına aldı, göğsüne bastırıp götürdü.

Ufaklık üst katı öyle bir yıkmıştı ki, temeli de zedelendiğinden bütün yapıyı yıkıp yeni baştan yapmaya başladık. Annesi geldi yine, Sedef’in omzuna güneş kremi sürdü. Canım çekmiştir diye düşündüğünden bana da sürdü biraz. Göğüslerinin aksine çok yumuşak elleri vardı. Hemen benim annem geldi, çaktırmadan sırtımdaki kremi inceledi.

Annem gidince “tek çocuk musun?” diye sordu Sedef.
“Evet,” dedim. “şimdi herkes tek çocuk.”
“Ben değilim.”
“Sen değilsin belki ama şimdiki çocukların çoğu tek çocuk. İleride bir savaş çıksa kesin biz yeniliriz.”
“Neden?”
“Çünkü savaşacak fazla çocuk yok. Herkesin çocuğu çok değerli, kimse göndermez savaşa. Zorla alsalar bile tek çocuklar bencil olur, beni koruyun deyip siperden çıkamazlar, korkup kaçarlar, her şeyi bok ederler, kesin biz yeniliriz. Kesin.”

Sedef bir şey demeyince üstelemedim. O da diğer kızlar gibi futboldan ve politikadan pek hoşlanmıyordu anlaşılan. Annemle babam denize girerken bana, “git şemsiyenin altında gölgede otur biraz,” dediler. “Yok,” dedim. “Böyle iyiyim.”
“Kafanı ıslat o zaman.”
“Tamam.”
“Çantalarımıza da bak, hırsızlar çalmasın.”
“Tamam tamam… Çok açılmayın.”

Kaleyi yeni baştan yaptıktan sonra denize girmeye karar verdik. Can yeleğimi şişirdim, sedef de kolluklarını taktı. Denize girerken birden atlarım, prensibim bu.

Sedef de birden atladı. Sedef’e artistlik yapayım derken boyumu geçen yerlere gittim. Sonra geri döndüm nefes nefese. Küçük kardeşi geldi, biz denizdeyken yine kalenin başında durdu. Koşarak yanına gittik, taş atacakmış gibi yaptık, ağlayarak kaçtı. Tam rahat etmiştik ki, aklı bir karış havada kahpenin biri kalenin ortasına lönk diye bastı. Bir de sanki biz suçluymuşuz gibi üste çıktı, “her yere kale yapmışlar ayol!” lan sen her yere kale yapmışlar diye şikâyet edeceğine önüne baksana önce, tırt! Tekrar yaptık temelden. Garanti olsun diye başında nöbet tutmaya karar verdik, sırayla denize girecektik.

“İlk sen gir Sedef.”
“Yok. Sen gir Osmancım, ben beklerim.”
“İyi.”

Tekrar atladım. Annemler denizden çıkarken “hani çantalara bakacaktın,” dediler. Dakika başı bir sorumluluk yüklüyorlar üstüme, ben olmasam ne yapacaklar çok merak ediyorum. Çocuk mu yaptınız bekçi mi? bir süre sonra Sedef de nöbet yerini terk edip yanıma yüzdü.

“Neden geldin?” diye sordum.
“Denizin çağrısına dayanamadım,” dedi.
“Ya kalemiz yıkılırsa?”
“Yeniden yaparız.”

Kumdan kaleyi sekizinci kez yapıyorduk. İki sefer ufaklık yıkmıştı, iki sefer yanlışlıkla üstüne basılmıştı biz yüzerken, bir sefer dalga geçmişti üstünden, bir sefer denize zorla sokmaya çalıştıkları şaşkın bir köpekceğiz sahiplerinden kaçarken üstüne düşmüştü, bir sefer de itin biri top gibi tekmelemişti. Kalenin üst katını çıkarken Sedef’e baktım.

“Neden bikinini üstünü de giydin?” diye sordum.
“Ben kızım.”
“Kız olduğunu görüyorum ama göğüslerin çıkmamış, o zaman üstünü giymene gerek yok. Göğüslerin varmış gibi havalara girmene gerek yok.”

Sedef ağlayarak gitti. Annesine babasına olanı biteni anlattığını görebiliyordum. Babası beni dövmesin diye bizim şemsiyenin yanına koştum hemen. Sonuçta bizim de ana babamız var, sahipsiz değiliz.

Babam, “mısır mı istiyorsun kâğıt helva mı?” diye sordu.
“İkisi birden olmaz mı?”
“Olmaz.”
“Max istiyorum.”

Babam anneme, “sen bir şey istiyor musun hayatım?” diye sordu. Ona açık büfe sorular bana tercihli. Nefret ediyorum bundan. Babamla yolun karşısındaki büfeye gittik. Kendine bira aldı, anneme soda, bana da çilekli max. Çubukta kalan son parçaları sıyırdıktan sonra Sedeflere baktım, şemsiyelerini kapatmış gidiyorlardı, ufaklık yine ağlıyordu, kim bilir hangi sebeple? Babama, “bir fırt versene şu biradan,” dedim. “Moralim bozuldu şimdi çok pis.” Annem dehşetle baktı. Babam gülümsedi, birayı uzattı. Tam kafama dikecekken annem yekinip kalktı, aldı şişeyi elimden. O güzel kaşlarını çattı, babamla beni, sanki ikimiz de sekiz yaşındaymışız gibi bir tavırla süzdü. “Manyak mısınız siz?” diye sordu. Cevap vermedik. Zaten çoğu zaman babamla beraber anneme karşı aynı cephede savaşıyormuşuz hissine kapılıyorum.

Gece pansiyonun sahanlığında oturuyordum. Uzaklardan okey şakırtıları ve ansızın yükselen kahkahalar duyuluyor, bu seslere cırcır böceklerinin rutin korosu eşlik ediyordu. Kot pantolonlarını kesip kısa şort yapmış genç kızlar, dışarı çanta almadan çıktıkları için cüzdanları, cep telefonları ellerinde geçiyorlardı. Denizden karaya doğru hırka ihtiyacı duyurmayan tatlı sert bir rüzgâr esiyordu. “Tatil bu mu?” diye düşündüm. Çevreme dikkatle baktım, başka atraksiyon yoktu. Bir kedi bile. Gündüz plaj muhabbeti iyi oluyordu ama geceler çok sıkıcıydı. Sonuçta kâğıt helvayla süt mısır da bir yere kadar, yeni tatlar arıyor insan. Ama ne bira veriyorlar ne sigara. Tavla da oynamıyorlar; yavaş oynuyormuşum, elimle sayıyormuşum diye. Okeye de almıyorlar, bütün kuralları bildiğim halde. Cepte desen bayramlar hariç üç lira var, maksimum beş. Aklıma bunlar geldikçe tadım tuzum bir anda kaçıverdi yine. Daha fazla gaza gelmemek için başka şeyler düşünmeye çalışırken Sedef geldi, yanıma oturdu. Aynı pansiyonda kalıyorduk. Akşam gezmesinden dönüyorlarmış.
Durup dururken, “en mutsuz olduğun gün hangisiydi?” diye sordu. Bu kız içimden geçenleri mi okuyordu? Dikkatle baktım yüzüne. Kahverengiyle yeşil arasında gidip gelen, bal rengine yakın gözleri vardı. Pansiyon sahanlığına vuran sokak lambasının ölgün ışığında, lazer gibi parlıyorlardı üstelik.

“Neden öyle bakıyorsun?”
“Hiç,” dedim.
“Neden susuyorsun?”
“Düşünüyorum.”
“Neyi?”
“Neyi anlatmam gerektiğini.”

Ona ikinci sınıfa başladığım günü anlatmalıydım belki de, o pabucu dama atılmışlığı, o biricikliğini yitirme endişesini, o dehşeti anlatmalıydım ama vazgeçtim. “Ben mutsuzluğa karşıyım,” dedim.
“Neden?”
“Çok fazla mutsuz insan var.”

Sedef bunun üstünde fazla durmadı, en mutsuz olduğu günü anlatmaya başladı. Aslında soruyu kendisine sormuştu galiba. Kibarlık olsun diye önce benim cevabımı öğrenmek istemişti. En mutsuz olduğu gün, teyzesinin düğününün olduğu günmüş. Damatla gelin gidince, yalnız kalınca.
“Nasıl yalnız?” dedim.
“Gelinlikle yalnız kalınca.”
“Haa… Şu küçük gelin muhabbeti mi yoksa? Seni küçük gelin mi yapmışlardı? Ama tahmin etmeliydin.”
“Evet,” dedi. “Tahmin etmeliydim. İnsanlar bir sürü yalan söylüyor. Evlenen sen olmadığın halde gelinmiş gibi davranıyorlar büyük bir ciddiyetle, sonra düğün bitince gerçeği anlıyorsun. Düğün günü terk edilmiş bir gelin gibi hissediyorsun kendini. Hatta ondan da beter bir şey bu. Başkasının düğününde terk edilmiş bir gelin. Düğün bile senin değil.”
“Bu laflar senin mi?”
“Nasıl?”
“Annem gibi konuşuyorsun.”
“Anneni de mi küçük gelin yapmışlar?”
“Yok. Annem 39 yaşında…”

Sorar gibi baktı. Üstelemedim. Söylemekten vazgeçtiğim şeyler söylediklerimden daha fazla. Çünkü insanları üzmek istemiyorum.

“Teyzem evleneli altı ay oldu. Halâ düğünden sonra nasıl ağladığımı anlatıp gülüyorlar. İnşallah çocukları olmaz. Her akşam sübhâneke okuyorum.”
“Neden?”
“Çocukları olmasın diye. Ayet-el kürsi’yi de ezberleyeceğim, o daha etkiliymiş.”
“Çok düşünme bu konuyu,” dedim.
“Niye?”
“Stres insanı öldürür. Herkes o yüzden tatile çıkıyor.”

Küçük kardeşi geldi, “sonradan görme ne demek?” diye sordu.
“Birini görürsün, ertesi gün bir daha görürsen o olaya sonradan görme denir.” dedim. “Şimdi annenlerin yanına git!”
Sedef, “hayır,” dedi. “Bir olay olur, herkes görür, sen geç gelip sonunu görürsen, buna sonradan görme denir. Şimdi annemlerin yanına git!”

Ufaklık ağlamadan gitti, o da alışmıştı artık horlanmaya. Belki de ufaklığa bu kadar zalim davranmasak bizden büyükler de bize zalim davranmazlar, diye düşündüm. Bir yerden başlamak lazımdı işte merhamet etmeye. Ama merhamet etmek için de bir sürü zırvalığa katlanabilme gücü lazım. Sedefler ertesi sabah gidiyormuş. “Burada bekleyin,” dedim, gittim kamyonu getirdim, ufaklığa hediye ettim. İlk tepkisi tamponu ısırmak oldu ama yine de sevinmişti işte.

Ertesi sabah annem deniz çantasını hazırlarken “kamyon nerede kamyon?” diye sordu. Durumu anlatınca dırdır etmeye başladı. Malıma sahip çıkamıyormuşum. Kuzenlerden örnekler verdi. Bisikletlerini kendileri tamir ediyor, her gün yıkıyor, kimseye kullandırtmıyorlarmış. Onlar gibi bencil mi olmamı istiyorsun yani; diyecektim, vazgeçtim. Zaten plaja gittiğimizde de kamyonu verdiğime pişman olmuştum çoktan. Kova yok, kamyon yok, hiçbir bok yok, öyle oturdum. Babam geldi, niye öyle üzgün oturduğumu sordu, takım yoksunluğumu anlattım. Elimden tuttu, en yakın eczaneye gittik. Tatil yerlerindeki eczaneleri çok seviyorum. İlaç hariç her şeyi satıyorlar.
Babam, “kova mı alayım deniz yatağı mı?” diye sordu.

Yine aynı çıkmaz. Tek çocuk olmanın hiçbir avantajını yaşatmadılar bana. Üç kardeş de olabilirdik. Biri kova isterdi, biri kamyon, biri deniz yatağı. O zaman ne yapacaktın bakalım.
“Deniz gözlüğü al,” dedim. Hemen kutusundan çıkarıp taktım, plaja dönerken babam, “yolda çıkar, denizde takarsın,” dedi.
“Yok, böyle de zevkli,” dedim. “Karada takınca pilot gibi hissediyor insan kendini. Herkes bana bakıyor.”
Akşam pansiyona dönene kadar çıkarmadım gözlüğü. Ara sıra alnıma kaldırdım o kadar. En sonunda annem duşa sokarken koluma çimdik atıp çıkardı. Gözlerimin kenarında yer etmişti.

Tatilden çok sonra, sonbahara doğru çok acayip bir rüya gördüm. Bizim balkon demirlerine dış taraftan tutunmuşum, kendimi yukarı çekemiyorum, düştü düşecek bir vaziyetteyim. Tam kollarımdaki güç tükenip de elim demirlerden kaydığı an uyandım, çok şükür dedim. Sonra bir daha gördüm bu rüyayı. Bu sefer bizim balkonda değildim, karşımızdaki yeni inşaatın balkonların birindeydim. İki rüyada da keşke deniz gözlüğümü takmış olsaydım diye düşünüp durmuştum. Sanki gözlük beni kurtaracakmış gibi. İnsan rüyasında olur olmadık şeylerden medet umuyor.

Kış geldiğinde Sedef’i bütünüyle unutmuştum. Daha doğrusu şöyle; hatırlayıp hatırlayıp unutmuştum. Sanki aramızda hiçbir şey yaşanmamış gibi. Alelade bir yaz aşkı gibi. Sanki Sedef ancak ismi geçtiği zaman hatırlanan hayalet arkadaşlardan biriymiş gibi. Sanki deniz kenarında bütün gün kumdan kale yapmamışız gibi, sanki pansiyonun sahanlığında yan yana oturup konuşmamışız, yıldızlara bakıp nedir bu kâinatın esbabı mucibesi diye düşünmemişiz gibi. Unutmanın acısı, ayrılığın acısından farklı. Ayrılık hüzne yakın, unutmak kasvete. Yani birini er geç unutmaya mahkûm olduğunu bilmenin kasvetinden bahsediyorum. Birini yavaş yavaş unuttuğunun bilincine vardığın anların sıkıntısından bahsediyorum. O kişinin parça parça silinip alakasız hatıraların arasına karışmasından bahsediyorum. Belki de neden bahsettiğimi bilmiyorum, sadece üzülüyorum, vasıfsız keder.

Şubat ayında çok pis kar yağdı, okullar tatil oldu. Anneme gittim, deniz kovasını istedim.
“Ne yapacaksın deniz kovasını?”
Ne yapacaksam yapacağım, kova benim değil mi? Ver şu kovayı! Gözlerim doldu. Bir şey diyemedim.
“Ne yapacaksın çocuğum deniz kovasını?”
“İçine kar dolduracağım.”

Annem, “çıkaramam şimdi,” dedi. Sinirle yatak odasına yürüdüm. Dolapları karıştırmaya başladım deniz malzemelerini bulmak için. En sonunda annem geldi, ortalığı daha fazla dağıtmayayım diye verdi kovayı söylenerek. Deniz gözlüğünü de istedim. Onu da verdi hazır çantayı açmışken. Bahçede gözlüğümü taktım. Kovayı karla doldurdum. Kardan bir kale yaptım. Kenarlarındaki çamurları temizledim, bembeyaz oldu. İşte en son o zaman aklıma geldi Sedef. Onun en mutsuz olduğu günü düşündüm. İnsanların acımasızlığını… Bembeyaz gelinlikler içinde bütün hayalleri yıkılmış bir kızı… O lazer bakışlı kızı düşündüm. İlk kale nöbetini üstüne alacak kadar iyi niyetli olan o kızın denizin çağrısına dayanamayıp yanıma yüzüşünü düşündüm. Ona telefon açıp yarım saat kadar konuşmak istedim. Sonradan gördüğüm acayip rüyaları anlatmak istedim. kimseye anlatamadığım şeyleri sanki yüz sefer anlatmışım gibi rahat, anlatmak anlatmak istedim.

Emrah Serbes / Erken Kaybedenler

Yürek Sandalı Hayata Çarpanlar

Hiç doğmamış olmak, yazgının en güzeli;
ona en yakışan da dünyaya gelir gelmez hemen
dönmek, gene eski yerimize dönmektir.
” 1

Giriş

İntihar, insanların çoğunluğunda ve öbür canlılarda alışılagelenin dışında, bireyin kendi isteminin -yerine göre zorlanmış- itilmeleriyle biyolojik-somut ömrünü sona erdirmesi demek olup bin yıllarca ilgi çekmiş bir konudur. Gerek kavramın toplum tarafından algılanışı, gerekse de çağa, yöreye göre kavramın değişmesi ve toplumsal kurallarla bağdaşamaması intihar olgusunun yarattığı yankıyı ürküntü seviyesine çıkarmıştır. Psikiyatr Metin Özek, her insanın kendi görünüründen ve kendi bilincinde olmak zorunluluğundan sıyırma eylemini az çok belirli olarak, kişiliğinde taşıdığını, yerine göre de bunu sezinlediğini belirtmektedir (Özek 1968: 71).

Sigmund Freud’a göre bilinçli ya da bilinçsiz kişinin ölümü istemesi yaygın bir eylemdir. Ölüm içgüdülerini anlamlandırırken Freud, bu düşünceyi hayata olduğu kadar, hayatın gerçeği olan cansız maddeye de bir dönüş arzusu olarak değerlendirir. Manevî perspektifi oldukça güçlü olan Carl Gustave Jung ise basit bir ölüm içgüdüsünün varlığını kabul eder. Bireyin ölümü istemesi tutumu ana rahmindeki rahatlığa tekrar kavuşma eylemidir ve bu tutum bireyin ileriki yaşamına ket vuran bir gerilemedir. Ölüm dürtüsünün başlangıca geri döndürdüğü dikkati Dörthe Binkert’te de görülür. Bu başlangıç yine Freud’a göre değerlendirilmiş ve mutlak gerilimsizlik ve inorganik olanın susması şeklinde anlam bulmuştur. Bu susma başlangıçta inorganiktir, çünkü Freud’a göre yaşamdan önce cansız ölüm vardı ve ölüm dürtüsü bu başlangıca dönmeye yönelik bir eylemdi (Çonoğlu 2007: 244-245; Binkert 1995: 150).

Bireyde intihar isteği ya da ölüm düşüncesi oluşturan psikolojik ya da toplumsal sebepler kuşkusuz çok çeşitlidir. Belki de konunun en can alıcı noktası olarak belirlenen bu nedenlerin intihar ya da ölüm düşüncesi ile uzaktan yakından ilgisi yoktur. Bu durumu dile getiren Orhan Veli’ye İntihar isimli şiirinde kulak verelim:

Kimse duymadan ölmeliyim
Ağzımın kenarında
Bir parça kan bulunmalı
Beni tanıyanlar
‘Mutlak birini seviyordu’ demeliler
Tanıyanlarsa, ‘Zavallı’, demeli,
‘Çok sefalet çekti…’
Fakat hakiki sebep
Bunlardan hiçbiri olmamalı.
” (Çonoğlu 2007: 255)

Bilimsel araştırmalarda intihar edenler iki grupta değerlendirilmişlerdir. Bunlardan ilki intiharı denemeciler, ikincisi intiharı sonuçlandırmışlardır. Denemecilerde kendini dağıtma-yok etme eğilimi ile yaşamı sürdürme dürtüsünün karşılıklı bir gerilim içinde oluşu, bunlardan ilki ağır bassa bile ancak zayıflamış ve itici gücü hafiflemiş bir intihar işlemine kalkışıldığı, çok sayıda inceleme kişilerinde kanıtlanmış gibidir. Denemecilerde yaş dağılımı genç döneme karşılık gelirken, sonuçlanmışlarda yaş dağılımı 45 yaşın üstüne doğrudur. Deneyenler arasında kadınlar, sonuçlandıranlar arasında erkekler çoğunluktadır. Deneyenler arasında anmamız gereken isimlerden bazıları şunlardır: Sylvia Plath, Sadık Hidayet, Ziya Gökalp, Ümit Yaşar Oğuzcan (Özek 1968: 71).

İntiharı, bireyin var olumunu gerçekleştiren “kendi” ve “çevre” faktörleri arasındaki ilişkileri, ya da bir başka deyişle “dünyada olumu”nu, değişik bir düzene dönüştürmesi olayı diye tanımlarsak, çevre özelliklerinin önemi ortaya çıkar. Çevre faktörü intihar olayında da etkili olmuş ve toplumsal tepkileri düzenlemiştir (Özek 1968: 81).

Eski Mısır’da, Kleopartra çağında, akademide intihar ve onun araçları üzerinde tebliğler yapılırken, Perslerde intihar en ağır günahlar içinde telakki edilmiş ve ağır cezalarla cezalandırılmıştır. Hedonistlerden Hegesias ise var oluş yükünden kurtulmayı aşağılık bir yükten kurtulmak olarak anlamlandırmış ve bu özgürlük üstüne öğütler verirken o dönemde genç insanların intiharı bir çığ gibi artmıştır. Görüldüğü üzere eski Yunan’da filozofların intihar hakkındaki görüşleri toplumu etkilemiştir. Aristoteles intiharı edep dışı saymış ve devlete karşı işlenmiş ahlâk dışı bir davranış olarak telakki etmiştir. Epikür intiharı gülünç bulurken, Plinius, intiharın insanlara has olduğunu söylemiş ve insanları tanrılardan üste çıkaran bir hak anlayışı olarak değerlendirmiştir. Çünkü tanrılar kendilerini öldüremezler. Benzer yaklaşım Tacitus’ta da görülmüş ve o da intihar olanağını övmüştür (Özek 1968: 81-82).

Eski Roma’da devlet intihara karşıdır ve kendini asanlar törenle gömülmemişlerdir. Roma ordusunda ise intihar cezalandırılan bir eylemdir. Hristiyanlık ve Müslümanlıkta da intihar kesinlikle yasaktır. Hristiyanların kutsal saydıkları kitapta intihar denemesi sözü geçmez ama beş ayrı olgu dolayısıyla intihar olayı anlatılır. Kilise ileri gelenlerince yapılan çeşitli konsillerde intihar lanetlenmiştir2. Arles ve Bracareuse konsillerinin yargıları bu konuda kesindir; intihar eden dinden atılmaktadır ve aşağılatıcı bir gömülme şekli ile cezalandırılmayı hak edicidir. Kendini öldürenin malları haczolunur ve hatta cesedi bir çeşit hakarete (executio) uğratılırdı. Masumiyetin tehlikeye girdiği durumlarda ya da bilinçli kontrolün yitirildiği zaman intihar etmeler bu günah kavramının dışında değerlendirilirdi. Talmud da intiharı kesinlikle reddetmiştir. Sadece düşman elinde ölümün kesinleştiği savaş yenilgilerindeki intiharlar müstesna. Ortaçağ Avrupa’sında ise intihar bir şeytan işi sayıldığından cesede kötü muameleler yapılarak şeytanın etki altında bırakıldığı düşünülürdü. 1526’da Avusturya’daki bir yönetim yargısında intihar en büyük dinsel suç sayılmıştı. Daha sonraki yıllarda da bu düşünce değişmemiş, kendini öldürenin cesedine tiksindirici kötü muameleler yapılmıştır. İslam’ın da intiharı büyük günah saydığını ve kesin olarak da yasakladığını burada tekrar hatırlatalım (Özek 1968: 82-83).

Bu bakış açılarına rağmen 18. yüzyılda Avrupa şehirlerinde intihar modası kendini göstermiştir. Jean Jeac Rousseau, düşünce özgürlüğünden bahsederken intiharı da düşünce özgürlükleri içinde değerlendirmiştir. Aynı bakış açısı Montesquieu’da da görülür. Montesquieu, 1721’de Lettres Persane’de intihar olayına karşı yukarda belirttiğimiz sert tutumları yerer. Almanca konuşan ülkelerde intihar etme eyleminin kişinin özgürlüğü kapsamında olduğu anlayışı ilk kez 1751’de Friedrich’in bir yasa bildirisiyle belirtilmiş ve bu uygulamaya yönelik cezalar kaldırılmıştır. Fransa’da 1790’da mecliste bir karar alınarak intihar edenlerin şerefsizce gömülmesi ve mallarının haczedilmesi cezası uygulamasına son verilmiştir. İtalya’da ünlü ceza hukukçusu Beccaria, 18. yüzyılın sonlarına doğru intiharın yargılanan bir eylem olmasına karşı çıkmıştır. Ancak farklı bakış açılarına sahip filozof ve sanatçılar her dönemde hep var olmuştur. Bunlardan Novalis ve Kant intiharı edep dışı sayıp yererlerken, Schopenhauer ise kendini öldürme eylemini bir özgür ölüm olarak görmüş ve her insan için kullanılabilir bir hak olarak değerlendirmiştir (Özek 1968: 83-84).

Dinlerin intiharı yasaklamaları, insanın var oluş çabasına, insan yaşamına duyulan saygıya ve insan türünün bundan sakınılması kaygısına bağlanarak açıklanamaz diyen Metin Özek’e göre aynı dinler Tanrı adına, Tanrı buyruğunu yaymak adına ve belirli toplum gruplaşmaları için savaşlara kalkışmışlar; böylece İslam fütuhatı ve Haçlı seferleri ve buna benzer savaşlar en yüksek intihar sayısına bile ulaşamayacak seviyede insanın ölümüne yol açmıştır. Tanrı ve din adına gene aynı yolda az insan öldürülmemiştir. Engizisyon mahkemeleri bu hususta en göze batıcı örnek olmuştur. İntiharın dinler tarafından yasaklanmasının temelinde tanrısal olan kurallara boyun eğmeyen insanın yazgıya boyun eğmişlikten kurtulma istemini engellemek vardır. Çünkü beden ve ruh bir bütün olarak insana emanet edilmiştir, kutsaldır ve dokunulamaz (Özek 1968: 84).

İntiharın Batı toplumundaki yaygınlığının ifadesi, Batı edebiyatında bu konunun daha fazla işlenmesidir. Batıda intiharın geçmişi Türk toplumuna göre hem daha eskiye dayanmakta hem de daha fazla görülmektedir, fikri bugün yazık ki geçerliliğini yitirmiş konumdadır. Türk toplumunda intihar yaygınlık ve yoğunluk bakımından Tanzimat’tan bu güne gelen bir gerçekliktir. Bizde Tanzimat’tan evvel, yani klasik Müslüman tipinin zihni bulanmadan evvel intihar vakaları çok azdır. Değişim zihniyetinin sorgulayıcı huzursuz tavrını sergileyen Beşir Fuad’ın intiharı bunun göstergesidir. Kapitalizmin son aşamasını yaşayan batı insanı artık makineye esir olmuş ve bu esaret bir dizi bunalıma kaynaklık etmiştir. Her ne kadar tüm dinlerde intihar kavramı yasaklanmış olsa da batı insanının kadere kafa tutma fikrinin bizdeki karşılığı “tevekkül güvencesi” olmuştur. Tevekkül ve hassasiyet fikrinin İslâmiyet öncesi Türk edebiyatındaki ifadesi Dede Korkut Hikayeleri’nden “Deli Dumrul Boyu ile Duha Koca” adlı hikâyede görülebilir (Çonoğlu 2007: 244-245; Çelik 2000: 41; Sarı 1998:25-26).

Gerek Doğu klasiklerinde, gerekse de çağdaş Doğu edebiyatında hem sanatçılarda hem de eserlerdeki kahramanlarda intihar izleği çok az görülen bir gerçekliktir. 19. yüzyıla bakıldığında Osmanlı Devleti’nin ve bu devletin insanlarının kaybolan devlet itibarı, ekonomik ve siyasî gücünü yitirmiş bir devletin mensuplarının bunalımlı bir dönemeçten geçtiği tüm tarihçiler tarafından ittifaktır. Bu süreçte yara alan toplum ve sanatçı giderek Batı insanın mantığına yaklaşmış ve intihar olgusu Beşir Fuad’ın intiharıyla (1887) somutlaşmıştır (Çelik 2000: 41-42).

İntihar kavramının elbette ki bundan öncesi de vardır. II. Beyazıt dönemi şairlerinden Mestî, buna örnek olup dönemin ortalarına doğru intihar etmiştir. Beşir Fuad’ın intiharından üç yıl sonra havagazı ile Viyana’da intihar eden isim Sadullah Râmi Paşa’dır. Bu intiharı takip eden intiharlar ise İhya Efendi (1909), Galip Mehmed Efendi (1922), Tokadizâde Şekip Efendi’nin (1932) intiharlarıdır. Buradan hareketle Tanzimat dönemi ile intihar vakalarında artış görülmektedir, dersek yanlış sayılmaz. Tanzimat’tan sonra aydın intiharına bir diğer örnek olarak Ziya Gökalp’in intihar girişiminde bulunmuş olması burada hatırlanmalıdır. Gökalp, hayatının sonuna kadar kafasında bir kurşun ile yaşamıştır. Z. Gökalp öncesinde intihar girişiminde bulunan isimler arasında Asaf, İzzet Molla, Derdli burada zikredilmelidir (Çelik 2000: 42).

“Romantik melankoli” olarak nitelendirilebilecek 19. yüzyıl çok hızlı yaşanmış bir zaman dilimi olmasıyla birlikte yoğun şekilde hüzün ve bunalım rüzgârı barındırır. Bu rüzgâr, henüz kırkına bile varmamış genç dimağları etkisi altına almakla kalmamış, onları boğmuş ve öldürmüştür. Dönemin şair ve entelektüellerinin yüreklerinde taşıdıkları bu hüzün ve melankoli üzerinde düşünen Attila İlhan “Acaba şairlerimiz bundan mı genç ölüyor? Hayır şaka etmiyorum, Türkiye’de şair ömrü ortalama ömürden kısadır.” diyerek bu gerçeği dile getirmektedir. Aynı dikkat şair Lale Müldür tarafından da şöyle ifade edilmiştir: “Şairlerin bir çoğu, kırkından önce ya ölür, delirir veya başka bir ülkeye sürgün edilir.. Başka bir kader yoktur şairler için. Onun için büyük bir cesarettir şair olmak aslında…” (Sarı 2001; 57; Enhoş-Özkan 2007).

Ahmet Sarı “Gencölmek” isimli makalesinde, 19. yüzyıl romantik şairlerinden pek azının kırkına vardığını, pek azının da otuzuna kadar yaşadığını tespit etmiş ve bir şair için genç ölmenin trajedinin ta kendisi olduğunu belirtmiştir. Shelley, Novalis, Kleist, George Büchner, Yukio Mişima, Arthur Koestler, Yasunari Kawabata, Rene Crevel, Osamu Dazai bu trajedinin uzayıp giden isimlerindendir (Sarı 2001: 56-57; Batur 1991: 91).

İntihar olgusuna insanı tek bir neden ya da tek bir yaşantı sürüklememektedir. Yaşantıların daha önceki yaşantıcık kırıntıları ile yaptığı çağrışımlar ve kişilik yapısının temel özelliklerini etkileyici yankı birikimlerinin de çok önemli olduğu burada unutulmamalıdır. Hatta kişinin dışındaki her türlü gelişme kişinin içinde bulunduğu bu yankı içinde değerlendirilmelidir (Özek 1968: 88-89).

Yazımızın bundan sonraki kısmında intihar izleğinin daha iyi algılanabilmesi açısından yazarlar, şairler ve kısacası sanatçılar perspektifinden intiharın nedenleri konusunda edindiğimiz tespitlere değineceğiz. Bu tespitler şunlardır:

Başkalarının İntiharının Bizi Çekmesi:

Bize ne başkasının ölümünden demeyiz
çünkü başka insanların ölümü
en gizli mesleğidir hepimizin
başka ölümler çeker bizi
ve bazen başkaları
ölümü çeker bizim için
”3 (Sarı 1998: 22)

Edebiyat-sanat dünyasındaki bazı intiharlar bu perspektiften değerlendirildiğinde intiharın bir etkilenme ya da etkilenim hâlinde sonraki bir sanatçıyı etkilediği görülmektedir. Bunlardan ilk akla gelen Ekim Devrimi’nin büyük şairi Mayakovski (1983-1930)’dir. 1925’te dostu Sergey Yesenin kendini öldürdüğünde, onun intiharını kınayan Mayakovski aradan beş yıl geçmeden 14 Şubat 1930’da yüreğine sıktığı bir kurşunla yaşamına son vermiştir.

Onun son sözleri şunlar olmuştur:

‘Olay kapandı’ derler ya
işte bu da öyle,
Aşkın kayığı
günlük yaşama çarptı.
Ödeştim yaşamla.
Bütün olup bitenleri
acıları
mutsuzlukları
ve karşılıklı hataları
tartışmakta bir fayda yok.
Sizler
mutlu olun!
”4

1963 yılında intihar eden Sylvia Plath’ın ölümü üzerine “Sylvia’nın Ölümü” adlı şiiri yazan Anne Sexton da yakın arkadaşının intiharından etkilenmiş olsa gerektir. Lady Lazarus isimli şiirinde Sylvia Plath;

Ölmek
Bir sanattır, her şey gibi.
Eşsiz bir ustalıkla yapıyorum bu işi.
Öyle ustaca ki insana korkunç geliyor
Öyle ustaca ki gerçeklik duygusu veriyor.

Bir çağrım olduğu söylenebilir sanırım.” 
diyerek aynı yere, aynı yüze, aynı hoyrat bağrışmaya dönmek istemediğini dile getirmektedir.5

Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi isimli bir bitirme tezi hazırlığında olan Nilgün Marmara’nın bu çalışma esnasında gerçekleştirdiği intiharı yine bu etkiyi akla getirmektedir. Marmara’nın bitirme tezindeki şu ifadelere bakarak Syliva Plath hakkındaki düşüncelerini görelim: “Umarım böylesine emsalsiz ve belirgin bir konuda, şiirlerini ölüm kavramını derinden kavrayarak yazmış ve intiharında da sanatındaki kadar başarılı olmuş bir kadının analizini yapabilme konusunda başarısız olmam.” (Sarıçam 2008:126).

Vincent van Gogh (1853-1890) ile yine eksprestyonist bir ressam olan Ernst Ludwig Kirchner (1880-1938) arasında da böyle bir etkileşim belki görülebilir. Melankoli adlı kapsamlı çalışmasında Serol Teber, her iki sanatçının ruhsal dünyasının ve toplumsallaşamamalarının yazgısını ortak olarak görmüştür. Kirchner de van Gogh gibi pek çok ayçiçeği resmi yapmıştır. Ancak, van Gogh ile Kirchner’in ayçiçeklerinin karşılaştırması bile dünyanın 20-30 yıl içinde nereden nereye gittiğini ve bu gidişin sanatçı ruhunu nasıl etkilediğini gösterecektir. Kirchner de van Gogh ile aynı yazgıyı paylaşmıştır (Teber 2001: 310-311).

Biyografi yazmada ustalık gösteren ve pek çok sanatçının biyografisini yazan Stefan Zweig, Heinrich Von Kleist’in intiharından etkilenmiştir, dersek acaba yanlış bir tespitte bulunmuş mu oluruz? Kuşkusuz Zweig’ın eşi ile birlikte intiharında ilk ölçüt II. Dünya Savaşı’ndan sonra Yahudilere karşı Almanların tutumudur. Bu tutum karşısında Zweig, cephelerde insanların ölümü ile barış içinde ve mutlu bir dünyanın gerçekleşebileceğine olan inancını kaybetmiştir. Değişmeyen dünya ve bu dünyaya karşı başkaldıran insanın içindeki uyumsuzluk ancak ölerek giderilecektir.

Türk edebiyatında ise Ziya Gökalp’ın intihar girişimini bu başlık altında değerlendirmemiz gerekir kanaatindeyiz. Gökalp üzerinde derin tesir bırakan Beşir Fuad, fikir ve tenkit tarihimiz bakımından Tanzimat devrinin en dikkate değer simalarından biridir. Son derece dürüst, ateşli bir mizaca ve matematik bir kafaya sahip genç subay Beşir Fuad, mübalağadan uzak olarak denilebilir ki, fikirleriyle son çağ Türk edebiyatında bir devri kapatarak yeni bir devri açan isim olmuştur.6

Beşir Fuad’ın Tanzimat devrinde çok tesirli tenkitleri sayesinde, gözyaşı ve verem edebiyatı ve onun dayandığı boş, şişkin ve süslü üslûp değerini kaybetmiş; gerçeklere dayanan ve günlük hayatı anlatan, abartısız, sade bir anlatış tarzı doğmuştur. Onun yapmış olduğu bu tenkitler devrin büyük şahsiyetlerinden Ahmet Mithat Efendi’ye, Muallim Naci’ye hatta üstat Recaizâde Mahmut Ekrem’e istikamet değiştirtmiştir. Ahmet Mithat Efendi, başarılı bir eser olmasa da Muhadarat adlı romanını bu tenkitlerden hareketle realist bir bakışla yazmıştır. Üstat Ekrem ise romantik ve hayalperest bir gencin alaylı bir tenkidinin anlatıldığı Araba Sevdası romanını hep bu etki ile kaleme almıştır. Beşir Fuad’ın tenkitleri Nabizâde Nâzım ve Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın da realist çizgide yazmalarına sebebiyet vermiştir. Bu anlamda Beşir Fuad, edebiyat ve tenkit tarihimizde saygı ile anılacak bir şahsiyet olmuştur (Kaplan 2004: 74).

Tanzimat dönemi fikir buhranını yaşayan bir insan olarak Beşir Fuad, daha sonra başka şekillerde Tevfik Fikret ve Ziya Gökalp’ın da başlarından geçecek olan Doğu-Batı, ilim-din çatışmasından doğan ruhî buhranı kendisinde ilk defa yaşayan insandır. Onun genç yaşta intiharı Ziya Gökalp’ı derinden etkilemiş olsa gerek ki Gökalp de intihar girişiminde bulunmuş ve beynindeki kurşunla ölene kadar yaşamıştır (Kaplan 2004: 74-75).

İntiharın Topluma Yapılan Bir Çağrı Olduğu: Karl Marx, kendisinden önceki filozofların dünyayı anlamaya çalıştıklarını, oysa yapılacak işin bu dünyayı tanımak değil, değiştirmek olduğunu söyler. Marx’ın bu dikkatinden hareketle Che Guevera’ya göre de aydınların görevi bir sınıf olarak intihar etmektir. Sartre, ilk büyük felsefe kitabı Varlık ve Hiçlik’in bir yerinde “İntihar dünyada olmanın bir başka yoludur.” diyerek insanın kendini öldürerek dünyadaki varlığını gerçekleştirdiğini söylüyordu. Kendini öldürerek kendi gerçekliğini ortaya koyan insan, varlığının tanımını da hiçlikle yapıyor olsa gerekti. İnsanın sonu ölümle sonuçlanacak yaşantısını olumlamasının tek yolu ölümü kendi eli ile gerçekleştirmesiydi (Edgü 1968: 99).

A. Camus’a göre felsefenin tek bir sorunu vardır: o da intihardır. Cezmi Ersöz’e göre ise dünyadaki olup bitenleri değiştirmeye gücü yetmeyen, bu düzene isyan eden aydın sanatçıların intiharına bir de bu açıdan bakılmalıdır. Var olanı değiştiremeyen, sömürüden, savaşlardan, adaletsizliklerden dolayı aydın-sanatçı kendini sorumlu tutmakta ve omuzlarına çöken bu yükün altında ezilmektedir. Ünlü Alman şairi Goethe’ye göre “Bilmek azaptır.” Ve aydın-sanatçı bu azapta yaşanabilecek bir iklim arayışındadır (Sarı 1998: 26).

Serol Teber Melankoli adlı kitabında modern toplumun giderek karikatürleşen durumunu ifade etmek için Baudelaire’in bir mektubuna yer veriyor. Mektupta Baudelaire’in seslenişi dikkate değer.

“Mutlu bir insansınız siz. Bu denli kolay mutlu olmanızdan dolayı acıyoruz size, Mösyö. Bir insanın kendini mutlu sanacak kadar alçalması mı gerek!.. Ah! Mutlusunuz Mösyö. Ya! Eğer siz: ‘Erdemliyim ben’ deseydiniz; ben bunu anlardım: Başkalarından daha az acı çekiyorum. Ama hayır, mutlusunuz siz. Demek ki kolayca hoşnut oluyorsunuz! Acıyorum size ve kendi keyifsizliğimi sizin üstün mutluluğunuzdan daha değerli buluyorum. Yeryüzünde gördüğünüz şeylerin size yetip yetmediğini sormaya kadar varacağım. Nasıl olur! Yalnız gösteri değiştirmek için bile olsa, çekip gitmek istemediniz mi hiç! Ölümü sevmeyene acımak için pek ciddî nedenler var elimde.” 7

İntiharda Haklı Olduğunu İspat: Japon toplumunda görülen harakiri anlayışının dayandığı temel, toplumu yönetenleri eleştirme hakkına sahip olmayanların bu hakka erişmek istemesiydi. Böylece toplumu yönetenler bir insanın ölümüne neden olarak suçlanıyordu. Harakiri bu anlamda bir intikam anlamı da taşıyordu. Kendini haklı göstermek, güçlü ile baş edilemeyen güçlere karşı kullanılan son silah olarak intiharı tercih etmek ve intiharı olumlamak yaklaşımı sadece Japon toplumunda görülmez. Çinlilerde ve Çuvaşlarda da benzer yaklaşımlar vardır. Mesela Çuvaşlar intikam almak istedikleri kişinin kapısında kendilerini asarlardı. Günümüzün uygar medeniyetlerinde olagelen intiharlarda bu töresel yaklaşımların ortak yanı, topluma bir çağrı özelliğinin olması, toplumun anonim sorumluluğunu kınamanın, her şeye rağmen haklı olunduğunun ispatının az ya da çok anlatımı vardır (Özek 1968:74).

Bu yaklaşım II. Dünya Savaşı sırasında kendilerini yok ederek, bir başka deyişle 13. yüzyılda Japonya’yı Moğol yayılmasından kurtaran kutsal yel kamikazeye benzetilerek patlayıcı maddelerle dolu küçük uçak ya da denizaltılarla Amerikan gemilerine saldıran Japon askerlerinde de görülmektedir. Bu istemli ölümle mutlak başarıya ulaşılacaktı. Savaş boyunca kamikazelerin bu etkisi Amerikan deniz ordusunda hissedilmiştir (Özek 1968: 74).

Jacques Rigaud’un şu ifadesi bu düşüncemizi haklı çıkarır mahiyettedir: “Doğrusunu isterseniz insanı haksızlıktan daha çok yüreklendiren bir şey bulmak oldukça güç.” 8 Öyleyse özgürlük çabası ve başkaldırma eylemi edilgen bir tavırla ortadan kaldırılmak istendiğinde intihar, etken bir tavırla karşımızda belirmektedir.

Kaybedilen Erdemi Yeniden Kazanmak İçin İntihar: İnsanoğlunun yaşadığı çağda ve o bölgedeki geçerli değer yargılarının insana yaşamı olanaksız kılması karşısında insanın intihara toplumsal olarak koşullandığının tarihsel en etkili örnekleri harakiri ve kamikaze işlemidir. Toplumun ya da yargıcın verdiği utanç verici yargıdan sıyrılabilmek için ve yeniden kaybedildiğine inanılan erdemleri kazanmak için kendini öldürme eylemi olan harakiri ve kamikazeye bugün bile Uzakdoğu halklarında rastlanılmaktadır (Özek 1968: 73).

Eski Alman ve Avusturya subayları arasında da belirlenmiş şeref kurallarını çiğneyenlerin yeniden erdemlerine ulaşabilmeleri için onlara bir tepsi içinde dolu tabanca sunulması yaklaşımının yakın geçmişimizde İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yeraltı çalışma yıllarında da uygulandığı söylenegelmiştir (Özek 1968: 73).

Ölümün talihe bağlı nedenselliği en başta ürkütücüdür. Ölen gerçek kişiye karşı kalan sağların belirledikleri özel tutum dikkate değerdir. Bu tutum neredeyse çok zor bir işi başaran birisine duyulan hayranlık gibi bir şey hâlini alır. Bu bakış açısı ölene yönelik eleştirilerimizi askıya almaya kadar bile gider. Oysaki ölen için ihtiyaç duyulmayacak tek şey vardır; o da saygıdır. Bu saygı çoğumuz için yaşayana duyulması gereken saygıdan çok daha önemlidir.9 (Freud 1999: 76).

Tam bu esnada bahsetmemiz gereken isim Henrich Von Kleist’tir. Kleist’in kendi öz beni, ruhunun gölgesinde çöreklenmiş bir yılandı. Stefan Zweig’a göre Hombourg Prensesi’ni yazdığı yıl Kleist, sanatının doruğuna ulaşmıştı ancak bu onun aynı zamanda yalnızlığının da son sınırı olmuştu. Oyunları tiyatrolarda oynanmayan, halk tarafından sürekli ıslıklanan Kleist, yapıtlarını yayımlayacak bir yayınevi de bulamamaktaydı. Goethe de onu yalnız bırakmıştı ve kimse onunla ilgilenmiyordu. Birkaç aylık susma döneminden sonra Kleist, ailesinden biraz sevecenlik görüp onlara yemeğe gittiğinde işinden çıkarılmış memura, eserini bastıramayan yazara -yani kendisine- tepeden tırnağa küçümseyerek bakılıp dudak büküldüğünü görür. O andaki duygularını ise şöyle ifade eder: “Son kez bütün bunları görmek ve çekmektense yirmi kez ölümü yeğlerim.”10

“Onların beni gerektiğince anlamadığını, beni, insanlığın gereksiz bir parçası, hiçbir işe yaramayan bir adam olarak gördüklerini düşünmek, yalnız gelecek için beklediğim sevinçleri yok etmekle kalmıyor, gençliğimi de zehirliyor. Sen de kabul edersin ki benim de, ama az ama çok, bir saygınlığım, bazı yetilerim var.”11

“Ruhum öylesine yaralı ki burnumu pencereden dışarı çıkardığımda üstüne düşen gün ışığı acı veriyor.” 12 diyen Kleist için intihar düşüncesini gerçekleştirmek demek, bir odadan öteki odaya geçiş olacaktır. Onun ruhu böylece çileden kurtulup ilk kez sevinçli bir türkü söyleyecektir (Esrar 1968: 140; Z.F. 1968: 133-138).

Cesare Pavese için bu merkezde ölüm şöyle ifade bulmaktadır:

Herkese bir bakışı var ölümün.
Ölüm gelecek ve senin gözlerinle bakacak.
Bir ayıba son verir gibi olacak,
belirmesini görür gibi
aynada ölü bir yüzün,
dinler gibi dudakları kapalı bir ağzı.
O derin burgaca ineceğiz sessizce.
”13

İntihar Kültür Belirtisidir: “İntihar işlemi çok kendine özgü bir kültür belirtisidir: bildiğimiz kadarı ile pek ilkellerde ve hayvanlarda yoktur. Sadece insan, ölümden haberi olduğundan, intihar olabilirliği ile karşı karşıyadır.” İnsan bilinciyle sadece yaşamı tartmakla kalmaz, yaşamak ya da yaşamamak seçeneklerinde bir yargıya varabilir. Eğer ölümü seçerse, bu onun ölüm denilen özgürlüğünün çevresine sokulmaktır, ya da bu bir nevi özgürlüğe erişmektir. “Var oluşun koşulsuzluğu kendini kavranabilirde ifade etmekle beraber, kaynaklarında nasıl bir sır kalmak zorundaysa, ‘intiharın koşulsuz kaynağı’ da tek bireyin kendi başınalığının ilişkilenilemez bir sırrı olarak kalır.” İntihar edenlerden pek çoğu geriye bazı açıklamalar bırakmışlardır. Ancak onların da kendilerini ne derece anladıklarını sorgulamak gerektir. Bir eylem olarak intiharın kendisi koşulsuz değildir, nedenleri ve var oluşsal kaynakları açısından koşulludur. Toplumları ayakta tutan dinamikler ve bunların toplumun fertleri tarafından diğer fertlere yansıtıldığı anlayışlar da intihar olgusunda önemlidir. Çünkü kişinin topluma yönelik yaklaşımları kendi benine tekrar yansır. Bundan dolayıdır ki intihar kişinin kendisi ile olan ilişkisindeki değişiklikten öte, bu olayın başkalarınca kabullenilişi üzerine bir uğraştır (Özek 1968: 72-73).

Uygarlık ve endüstrileşme arttıkça intihar sayısının çoğaldığı bir gerçektir. “Toplumun alt- yapısında değişikliğin olmadığı durumlarda ya da yetersizliğinde, o yapıya ait kimseler toplumun üst-yapı değişikliklerine uyum göstermemekte, yabancılaşma değişik davranış ve tutum aksaklıklarına ve bu arada intiharlara yol açmaktadır.” 14 İntiharın bir ruh sağlığı problemi olarak artmasının nedeni bundandır. Modernizmin koşulları insanların ne iç korkularını gidermekte ne de toplumsal güvence içerisinde yaşamalarını sağlamaktadır. Uygarlık ve endüstrileşme insanı yabancılaşmaya ve yalnızlaşmaya itmektedir.15 Bu hususa “Yabancılaşma” alt başlığında ayrıca değineceğiz.

Hedeften Namluya Dönen Mermi: Yaşam denilen yankıda kendi sesini bulamayanlar için bengi göçebe 16 bir hâl alan her geçen günde yaşam, hedeften namluya dönen bir mermi oluverir. Şu an için bizim intihar olgusunu anlamaya çalışmamız, bu eylemin sebepleri üzerinde düşünmemiz bu tespitin doğruluğunun işaretidir. Enis Batur intihar etmiş sanatçılar hakkındaki görüşlerini belirtirken bu gerçekliğe dikkat çeker (Batur 1991: 91).

Albert Einstein, “Yaşamını anlamsız gören kişi hem mutsuz, hem de yaşama uygun değildir.” diyerek yaşam için anlam isteminin ‘yaşamı sürdürme değeri’ taşıdığını belirtir. Yaşamı değiştiremeyen için yaşamını sürdürmenin bir anlamı ya da değeri kalmamıştır. Öyleyse değiştirilemeyecek bir toplumda yaşamak yerine ölmek elzem olur (Frankl 1994: 28)17.

“Ötekini, kendi dışında yaşayan bir kimseyi öldürmek isteğini ve amacını kendi içinde duymamış biri intihar edemez, kendiyle özdeşleştirdiği bir nesneyi öldürmeyen hiç kimse kendini öldürecek enerjiyi bulamaz.” Kendi içinde duygusal düğümlenmeler yaşayan için kendini öldürme dışa karşı duyulan hıncın içe, yani kendi benine yönelmesidir. İntiharlarda bu hınç yoğunlaşması kişinin kendine döner. Bazen bu hınç yoğunlaşması dış nesne ile doğrudan ilgili olmadan, dolaysız olarak suçlu olma inancıyla belirebilir. Böylece kendini öldüren insan başkalarını da öldürmüş olmaktadır (Özek 1968: 93-95).

Ölüm Ötesi Yaşam ve Hiçte Yaşama: İntiharlarda ölüm ötesi yaşamaya olan inanç hiçte yaşamanın önemidir. Kaçıp kurtulmanın en kökten çözümü hiç olmaktır. Kişinin ötekine duyduğu hıncın yön değiştirerek intihara yol açması yaklaşımı Freud’un ölüm dürtüsü kavramına dayanır. Freud, keyifsizlik karşıtlığını, yaşamın dinamizmini sağlayan bir gerilimi yapan dürtüler içinde, ben dürtüleri/cinsel dürtüler grubunun karşısında bir başka dürtü grubunun olmasının gerekliliğini ifade etmiş ve buradan ölüm dürtüsü kavramına varmıştır. Ölüm, yaşamın zorunlu sonucudur ve herkes de doğaya bir ölüm borçludur. Bu borcu ödemeyi beklemek insanın doğal yasasının yadsınamaz, kaçınılamaz gerçekliğidir. Ancak insan bu yasayı yaşamdan çıkarıp atmaya yönelik şaşmaz bir eğilim sergiler. Psikanalitik ekolde kişinin kendi ölümüne inanmadığı ve bilinçdışında herkesin kendi ölümsüzlüğüne inandığı söylenebilir (Özek 1968: 92; Freud 1999: 75).

Martin Heidegger’e göre;

Varolma,… kendi hükmetmediği fırlatılmışlığı taşır…
Varolma şu anlama gelir: Hiçin içine bırakılma…
Hiç köklü bir şekilde açığa çıkarılmaksızın,
kendi olma da, özgürlük de yoktur.
”18

18. yüzyılda modernizm ve yeni insanla birlikte yeni yalnızlık türleri ortaya çıkmıştır. Modern yalnız insan, artık mutlak bir yalnızlığa-hiçliğe doğru çekilen bir insandır. Bu süreç, modern yalnız insanın toplumsal ya da dinsel gücün kendini açıkça denetleyemediği bireysel bir dünyanın içine çekilme sürecidir (Teber 2001: 293).

Bu dünyada var olmayı kendini öldürmekle gerçekleştiren insan için varlığının tanımı hiçliktir. Bir insanın yeryüzündeki yerini alması, sonu ölümle bitecek olan yaşamı olumlamasıyla başlar. Yaşamı bilinçle seçen insan bu dünyada olmayı ve bunun başarısızlıklarını, mutsuzluklarını, bozgunlarını da yaşamla birlikte seçmektedir. Gerçekte yaşam, mutluluk savaşımı içinde bu zıt kutuplar arasında süregelen gel-gitlerin bütünüdür. Ölümü seçenin elinde ne mutlu olmak, ne başarıya doğru koşmak kısacası hiçbir olanak yoktur. Tercihini yaşamdan ölüme seçen için var olan, yüzünü yaşamdan ölüme çevirmektir. İnsanın içi ile dışı arasındaki uyumun bozulması, yaşamdan çok ölüme yönelmesi karanlık dünyasında büyük bir ağırlığa neden olur. İntiharı anlamak açısından ortaya koyduğumuz bu uğraşların doyurucu bir açıklama olacağı da şüphelidir. Yaşamına kendi eli ile son veren insan da ölümünün gerçek neden ya da nedenleri hususunda ölmeden önce bir bilgi sahibi değildir. Ancak kendini öldüren için ölümün iyileştirdiği nedir sorusunu sorduğumuzda alacağımız yanıt yaşam olmasa gerektir. “Çünkü yaşamın kendisi bir çözüm değil. Yaşamın seçilmiş, denenmiş, belirlenmiş, kabul edilmiş hiçbir varlığı yok. Bir dizi iştahtan, karşı güçten, iğrenç rastlantıdan, durumuna göre amacına varan ya da varamayan küçük çelişikliklerden başka bir şey değildir yaşam.” “Gerçekte birer ağaçtan başka bir şey değiliz ve kim bilir belki de, benim soyumun ağacının kollarından birine bir gün kendimi öldüreceğim asılıdır.”19 Kısacası hiçlik, hiçbir yerde olmamak demektir.20 (Özek 1968: 75, 90; Edgü 1968: 103; 143-144; 163-165).

Belki de bu durum özlenilen sonsuzluğa duyulan özlemdir. Ve bu boşlukta, ölmek denilen gerçekleştiğinde, hafiflemek denilen şey de gerçekleşmiş olacaktır. Temassızlık, yalıtılmışlık duygusu, doğal yorgunluk, eylemsiz kalma isteği kurşun gibi ağırken hiçliğin karanlık dünyası, intiharı tercih edenler için, belki de karanlık değildir. Fransız şair, yazar, dramaturg Artonin Artaud’a göre yaşamak, gövdesini yitirmektir.21

Yabancılaşma: “İnsanlık tarihinde hiç şüphesiz kendi içinde tip olarak içe kapanık, içe dönük, yalnızlığı seven tiplere rastlanmıştır. Fakat modernizmin ve sanayi devriminin de etkisiyle makine, insanın ruhunu ele geçirmeye başlamış, insan makineleşmiş ve her ne kadar sosyal bir varlık görünümü gösterse de, iyi ve derinlemesine bakıldığında asosyal, neme lazımcı, çıkarcı, bir örnek insanların türemesini hızlandırmıştır.” (Sarı 2006: 295).

Yabancılaşmış yaşantı reaksiyonları, bireyin kendi içinde yaşadığı ortam ile kendi-öz beninin arasındaki harmoninin bozulmasıdır. Bu bozulma giderek kişinin kendi ile dış dünya arasındaki karşılıklı etkileşim ve bilgilenmenin azalmasına, hatta kişinin içerisinde yaşadığı ortamın algılanmasında matlaşmaya-donuklaşmaya, ayrıntıların silinmesine kısacası yabancılaşmaya varır. Yinelemek gerekirse, sanayi devriminden sonra yerel farklılıklara karşın, evrensel düzeyde genel kabul gören, politik toplumsallaştırma süreçlerinin yaygınlaşmasına rağmen, günümüz tüm toplumlarında ve sınıflarında görülen ekonomik düzey, eğitim, kültür, meslek, aile gibi durumların yol açtığı sorunların merkezinde hep yabancılaşmış yaşantı reaksiyonları tespit edilmektedir. Kişinin toplumdan kaçıp kendini kapalı ve dar uzamlara bilinçli olarak kapayışının nedeni dışarıdaki dünyanın kötülüğü ve bireyin kendi içindeki kuruntu ve şüpheleridir (Teber 1990: 177-179; Sarı 2006: 295-269).

Burada bireyi en çok rahatsız eden neden, ihtiyaç duyduğu sevgiyi çevreden bulamamış olmasıdır. Sevgisiz ve güvencesiz bir yaşama mahkûm edilmiş olmanın bilinçli ya da sezgisel anlaşılmaya başlaması insanın içinde hiç kapanmayacak bir boşluk duygusu oluşturmaktadır. Bu boşluk duygusu içinde birey, bilinen savunma mekanizmaları ile yaşam düzenini ve entelektüel standartlarını azaltıp geri çekilir. Bu geri çekilme sonrasında içe kapanma, duygularını donuklaştırma ile içindeki boşluk duygusu azalmak yerine, aksine artar (Teber 1999: 179-181).

Yabancı yaşantı reaksiyonlarını en yakından araştıranlardan biri olan Kurt Schneider, bu durumu “duygusuzluğun duygusu” olarak tanımlar. Kurt Schneider’e göre bu durumdaki insan bir takım duygular duymakta, fakat bunlar artık yitirilmiş boş bir dünyadan hatta yitirilmiş boş bir benden gelen korkunç boyutlara ulaşan duygusuzluğun duygularıdır. Ben bilinci tümüyle ya da kısmen matlaşmaya başlayan insanı, kişiliğin tüm tinsel yapıları yeterince güvenceden yoksun, kuşkulu kısacası ikircimli bir yaşantı bekler. Kişinin ben bütünlüğünün bozulması demek olan bu durum psişik acı, korku ve ağır panik durumları olup bu durumun sonucu da kişideki ben yarıklarıdır. Ben bilinci bozukluklarının görüldüğü yabancılaşmada bir özgürlük yitimi söz konusudur (Teber 1990: 179-184).

16 Ocak 1922 tarihli notunda Kafka bu vaziyeti şöyle dile getirir:

“Yaşama, daha doğrusu yaşamın devamlılığına katlanmanın imkânsızlığı. Saatler birbirine uymuyor. İçimdeki saat, iblisce, şeytanca, ne olursa olsun gayri insanî, koşup duruyor, dıştaki ise, sarsıla sarsıla, alışılmış yürüyüşünü sürdürüyor. Bir gün iki saatin birbirinden ayrılmasından ya da parçalanmasından başka ne olabilir ki?” (Teber 1990: 189).

1930’lu ve 1940’lı yılların insanın bilinç ve vicdanında açtığı yaralar, iki dünya savaşının ortaya çıkardığı çöküntüler, yıkımlar düşünsel plânda etkisini böyle gösterirken aydınlanmacı iyimserlik, ilerlemeci önyargılar ve ontolojik güven duygusu kökten sarsıldığından, Avrupa ve tüm insanlık anlamsızlığın, boşunalığın ve ümitsizliğin içine düşüvermiştir (Sarı 2006: 313).

İntiharın Bir Yalnızlık Oluşu: “En büyük felaket yalnızlıktır.”22 Ruhsal dünyası ile diğer insanlar içinde olamayan bir başka deyişle toplumsallaşamayan insan yazgısını paylaşabileceği serbest alanlar arar. Ekspresyonist ressam Kirchner’in resmi seçmesi, ya da Cesare Pavese’nin edebiyatı seçmesinin nedeni budur. Şimdiki ve buradaki benliğini göstermeye çalışanlarda gözlemlenen ortak duygu hüzündür, melankolidir. “Ben hep yalnızdım. Kuşkusuz kalabalıklar içinde yaşadım, ama hep yalnız kaldım… Hep hüzünlüydüm…” ifadeleri bu durumun göstergesidir (Teber 2001: 311).

İşinden çıkarılan, eserlerini bastıramayan, aile fertleri tarafından kendisine dudak bükülen talihsiz Kleist’in de içine düştüğü durum yine yalnızlıktı. İfriti baş kaldıran Kleist, sonsuzluğa dönüşmek için acele ediyordu. Gençliğinden beri her sevdiğine birlikte ölmeyi teklif eden Kleist’e göre zaten daha önceden ölmüşüzdür ve bu ölüm bir odadan ötekine geçiş gibi olacaktır. Onu son saatinde yalnızlıktan kurtaracak birini bulduğunda ise bütünüyle ölmek için yetkin duruma geldiğini, artık hayatın ona değil, onun hayata söz geçirdiğini gören yüreği sevinç ve mutlulukla kabaracaktır. Hayatı hiçbir vakit içtenlikle kabul etmeyen Kleist, şimdi ölüme serbestçe ve sevinçle boyun eğmektedir. Sesi artık uyumsuzluğa düşmeyen bir çan sesinin duruluğu gibi tınlamaktadır. Acı dolu ruhu ise onun tüm evreni oluvermiştir. İşte bu evren Hombourg Prensi’nde şu şekilde dile getirilir:

“Hey ölmezlik, artık sana tamamıyla kavuştum! Gözlerimi örten bağın arasından binlerce güneşin ışığı ile yüzüme vuruyorsun! Omuzlarımdan sanki kanatlar yükseliyor ve ruhum sessiz esir içinde süzülerek uçuyor! Tatlı bir meltemle sürüklenen bir gemi gibi canlı limanın yavaş yavaş gözden yittiğini görüyorum. Hayat böylece uzaklaşıp alaca karanlıklara gömülüyor. Renk ve şekilleri bir seçiyor, bir seçemiyorum. Altımda her şey sislere büründü.”23 (Z.F 1968: 136-137).

Sürekli olarak toplumdan kopmanın acılı ikilemini duyumsayan insan, özgürleşmek uğruna zamanın içinden çıkma, zamana bile bağımlı olmaktan kurtulma çabası sonunda olağanüstü bir yalnızlığın ve hiçliğin sınırında, donmuş, taşlaşmış bir zamanı yaşamanın dayanılması zor acısını tininde hep duyumsamıştır (Teber 2001: 346).

Tüm bu olup bitenleri anlayabilmek adına Hildegard Maria Rauchfuss’un Bilanço isimli şiiri belki bize yardımcı olacak diyerek bu şiire bakalım:

Çay içtim
Çinlilerle.
Kahve,
küçük fincanlardan
Türklerde.
Hot-dog paylaştım
serserilerle
varoşlarında
Bir boğayı
boynuzlarıma aldım Madrid’de.
Eyfel Kulesi’nden aşağıya
tükürdüm.
Bir İngiliz
İstiridye tarlasını soyduk.
Beni kutsadı
İzlandalı bilici.
En renkli
tüyünü çaldım
bir yerlinin.
Bilgelik taşını
buldum
bir Hahamın kulağında.
Japonya’nın kiraz çiçeklerini
taşıdım göbeğimde.
Turban katlamasını öğrendim
Hindistan’da
Fakat hiçbir yerde,
hiçbir zaman
Ben, ben olamadım…
” (Teber 2001: 346-347).

“Tanrı beni, bütün ışıkları üstümde toplanan bir çıkmazlar yıldız kümesinin içine atar gibi, umutsuzluğun içine attı. Ben artık ne ölebilirim, ne de yaşamayı isteyebilirim. Ve bütün insanlar da benim gibi…”24 diyen Antonin Artaud da benzer konumdadır. Kendini yaşamdan koparmak istemesinin nedeni ise yazgısını değiştirmek istemesidir. Zira “Bu dünyadaki yaşam özlemi çekilen yaşam değildir.” 25 (Edgü 1968: 144).

Var oluşun acılı sefaleti karşısında trajik ancak onurlu ve estetik duruş için kalabalıklardan uzaklaşarak kişinin kendi kendisiyle buluşması gerekir. Bu buluşmalar gerçekleştiğinde hiçbir dayanak noktası kalmayan insan, kendi yarattığı dil ile kendini ifade eder. Bu ifade edişlerden biri Cemal Süreya’nın Ülke adlı şiirinden alınmış aşağıdaki dizelerdir:

Bilinir ne usta olduğum içlenmek zanaatında
Canımla besliyorum şu hüzün kuşlarını
” (Teber 2001: 349).

Çözülmesi Gereken Bir Soru Yaşam ve Başlamak: İnsan sürekli yaşam adına bir anlam arayışı içindedir. Bu arayış Abraham Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde insanın temel düşüncesi olarak yer alır. İnsandaki bu anlam istemi sadece bir inanç sorunu değil, bir olgudur da. Bu olgu insanın ruh sağlığının güvenilir bir ölçütüdür. Albert Einstein’e göre yaşamı anlamsız gören kişi hem mutsuzdur, hem de yaşama uygun bir kişi değildir. Bu sorun sadece başarı ya da mutluluk değil, bir yaşama sorunudur. Yaşamın anlam kazanması demek, yaşamı sürdürme değerine sahip olmak demektir. Yaşamın anlam kazanmaması durumunda ise karşımıza intihar gerçekliği çıkmaktadır. İnsanın ve insanlığın ortak bir anlam bulması ise ortak bir iradeye bağlı olsa gerektir (Frankl 1994: 23-30).

Ancak yaşamın görünürdeki anlamsızlığının sonucu mutsuz insanlardır. Başlarken geleneklerle başlanılan değerlerin kaybolması, geleneklerdeki çöküş, anlamların aktarılmasında ya da tanımlanmasında ortak-evrensel anlamlar yaratmamaktadır. İçgüdülerin genlerle, değerlerin ise geleneklerle aktarıldığı bireyler için bu anlam ya da anlamların tek başına aranması ve bulunması gerekir. Ancak değerlerin öldüğü görüldüğünde var olan şey acıdır. Acı, kendini daha iyiye doğru değiştirebildiği zaman bir anlama sahip olabilir. Çekilen bu acılar karşısında değişen içteki bene karşılık dış dünyanın kemikleşmiş, değişmeyen ve değişme ihtimaline artık inanılmayan bir dış ben, kişiyi beklemektedir. İçeride ve dışarıdaki bu ikilem gelişiminin son evresi ölüm olarak karşımıza çıkar. Böylece acı ve ölümde anlam yaratma eylemi homo patiens26 tarafından gerçekleştirilecektir (Frankl 1994: 33-35).

Biz bu bakış açısını Alman Yas Oyununun Kökeni’ni yazan Walter Benjamin’de de görmekteyiz. 1892 tarihinde Berlinli bir Yahudi ailenin çocuğu olarak dünyaya gözlerini açan Benjamin, daha ilk gençlik yıllarından itibaren, dış dünya, toplumsal kitle ile kendisi arasındaki geri dönüşsüz uçurumu tüm benliğinde duyumsamıştır. 1900 yıllarının ırkçı Almanya’sında toplumun sürekli ırkçı eğilimlere kayışı ekonomik, kültürel, tinsel yoksullaşmaya ve barbarlaşmaya kadar varmış; dinsel fanatikleşme neticesinde ise Walter Benjamin’de yumuşak bir yabancılaşma eğilimi görülmüştür (Teber 2001: 323-324).

Berlin, Münih ve İsviçre’de felsefe okuyan Benjamin’in yakın arkadaşı şair Fritz Heinle ile sevgilisi Rika Seligson’un I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla ortaya çıkan barbarlaşmayı protesto etmek için birlikte intihar etmeleri Walter Benjamin’i çok yönlü etkilemiştir. Alman kültürünün en büyük ozanlarından biri olan Georg Trakl da (1887-1914) I. Dünya Savaşı’nın başlaması ile sağlık bölüğü içinde askere alınmış, çağının yaşadığı trajedinin bir ifadesi olarak yüksek dozda kokain alıp intihar girişimde bulunmuştur. Girdiği bu ağır komadan çıkamayan Tragl, 1914 tarihinde ölmüştür (Teber 2001: 316, 323-325).

Entelektüel birimi oldukça derin olan Benjamin için Hölderlin, Kafka, Proust ve Baudelaire ayrı yere sahiptirler. Bu arada idealist/romantik felsefenin en büyük ozanlarından kabul edilen Hölderlin’in 36 yıllık hüzünlü suskunluğu hatırlanmalı ve bunda sevdiği kadın Susette Gontrad’ın etkisi göz önünde bulundurulmalıdır. Bu suskunluk pek çok tartışma başlatmış olsa da sevdiği ve gerçek dünyada ilişki kurabildiği tek insanı kaybeden Hölderlin’in mekânsal, zamansal ve kültürel yönelimi gerçek dünyadan uzaklaşmış, hüznü daha da artmıştır (Teber 2001: 276, 284).

Alman orduları 9 Nisan 1940’ta Danimarka’yı, 10 Mayıs’ta Hollanda ve Fransa’yı işgal edince 20 Mayıs 1940 tarihinde Auschwitz toplama kampı örgütlenmesini tamamlamış ve tüm Avrupa’daki Yahudiler, sosyalistler, komünistler, demokratlar, şizofrenler, melankolikler toplanıp yok edilmeye başlanılmıştır (Teber 2001: 333-334).

Arthur Koestler anılarında “Marsilya’dan ayrılmadan kısa bir süre önce eski dostum Walter Benjamin’e rastladım. Onun İngiltere’ye gitmek için Pirenelerden geçme hazırlığı içinde olduğunu öğrendim. Yanında, gerektiğinde bir atı bile öldürebilecek miktarda morfin tableti bulunduğunu söyledi, her türlü olasılığa karşın bunlardan yarısını bana verdi.” demektedir (Teber 2001: 334).

Fransız vizesi alamayan Benjamin’e yola devam edemeyeceği belirtildikten hemen sonra Walter Benjamin kalmış olduğu otelde ölü bulunmuştur.

İnsanın, insancıl bir dünya kurabileceği düşüncesinden uyanıp kendi kendini tahrip ve inkâr ettiği, öznenin kendi özünü yitirdiği, konuşmanın kaybolup bilincin dağıldığı I. Dünya Savaşı insanlık için ilk darbe olmuştur. II. Dünya Savaşı ise öznenin geri dönüşsüz yıkılış-dağılış sürecinin ikinci sonucudur. “Düşünen, duyan, kaygılanan özne, dünyanın hemen her yerinde, gerek kapitalist, gerekse de sosyalist düzenlerde, politik, teknik/teknolojik, entelektüel düzeylerde tahrip edilmişlerdir. Düşünen özne devre dışı bırakılmış. ‘Umumî huzuru bozanlar’ likide edilmişlerdir.” (Teber 2001: 344).

Barışa ve mutluluğa dayalı düzenin artık gelemeyeceğine inanan Stefhan Zweig’ın, devrimin gerçekleşemeyeceğini gören Mayakovski’nin, hiçbir şeyi artık başaramayacağına inanan van Gogh’un, başkalarının yaşamına kendininken belki de daha çok eğilen açık yazar Jack London’un ve Hemingway’in de sonu hep intihar olmuştur (Edgü 1968: 101).

İnsanın iç savaşı denilen kendi kendiyle savaşı, dış dünyada yardımcılar, dayanaklar bulmuyorsa yürütülmek istenen bu savaş bozgunla sonuçlanır. Fildişi kuleden yürütülemeyen savaşta, başarıya ulaşmak için söz konusu birey dış dünyadan yardım beklediğinde ve bu yardımı alamadığında, topluma yönelik tüm çağrıları boş bir yankı olarak kalır. Çok geçmeden dış dünyanın kurtarıcı özelliğinin kendi beninde geçerliliğini yitirdiğini gören için intihar kaçınılmaz hâle geliverir. Sergey Yesenin ve Mayakovski’nin intiharlarında da aynı durum söz konusudur. Devrimin gerçekleşmesi için savaşa katılan sanatçı, yapılmasını istediği devrimin pek çok şeyi değiştirmesini beklediği esnada bu savaşa yabancılaşmış ve devrimin anlamını yitirdiğini görünce tarihin silindir gibi ilerleyici ağırlığı altında ezilmiştir (Edgü 1968: 105-106).

Huzuru bozulan ve aradığı anlamı bulamayan, kurtuluşunu ölümün kapısını çalmakta bulur. Böylece ölüm yaşamdan daha az olmasa da anlamlı hâle gelecektir. Korkulu bir rüya olan yaşamdan beklenilenlere ulaşamayan için ölümden beklenilenlere erişilecek ve aydın intiharı bu anlamda belki de yapıcı etki yaratacaktır. (Edgü 1968: 101).

Yazarak Anlam Kazanma Telâşesi ve Bunun da Anlamını Yitirmesi: Yazmanın anlamını yitirdiğini Cesare Pavese günlüğünde şöyle dile getirir:

“Şu noktayı iyi düşün: intihar, şimdilerde, sadece bir gözden kaybolma yoludur. Ürkekçe, sessizce yapılır ve tam bir başarısızlığa uğrar. Artık bir eylem değil, sadece bir boyun eğmedir.” 27 “İçimdeki yazma dürtüsü kalmadı artık, beynimdeki boşluk başlıyor gene. İntihar düşüncesi hayata bir protesto. Kolay sanmıştım ilk düşündüğümde. Zayıf kadınlar yapmıştı bu işi. Alçakgönüllülük istiyor, kendini beğenmişlik değil. Tiksiniyorum bütün bunlardan. Sözler değil. Eylem. Artık yazmayacağım.” (Çapan-Berköz 1968: 151,152, 156).

Boris Harloff ise günlüğünde şu iki tehditten bahseder:

“Bu güne değin iki tehdidin altında yaşadım: Delilik ve intihar. Nerde, ne zaman, niçin geldiğini bilmediğim bunaltı kıskıvrak yakaladığında beni çıldıracağımdan korkuyorum. İşte o zaman tek çıkar yol intihar olarak görünüyor bana. Bunaltımı ister istemez kabul ettim, ama deliliğimi kabul edemiyorum. Oysa Hölderlin, Nietzsche, Artaud onu da kabul etmişlerdi. Hölderlin kırk yıldan fazla deli olarak yaşadı ve deli olarak öldü.”28 (Edgü 1968: 167).

Çıldırmaktan korkarak kendini suya bırakan Virginia Wolf’u de bu arada hatırlamakta fayda var.

Hep bir gün özgürleşmeyi düşleyen insan, düşlerinin gerçekleşir gibi olduğu bir ortamda gökyüzünün boş, hatta steril olduğunu benimsemiş böylece hakikati arama çabasından kurtulup kusursuz ve baştan aşağı bir kaosun içinde yaşamaya başlamıştır (Teber 2001: 348). Bu kaosun ifadesi için Boris Harloff’a kulak verelim:

“Daha uzaklara, ötelere gitmek isterdim. Uzun yıllar hep bu istekle yaşadım. Bugün, işte uzakta, ötede, karşı kıyıdayım. Ama bu kıyıda hiçbir devinim yok. Çünkü burada da Tanrı yok. O’nun ölümünden sonra boş bir gökyüzü altında soluyoruz. Kafka’nın dediği gibi: Gökyüzü bomboş, yalnızca köpekler var. Öyle sanıyorum ki solunan bu hava benim gibi birçok kişiye yetmiyor. Tanrının olmaması elimi kolumu bağlıyor. Tanrı’nın yokluğunda kendimi öldürmenin ne anlamı olabilir? Tanrı var olsaydı da pek bir şey değişmeyecekti, doğru; ama en azından intihar olanağı elimizde olacaktı.”29 (Edgü 1968:168).

“Filozof, ‘İnsan kendini yapar.’ diyor. Açıkça söylemeliyim ki bunun kadar saçma bir sav bilmiyorum. İnsan birçok şeylerle birlikte doğuyor. Daha ana rahmine düşmeden geleceği koşullanmış. Hiç değilse bio-genetik yönden. İçinde bulunduğu koşulları aşmak isteğini duyabilir insan, ama ancak dış koşulları değiştirmekte bir imkân söz konusu olabilir. Kendi özel koşullarının tüm yaşamı boyunca tutsağı olarak yaşayacaktır.”

“Başlamak. Yeniden başlamak. Nasıl yeniden başlanabilir yaşama? Hep bıraktığımız yerden devam ediyoruz. Bir süreklilik söz konusu. Aşama noktaları arasında bağları kopuk, ya da gözle görülmeyen, giderek algılanmayan bir süreklilik. Bu garip süreklilikte hiçbir şey olmadan devam etmek gerek. Ne yazarak, ne çizerek, ne okuyarak. Yalnızca gerçeği arıyorum; kendi gerçeğimi. Yaşam benim için çözülmesi güç bir sorun. Bu sorunu çözmeden nasıl bağlanabilirim, nasıl gerçekten başlayabilirim yaşamaya?” (Edgü 1968: 168).

İntihar eden için yazma eyleminin ya da Cemil Meriç’in ifadesiyle ebediyete yollanan mektupların da artık bir önemi kalmamıştır. Sanatçı intiharında uçurumdan kurtulmanın tek yolu ona bakmak, derinliğini ölçmek ve kendini o boşluğa bırakmak30 olmuştur.

DİPNOTLAR

***

1 Sophokles, Oidipus Kolonos’ta, (Nurullah Ataç çevirisi), 1941, s. 102-103
2 Bu beş intihar Ahitopheles’in (Semuel, ikinci kitap, 17. ve 23. bölümler), Simri’nin (Kralların birinci kitabı, 16. ve 18. bölümler) Juda’nın (Mattheus 27. ve 5. bölümler, Apost. 1. ve 8. bölümler), Simon’ın (Yargıçlar kitabı 16. ve 27-30. bölümler) ve Saul’un (Samuel’in birinci kitabı, 31. ve 4-6. bölümler) intiharlarıdır. Bu beş kutsal kitap kişisi değişik neden ve motiflere dayanarak intiharlara başvurur.
3 İsmet Özel – Üç Firenk Havası
4 Vlademir Mayakovski “Son Mektup” , Yeni Dergi, De Yayınevi, İstanbul, sayı 41, s. 173
5 Sylvia Plath, Lady Lazarus (Cevap Çapan çevirisi), Yeni Dergi, De Yayınevi, İstanbul, sayı 41, s. 175
6 Orhan Okay, Beşir Fuad, Hareket Yayınları, 1969, s. 243
7 J. P. Sartre, Baudelaire- Deneme, syf. 70
8 Jacques Rigaud, Genel İntihar Komisyonculuğu, Yeni Dergi, (Ferit Edgü çevirisi), De Yayınevi, İstanbul, 1968, s. 171
9 Sigmund Freud, Uygarlık, Din ve Toplum, (Selçuk Budak çevirisi), Ankara, 1999, s. 73
10 Stefan Zweig, Henrich Von Kleist, (Z. F. Çevirisi), Yeni Dergi, De Yayınevi, İstanbul, 1968, s. 135
11 Heinrich Von Kleist, Son Mektuplar, (Kaya Esrar çevirisi), Yeni Dergi, De Yayınevi, İstanbul, 1968, s. 140
12 A.g.e. s. 140
13 Cesare Pavese, Ölüm Gelecek ve Senin Gözlerinle Bakacak, (Çevat Çapan çevirisi), Yeni Dergi, De Yayınevi, İstanbul, 1968, s. 158
14 Metin Özek, İntihar Ya Da Hiçe Dönüşme, Yeni Dergi, De Yayınevi, İstanbul, 1968, s. 90
15 Serol Teber, Melankoli, Say Yayınları, İstanbul 2001, s. 154
16 Enis Batur, Gönderen Enis Batur, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1991, s. 104
17 Viktor E. Frankl, Duyulmayan Anlam Çığlığı, (Selçuk Budak çevirisi), Ankara, 1994, s. 28
18 Serol Teber, Melankoli, Say Yayınları, İstanbul, 2000, s. 7
19 Antonin Artaud, Soruşturma, (Ferit Edgü çevirisi), Yeni Dergi, De Yayınevi, İstanbul, 1968, s. 144-145
20 Pierre Drieu La Rochelle, Gizli Öykü, (Ferit Edgü çevirisi),Yeni Dergi, De Yayınevi, İstanbul, 1968, s. 163-165
21 Ahmet Sarı, Sanat ve Normaldışılık, Salkımsöğüt Yayınları, Ankara, 2006, s. 72
22 Giovanni Bonalumi, Cesare Pavese’nin İntiharı, (Sezer Duru çevirisi), Yeni Dergi, De Yayınevi, İstanbul, 1968, s. 146
23 Stefan Zweig, Henrich Von Kleist, (Z.F. çevirisi), Yeni Dergi, De Yayınevi, İstanbul, 1968, s. 137
24 Antonin Artaud, Soruşturma, (Ferit Edgü çevirisi), Yeni Dergi, De Yayınevi, İstanbul, 1968, s. 144
25 Boris Harloff, Tarihsiz Günlük, (Ferid Edgü çevirisi), Yeni Dergi, De Yayınevi, İstanbul, 1968, s. 169
26 Homo patiens Latince acı çeken insan.
27 Cesare Pavese’nin Günlüğünden, (Cevat Çapan- Egemen Berköz çevirisi), Yeni Dergi, De Yayınevi, İstanbul, 1968, s. 150
28 Boris Harloff, Tarihsiz Günlük, (Ferit Edgü çevirisi), Yeni Dergi, İstanbul, 1968, s. 167.
29 A. g. e. , s. 168.
30 Cesare Pavese’nin Günlüğünden, (Cevat Çapan- Egemen Berköz çevirisi), Yeni Dergi, İstanbul, 1968, s. 151

***

KAYNAKÇA

Batur, Enis, 1991, Gönderen Enis Batur, Remzi Kitabevi, 1. Basım, İstanbul.
Binkert, Dörthe, 1995, Melankoli Kadındır, (İlknur İgan çevirisi), Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Çonoğlu, Salim, 2007, Cumhuriyet Dönemi Türk Şiirinde Ölüm, Akçağ Yayınları, 1. Baskı, Ankara, s. 244-255.
Dazai, Osamu, 1968, Naoji’nin Vasiyetnamesi, (Ferit Edgü çevirisi), Yeni Dergi, sayı 41, Şubat, s.159-161.
Durkheim, Emile, 1992, İntihar, (Özer Ozankaya çevirisi), İmge Kitabevi, İstanbul.
Frankl, Victor E., 1994 Duyulmayan Anlam Çığlığı “Psikoterapi ve Hümanizm (Selçuk Budak çevirisi), Öteki Yayınları, Ankara.
Fordham, Frieda, 2004, Jung Psikolojisinin Ana Hatları, (Aslan Yalçıner çevirisi), Say Yayınları, 6. Basım İstanbul.
Freud, Sigmund, 1999, Uygarlık, Din ve Toplum, (Selçuk Budak çevirisi), Öteki Yayınları, 4. Basım, Ankara.
Kaplan, Mehmet, 2004, Edebiyatımızın İçinden, Dergâh Yayınları, III. Basılış, Ankara, s. 73-75.
La Rochelle, Pierre Drieu, 1968, “Gizli Öykü”, (Ferit Edgü çevirisi), Yeni Dergi, sayı 41, Şubat, s. 162-166.
Mayakovski, Vladimir, 1968, “Son Mektup”, Yeni Dergi, sayı 41, Şubat, 1968, s. 173.
Özek, Metin, 1968, “İntihar ya da Hiçe Dönüşme”, Yeni Dergi, sayı 41, Şubat, s. 70-97.
Pavese, Cesare, 1968, “Günlüğünden”, (Cevat Çapan-Egemen Berkoz çevirisi), Yeni Dergi, sayı 41, Şubat 1968, s. 150-156.
Pavese, Cesare, 1968, “Ölüm Gelecek ve Senin Gözlerinle Bakacak”, (Çevat Çapan çevirisi), Yeni Dergi, sayı 41, Şubat, s. 158.
Plath, Sylvia, 1968, “Lady Lazarus”, (Cevat Çapan çevirisi), Yeni Dergi, sayı 41, Şubat, s. 174-176.
Rigaud, Jaques, 1968, “Genel İntihar Komisyonculuğu”, (Ferit Edgü çevirisi), Yeni Dergi, sayı 41, Şubat, s. 170-172.
Sarı, Ahmet, 1996, “Sanat ve Normaldışılık”, Edebiyat ve Eleştiri, Eylül-Ekim, sayı 26-27, s. 3-11.
Sarı, Ahmet, 1996, “Normaldışılığın Dili”, Edebiyat ve Eleştiri, Ekim, sayı 32-33, s. 39-50.
Sarı, Ahmet, 1998, “Estetik İntihar” (ya da intiharın estetiği üzerine düşünceler), Edebiyat ve Eleştiri, Eylül-Ekim, sayı: 33, s. 43-55.
Sarı, Ahmet, 1999, “Sanat ve Hastalıklı Beden”, Edebiyat ve Eleştiri, Temmuz-Ağustos 1999, sayı 43-44, s. 57-66.
Sarı, Ahmet, 2001, “Gencölmek”, Edebiyat ve Eleştiri, Mart-Nisan 2001, sayı: 54, s. 55-57.
Sarı, Ahmet, 2006, Sanat ve Normaldışılık, Salkımsöğüt Yayınları, 1. Basım, Ankara.
Sarıçam, Erdal, 2008, İntihar Eden Ünlüler, Gezgin Yayınevi, İstanbul.
Teber, Serol, 1990, Politik Psikoloji Notları, Ara Yayınları, İstanbul.
Teber, Serol, 2001, Melankoli “normal bir anomali”, Say Yayınları, 2. Basım, İstanbul.
Yıldırım, Ümit, 1996, “Yazarların Psikolojisi”, Edebiyat ve Eleştiri, Eylül-Ekim, sayı: 26-27, s. 43-57.
Zweig, Stephan, 1968, “Heinrich Von Kleist”, (Z.F. çevirisi), Yeni Dergi, sayı 41, Şubat, s. 132-139.

Tülay Kale
Kaynak: http://www.yitikulke.com/yurek-sandali-hayata-carpanlar.html

Katil Bulunana Dek Her Ceset Masumdur

solmuş bir çiçek kadar erdemlisin sevişirken
kırılgan ve biraz hafif
bir tüy süzülüyor gözlerinin önünden
zirveye düşer gibi ölüyorsun aniden
aniden paslı bir maymuncukla açılıyor
yüz yıllık kapın
tastamam uyuyor deliğe ayna
çünkü yüzün yansıyor ıskalanmış aşklara
katili bulunana dek her ceset masumdur
herkes geç kaldığı kadar aittir hayata
kolay ölümler yavaşlatır zamanı
ağır ağır soyunursun, göğüslerin uzaklardan bir anı
kanamalı bir ilkbahar sabahı, çarpık
bir hüzünle istasyona yanaşan
buharlı bir kara tren bacaklarının arası
nemli, hep buharlı, isli ve suskun
kanattığı yerden başlar onarılmaya
buruşturup atar geçtiği rayları
katili bulunana dek her ceset masumdur
morardıkça güzelleşir, korktukça çürütür aşkı
kara bir tren kadar seviyorum,
buruşmuş raylar kadar
boğazını parçalayan itinalı bıçağı

Altay Öktem

Bu yazıya ‘like’ atmayı unutmayın…

Eskiden Fadıl takipteydi, şimdi sosyal medya…
Başka bazıları gibi sosyal medya karşıtı değilim; tam tersine yakın bir takipçisi bile sayılabilirim; ancak bazı takipçilerden farklı olarak bir şeyden adım gibi eminim: Sosyal medya da bizleri takip ediyor
NSA Amerika’nın en güçlü istihbarat örgütü. Sağolsun Snowden CIA adına yürüttüğü faaliyetler sırasında eline geçen yüzbinlerce gizli belgeyi kaçırdı da bilgi sahibi olduk: NSA internet üzerinde casusluk faaliyeti yürütüyor… İstediği kişilerin gizli kalacağını sanarak yüklediği bilgileri, yazışmaları, yaptığı konuşmaları izliyor NSA…
İnternete hâkim firmalar, sosyal medya şirketleri, NSA’ya direnemiyor, istediği kolaylığı sağlıyorlar… Facebook’un patronu olan genç Mark Zuckerberg, sonunda dayanamayıp “Yeter be!”nârâsı attı, ama dinleyen kim?
Facebook sadece Amerikan istihbarat örgütlerine kolaylık sağlamakla kalmıyor, arkadaşları bilsin diye üyelerin sayfalarına koyduğu çok özel bilgilere başkalarının göz atmasına da izin veriyormuş…
İyi mi?
Dün bir gazetemiz “Facebook kullanan kişilerin eşlerini terk etme olasılığı kullanmayanlara kıyasla yüzde 32 fazla” diye bir haberyaptı… Boston Üniversitesi’nden bir ekip Facebooküyeleri üzerinde bir araştırma yapmış ve böyle bir sonuca ulaşmış…
O araştırma günlerdir elimin altında, bir fırsat bulsam da bizdeki sosyal medya kullanıcılarını uyarsam diye yanıp tutuşuyorum; çünkü üzerimizde yapılan araştırmanın boyutu yalnızca kaç yıl evli kaldığımızla sınırlı değil… Kendinizi laboratuvarda küvez içinde bir ‘fare’ olarak düşünün, Facebookişte üyelerini o duruma düşürmüş…
New York Times(NYT), konuya ilişkin makalenin göbeğine öyle bir tasvir koymuştu dün…
Üyenin sayfasına iç açıcı bir haber veya görüntü yerleştirdiğinde Facebook, o kişi gün boyu etrafa hoş ve güzel mesajlar gönderiyormuş… İç karartıcı haber ve görüntüler ise karamsar mesajlar yazmasına sebep oluyormuş…
Araştırmayı yürüten ekip bunu keşfetmiş… “Biz” diyorlar,Facebook kullananlar üzerinde yaptığımız deneylerde, duygusal durumların duygusal bulaşma yoluyla başkalarına taşınabildiğini, insanların farkında olmadan aynı duyguları başkalarına yönlendirebildiklerini bulduk. İnsanlar arasında doğrudan iletişimde bulunmadan duygusal bulaşmanın mümkün olduğunu deneysel olarak kanıtladık.”
Kaç üye üzerinde yapılmış bu deney? Tam 689,003…
Yine bu, dostlarımızla başbaşa olduğumuzu sandığımız ortamlarda verdiğimiz sinyallerin en masum değerlendirildiği araştırma sayılabilir; çok daha tehlikeli bilgiler sunan başka araştırmalar da var çünkü. Birinde, tam 250 milyon kullanıcının sayfalarına bakılarak yapılan araştırmada haberlere verilen tepkimiz ölçülmüş
Dünyanın ve yaşadığımız ülkenin o kadar derdi, sorunu varken, bir de bakmışlar ki, ünlülerle ilgili skandal türü magazin haberlerine mâruz bırakılan insanlar, ciddi haberlere yan gözle bile bakmıyorlar…
“Ne olacak sanki?” demeden önce lütfen üzerinde düşünün…
NYT’ın konuyla ilgili makalesinin yazarı, North Carolina Üniversitesi’nden Doç. Zeynep Tüfekçi’nin tepkisini almış… “Raporu okuyunca” diyor Doç. Tüfekçi,“Hemen, ‘Dur yahu, Facebook seçimleri denetlemiş oluyor’dedim… Eğer bu yolla bizleri oy kullanmaya yönlendirebiliyorlarsa, daha neler yapamazlar?”
Hangi partiye oy vereceğinizi sosyal medya üzerinden tespit edenler, sadece belli bir partinin taraftar kitlesini hedef alıp oy kullanmayacak kişileri yönlendirerek sandık başına götürebilir ve seçimin kaderini değiştirebilirler…
Şaka değil… Sosyal medya onu denetleyebilecek durumda olanlara, araştırmalardan çıkan verileri kullanarak arzu edilen sonuç istikametinde bireyleri şartlandırma üstünlüğü sağlıyor gerçekten…
Bizde daha çok rakipleri sindirme amaçlı kullanılıyor siyasi alanda sosyal medya; bu sebeple horoz döğüşü gibi; oysa elin oğlu araştırmış ve onun esas kullanım alanını bulmuş… Muhtemelen kullanmaya başlamıştır da…
Çok geçmeden bu amaçla kullanılmak üzere bizden birileri de şirketlerin kapısını çalar…
Yoksa çoktan çalmışlar mıdır?

Taha Kıvanç



“Adı bizde saklı MİT yetkilisi diyor ki: “Taksim meydanına çıkıp âleme ilan etmeyeceğiniz hiçbir şeyi internet ortamında tutmayın, söylemeyin, yazmayın.””

Kasım Ziyareti

Ölmeye başlamıştı!
Babamı hastanede ziyaret ettim,
temiz ve meymenetsiz, beyaz bir yatakta uzanmıştı.
Ama istemedi
orada yatmayı, tekrar ayağa kalkmayı,
oradan gitmeyi istedi.6. kattaydı, manzaralı;
dışarıda yangının neden olduğu bir fırtına.
Ağaçlar düşmüş,
yol çizgileri mafsallarına çarpıyor
Arabalar zikzak çiziyor aşağıda,
sanki herkes zilzurna sarhoştu.
Ama burada sessizdi her şey,
ölüm sakinliğinde.
Babamın dudakları,
ellerinin sesi kuştüyü yorgana karşı.
Birbirimize dokunduk.
Neredeyse tüm kelimelerini kullandı,
geriye anlamlı kalanlarını: dışarıya,
eve, çalışmaya.Bağırsakları kanserden harap olmuştu;
Doktorlar onu açıp tekrar kapadılar. Dayanılmaz azap.
Ama bunu söylemedi.
Hemşireleri, doktorları
ve kendini kandırmaya çalıştı.Zili çaldı ve geldiler.
– Kalkmam lazım!
Yatağın ucunda oturmuş
beyaz bacakları ve şişmiş eli
sarkarken.İki hemşire kollarını omuzlarına dayayıp
ayağa kalkmasına yardım etti.
Dizleri yükün altında titredi.
Acı, babamın kemikleri arasından
bir ceset gibi çığlık attı,
ağzının etrafı beyazlaştı. Ayağa kalmak istedi.
Dikilmek!Daha sonra, yatakta, acıyla nefes aldı.
Geceyarısı trenine yetişmem lazımdı-
gezinmem, sigara içmem.
Şimdi birbirimize
her şeyi söyleyebilirdik, ama tüm kelimeler
topaldı. Hoşça kal! Dedi.
Gözleri
daha fazlasını söyledi.Her şey çöktü. Tren istasyonuna yürüdüm
fırtınanın öfkeyle kükrediği
boş caddelerin içinden,
evleri kopardı, ağaçları, elbiselerimi.
Enkaz asfalta kaydı,
Sanki dünya ortadan ikiye ayrılıyordu,
ya da kendisini yırtarak şimdi gevşiyordu.

Niels Hav
Çeviri: Mustafa Burak Sezer

ıslak bir caddeye balıklama dalmak niyetindeyim

Yine gecenin üçündeyim
Islak bir caddeye balıklama dalmak niyetindeyim
Görmeyenim, görünmeyenim
Söylemeyen, söylenmeyenim
Bilmeyen, bilinmeyenim
Anlamayan, anlanmayanım
Hergün aynı derdin elinde
Yine gecenin üçündeyim
Islak bir caddeye balıklama dalmak niyetindeyim
Yüzsüzlük mü, sensizlik mi? karar veremedim…

Kaynak: sanother.blogspot.com

Kötüleşen Durum

Yağmur fırtınası gibi,dedi,renk şeritleri
Yıkayıp geçiyorlar beni,yararsız.Yada bir
Ziyafette ama üstünden dumanlar tüten yemekler arasından
Seçim yapamadığı için yemeyen biri gibi.Bu kesik el
Yaşamı temsil ediyor,ve dolaşıyor gönlünce,
Doğu yada batı,kuzey yada güney,hep
Bir yabancı o yanımsıra yürüyen.Ey mevsimler ,
Kulübeler,dağ evleri,koyu renk şapkalı şarlatanlar
Kırlarda bir eğlence merkezinin eteklerinde,
Silip bir daha ağzınıza almadığınız ad benim,benim!
Bir gün hesabını soracağım size nasıl tüketildiğimin
Sizin yüzünüzden,ama şimdilik yolculuk
Devam ediyor.Galiba,herkes de bu yolculukta.
Zaten başka ne var ki?
Her yıl tekrarlanan oyunlar mı? Doğru,beyaz
Üniformalar ve ötekilerden saklı tutulan özel bir dile
Uygun durumlar var.Misket limonları
Usulünce dilimlenmiş.Tüm bunları biliyorum
Ama etkilemiyor gibi davranıyorum,
Her gün,bütün gün.Düşüncelerimi dağıtmayı denedim,
Geç vakitlere kadar okumayı,tren yolculuklarını
Ve romantik aşkı.
Bir gün bir adam aradı ben dışarıdayken
Ve şu mesajı bıraktı:”Her şeyi yanlış yaptın
Başından sonuna kadar.Allahtan,durumu düzeltmek için
Hâlâ vakit var,ama hızlı hareket etmelisin.
İlk fırsatta beni gör.Ve lütfen
Kimseye bundan söz etme.Daha da önemlisi hayatın buna
Bağlı.”
O zaman pek önemsenmedim onu.Son günlerde
Eski moda ekose şallara bakıyorum,
Kolalanmış beyaz yakalara dokunup onları tekrar,gerçekten
Beyaz yapmanın bir yolu var mıdır merak ediyorum.Karım
Beni Oslo’da sanıyor -Oslo’da Fransa’da,yani.

John Ashber
Çeviren:Nazmi Ağıl

Şair’e

Ey şair! Kulak asma, sevgisine sen halkın
O canım methü sena, anlık gürültü, geçer;
Kuru kalabalığın gülüşünü duyarsın,
Ve aptalın hükmünü; fakat metin ol, boşver.

Sen Çarsın; yalnız yaşa, yolunda yalnız yürü,
Yürü, hür vicdanının seni çektiği yere,
Olgunlaştır, sevgili meyveyi, tefekkürü;
Hizmetine karşılık bir mükâfat bekleme.

Her şey sendedir, sende; büyük mahkeme sensin;
Eserine, elden çok, kıymet biçebilensin,
Söyle ey titiz şair, sen ondan memnun musun?

Memnunsan, kalabalık varsın küfretsin sana,
Tükürsün, ateşini yakan ulu mihraba,
Şamdanını, çocukça öfkeyle, sarsadursun.

Aleksandr Sergeyeviç Puşkin
Çeviri: Sefer Aytekin