Şiir Antolojim

Şiir Antolojim

Bir sürgün yeridir şiir

  • İstanbul Şiirleri
  • Türk Şiiri
  • Yol Üstündeki Semender
  • Şiir Sanatı
  • Çeviri Şiirler
  • Haiku
  • Şiir
  • Şiir Gibi
  • Deneme
  • Röportaj

Ölmüş Bir Dosta Açık Mektup…

Çünkü hiç hazır olmadığım bir yaza girmek üzereyim ve çünkü geçen kışın soğuklarında, şimdi senin rüzgârlı bir tepesinde uyuduğun bu kentteki son sevdiklerim, beni, sevdiğim için öldürdüler!

Sevginin Ardından

Denizi üç günde geçen serçenin
Bir seher vaktinde soluk soluğa
Tünediği dalda şenlik gibisin

Babam bahçıvandı. Şimdi bir bahçe.

Üzüldüğüm tek bir şey var. Biraz daha yaşamak is­terdim, şu çocuğun beni hatırlaması için, başka bir şey istemiyorum. Şu çocuğun beni hatırlaması için

Evini Kaybetmişlere

Bazen kendi evini terk etmesi gerekir insanın. Tası tarağı toplayıp ardına son bir defa bile bakmadan çekip gitmek. Çünkü ağır geldiğini hissedersin bazı evlere, insanların sana “gitse de kurtulsak” gözüyle baktığını. Bunu fark ettiğin ama …

Ayrıldığımızda İkimiz

Eğer bir gün, uzun yıllardan sonra
Karşılaşırsak ikimiz yine
Nasıl bakabilirim, nasıl sana?
Sessizce ve gözyaşları içinde

Previous Next

Şub 23

Virginia Wolf’un Dama Taşları

  • By Şiir Antolojim in Şiir, Türk Şiiri

Ceplerine çakıl taşlarını doldurup
Kendini Ouse Irmağı’na atan
İkiz kız kardeşi Kader’in…
En diplerine varmak istedin bunu yaparken,
En diplerine
Ruhumuzda olup bitenlerin

Seni incittiler mi
Oyunlara sürdüğün kahramanlar
-İspermeçet mumundan
Ya da selüloz hamurundan-

Sensiz yaşamayı bilemediler mi,
Gösterişli buhranları salyalı esrimeleriyle
Hoppalıklarıyla hazımsızlıklarıyla…

Yüzleri vardı ruhları vardı,
Bedenleri yoktu.
lsimleri künyeleri belliydi
-Çiçek isimleri gibi-
Ama cinsiyetleri yoktu.
Ne yapsan hangi kalıba döksen,
Hangi boyayı sürsen hangi
Eczayı denesen
Mucize olmuyordu,
Sana benziyorlardı.

Ve taşlar vardı daha küçük
Taşlar vardı
Kaderin dipte çağıldattığı,
Belleğin menfezlere doğru ittiği
Çığlıklı çıngıraklı
Erguvan alabaster ya da safran rengi
Kozmik melankoşi serpintileri;
Ölümün sert içkisinden başka
Hİçbir muhayyilenin eritemediği…

Sözcükler… onlar her zaman yetersizdi;
Tüy gibi hafıftiler;
Mağmanın yüzeyİne çekiyorlardı seni,
Katman katman uykunun ve şiirin,
O her şeyi gören körlüğün:
Yaratıcı saflığın,
Dehanın yüzeyine

Ve imgeler…
Kanın koşturduğu haber
En uzak yıldıza,
En yalnız meleğe;
Düşüncenin çıkardığı muteâl çınlamalar
Kafa kemiklerimizde:

Kurtların böceklerin kabirde
Son kırıntıları sindirip son
Vıdı vıdıları deşifre
Etmesinden -Ve yaşanmış, paylaşılmış
Ya da gizlenmiş her şeyin
Ama her şeyin bilinmesinden
Sonra bile
Kemiklerimizde,
Kemiklerimizin ununda
Duymaya devam edeceğimiz sesler…

Sen o hazin sesleri
Diyapazon gibi
Çınlatarak
Çıkarmak istedin
Kafa kemiklerimizden.

Alçıdan yüzlerimizi,
Köpükten tenlerimizi,
Kabuklarımızı dikenlerimizi
Uyurgezer oyunlarda bırakıp
Diplerde çağıldayan
Büyük Hayat’a
Katılmak istedin…

Söylenecek söz bırakmadm ardında;
Ceplerine çakıl taşlarını doldurup
Kendini Ouse Irmağı’na atmanın,
O eşsiz dahiyane fınalin
Bize düşündürdüklerinden başka…

Cahit Koytak

  • Cahit Koytak
  • Yorum bırak

Şub 23

Öyle Güzel Bir Gül

  • By Şiir Antolojim in Şiir, Türk Şiiri

Kalbimde o kor bakış olan saklı durur;
Bir gün çıkacak sanma sakın, saklı durur.
Sen öyle güzel, öyle güzel bir gül idin..
Soldun, rubaimde kokun saklı durur.

A. Vahap Akbaş

  • A. Vahap Akbaş
  • Yorum bırak

Şub 23

Efendim

  • By Şiir Antolojim in Şiir, Türk Şiiri

kırılgan bir kalbi vardır
tekerlekli sandalyesi olanın
kuvvetli pazıları
ve amansız bir aşkı

bir aklım bir kalemim
gözlerim vardır benim

yıkılmıştır gönül barkı
kelepçeler takılmıştır
ne eli var ne de kolu
dönmez insanımın çarkı

mürekkepler kanıdır
kazır şair derisini

uzun aşklar yaşayacak
kanatlanacak keklikleri
çoğalacak gökyüzleri
sandalyede yürüyenin

banim uçurtmam ki
nasıl uçuracak beni

gün yüzleri gün yüzleri
kovarken geceleri
doğan günün aydınlığı
çehresinde o cevherin

akıyor ya sandalyeli
ırmaklara doğru öyle

bulanmadan çamurlara
kurtuluşa dirilişe
iklimlerin iklimine
varacağız diyenlere

şair sunacak ruhunu
sunacağım bende

ah efendim ah efendim
çömeleyim de önüme
özgürlüğe açan çiçek
açsın bizim kalbimizde

deyip vardım efendime
eşsizlikler güzeline

başladı sonra tamirat
en başından hayatın
sarsılıp kalkıp yerinden
durdu besmele ile yine

şair dedim dedi he
efsaneden bir silkiniş

sarıldındı efendim
kucaklaştın bin birlerle
zincir zincir
geçen ısı

çınlattıydı şarkımızı
özgürlükler şairiyim
çağlayanlar şairi

dile gelecek sandalyem
yüklenecek yokuşu da
bir çırpıda aşıp seti
girecek ta içimize

kalbim kalbim sendeyim ben
duru limanım ben

tekerleklerin dönüşü
tıp tıp edişin senin
çetin üşümelerin
bir kuytudaa yitmek için

şair gelecek buraya
aşka sözler mi biçecek

evet diyor aynen diyor
sandalyeyi yürütüyor
pazıları güçlü olan
bileniyor savaşına

savaş dedin efendim sen
yengi dedin efendim sen

savaş dedin yengi dedin efendim

Cevat Akkanat

  • Cevat Akkanat
  • Yorum bırak

Şub 23

Ölüye Mektup

  • By Şiir Antolojim in Şiir, Türk Şiiri

Minareden bir selâ, yükselince kuşlukta;
Hazırlandı teneşir, camideki taşlıkta.
Neler söylendi neler, gıyabında bir bilsen;
İkindiye kadar ki, bir kaç saat boşlukta…

Sağlığında can ciğer bildiğin o dostların;
Toplandılar önünde, evdeki minik barın
İçiyordu hepsi de , belli ki üzüntüden,
Hepsinden de üzgündü, otuzbeş yıllık karın..

İlk dubleler bitince, dağıldı kasvet biraz,
Menüye dahil oldu, yeşil erik ve kiraz
Biri kadeh kaldırdı, şerefine ruhunun;
Hiç kimseden gelmedi, bu teklife itiraz..

Kadehler, birbirini izledikçe peşpeşe;
Çehreleri kapladı, sanki gizli bir neşe.
Ne kadar da severmiş, seni meğer dostların;
Bir saatte boşaldı, inan ki üç beş şişe..

Gerçi sen öldün amma anıların diriydi,
Çapkınlığın..en renkli konulardan biriydi.
Bir puan daha aldın, cinsiyetin yüzünden;
Çünkü bu türlü işler, erkeğin el kiriydi..

Bu sohbet potasında, kaynadıkça taştılar
Hep si de temiz kalpli, hepsi de çağdaştılar.
Seni gömdükten sonra, hani o çok sevdiğin;
Balık lokantasında yemekte anlaştılar..

Derken..ikindi vakti, duyuldu ezan sesi;
Hiç kimsenin camiye gelmiyordu giresi.
Cenazeyi bekledi, bikaçı kılmak için;
Ne rükû vardı çünkü, ne de onun secdesi..

Biraz sonra mezarlık, alkışlarla inledi,
Alkışlar isyan dolu, kalpleri perçinledi.
Bu görkemli törenin, bu çağdaş korosunu
Münker Nekir isimli, melekler de dinledi..

Dostlaın ağlamaklı, pozlar verdi basına,
Birkaç kürek toprakla, katıldılar yasına
Lâkin Kur’an başlarken, duyunca Besmeleyi;
Mezarlığı terketti, hepsi koşarcasına..

Bir rahatlık hissetti, eve dönüşte karın;
Haftalık programda, konken günüydü yarın.
Yaşamıştı dünyanın, nice zevkini ama,
Bir başka tadı vardı, bir başka şu kumarın..

Yaşına rağmen hâlâ, dikkat çeken bir tipti,
Hâlâ..yürek hoplatan, bir vücuda sahipti.
ve bundan böyle artık, bütün güzel dullara
sosyete pazarında, korkulu bir rakipti..

Hayat yeni başlıyor, diye düşündü birden;
ne senden eser kaldı ne yattığın kabirden.
vız gelirdi, şu ahlak masalları toplumun
kurtulmuştu nihayet baskılardan cebirden..

İlk önce silmeliydi, hafızadan cismini
indirdi duvardaki, yağlıboya resmini.
arkasından çıkardı, mektupluk ve zildeki;
sarı pirinç üstüne, yazdırdığın ismini..

Ertesi gün dostların akıl verdi eşine;
çoluk çocuk düştüler, mirasının peşine,
ne kadar sevinirdin, öldüğüne kim bilir;
görseydin yaptığını, kardeşin kardeşine..

Üç gün sonra kutlandı, baldızının yaş günü,
haftasına kalmadı, küçük kızın düğünü.
yani sözün kısası, sen gittiğinle kaldın,
hiç kimse fark etmedi, inan ki öldüğünü..

Bu mektuptan pek hoşnut, kalmadın biliyorum,
daha neler yazmıştım,. Vazgeçtim siliyorum.
bu dünyada hesabın, iyi kötü bağlandı;
sana öte dünyada, kolaylık diliyorum

Cengiz Numanoğlu

  • Cengiz Numanoğlu
  • Yorum bırak

Şub 23

Yaşlı Kadınlar Cemahiriyesi

  • By Şiir Antolojim in Şiir, Türk Şiiri

Hep duldalı güz şarkıları mırıldanır yaşlı kadınlar
Cennetle Cehennem arasındaki A’râf’ta
İlkbaharları, yazları geçmiştir ömürlerinin
Kışları birer buz çiçeğidir tozlu rafta

Arada bir yürek kıpırdamasın deli deli
Kaşlar biraz divanîdir, gözler biraz celî
Eski aşklar ki kurutulmuş çiçekler misâli
Uçuşup dururlar etrafta

Kimi çiçek tomurcuğu, kimi bir kar topağı
Kimi hep çile pişirmiş ve kapatmış kapağı
Çok umur görmüşleri vardır ki bir yol sapağı
Sanırsınız acele etmişler ömrü israfta

Kimi tesbihini çeker, kimi Kur’an’ını okur
Kimi gönül gergefinde ezgiler dokur
Kiminin yüreğinde hâlâ bir kınalı keklik şakır
Her genç kız kendi sonunu görür bu fotoğrafta

Çokları hiç görmedikleri denizlere açılmamak için
Her sabah güneşle birlikte yeniden yakarlar gemilerini
Oyalı mendillere düğümleyip aşk yeminlerini
Issız bir liman ararlar mushafta

Dudaklar sigara kâğıdı, parmaklar kamış
Gözler ürkek ceylan gözleri, renkli hülyâlara dalmış
Sonunda şişedeki iksir uçmuş, boş şişe kalmış
Simurg gönülleri kanat çırpar Kaf’ta

Garip bir cemahir, kadîm bir resimdir gördüğüm
Say deseler sayamam isim isim, bir kör-düğüm
Kendi sesim yankısız bir mermidir namluya sürdüğüm
Bir mermi ki dönüp dönüp beni vurur hergün, her hafta .

Bahaettin Karakoç

  • Bahaettin Karakoç
  • Yorum bırak

Şub 23

Ölüm Risalesi – Kendi Ölümüme Ait Bir Deneme

  • By Şiir Antolojim in Şiir, Türk Şiiri

         Aziz kardeşim Yusuf Erzincani’nin anısına

Bir gün öleceğim biliyorum
Bunu her an ölür gibi biliyorum

Anamın yüreğinde bir kor
Ölene dek sönmeyecek bir ateş
Kımıldanıp duracak hep

Karım bomboş bulacak dünyayı
— Nolurdu birlikte ölseydik, deyip duracak
Oysa insan yalnız ölür
Ama o olmayacak dualarla teselli arayacak

Kızlarımın gırtlaklarında bir düğüm
Bir süre kaçacaklar insanlardan
Boşluğa düşmüş gibi bir duygu içlerinde
Sonunda onlar da kabullenecekler öylesine

Ölümüme en çabuk dostlarım alışacaklar
— Yaşayıp gidiyorduk yahu
Ne vardı acele edecek!
Diyecekler

Biliyorum yaklaşıyoruz her an
Biliyorum oruçlu doğar insan
Ölümün iftar sofrasına.

Erdem Beyazit

  • Erdem Bayazıt
  • Yorum bırak

Şub 23

Hüzün Şiiri

  • By Şiir Antolojim in Şiir, Türk Şiiri

Çöl çöl olmuş kalbimiz bir hal olmuş bize
Şam nerede bu akşam bir hal olmuş bize

Yağmalanmış kalbimin ülkesi Kudüs
Filistin ve Endülüs bir hal olmuş bize

Buhara nerede ey baharı unutmuş kalbim
Şam nerede bu akşam bir hal olmuş bize

Sürülmüş sahipleri canım İstanbul’un
Tükenmiş gurbetlerde bir hal olmuş bize

Kurumuş ta içerden İstanbul çeşmeleri
Kalmamış bir damla su bir hal olmuş bize

Bizlere sunulmuş gerçi şarabı kevser
Nerdedir içenleri bir hal olmuş bize

Sen niçin susmaktasın ey şiiri şairin
Bu zulüm boğmuş bizi bir hal olmuş bize

Önümüzde uçuşan sayfaları tarihin
Savrulmuş dört bir yana bir hal olmuş bize

Geride paramparça bir şiir coğrafyası
yıkılmış viran olmuş bir hal olmuş bize

Çıkmaz olmuş nerdedir kahraman dergilerin
Kahraman sayfaları bir hal olmuş bize

Öpsek yeridir hüzünlü gözlerinden
Narin minarelerin bir hal olmuş bize

Kan gölleri içinde şimdi Filistin gülleri
Kapanmış Kudüs yolları bir hal olmuş bize

Derin uykular tutmuş bizi ey
Dağlar gürleyin bir hal olmuş bize

Ey bizi bekleyip bekleyip hüzünlenen çağ
Bir hal olmuş bize bir hal olmuş bize
.

Osman Sarı

  • Osman Sarı
  • Yorum bırak

Şub 23

Kelebeğin Ateşe Yolculuğu: Klasik Fars ve Türk Edebiyatında Şem’ü Pervâne Mesnevileri

  • By Şiir Antolojim in Deneme, Şiir Sanatı
Bu makalede pervâne ile şem‘ kelimelerinin anlamları, Şem‘ ü Pervâne’nin kaynağı, manzum ve mensur eserler ile divanlarda yer alan Şem‘ ü Pervâne sembol ve şiirleri ele alınmıştır. Ayrıca bağımsız bir eser olarak Farsça ve Türkçe yazılan Şem‘ ü Pervâne mesnevileri hakkında bilgi verilmiştir.
Şem‘ ile pervâne arasındaki ilişki, eskiden beri şair ve ediplerin dikkatini çekmiştir. Şair ve edipler bu iki kelimeden birleşik sıfatlar ve tamlamalar oluşturarak, yeni kavramlar/semboller yaratmışlar, bu iki kelimeyi hem gerçek hem de mecazî anlamlar yükleyerek, beşerî ve mecâzî aşkı dile getirmişlerdir. Bu aşkı anlatırlarken de şem‘ ve pervâne sembollerinden yararlanmışlardır.

1. Kelime Olarak Şem‘ ü Pervâne

Şem‘; Arapça bir kelime olup mum, balmumu, aydınlanmak için yakılan herşey, çerağ, kandil manalarına gelir.1 Şem‘, aşağıdaki kelimelerle birlikte tamlama oluşturarak “güneş” anlamını verir: Şem‘-i âsmân, şem‘-i âftâb, şem‘-i encüm, şem‘-i hâver, şem‘-i rûz-ı rûşen, şem‘-i zer-endûde-i firûze-legen, şem‘-i
zümürrüd-legen, şem‘-i sipihr, şem‘-i gerdân-ı sipihr, şem‘-i çarh-ı revân, şem‘-i subh, şem‘-i kâfûrî-i subh2

Şem‘ kelimesi şu tamlamalar ile de “ay” anlamında kullanılır: şem‘-i âsmân, şem‘-i âsmânî, şem‘-i felekî, şem‘-i kâfûrî, şem‘-i şeb-efrûz, şem‘-i âlem-tâb.3

Bu kelime tasavvufî anlamlar da içerir: şem‘-i Hak ve şem‘-i Hudâ, Allah’ın nuru, ışığı4 ve mürşid-i kâmil’dir.5 Şem‘-i hû, şem‘-i zafer, hakiki bir aydınlık, İlahî nur anlamında kullanılır.6 Şem‘-i hudâ ve şem‘-i zü’l-celâlden mak-sat da Hz. Muhammed’dir.7

İstiare yoluyla Allah’a şem‘-i lâ-yezâlî denilmektedir8 Sâlikin kalbini yakan ilahî nurun parıltısı, müşâhede ehlinin kalbinde parlayan irfân nuruna da şem‘denir.9 Mutasavvıflar, İslâm dini ve Kur’an’a şem‘-i ilahî derler.10

Şem‘ kelimesi İslâmî doğu edebiyatlarında sevgili ve güzele teşbihte de kullanılmıştır. Bu teşbihe esas olan özellik, onun yüzü ve yanağıdır. Sevgilinin güzellik unsurlarından olan yüz ile yanak, parlaklık ve aydınlık yönüyle ele alınıp, çeşitli tasavvur ve tahayyüllerde kullanılmıştır. Bu duygular ifade edilirken şu tamlamalardan istifade edilmiştir: şem‘-i cemâl, şem‘-i cem, şem‘-i Çigil, şem‘-i Hoten, şem‘-i dil-efrûz, şem‘-i şeker-leb, şem‘-i Tıraz, şem‘-i Tarab11 Yine İslâmî doğu edebiyatlarında ortak kullanılan güzelliğin şem’e benzetilmesi, âşık veya gönlü ona yanan pervâne şeklinde hayal edilmesindendir. Yüz ve yanağın şem‘e benzetilişinde renk, parlaklık ve yakıcılık ile başka müşâhedeye daya-nan tasavvurlar rol oynar12.

Pervâne kelimesi Pervin, Ülker (yıldızı) anlamına gelen “perv” ile nispet bildiren “âne” son ekinin birleşmesiyle meydana gelmiştir.13 Bu kelime padişah fermanı, berat, havale, izin, icazet, ulak, öncü, asker, hacib, delil, rehber anlamına geldiği14 gibi, gemilerde torpidolara ve uçaklara takılan, bir motorla çalıştırılan itme, çekme ya da tutunma aygıtı (uskur) anlamında da kullanılır.15 Ayrıca otomobil, uçak, gemi ve benzeri şeyleri hareket ettirmeye yarayan veya hava akımı meydana getiren cihaz, çark da pervâne kelimesiyle ifade edilmiştir.16

“Aslanın önünde giderek yoldan çekilmeleri için diğer hayvanlara seslenen ve kara kulak” denilen bir hayvana verilen isme de pervane denilmiştir.17 Siyah-gûş da denilen kara kulak, pervâne nasıl ışığın etrafında dolaşırsa, bu hayvan da aslanın etrafında öyle dolaştığı için, pervâne adını almıştır.18

Pervâne kelimesi, genellikle karanlıkta ortaya çıkarak ışık çevresinde toplanan gece kelebekleri (Heterocera) öbeğinden pulkanatlılara verilen ortak ad19 için de kullanılır. Bunlar ısınmak için (soğuk gecelerde) ateşe giderler.

Pervâne kelimesi, bazı kelimelerle birlikte kullanıldığında; kendinden ge-çen, kararsız ve perîşan bir gönüle sahip, çekinmeden feda eden “âşık” anlamına gelir.20 Bu manada kullanılan kelimeler şunlardır: Pervâne-hû, pervâne-dil, pervâne-sıfat, pervâne-meşreb.21

2. Şem‘ ü Pervâne’nin Kaynağı

Şem‘ ü Pervâne eserlerinde yer alan pervâne sembolü, Kur’an ve hadislerde geçer: “O gün insanlar yayılan pervâneler gibi olacak”22 ayetinde insanlar, uçuşan pervânelere benzetilmiştir. Ayette geçen “ferâş” kelimesi “ferâşe”nin çoğuludur. Geceleri ışık ve ateş etrafında çırpınıp uçarak kendisini ateş içine atan ve Farsça’da olduğu gibi dilimizde de pervâne diye bilinen küçük kelebeklere “ferâş” denir. Ateşe çarptıktan sonra kanatlarını yayıp döşediği için “ferâşe” diye isimlendirilmiştir.23 “Mebsûs” ise yayılmış demektir. Yayılmış pervâneler tabiri, kelebeklerin ateş çevresinde çırpınıp sonunda yanarak yere düşmesini, serilmesini ifade eder.24

Kur’an’da geçen, insanların pervânelere benzetilmesi hadislerde de yer almıştır. Hadislerde bu durum şöyle belirtilmiştir: “Benim misalim ateş yakan bir adamın misali gibidir. Ateş, etrafını aydınlatınca, pervâneler ve benzeri hayvanlar içine düşmeye başlarlar. Adam onları engellemeye başlarsa da onlar kendisine galebe çalarak ateşe atılırlar. İşte benimle sizin misaliniz budur. Ben ateşten korumak için sizin eteğinizden tutuyorum: Ateşten uzaklaşın! Ateşten uzaklaşın diyorum. Siz, baskın çıkarak onun içine atılıyorsunuz.”25

Şairler, ayet ve hadislerde geçen “pervâne”den ilham alarak Şem‘ ü Pervâne hikayelerinde bunu sembol olarak kullanacaklardır. Bir başka ifadeyle; gerek İlahî, gerekse beşerî aşkın anlatıldığı Şem‘ ü Pervâne hikâyelerine pervâne kaynaklık edecektir.

İmam Gazzâlî (ö. 1111), Mişkâtü’l-Envâr isimli eserinde imanı, şem‘/ mum olarak sembolize eder. Gazzâlî’ye göre bu iman kalpte tecelli eder. Gaz-zâlî eserinin ikinci faslını bu konuya ayırmıştır.26

Gazzâlî’ye göre nurların kaynağı çeşitlidir. Hepsi de kalpte tecellî eder ve çerâğ, şem‘, meş’âle şeklinde görülür. Aslında görülen bu semboller, kalbin kendisidir. Kalpte tecellî eden iman ışığıyla kalp/gönül, çerâğa, şem‘e, meş’âleye dönüşmüştür.27 Bu manada lamba sembolü, Kur’an’ın 24. suresinin 35. ayetiyle uygunluk etmektedir: “Allah, göklerin ve yerin nurudur. O’nun nuru, içinde lamba bulunan bir kandile benzer. Lamba, cam içerisindedir. Cam sanki inciden bir yıldız…”28

Mutasavvıf şairler, şem‘ ile imanın kendisini kastetmişlerdir.

Evvelâ demiş idüm şem‘-i cihân
Andan murâd olmışdı zâtü’l-imân 29

Onlara göre iman, nefsin kötülüklerinden sıyrılmış olan insanın kalbinde tecellî eden bir ışıktır. Bu ışık insanın kalbine Allah’tan gelir ve egosundan temizlen-miş nefse, yani nefs-i mutmainne’ye bir lamba veya mum/şem‘ şeklinde görülür.30

Böylece Şem‘ ü Pervâne hikâyelerinde yer alan ve ışık sembolü ile gösterilen şem‘in kaynağı, Müslüman yazarlar tarafından Kur’an’dan alınarak işlenmiştir. Kalpte tecellî eden imanın ışık, lamba, çerâğ, şem‘ gibi sembollerle ifade edilmesi, Necmeddîn-i Râzî (ö. 1256)’nin Mirsâdü’l-İbâd adlı tanınmış eserinde de görülür.31

Işık sembolü ile gösterilen şem‘in kaynağını, İslâmiyet öncesine kadar götürenler de vardır. Buna göre İslam dünyasında sufîler ve sanatçılar Allah’ın nurundan bir nur olan insan ruhunu, eski geleneğe uyarak lamba, şamdan ve mum/şem‘ ile sembolize etmiştir. Karanlık kötülük ve ölüm demek olan nefse bir sembol bulmaları gerektiğinde, yine eski geleneğe uyarak, çok iyi bildikleri eski Babil’in ve Mani dininin yaratılış efsanelerinde kâinatın maddesini, kötülük prensibini temsil eden kanatlı ejderden ilham almışlardır. Tabii ki bu ilhamı, ışık ile onun etrafında dönerek ölen pervâne fenomeniyle birleştirmişlerdir.32

Şem‘ ile onun etrafında dönen ve sonunda kendini ateşe atmak suretiyle can veren pervâne arasındaki ilişki ayrı bir eser olarak yazılmadan önce, bazı yazar ve şairlerin manzum ve mensur eserlerinde yer almıştır. Şem‘ ü pervâne sembolü önce mensur eserler içerisinde kullanılmıştır. Özellikle mutasavvıf yazarlar, tasavvufî duygu ve düşünceleri açıklarken bu iki sembolden yararlanmışlardır.

3. Mensur Eserler İçerisinde Yer Alan Şem‘ ü Pervâne Sembolü
3.1 Hüseyin b. Mansur el-Hallâc

İslâmî literatürde pervânenin şem‘ ile olan hikâyesi ilk kez büyük sufî Hüse-yin b. Mansûr el-Hallâc (ö. 922) tarafından yazılmıştır.33 Hallâc, “Tavâsîn” adlı eserinde bu hikâyeye yer vermiştir.34

Sırlarla dolu Tavâsîn’in gizemli “fehm tasîn”i kısmında, pervâne, ateşten haber getirmek için ateş yönüne uçar ve ışığın etrafında sabaha kadar döner. Sonra nazlanıp övünür, vuslatta kemâle ulaşacağı için gururlanır. Pervâne, ışığa doymaz, onunla yetinmez. Hararetli bir şekilde kendini alevlere atmak ister. Ateşin etrafında dönen, uçan pervâne, kendini ateşe atarak yanar ve yok olur. Resimsiz, cisimsiz ve unvansız hale gelir.35

Hallâc’a göre pervânenin şem‘e/ateşe seyirleri üç aşamada gerçekleşir. Mumun ışığı: ilmü’l-hakîka (gerçeğin bilinmesi), mumun sıcaklığı: hakîkatü’l-hakîka (gerçeğin gerçeği), alevin içine dalıp yanma: hakku’l-hakîka (gerçeğin ta kendisi)dir. Buna göre pervâne, hakku’l-yakîn olmuştur.36

Hallâc’ın ifadeleri tasavvufî Fars edebiyatını derinden etkilemiştir. Ahmed-i Gazzâlî (ö. 1126), Aynu’l-Kudât (ö. 1131), Rûzbihân Baklî (ö. 1207), Ferîdüddîn-i Attâr (ö. 1221) gibi büyük mutasavvıf yazar ve şairler, Hallâc’ın tesirinde kalmıştır.

3.2. Ebû Tâlib el-Mekkî

Ebû Tâlib el-Mekkî (ö.1006), Kûtu’l-Kulûb adlı ünlü eserinin “nefsi tanı-mak ve âriflerin bulundukları vecd halleri” başlıklı 26. bölümünde pervâne ile şem‘ hikayesine yer vermiştir. O, bu bölümde insanlarda var olan nefsin sıfatları-nın iki noktada toplandığını söyler. Bunlar “tayş” yani hataya meyil ve “şereh” yani açgözlülüktür.37

Ebû Tâlib el-Mekkî, hırstan kaynaklanan “şereh”e örnek olarak pervâneyi göstererek, şunları söyler: “Pervâne, ışığa duyduğu şiddetli hırstan dolayı yanan bir ateşe cahilce atılır ve ışık ararken helak olur. Işığın az bir bölümüne ulaştığında onunla yetinmeyerek onun kaynağına, kısaca ışığın bizzat kendine ulaşmak ister. Halbuki o, yanan bir lambadır. Eğer uzakta durup az bir ışıkla yetinmiş olsa kurtulacaktır.”38

Görüldüğü gibi Ebû Tâlib el-Mekkî olaya farklı yaklaşmıştır. O, cahilce hırsının ardına düşen nefsi, pervâne örneğiyle açıklayarak, insanların nefsine hakim olmasının gerekliliği üzerinde durmuştur

3.3. Ebû Hâmid el-Gazzâlî

Hüccetü’l-İslâm lakaplı büyük İslam bilgini Ebû Hâmid Gazzâlî (ö. 1111) de şem‘ ile pervâneden, hem Mişkâtü’l-Envâr’da hem de İhyâ’u Ulûmi’d-Dîn isimli eserlerinde bahsetmiştir.

Gazzâlî, Mişkâtü’-l Envâr adlı kitabında 2. faslının ikinci meselesinde “beşerî-nûrânî ruhların mertebeleri”ni anlatırken pervâneden de bahseder. Gaz-zâlî, eserinde “hayâlî rûh”tan bahsederek, bu hayal duyusunun bazı hayvanlarda bulunduğunu, bazılarında da bulunmadığını belirtir ve ateş üzerine atlayan pervânede bu ruhun/duyunun olmadığını söyler.39

Gazzâlî şöyle der: Çünkü pervâne, gün ışığına meftun olduğundan lambaya açılmış bir pencere zannederek kendini ateşe atar, ıstırap çeker. Fakat oradan biraz uzaklaşıp karanlığa düşünce tekrar lambaya atılır. Eğer lambanın ateşinin yaktığını tespit eden bir ruhu olsaydı, bir kere zarar verdikten sonra, kendisini aynı acıya sürüklemezdi.”40

Gazzâlî de bu konuda Ebû Tâlib el-Mekkî gibi düşünür. Yani pervâne, hırs ve açgözlülüğünden dolayı kendini ateşe atmış ve canını yakmıştır. Çünkü pervâne, duyuların kendisine ilettiği acıyı tespit ve kaydeden bir ruhu/duygusu olsaydı, bir kere acı çektikten sonra tekrar aynı şeyi yapmazdı.

Gazzâlî İhyâ’u Ulûmi’d-Dîn isimli eserinde de pervâneden bahsetmiştir. O, insanoğlunun şehvetlerinin üzerine düşmesini, pervâne’nin ateşin üzerine düşmesine benzetmiştir.41 Gazzâlî: “İnsanoğlu kendisini şehvetin kucağına atarken pervâne gibi bunu bir aydınlık sanır. Oysa bu aydınlığın ardında kendisini farkında olmadan şehvet bataklığında gömülü bulur ve bu da onun sonu olur. Onun bu sonu, ebedî olarak devam eder” demiştir.42

Yine Gazzâlî, keşke insanoğlunun sonu da pervânenin sonu gibi olsaydı43 dedikten sonra şöyle devam eder: “Çünkü pervâne’nin sonu yanıp kurtulmaktır. Ama insanoğlu, şehvetlerinin peşinden gitmekle, şehvetinin esiri olmakla ya uzun müddet ya da ebedî olarak cehennem ateşinde yanar.44 Gazzâlî burada Peygamber’in, “Ben, sizi cehennemden korumak için bileğinizden tuttuğum halde, siz, pervâneler gibi kendinizi ateşe atıp duruyorsunuz” hadisini nakleder.45

3.4. Ahmed-i Gazzâlî

Ebû Hâmid Gazzâlî’nin kardeşi olan Ahmed-i Gazzâlî (ö. 1126) XII. yüzyıl-da yaşamıştır. Onun en tanınmış eseri Sevânih’tir. Ahmed-i Gazzâlî, Sevânih’in 39. bölümünde, pervânenin ateşin etrafında dönerek kendini ateşe atarak yanmasını işlemiştir.46Ahmed-i Gazzâlî’ye göre pervâne ateşe âşıktır. Ateş onu davet eder. Pervâne, kendi gayret kanadıyla ateşi özleyerek uçar, ateşe ulaşıncaya kadar birkaç kanat çırpar, ona ulaşınca da uçuş biter ve kendini ateşte yok eder.47

Hallâc’ın Tavâsîn’de ilk kez işlediği pervâne ile şem‘in hikayesini, Ahmed-i Gazzâlî daha da geliştirerek işlemiş ve ona âşıkâne bir özellik kazandırmıştır. Bundan böyle gerek beşerî aşkta, gerekse İlahî aşkta pervâne bir sembol/ model olacaktır.

Ahmed-i Gazzâlî’yi Hallâc’tan daha belirgin kılan en önemli bir husus, aşk konusunu işlemesidir. Bundan dolayı eser, baştan sona kadar aşkın metafiziğiyle doludur. Gazzâlî’nin pervâne ve ateş hakkında söylediği sözler, aşk ve âşıklıkla ilgili söylenmiş sözlerdir. Pervâneyi ateşin âşığı olarak görmüştür. Pervâneyi ateş yönüne götüren duygu, aşktır.48 Eserde pervâne, âşık; ateş de maşuk olarak işlenmiştir. Bu duygulara uygun olarak, bir rubâî de Sevânih’te şöyle yer almıştır:

“Senin zülfün zincirse, divânesi benim. Senin aşkın
ateşse, pervânesi benim. Senin yeminine andolsun
ki kadeh benim. Senin aşkınla bizzat (sen oldum)
ama sana yabancı da benim.” 49

Sevânih’te yer alan bu rubâî, daha sonra yazılacak olan, beşerî ve İlahî aş-kın ele alınıp işleneceği şiirlere ilham kaynağı olacaktır. Bu duyguların Aynu’l-Kudât-ı Hemedânî, Attâr, Fahreddin Irâkî, Sa’dî gibi büyük sufî şairler üzerinde etkisi büyük olmuştur. En önemlisi de Ahmed-i Gazzâlî, bu iki sembolü birlikte ilk kez kullanan şairlerin başında yer alır.

Ahmed-i Gazzâlî, eserinde “azık/gıda” ve “gıdalanmak/beslenmek” gibi yeni bir mefhuma yer vermiştir. Ahmed-i Gazzâlî, Sevânih’in 39. bölümünde hem âşığın azığından hem de maşukun azığından, ayrıca pervânenin gıdasından ve de ateşin gıdasından bahseder.50 “Aşkın hakikati ortaya çıkınca âşık, maşukun gıdası olur, maşuk âşığın değil. Pervâne ateşe âşıktır. Gıdası, ışıktır. Işığın özelliği pervâneyi kendine çeker. Pervâne ateşe ulaşınca da uçuş biter, ateşin onda ilerleyişi başlar. Artık pervâne için azık/gıda gerekmez. Çünkü pervâne ateşe azık olmuştur.”51

3.5. Aynu’l-Kudât-ı Hemedânî

Pervânenin hikayesi ve onun ateşte yanmasını temsili olarak Aynu’l- Kudât-ı Hemedânî (ö.1131) de işlemiştir. Aynu’l-Kudât, bu sembolik anlatıma yeni irfânî manalarda katmıştır. Önce bu hikâyeyi, Kur’an’da geçtiği gibi onun beyanına uygun düşecek şekilde ele almıştır. Daha sonra Kur’an’da geçen ayetleri kendince yorumlamıştır.52

Aynu’l-Kudât’ın yorumladığı ayetlerden biri Kâri’a süresinin dördüncü ayetidir. Bu ayette insanlar mahşere çağrıldıkları sıra, kıyametin dehşetinden, şiddet ve korkusundan dolayı sağa sola, çeşitli yönlere yayılan pervânelere ben-zetilmiştir.53 Aynu’l-Kudât, bu ayetleri diğer müfessirler gibi yorumlamış ve kıyamet günü insanları ve görüntülerini, pervâne ve çekirgelere benzetmiştir.54

Ahmed-i Gazzâlî’nin Sevânih’te ilk kez ortaya koyduğu “azık” ve “gıdalanmak” kavramlarını, Aynu’l-Kudât’da eserlerinde işlemiştir. O, bu husus-ta şöyle der: “Ey aziz! Pervâne ateşten gıdalanır. Ateşsiz yapamaz. Aşk ateşi, pervâneyi öyle döndürür ki cihanı ateş görür. Ateşe ulaşınca kendini aradan kaldırır. Kendi olmaktan çıkar; ateşin içinde mi, dışında mı olduğunu farketmez. Çünkü aşkın kendisi zaten ateştir. Pervâne kendisini ateşin içine atar ve tümüyle ateş olur. Başlangıçta ateş, pervâne için bir azıktır. Onu besler. Bundan dolayı pervâne ateşin kendisine âşık olduğunu zanneder.55

Görüldüğü gibi Hemedânî, Ahmed-i Gazzâlî’nin Sevânih’inden olduğu gibi yararlanmış ve ondan etkilenmiştir. Sevânih’te geçen yorumlar, Aynu’l-Kudât’ın eserlerinde de yer alır. Temhîdat’ta şöyle der: “Pervâne ateşe âşıktır. Ateşten başka bir hazzı olmadığı için, ateşten veya onun ışığından ayrı kalamaz. Bundan dolayı kendini ateşe atar, varlığını kaybeder. Ondan bir belirti kalmaz. Artık pervâne, ateş olmuştur.”56

Aynu’l-Kudât-ı Hemedânî, pervâneyi dünya aşkının kaynağı olarak görür. O, pervânenin aşkını evrensel bir aşka dönüştürerek, evrenin tümüne yayarak bir ilki gerçekleştirmiş ve eserini felsefi bir bakış açısıyla yazmıştır.57 Ona göre ev-rensel aşk, sadece insanın değil, bütün yaratıkların âlemin yaratıcısına karşı duy-dukları aşktır.

3.6. Rûzbihân Baklî

Şem‘ ü Pervâne konusunu işleyenlerden biri de Rûzbihân Baklî (ö. 1207)’dir. Fars tasavvuf edebiyatında önemli bir yeri olan Baklî, bu konuyu Şerh-i Şathiyyât isimli eserinde ele almıştır. Baklî, pervânenin hikâyesini adı geçen eserde şöyle anlatır: “Pervâne ışığın çevresinde sabaha kadar uçar ve türlü şekillerde döner söz güzelliğiyle halden şekillerden haber verir. Yaratılış cilve-siyle vuslatta kemale ulaştı. Pervâne, hararete kanaat etmedi, ışıkla yetinmedi, kendini ateşe attı. Hala şekiller onu beklemede. Çünkü pervâne onlara “na-zar”dan haber vermeye (gönlü) razı olmadı. Dağıldı, küçüldü, resimsiz, cisimsiz, isimsiz, unvansız hale geldi. Artık ne için varacak şekillere, vuslattan sonra hangi hale dönecekti.”58

Görüldüğü gibi bu ifadeler, Hallâc’ın Arapça yazdığı Tavâsîn adlı eserinin Farsça tercümesi gibidir. Aynı ifadeler daha önce Hallâc’ın eserinde yer almıştır.59 Bu da Rûzbihân Baklî’nin Hallâc’ın tesirinde kaldığını gösterir.

3.7. İzzeddîn-i Makdîsî

İzzeddîn-i Makdîsî (ö. 1280), Keşfü’l-Esrâr an Hikemi’t-Tuyûr ve’l- Ez-hâr adlı eserinde, kuşların ve çiçeklerin hâl diliyle kendilerine söylenilen sırlarla dolu sözlerine yer vermiştir. Bu sırları açıklayan varlıkların biri şem‘, diğeri de pervânedir: Arıya babam, bala da kardeşim diyen Şem‘ onlardan ayrı kalmanın acısı yetişmiyormuş gibi, hiçbir günahı olmadığı halde, ateşin kendisine musallat kılındığını; yanarak hep acı çekmekte ve gözyaşı dökmekte olduğunu; bu haliyle başkalarını da aydınlatmaya çalıştığını; kelebek gibi bazı alçaklar kendisini söndürmeye kalkışacak olsa, onları yakacağını söyler.60

Pervâne de Şem‘e: “Ben senin uğruna kendimi fedâ ediyorum. Sen ise bana bir düşman gibi davranıyorsun. Oysa ki sana benim gibi âşık olan birisini bu-lamazsın” der.61

3.8. Necmüddîn-i Râzî

XIII. yüzyılın ilk dönemleinde yaşamış önde gelen sufîlerden Necm-i Dâye olarak bilinen Necmüddîn-i Râzî (ö.1256), Mirsâdü’l-İbâd mine’l-Mebde İle’l-Meâd adlı eserinde şem‘ ile pervâne sembolüne yer vermiştir.

Necm-i Râzî, eserinin 3. bab, 6. fasılda “nefsin tezkiyesi ve onun eğitilmesi” bahsinde, tasavvufî konuları örneklerle açıklarken, şem‘ ile pervâne sembolünü kullanmıştır. Örneğin nefis, azgın ve çılgın pervâneye benzetilerek nefsin yukarılara doğru yani en yüksek değere neden ulaşamadığını, pervâne sembolünü kullanarak anlatır: “Azgın sıfatlı nefis, çılgın pervâne gibidir. Zalimlik ve cahillik kanadından dolayı heves ve gazapla kendini celâl-i ahadiyyet şem‘ine bıraktı ve mecâzî varlığını/vücudunu terk ederek, elini, şem‘in visal boynuna attı. Öyle ki şem‘, pervânelik olan mecâzî varlığını, şem‘lik olan hakîkî varlığına dönüştürdü. Kendi cahillik ve zalimliğinden dolayı nefis en yüksek değere ulaşamadı ve bu makamda nefis, yetkinliğini bilemedi.”62

Pervâne’nin varlığını Râzî, mecâzî varlık veya mecâzî kanat ateşin veya şem‘in vücudunu da varlık veya hakîkî kanat olarak adlandırır. Pervâne’nin ateşte yok olması, gerçekte mecâzî varlığından kurtulup, hakîkî varlıkta var olması demektir. Bu da pervânelik olan mecâzî varlığını, şem‘lik olan hakîkî varlığa dönüştürür.63

Râzî, aynı şekilde 30. bab 8. fasılda “ruhun donatılması/süslenmesi” konusunu işlerken, ruhun zât-ı İlahî’ye kavuşması için çılgın bir pervâneye dönüşmesinin gerekliliği üzerinden sık sık dururken, pervâne’yi ruhun sembolü olarak görür. Ruh ezeli güzellik şem‘inin pervânesi olur. O, zalimlik ve cahillik kana-dıyla, sarhoş ve na’ra atan âşıklar gibi birlik sarayının harem dairesine doğru uçar. Bu makamda ilahî lütuflar ve “bana bir karış yaklaşana ben bir arşın yaklaşırım.”, hadis-i kutsî’si karşılar ve ruha, ferahlık yaygısı yol verir ve “Allah onla-rı sever, onlar da Allah’ı sever” sözü ortaya çıkar.64

Necm-i Râzî, bir başka yerde de canıyla oynayan pervânenin kendisini ate-şe atmasını, “câhil hoş görülür” hadisiyle açıklarken65, Ebû Tâlib el-Mekkî ve İmam Gazzâlî gibi düşünür. Yine Râzî, sâlikin visal zamanı kendi varlığından el çekmesini ve maşukun varlığında ebedî kalmasını, pervâne ve şem‘ sembolünden yararlanmıştır.66

4. Mesnevilerde Yer Alan Şem‘ ü Pervâne Şiirleri

4.1. Ferîdüddîn Attâr

XII. yüzyılın ünlü mutasavvıf şairlerden Ferîdüddîn Attâr (ö. 1221) da şem‘ ile pervâne konusunu işlemiştir. Attâr, Mantıku’t-Tayr isimli mesnevisi-nin 29. makalesinde bulunan “Yedinci Vadi: Fakr u Fenâ Vadisi” kısmının üçüncü hikâyesinde, el-Hikâye ve’t-Temsîl başlığı altında şem‘ ile pervânenin hikâyesini anlatmıştır.67

Hikâyeye göre, bir gece pervâneler toplanarak, şem‘e kavuşmak ister. Bü-tün pervâneler: “Birimizin gidip, ondan haber getirmesi gerek” derler. Bir pervâne uçar gider ve şem‘in sarayını görür. Geri döner ve gördüklerini anlatır. Topluluğun içerisinde bulunan bir ulu pervâne, onun şem‘den haberi olmadığını söyler. Bunun üzerine bir başka pervâne gider. O da şem‘in etrafında döner, kanat çırpar ve geri döner. Bazı sırlardan bahseder, şem‘in vuslatından dem urur. Ulu pervâne onu da eleştirir. Bir başkası kalkıp gider, ateşe atılır, canından el çeker, kendisini yok eder. Kınayıcı ulu pervâne: “ İşte şem‘ den yalnız onun haberi var” der. Hikâye, “candan da cisminden de bihaber olmadıkça, nasıl olur da canandan haberdar olursun” denilerek biter.68

Attar, aynı konuyu Mantıku’t-Tayr’ın 30. makalesinin, ikinci hikayesinde de işlemiştir. Kısa olan bu hikâyede, bütün uçan kuşlar, pervânenin yanıp yakıldığını görürler ve hep birden: “Ey zayıf pervâne, ne zamana kadar tatlı canınla oynayacaksın” derler. “şem‘e kavuşamayacağına göre, bilgisizce canını verme” demeleri üzerine, pervâne üzülür ve “ Ona kavuşmasam da, arıyor soruyorum, diye cevap verir.69

Pervânenin ateşte yanması, canını veren âşık olarak ortaya çıkması ve azap görmesini, Attâr, Esrârnâme adlı eserinde de işlemiştir. Özellikle âşığın azap görmesi konusu üzerine duran Attâr, Esrârnâme’deki temsilî hikâyede Aynu’l-Kudât-ı Hemedânî’nin mevcudata duyduğu evrensel aşkı da işlemiş ve Hemedânî gibi bu aşkı felsefi bir bakış açısıyla ele almıştır.70

4.2. Sa’dî-yi Şirâzî

İran’ın en tanınmış yazar ve şairlerinden biri olan Sa’dî-yi Şirâzî (ö. 1292) de şem‘ ve pervâne sembolünden yararlanmıştır. Ünlü eseri Gülistân’da yer alan ve çok beğenilen iki beyitte Sa’dî, kendisini aşk yolunda yakıp, canından geçtiği için aşkın pervâneden öğrenilmesi gerektiğini söylerken,71 Ahmed-i Gazzâlî’nin etkisinde kalmıştır.

Sa’dî, Bûstân isimli eserinin 3. babının sonunda bulunan ve 50 beyit olan hikâyede de şem‘ ile pervâne arasındaki ilişkiye yer vermiştir. Burada pervânenin şem‘e karşı duyduğu samimi sevgi anlatılır.

Münazara tarzında geçen hikâye, kınayıcı bir kimsenin Pervâne’ye: “Ümitsiz bir yolda yürüme, git de kendine göre bir sevgili bul. Sen kim, Şem‘e âşık olmak kim?” demesiyle başlar. Pervâne de “yansam ne çıkar?” Benim gönlümde öyle bir ateş var ki, Şem‘in şulesi onun yanında adeta gül olur. Yanmaya niçin can atıyorum biliyor musun: Çünkü sevgili varken, ben olmasam da olur. Âşığın maşukunun yanı başında ölmesi gerekir. Doğrusu da budur” diyerek cevap ve-rir.72

Sa’dî daha sonra Şem‘ ile Pervâne’nin münazarasına geçer ve münazarayı “sevgilin seni öldürdüğü zaman kurtulacaksın. Aşkın sonu budur. Bir kere baştan geçen insan, başına taş ve ok yağmuru yağsa da, dileğinden el çekmez” diyerek bitirir.73

Attâr ve Sa’dî’nin Şem‘ ü Pervâne hikâyelerinde kullandıkları motifler da-ha sonra yazılan mesnevilerde büyük ölçüde geliştirilerek işleneceğinden müstakil yazılan Şem‘ü Pervâne mesnevilerine kaynaklık etmiştir.

4.3. Mevlâna Celaleddîn-i Rûmî

Mevlânâ (ö. 1274) da şem‘ ile pervâne temsiline yer veren şairlerdendir. Mevlânâ, konuya farklı yaklaşmış, ayet ve hadislerde geçtiği şekilde ele almıştır. Ayet ve özellikle de hadislerde, insanlar ateşin yönüne koşmaya ve içine atılmaya çalışan pervânelere teşbih edilmiştir.74

Hadislerde bu benzetme, Mesnevî’deki “Firifte-i Münâfıkân Peygamber-râ tâ be-Mescid-i Dırâreş Bordend” başlıklı hikâyede sadece iki beyit olarak ele alınarak, hadise telmihte bulunulmuştur: “Ben çok ışıklı ve ziyade nahoş alevli bir ateşin kenarında oturmuşum. Siz pervâne gibi o yöne koşuyorsunuz: Benim her iki elim de pervâne sürücü (kovucu) olmuştur.”75

4.4.İmâdüddîn Fakîh-i Kirmânî

İmadüddîn Fakîh-i Kîrmânî (ö.1371)’nin hamsesini oluşturan beş mesne-viden biri olan Muhabbetnâme veya Muhabbetnâme-i Sâhib-dilân isimli ve sekiz babdan meydana gelen tasavvufî mesnevisinin altıncı babı, şem‘ ile pervâne ara-sındaki ilişkiye aittir. Altıncı bab “Münâzara-i Şem‘ü Pervâne” başlığında olup 75 beyitten meydana gelmiştir.76 Hezec bahrinin “mefâîlün mefâîlün feûlün” vezniyle yazılan mesnevinin tercümesi “İran Edebiyatında Münazara” adlı çalışmada verilmiştir.77

5. Divanlarda Yer Alan Şem‘ ü Pervâne Sembol ve Şiirleri

Divanlarda şem‘ ile pervâne sembolünü şairler de kullanmışlardır. Şairler daha çok tek başına şem‘ veya tek başına pervâne sembolüne yer vermişlerdir.78 Bu sembollerin şiirde tek başına kullanılması, X. yüzyıla kadar gider. Yok denecek kadar az kullanılan bu semboller, XI. yüzyılın ilk yarısında bile fazla rağbet görmemiş ve hiçbir zaman tasavvufî ve âşıkâne manada da kullanılmamıştır. Pervâne’nin yaratılış gereği ateşe yönelmesi, açgözlülüğü ve ahmakça davranışı nedeniyle kendini ateşte yaktığı işlenmiştir. Bu algılama Hallâc gibi tasavvufî, Ahmed-i Gazzalî gibi âşıkâne yorumlanmamış, Ebû Tâlib el-Mekkî ve Ebû Hamîd Gazzalî gibi yorumlanmıştır. Bu yorumlama hadislerde yer alan ifadelerle örtüşür79

XI. yüzyılın ortalarından, özellikle de XII. yüzyılın ilk yarısından itibaren şem‘/ateş ile pervâne sembolünün divanlarda/ şiirlerde yer aldığı görülür. Bu semboller daha çok mutasavvıf şairler tarafından kullanılmış ve rübâî nazım şekliyle yazılmıştır. Mutasavvıf olan veya olmayan şairler tarafından, âşıkane tarzda ele alınan bu sembollerden pervâne âşık, şem‘ de maşuk olarak görülmüştür. Beyit ve rubâîlerin içerisinde kısa mesnevilerde, genellikle de münazara tarzında yazılan ve fazla uzun olmayan Şem‘ ü Pervâne şiirleri olarak yer almıştır.

5.1. Ebû Sa‛îd-i Ebû’l-Hayr

Elimizdeki bilgilere göre şem‘/ateş ile pervâne sembolünü birlikte kullanan ilk şair, Fars tasavvuf şiirinin kurucularından Ebû Sa‛id-i Ebû’l-Hayr (ö. 1048)’dır. Onun rubâîleri Fars tasavvuf şiirinin ilk beyitleri olarak kabul edilmektedir. Kendisine atfedilen bir rubâî de, bu iki sembolü birlikte kullanmıştır.

“Sana kavuşmak nerede? Senden çok uzakta olan ben
nerede? İnci tanesi nerede? Karıncanın kursağı nerede?
Her ne kadar yanmaktan korkmuyorsam da, pervane
nerede? Tur dağının ateşi nerede? ”80

5.2. Emîr Mu‛izzî

Ahmed-i Gazzâlî’nin çağdaşı olan ünlü şair Mu’izzî (ö.1124) de ateş ve pervânenin ilişkisini, âşıkâne olarak dile getiren ilk şairlerden biridir. Mutasavvıf olmayan Mu‛izzî, aşağıdaki rubaîsinde duygularını şöyle ifade eder:

“Aşk kadehine gözyaşı döken bir gözüm var. Aşk
pervânesinin yanan canı gibi bir canım var. Her gün
aşk hanesinde mukîm benim. Bütün dünyanın
akıllısı ama aşkın delisiyim.”81

5.3. Senâ’î

XII. yüzyılın tanınmış mutasavvıf şairlerinde olan Hekîm Ebû’-l Mecd Mecdûd b. Adem Senâ’î (ö. 1140) de şem‘ ile pervâne sembolünü bir arada ve çeşitli yönleriyle özellikle de âşıkâne tarzda işleyen ilk şairlerden biridir. Rubâî ve gazellerinde aynı duygulara sık sık yer vermiştir.82 Aşağıdaki rubâî de bunlardandır.

“Mum, sevgilinin nurlarıyla yaşar. Sen de bir pervânesin.

Cana düşman, muma da nurlu bir köle ol. Mumun
etrafında dolaşarak kendini yakması pervânenin işidir.
Barî sen de bir pervâneden daha az iş yapma” 83

5.4. Nâsır-ı Buhârâ’î

Kaside ve gazel şairi olarak tanınan Nâsır-ı Buhârâ’î (ö. 1379), Divanının içerisinde “Hikâyet” başlığı altında yirmi beyitte şem‘ ile pervâne arasındaki ilişkiye yer vermiştir.

Münazara tarzında yazılan hikâye, bir kimsenin pervâne’ye “Aşkta güçlük çekiyorum. Buna çare bulmalısın. Bana aşkın yolunu anlat. âşıkların bu yoldaki ustalıkları nedir?” diye sormasıyla başlar.84 Pervâne de o kişiye gece olunca gelmesini söyler. Gece olur, hizmetçi gelir ve şem‘i/mumu yakar. Bir pervâne gele-rek mumun/şem‘in etrafında döner. Sonra da onun çağrısı üzerine kendini ateşe atar ve yanar. Derinden gelen bir sesin “ey gönlü uyanık! işte aşk yolu budur.” demesiyle hikâye biter.85

5.5. Kâsım-ı Envâr

XV. yüzyılın ünlü mutasavvıf şairi Seyyid Kâsım-ı Envâr da Külliyâtı içe-risinde şem‘ ile pervâne hikâyesine yer vermiştir. Remel bahrinde yazdığı “el-Hikâye fî Kemâli’l-Aşk ve’t-Tevhîd” başlıklı 38 beyitlik mesnevisinde, şem‘ ile pervâne ve şem‘ ile ateşi konuşturmuştur.86

Şem‘ ile Pervâne’nin karşılıklı konuşmaları, Pervâne’nin Şem‘e “her gece niçin sabahlara kadar yanıp yakılarak gözyaşı döküyorsun” demesiyle lar.87Şem‘ de “gönlümde ayrılık derdi vardır. Işığımı, sevgilimi arayıp bulma ümidiyle yakıyorum” diyerek Pervâne’ye cevap verir. Şem‘in bu sözlerinden etkilenen Pervâne heyecanının etkisiyle de, büyük bir iştiyakla kendini ateşe atar ve onun varlığında yok olur. Bunun üzerine Şem‘ “Varlığımdan utanıyorum. Pervâne gibi yok olmak istiyorum” diyerek ateşe seslenir. Ateş de şem‘e “gerçek âşık olan pervâne varlığından korkmadı ve kendi canını sevgilisinin önünde feda etti. Sonunda da sevgilisiyle bütünleşerek arzusuna kavuştu.” diyerek cevap verir. Böylece şem‘ topluluk içinde kendisini ifşa ettiğinden dolayı arzusuna kavuşa-maz.88

6. Bağımsız Bir Eser Olarak Yazılan Şem‘ ü Pervâne Mesnevileri

Başlangıçta sembol olarak kullanılan şem‘ ve pervâne kelimeleri, gazel ve rübâîlerde âşık-maşûk ilişkileri içerisinde ele alınmıştır. Sonra da herhangi bir eser içerisinde mesnevi nazım şekliyle, özellikle de münâzara tarzında yazılarak, pervânenin şem‘e karşı duyduğu aşk ve bu aşk uğrunda kendini ateşe atarak ca-nını feda etmesi işlenmiştir. Daha sonra da herhalde şairler tarafından çok beğenilmiş olacak ki başı şairler de ayrı bir eser olarak Şem‘ ü Pervâne mesnevileri kaleme almışlardır.

6.1. Farsça Yazılan Şem‘ ü Pervâne Mesnevileri

6.1.1. Ehlî-i Şîrâzî

XIV. yüzyılın sonu ile XV. yüzyılın ilk yarısında yaşamış ünlü bir şairdir. Ehlî-i Şirâzî (ö.1535), Şem‘ ü Pervâne mesnevisini Akkoyunlu hükümdar Sultan Yakub adına kaleme almıştır.89 Mesnevi, Allah’ın 1001 isminden dolayı, şair tarafından 1001 beyit olarak yazılmıştır.90 Hezec bahrinin “Mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılan Şem‘ ü Pervâne, yazarının ifadesine göre 1489’da ta-mamlanmıştır.91 Yedi el yazma nüshası tespit edilen92 Ehlî’nin Şem‘ ü Pervâne mesnevisi basılmıştır.93

6.1.2. Fehmî

Hayatı hakkında şimdiye kadar herhangi bir bilgi elde edemediğimiz Fehmî’nin kim olduğunu bilemiyoruz. Fehmî’nin bilinen tek eseri Şem‘ ü Pervâne mesnevisidir. Mesnevi 1486 yılında II. Bayezid adına hezec bahrinin “mefûlü mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılmıştır. Mesnevinin bugüne kadar tesbit edilen iki nüshası Süleymaniye Kütüphanesinde, Fatih 4002 ve Kadızâde Meh-met Efendi 415 numaralarda kayıtlıdır.941009 beyit olan Şem‘ ü Pervâne mesnevisi Türkçe’ye tercüme edilmiştir.95

6.1.3. Şeyh Abdullah-i Şebüsterî-i Niyâzî

Ünlü mutasavvıf Şeyh Mahmûd-ı Şebüsterî (ö. 1320)’nin torunudur.İlk tahsilini Şebüster’de yaptıktan sonra tahsilini ilerletmek için bazı şehirler dolaş-mış ve 1520 yılında Anadolu’ya gelmiştir. Niyâzî, Yavuz Sultan Selim’in takdirini kazanmış, O’nun adına eserler yazmıştır. İstanbul’da Abdullah Niyâzî Efendi adıyla bilinen şair, Kanuni Sultan Süleyman adına kasîdeler de kaleme almıştır. Niyâzî 1529’da İstanbul’da ölmüştür.96

Nîyâzî, Şem‘ ü Pervâne mesnevisini Yavuz Sultan Selim adına kaleme almıştır.97 826 beyit olan mesnevi hafif bahrinin “feilâtün mefâilün feilün”98 kalıbıyla yazılmıştır. Mesnevinin bilinen tek nüshası Süleymaniye Kütüphanesi Kadızâde Mehmed Efendi kısmı 415 numarada kayıtlıdır.99 Mesnevi Türkçe’ye tercüme edilmiştir.100

7. Türkçe Yazılan Şem‘ ü Pervâne Mesnevileri

Konunun kaynağı ve ilk çıkış noktası olarak Fars edebiyatında yazılan Şem‘ ü Pervâne mesnevileri, Türk şairlerinin de ilgisini çekmiştir. Ortak bir me-deniyetin temsilcisi olarak Türk şairleri kendilerinden önce Farsça kaleme alınmış şairlerin Şem‘ ü Pervâne mesnevilerinden etkilenerek, aynı tarz ve bağımsız olarak Türkçe Şem‘ ü Pervâne mesnevileri yazmışlardır. Fars edebiyatında olduğu gibi Türk edebiyatında da önce şiirlerde (gazel, kasîde, rubâî vb.) görülen şem‘ ü pervâne sembolü, XIV. yüzyıldan itibaren beyitlere paralel pek çok tasav-vufî eserde özellikle mesnevilerde küçük hikâyeler şeklinde görülür.101 Daha sonra da ayrı bir eser olarak Şem‘ ü Pervâne mesnevileri yazılmıştır:

7.1 Gülşehrî

XIII. yüzyılın sonu ve XIV. yüzyılın başında yaşayan Şeyh Ahmed-i Gül-şehrî’nin en tanınmış eseri Mantıku’t-Tayr’dır. Gülşehrî , Ferîdüddîn-i Attâr’ın aynı isimli eserini esas alarak yazdığı bu eserinde şem‘ ile pervâne hikâyesine yer vermiştir. Gülşehrî, pervânelerin hikâyesini anlatırken, Attâr’ın eserindeki konu-ya bağlı kalmakla beraber, kendine ait düşüncelere yer vererek, konuyu uzatmıştır. Attâr’ın 18 beyitte anlattığı pervânelerin hikâyelerini, Gülşehrî 62 beyitte anlatmıştır. Ayrıca hikâyenin başında 15 beyit tutan şem‘in tasvirini yapan Gülşehrî, 60. beyitte de adını zikretmiştir. Hikâyede kelebeklerin mumdan haber getirmeleri işlenmiştir.102

Ayrıca Gülşehrî, Feleknâme isimli Farsça mesnevisinde de şem‘ ile pervâne hikâyesine yer vermiştir. 44 beyit olan bu hikâye, Feleknâme’nin ilk hikâyesidir. Gülşehrî, Mantıku’t-Tayr’da işlediği konuyu, aynen Feleknâme’de de tekrar eder.103

7.2. Zâtî

Şem‘ ü Pervâne yazan şairlerden biri de Zâtî’(ö. 1546)’dir. Eser hezec bah-rinin “mefâîlün mefâîlün feûlün” kalıbıyla yazılmıştır. 1534’de yazılan mesnevi, 3937 beyittir. Eserin konusu Rum hükümdarı Şah Jale’nin oğlu Pervâne ile Çin Fağfuru’nun kızı Şem‘ arasında geçen aşktır.104 Dolayısıyla bu mesnevi, çift kahramanlı, aşk ve macera konulu eserlerden biridir. Zâtî’nin Şem‘ ü Pervâne mesnevisinin diğer Şem‘ ü Pervâne mesnevileriyle isim benzerliği dışında bir benzerliği yoktur. Mesnevinin şimdiye kadar bilinen beş nüshası vard105

7.3. Lâmi’î Çelebi

XVI. yüzyıl Türk edebiyatının tanınmış mutasavvıf şairlerinden Lâmi’î Çelebi (ö. 1532)’nin önemli eserlerinden biri de Şem‘ ü Pervâne mesnevisidir. Lâmi’î Çelebi mesnevisini Rodos’un fethi münasebetiyle yazmıştır. 1522 yılından yazılan eser, Kanuni Sultan Süleyman’a sunulmuştur.106 Eserin bugün için bilinen sekiz nüshası vardır.107 Mesnevi hafîf bahrinin “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla yazılmıştır. Eser 1653 beyit olmakla beraber sonuna eklenen Kanuni’nin övgüsü (18 beyit), Rodos’un fethi üzerine söylenmiş bir kıt‛a ve padişah için yazılan dua (29 beyit) ile birlikte beyit sayısı 1704’tür.

7.4. Mu‛îdî

XVI. yüzyıl şairlerinden olan Mu‛îdî (ö. 1586)’nin hamsesini oluşturan mesnevilerinden biri de Şem‘ ü Pervâne’dir. Mu‛îdî mesnevisini hafîf bahrinin “feilâtün mefâilün feilün” kalıbıyla yazmıştır. Mesnevinin bilinen iki nüshası vardır. Bunlardan birincisi Millet Kütüphanesi, Ali Emirî kısmı, manzum 1193 numarada; diğeri de İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, Türkçe Yazmalar, 2255 numarada 78b-121b sayfaları arasında kayıtlıdır. İstanbul Üniversitesi nüshası, 1418 beyit; Ali Emirî nüshası da 1496 beyittir. Mu‛îdî Halep’te ikamet ettiği bir sırada eğlence olsun diye eserini iki üç haftada yazmıştır.108

7.5. Feyzî Çelebî

Feyzî Çelebi’nin hayatı hakkında bilgimiz yok denecek kadar azdır. Şem‘ ü Pervâne mesnevisinde belirttiğine göre mahlası Feyzî, unvanı Çelebi’dir. Mesne-visini Osmanlı hükümdarı I. Ahmed (ö. 1614) zamanında yazıp, Niğbolu mutasarrıfı Tiryaki Mehmet Paşa’ya sunduğu doğru ise, Feyzî’nin XVII. yüzyılda yaşadığını söyleyebiliriz.109

Feyzî Çelebi eserini 1603 yılında yazmıştır. Mesnevi’nin bilinen tek nüshası vardır. Bu nüsha, Gönül A. Tekin’’in özel kütüphanesindedir. Eser 31 varak olup 987 beyitten ibarettir. Eserin sonu eksiktir. Orijinal yönü, eser mesnevi nazım şekliyle yazılmasına rağmen, eserde 11’li hece vezni kullanılmıştır.110 Bu bakımdan bu mesnevi, şimdiye kadar eşine henüz rastlanmamış bir özellik taşımaktadır. Yine Mesnevi’nin önemli özelliklerinden biri, belki de en önemlisi, Mesnevi’de geçen sembollerin hangi anlamlara geldiklerinin ifade edilmesidir. Mesnevi yeni harflerle neşredilmiştir.111

8. Şem‘ ü Pervâne Mesnevilerinde İşlenen Tema

Mutasavvıflara göre insan ruhu, ruhlar âleminden, bu hasret ve firak dünya-sına gelerek, muhabbet meclisinden, beden hapishanesine girmiş, beden ağı tarafından sıkıca bağlanmış ve geldiği yeri unutmuştur. Yine onlara göre insan, ayrıldığı bütünün yabancısı değil, sadece uzağına düşmüştür Yani insanla Allah iki yabancı değil, asılları bir fakat ayrı kalmış iki sevgilidirler. Ayrı kalmadan oluşan yabancılaşma, yakınlaşma ile mümkündür. Bu da istemek ve özlemekle olur.

İnsan ruhunun bedenden kurtularak unutulan aslî vatanına dönmeye davet edilmesi ve bu davete icabet ederek cevap vermesi yani asli vatanı hatırlaması mutasavvıflara göre imanla olur. Bunun temeli de aşk ve özlemdir. İman ve hidayet nuru kalpte parlar. Çünkü imanın madeni kalptir.112 Kalpte beliren aşk kıpır-danışları, Allah’ın bizi çağırmakta olduğuna delil sayılmıştır.113 İman nuru herkesin kalbinde parlamaz, yanmaz. Bu nur/ışık kalbini tasfiye ve tezkiye eden kimselerde yanar. Kalbin temizlenmesinden gaye; iman nurlarının orada hasıl olmasıdır.114Bu nur Allah’ın seçtiği insanlara verilir. “Allah, dilediği kimseye nurunu iletir.”115 beyanının sebebi budur. Böylece aslî vatana uzanan yolda çağrı/davet Allah’tan gelir, kul da ona cevap verir, yani icabet eder.

Yukarıda kısaca anlatılanlar Şem‘ ü Pervâne mesnevilerindeki Pervâne sembolüyle tam bir uygunluk içindedir. Allah aşkı, Pervâne’nin içini yakmış, dünya varlığından kurtulmuş, dünya yaşantısıyla ilgisini keserek Allah’a yönelmiştir. İşte Allah, nurunu seçtiğine yani Pervâne’ye de bu davete karşılık vermiştir. Bundan dolayıdır ki Pervâne nura/Şem‘e talib olmuştur:

Hasıl-ı kıssa ol şeb ol mehcûr
Mâh-ı nev gibi oldı tâlib-i nûr116

Maksada ulaşmak, nura/Şem‘e talib olmak için evini barkını terkeden Pervâne, karanlık ülke olan Şebistân’a/Şâm‛a gelir.

Didi gelmişdi mülk-i magribden
Şâma ol nev-civân-ı nahîf-beden117

Gedâ şeklinde ehl-i hiffet idi
Lîkin gâyet ehl-i ma’rifet idi118

Her ne kadar Şebistân veya Şâm’a kalender ve ehl-i marifet olarak gelen Pervâne bu uzun yolun henüz başındadır. O, marifet bağında yeni filizlenmekte olan bir yapraktır.

Bâg-ı ma’rîfetde berg-i ter idi
Evvel anda olmış müheyyâ idi119

Pervâne Şem‘e ulaşma yolunda daha çok makamlar geçecek, geçtiği her makamda kendiliğinden gelen bir takım ruhî yaşantıları/halleri yaşayacaktır. Pervâne bu hallerden önce “ yakaza”yı yaşar. Gaflet uykusundan uyaran kulun kendine gelme mertebesi “ yakaza”dır.120

Çeşmi dûş oldı şem‘-i dil-ârâya
Kapıldı şarkdan garba nûr-efzâya
Gaflet uyhusundan itdi çün kıyâm
Zâhir oldı çeşmine serv-i hırâm121

Gaflet uykusundan uyanan Pervâne “terk” ve “tecrîd” halini yaşar. O, dün-ya varlığından kurtulmuş, dünya yaşantısıyla ilgisini kesmiş ve halvet köşesinde nefsini öldürmüştür:

Terk ü tecrîdde kalender idi
Kişver-i aşka şâh ü server idi

Eylemiş âlem içre izzetler
Künc-i halvetde çok riyâzetler122

Masivadan gönlünü arındıran, nefsani arzularından sıyrılan Pervâne, gön-lündeki sevgi ateşiyle “maksad kıblesine” yönelmiştir. Yani Şem‘i aramaya kalkmıştır. Bu da bize Pervâne’nin sülûk yolunun başlangıç derecelerinden olan “irâde” makamında olduğunu gösterir. İrâde kalbin Hakk’ı aramaya kalkmasıdır.123

Pervâne zi-sûz-ı aşk-bâzî
Fârig zi-hakîkî vü mecâzî

Ez cân şod şem‘ râ taleb-kâr
Bî-çâre ne-dâşt cüz taleb-kâr

“Pervâne, aşk ateşiyle yanarak, hakiki ve mecazi derdinden fâriğ bir halde içtenlikle şem‘e talip oldu. Zavallının talep dışında bir işi yoktu.” 124

Pervâne doğru yoldadır. Pervâne’nin aslî vatana dönme eyleminde yükseklik/terakkî hali devam eder. Bunu Şem‘in tecelli etmesiyle anlıyoruz:

Didi kim burda ol durur çâre
Azm kılam bu gice gülzâre

Gördi ol perdeden çıkar bir nûr
Ruh-ı dehre onunla gerdûn yur125

Pervâne, Şem‘in ışığını/nûr müşâhedesini görür ona âşık olur, kendinden geçer ve bayılır. Pervâne “muhabbet” halini yaşar. Muhabbetin olduğu yerde ızdırap da vardır. Pervâne de ızdırap çeker ve yüzü sararır:

Çeşm-i ter u rûy-ı zerd dârî
Der-sîne zi-hicr-i derd dârî

“Yaşlı gözlerin, sarı yüzün, gönlünde de ayrılık derdin var”126

Nihayet Pervâne’nin Şem‘e karşı duyduğu aşk, o kadar fazlalaşır ki bu aşk ile kıpkızıl bir divâne olur:

Âşık oldı şem‘e çünki pervâne
Işk ile oldı kıpkızıl dîvâne127

Pervâne’nin yükselişine/terakkisine devam ettiğini sarı ve kızıl renklerden anlıyoruz. Kalpte tecelli eden ışıkların renkleri ile salikin içinde bulunduğu hal arasında paralellik vardır. Sarı renk zayıflığı, kırmızı da himmetin yani kudretin işaretidir.128

Bu da nefisle yapılan mücadelenin sertliğini gösterir. Buradan da Pervâne’nin nefs-i emmâreden sıyrılıp, nefs-i levvâmeye geldiğini anlıyoruz. Yine Pervâne’nin nuru müşahede etmesi de O’nun “levvâme” makamına ulaştığını gösterir.

Levvâme makamında kıpkızıl bir dîvâne olan Pervâne, derdine çare ara-maya başlar. Bu sırada karşısına Bâd-ı Sarsar/Nesîm çıkar. Pervâne bunlardan yardım ister. Bâd-ı Sarsar/Nesîm, Pervâne’ye acıyarak O’na yardım ederler. Bâd-ı Sarsar, Pervâne ile birlikte Şem‘in bulunduğu yere gelir, fakat Şem‘in dostu “ Fanus”tan büyük bir direniş görür. Sonunda Pervâne’yi Şem‘e ulaştıramayacağını anlayarak verdiği sözden dolayı utanır ve geldiği yere geri döner.129 Nesîm de Pervâne’yi Şem‘in sarayının dışına kadar götürmesine rağmen içeri sokmak için çok uğraşır, fakat başarılı olamaz. Neticede Pervâne’den özür diler ve pencereden çıkıp gider.130

Pervâne her ne kadar “levvâme” makamında bulunuyorsa da Bâd-ı Sarsar ve Nesîm gibi madde dünyasına mensup olan kişiler ile arkadaşlık yaptığı için kendisi hâlâ emmarenin izlerini taşıyor diyebiliriz. Çünkü nefs-i levvâmenin iki yüzü vardır. Bir tarafı nefs-i emmareye diğer tarafı nefs-i mülhime’ye yönelmiştir. Eğer nefs-i levvâme, nefs-i emmâre’ye tabi olursa, emmâre kuvvetlenir, vücud mülkünü eline alır, mutasarrıfı olur. Onda haram olan arzu ve istekler belirir.131 Bu da Pervâne’nin Şem‘e kavuşması için en büyük engeldir. Kendisinden yardım isteyen Pervâne’ye Anber şöyle cevap verir:

Çeşm-i cânunda yok durur ol fer
K’ide bî-perde âfitâba nazar

Hiç ola mı ki dîde-i huffâş
Tal‛at-ı âfitâbı seyr ide fâş

Yürü ey perr ü bâlı hasta-mekes
Vasl-ı ankâ da‛vasın itme heves132

Ayrıca Pervâne, Nesîm’e Şem‘in sarayının giriş yolunu sorunca güler ve “ bu şahın sarayına girmek için ne benim iznim var ne de sana bir yol var”133 diyerek cevap verir. Buradan da anlaşılıyor ki Pervâne’de hâlâ nefs-i emmâre’nin izleri kalmıştır. Pervâne zor durumdadır. Aslî vatanına geri dönmesi için yükselişe devam etmesi gerekir. Bu da bulunduğu hal ve makamı aşmakla mümkündür. İşte Bâd-ı Sarsar ve Nesîm’in Pervâne’yi Şem‘in bulunduğu yerde yalnız başına bırakıp terk etmeleri, aynı zamanda Pervâne’deki son heva ve isteklerin de O’nu terk edip gittiğine işarettir.134

Nesîm ve Bâd-ı Sarsar’ın Pervâne’yi Şem‘e ulaştıramamalarının sebebi, O’nu koruyan, yabancıların O’nun yanına yaklaştırmayan dostlarının olmasıdır. Bunların adı “Kâfûr”ve “Fânûs”tur. Kâfûr, Şem‘in etrafında Pervâne’yi görür, onunla münazaraya başlar. Onu incitir, eziyet eder ve onu kovarak, Pervâne’yi Şem‘in bulunduğu yerden uzaklaştırır.

Kerd û-râ cefâ-yı gûnâgûn
Kerdeş ângeh be-sad-cefâ bîrûn

Gûyed ân rûz k’ez cefâ kâfûr
Kerd pervâne-râ zi-cânân dûr

“Kâfûr ona çeşitli cefalar yaptıktan sonra, onu yüzlerce cefayla beraber dışarı çıkardı. Kâfûr, o gün cefâ ederek Pervâne’yi canandan uzaklaştırdı.”135

Fânûs da Şem‘i koruyandır. Şem‘i herkesten saklar, yüzünü kimseye göstermezdi. Pervâne’yi Şem‘e gammazlayarak, Şem‘in yanından uzaklaştırılmasını sağlar. Kâfûr ile Fânûs, âşık ile maşukun birleşmesini engelleyen unsurlar olarak karşımıza çıkar. Bunun tasavvufta karşılığı “hicâb/perde”dir.

Ol ki fânûs dinmişti şem‘e nikâb
Fi’l-mesel insânda yetmiş bin hicâb136

İnsan geldiği yerdeki ülfet ve ünsiyet zevkini unutmayıp orayı arzu ederse, aradaki perdeleri kaldırması gerekir. Visale en büyük perde insanın kendi benliği, vücududur:

Perde keşf ola dirsen âhir-i kâr
Çeşm-i lâ-perde hâsıl it yüri var

Perde sensin hemîn aradan çık
Terk-i cân it bu gam-serâdan çık137

Şem‘in etrafında tek başına kalan Pervâne, Şem‘den uzaklaştırılmasıyla aklı başından gider, deliye döner ve çöle yönelir. Çölde tek başına kalan Pervâne, sıkıntılı günler ve zifiri karanlık geceler yaşar. Pervâne korkulu anlar geçirmektedir. Bu korku gelecekte olabilecek kötü bir olaydan kalbin yanması, rahatsız olmasıdır. Çünkü Pervâne, çölde kendi kendine şöyle konuşur:

“Vuslata kavuştuğun zaman niçin ölmedim? Çünkü
bizim için ölmek arzuladığımız bir şeydi. Kim
bize Şem‘den haber getirir? Kim bizden Şem‘e
bir haber götürür? Kiminle onun bulunduğu yere
mektup göndereyim? veya ona can kuşunu yollayayım?”138

Pervâne’nin endişesi geleceğe ait endişelerdir. Çünkü çölde tek başına kalan ve içini dökecek bir dostu dahi olmayan Pervâne’nin olabilecek olayları bilmeden beklemekten başka yapacak bir şeyi yoktur. Zira bu, Şem‘e kavuşamama gibi hoş olmayan bir şey de olabilir. Pervâne, “havf” makamında “haşyet” halini yaşamaktadır.

Şem‘in yanından uzaklaştırılmasıyla Pervâne için “araf” makamı dönemi başlar. Araf makamında ruhun bekletilmesi gerekir. Bu bekleyiş maşuka olan muhabbeti ve hasreti fazlalaştırır. Öyle bir mertebeye ulaşır ki, gayb âleminden kerametler ve inayetler ulaşmaya başlar.139Yine bu “araf” makamında ruhaniyet nurları, gönül gözünde müşahede edilmeğe başlar ve salik kalbinin göğünde yıldızları ay ve güneşi temaşa eder.140

Şem‘den ayrılarak çöllere düşen Pervâne de uzun süre çöllerde dolaşır. Şem‘e karşı duyduğu şevk fazlalaşır ve önce, gökyüzünde yıldızların doğduğunu görür, onlarla konuşur ve “ben batanları sevmem”141 diyerek onlardan yüzünü çevirir. Sonra da gökyüzündeki ay ile konuşur, ondan yardım ister. Güneşle ko-nuşur, ondan da yardım ister, fakat sözlerine cevap alamaz.

Kimseden yardım göremeyen Pervâne’nin sabrı tükenir, takatı kesilir, feryat ve figan ederek aklını yitirme durumuna gelir. Pervâne, kendi varlığından bile bezme noktasındadır. Artık, O, “fakr” makamına ulaşmıştır. Kişinin kendisini mutlak surette Hakk’a muhtaç bilmesi demek olan “fakr” makamında yapacak tek hareket vardır. Allah’a yönelmek ve O’na yalvarmaktır. Çünkü Pervâne, kimseden yardım görmediği için Allah’a muhtaç olmuştur.

Fakr makamında bulunan Pervâne acz içinde Allah’a yalvarır. Pervâne’nin yoluna devam etmesi ve Şem‘e kavuşarak onda yok olması için, Allah’ın lütfunun Pervâne’ye ulaşması gerekmektedir. Pervâne’nin acz içinde yalvarması neticesinde Allah da katından O’na bir lütuf olarak Şeb-i Târîki/ Şeyh Nurullah’ı gönderir. Bu semboller Allah’ın yardımı olup, saliki Allah’a götüren yoldur ve güzel bir mükafattır:

Şeb-i târîk dimişdüm şem‘ün yâri
Hakîkatde oldı inâyet-i bârî142

Bu gelen mürşid-i İlahîdür
Düşmen-i sohbet-i melâhîdür

Gönlidür râz-ı gaybdan âgâh
Şeyh-i devrân ü adı Nûrullâh143

Bunlardan Şeyh Nurullah, Pervâne’nin önündeki visal engelini ortadan kaldırır. Şeb-i Târîk ve Nûr da Pervâne’yi bulduğu yerden alarak Şem‘in huzuruna getirirler. Şem‘in semtine gelen Pervâne’de Şem‘i görme arzusu aşırı derecede fazlalaşır. Çünkü O, bir şeyi arzu etmek, gönülden istemek sevilen bir şeye meyl ve teveccüh etmek demek olan “rağbet” makamına ulaşmıştır. Visali arzulayan Pervâne, Şem‘i arzulamaktan şaşkına dönmüş bir haldedir:

“Hızır’ın ab-ı hayatla yaşaması gibi, o da sevgiliye
kavuşma ümidi ile yaşamıştır. Ey güzel o, senin
muhitinde uzağında durmuş ve sana olan arzusu
nedeniyle kendinden geçmiştir.”144

Pervâne, Şem‘in huzuruna varınca sinesi tutuşup alevlenir, kendinden geçer. Şevkiyle mest olur, halden hale girer. İçinden bir ah çekerek dönmeye başlar. Artık Pervâne “sekr” makamına ulaşmıştır. Bu makamın derecesi sevginin kuvveti ile sevileni algılama gücü ile orantılıdır. Öyle ki Şem‘in hizmetçisi Şem‘in zülüflerinden tutup bir tutam kesince, Pervâne kendinden geçer, ah çeker, halden hale girer, etrafında döner ve sonunda Şem‘in ayağının dibine düşer:

“Meşşâte, Şem‘in zülüflerinden tutup bir tutam kesti.
Pervâne onun şevkiyle mest oldu, halden hale girdi.
Döne döne sonunda Şem‘in ayağına düştü.”145

Kul, marifette öyle bir sınıra varır ki Allah’ın kemal ve cemal sıfatlarını görür gibi olur, ruhunu Allah’a yakın görür. Hatta ruhu ve kalbi ile Allah arasındaki perdenin kaldırıldığını müşahede eder. İşte Şem‘ Pervâne’yi huzuruna çağırdığından hizmetçisi Meşşâte’den aradaki perdenin kalkmasını ister. Artık Şem‘ ile Pervâne arasındaki perdenin kalkma zamanıdır.

Hâhem ki ne-bâşedeş hicâbî
Ber-hîz ü be-rov be-kun sevâbî

“Arada perde olmasını istemiyorum: Kalk ve git, bir sevap yap”146 Zira perde, kulun kendi nefsidir. Allah onun nefsini aradan kaldırınca, kalp ve ruh Allah’a akar. Artık O, Allah’tan başkasını görmez. Çünkü basireti kapatan nefis perdesi açılmış, kalp gözünden bulutlar kaldırılmıştır.147

Nâgehân tarf-ı havza itdi nigâh
Âb içinden tecellî ider o mâh

Lîk perhîze kanı cânda mecâl
Kaplamışdur cihâñı nûr-ı cemâl

Derd ü gam bana kendü odumdur
Perde ol nûra bu vücûdumdur148

Böylece “mükâşefe” makamında bulunan Pervâne’nin önündeki engeller kalkmıştır. “Uyuyan bahtı uyanmış, gül bezminde mihnet dikeni kalmamış: Sev-gili yabancıları yanından uzaklaştırmış, ümid gözünü yola dikerek âşığını beklemede…”149. Artık Pervâne, “müşâhede” makamına ulaşmıştır. Mükâşefe’den sonra gelen müşâhede, perdenin tamamen kalkması; engelsiz, perdesiz açıktan açığa sırların kalbe açılmasıdır. Bu hal kalbin basîret denen kendine has gözüyle gizli gizli bilgileri algılamasıdır. Sır göğe, gölge yapan perde bulutlarından te-mizlenince, garet burcunda şühûd güneşi görünür.150 Şem‘, kendini tecellî ile Pervâne’ye gösterir:

Didi ey şehr-yar-ı hüsn ü cemâl
Bu tecellîye kimde ola mecâl

Tûr-ı aşkumda çagırup Lebbeyk
Hayretümden dirüm ki unzur ileyk151

Beşeri vasıflardan ve aşağı arzulardan sıyrılan Pervâne, artık yanıp, yok olmaya hazırdır. O, yanarak vuslata nail olup, Şem‘le özdeşleşme noktasına gel-miştir. Yani “fenâfillah” mertebesine ulaşmıştır.152 Cüzlerin, kendi cüz’i varlıklarını zât deryasında yok edip, zât olmaları demek olan fenâfillah, başka bir vücutla

Allah’ın ışığında yeniden hayata doğmak demek olan “ bekâbillah” mertebesinin eşiğidir.153

Ân sûhte şod be-şem‘ vâsıl
Ber-vey mî-suht şem‘-râ dil

“O, yanarak Şem‘in vuslatına nail oldu. Şem‘ için yanarak onun gönlü/alevi haline geldi”154

Pervâne sevinç ve mutluluktan kendini kaybeder ve kendisini Şem‘in ateşine atarak, Şem‘in ışığında kaybolur. Daha doğrusu vücudu Şem‘in ışığına dönüşür. Şem‘le bir olmak bir yakadan baş çıkarmak isteyen Pervâne, arzusuna kavuşmuştur. Bu da bize Şem‘ ile Pervâne’nin birbirinden ayrı olmadığını göste-rir.

Böylece kelebeğin ateşe yolculuğu bitmiştir.

9. Şem‘ ü Pervâne Mesnevilerinde Sembolik Anlatım

Bilindiği gibi bir duyguyu, bir düşünceyi, bir kavramı ya da bir varlığı başka bir varlık ya da nesneyle somutlaştırarak, yani sembollerle canlandırıp anlatılmasına alegori denir. Başka tasavvufî eserlerde olduğu gibi Şem‘ ü Pervâne mesnevilerinde de alegoriye başvurulmuştur. Bu yolla da “bir şeyi, kendisiyle benzetme ilgisi bulunan başka şeylerle anlatma” denenmiştir.

Buradan hareketle sufîlerce nûr-ı ilahî demek olan şem‘ ve bu ilahî nura kavuşup onda yok olmak isteyen salik, pervâneye benzetilerek orijinal bir konu oluşturmuştur.

Fenâfillaha ermek isteyen salik/pervâne, maksada/şem‘e ulaşabilmesi için, çeşitli engellerle karşılaşarak, bunları birer birer aşması gerekecektir. Bu engel-ler, karşımıza başka başka semboller olarak çıkar. Böylece Şem‘ ü Pervâne mesnevilerinde şem‘ ve pervâne sembolünün yanında diğer semboller de yerlerini almış olur.

Bu semboller, Şem‘ ü Pervâne mesnevilerinde soyut ve somut kavramlar olarak karşımıza çıkar. Başka bir ifadeyle, eserlerdeki bazı kavramlar, sembollerle ifade edilmiştir. Mesnevilerde sembollerle ifade edilen kadrolar ile ne kastedildiğini bilemiyoruz. Zira bunların sembolik anlamları hakkında bilgi verilmemiştir. Sadece bu bilgiler Feyzî Çelebi’nin eserinde görülmüştür.

9.1.Ehlî-i Şîrâzî’nin Mesnevisi’ndeki Semboller

Anber: Şem‘in hizmetçisi, Nesîm: Şem‘ ile Pervâne’nin düşmanı, Fânûs: Şem‘ in otağı, Kâfûr: Şem‘in hizmetçisi, Nûr: Gizli sırları bilen, ümmî bir elçi

9.2.Fehmî’nin Mesnevisi’ndeki Semboller

Nesîm: İyiliğin sembolüdür. Meşşâte: Şem‘in hizmetçisidir.

9.3.Niyâzî’nin Mesnevisi’ndeki Semboller

Anber: Şem‘in hizmetçisi, Kâfûr: Şem‘in hizmetçisi, Nesîm: Sert huylu bir rakip, Hâce-i Nûr: Bir Allah dostunun kabri

9.4.Lâmi’î Çelebi’nin Mesnevisi’ndeki Semboller

Anber: Şem‘in hizmetçisi, Nesîm: Gönlü neşeli, içi aydınlık bir pir, Bahâr: Aydın görüşlü, eli açık ve cömert olup bağın amiri ve kumandanı, Bâd: Sert mi-zaçlı olup meclis ehlini yok eden, Kâfûr: Şem‘in hizmetçisi, Şeyh Nurullah: İlahî mürşid.

9.5.Mu’îdî’nin Mesnevisi’ndeki Semboller

Anber: Şem‘in hizmetçisi, Kâfûr: Şem‘in hizmetçisi, Hâce-i Nûr: Allah dostu birinin türbesi, Nesîm: Pevâne’nin Şem‘ ulaşmasına mani, engel olan

9.6. Feyzî Çelebi’nin Mesnevisi’ndeki Semboller

Bâd-ı Sarsar: Nefs-i emmâre, nefsin arzu ve istekleri, Fânûs: Âşığı, maşuktan uzak tutan engeller / perde, hicap, Şeb-i Târîk: Pervâne’ye gönderilen ilahî lütuflar, subh-ı sâdık: Halkı gaflet uykusundan uyandıran, Âfitâb: Subh-ı Sâdık’ın oğlu, âleme iyilik saçan birisi

10. Sonuç

Şem‘in çevresinde dönen ve şem‘in ateşinde kendini yakan kelebek ara-sındaki ilişki, şair ve yazarlara esin kaynağı olmuştur. Kelebeğin / pervânenin kendisini ateşe atarak varlığını yok etmesi, şairler ve yazarlar tarafından gerek beşerî aşkın, gerekse ilahî aşkın ifadesinde kullanılmıştır.

Şem‘le pervâne arasındaki ilişki, aşkı, âşığı ve sevgiyi sembolize etmiş-tir. Beşerî aşkta görülen âşık, pervâne sembolüyle, maşuk da şem‘ sembolüyle ifade edilmiştir. İlahî aşkta da pervâne, fenâfillah mertebesine ulaşmaya çalışan tarîk ehlini yani sâliki temsil ederken, şem‘de Tanrıyı simgeler. Ayrıca şem‘ ile pervâne kelimelerinden tamlamalar ve bileşik kelimeler teşkil edilerek, beşerî ve ilahî aşkta kullanılan yeni anlamlar da ortaya konulmuştur.

Şem‘ ü pervâne sembolleri önce mensur eserlerde yer almıştır. Özellikle de mutasavvıf yazarlar, tasavvufî duygu ve düşüncelerini açıklarken bu iki sembolden yararlanmışlardır. Şem‘ ü pervâne sembolleri daha sonra mesnevilerde küçük hikâye şeklinde ve münazara tarzında yazılmıştır. Mensur eserlerin ve mesnevîlerin yanında, divânlarda da şem‘ ü pervâne sembol ve şiirleri yer almıştır. Bu semboller, beyit, rübâî ve gazellerde, mutasavvıf olan veya olmayan şair-ler tarafından âşıkâne tarzda ele alınmıştır.

Başlangıçta sembol olarak kullanılan şem‘ ve pervâne kelimelerinden yola çıkarak XVI. yüzyıldan itibaren Fars edebiyatında müstakil bir eser olarak Şem‘ ü Pervâne mesnevîleri yazılmıştır.

Fars edebiyatında olduğu gibi Türk edebiyatında da önce şiirlerde görüle şem‘ ü pervâne sembolü XVI. yüzyıldan itibaren beyitlere paralel olarak pek çok tasavvufî eserde özellikle de mesnevîlerde küçük hikâyeler şeklinde görülmüştür. Daha sonra da XVI. yüzyılda Türk edebiyatında müstakil bir eser olarak Şem‘ ü Pervâne mesnevîleri yazılmıştır.

Böylece ortak kültürün insanı olarak, ortak malzemeyi kullanan şairler, gerek Fars diliyle gerekse Türk diliyle Şem‘ ü Pervâne mesnevîleri yazarak İslâmî doğu edebiyatlarında işlenen mesnevî konularına Şem‘ ü Pervâne’yi de katarak, bir geleneği, yani ortak malzemeyi kullanma geleneğini devam ettirmişlerdir.

KAYNAKÇA:

AFÎFÎ, Rahîm, Ferhengnâme-i Şi’rî, c. II, Tahran 1372 hş.
AHMED GAZZÂLÎ, Kitâb-ı Sevânih (nşr., Helmut Ritter), İstanbul 1942.
ARMUTLU, Sadık, Zâtî’nin Şem‘ ü Pervâne Mesnevisi (Basılmamış Doktora tezi), İnönü Üniversitesi SBE, Malatya 1998.
ATEŞ, Süleyman, Yüce Kur‛an‛ın Çağdaş Tefsiri, c. 11, İstanbul 1991.
ATEŞ, Süleyman İslam Tasavvufu, İstanbul 1992.
ATTÂR, Feridüddîn, Esrârnâme (nşr. Seyyîd Sâdık-ı Gevherîn ), Tahran 1338 hş.
ATTÂR, Feridüddîn, Mantıku’t-Tayr (nşr. Seyyîd Sâdık-ı Gevherîn), Tahran 1348 hş.
AYNÎ, Mehmet Ali, Tasavvuf Tarihi, İstanbul 1992.
BAŞARAN, Orhan, Makdisî’nin Arapça Keşfü’l-Esrârı ve Farsça Tercümesi (Basılmamış
Yüksek Lisans tezi), Atatürk Üniversitesi SBE, Erzurum 1995.
Büyük Larousse (Sözlük ve Ansiklopedisi), c. XV, İstanbul 1986.
CELÂLEDDÎN-İ RÛMÎ, Mevlânâ, Mesnevî-i Ma’nevî, c. II, Tahran ts.
DİHHUDÂ, Ali Ekber, Lugatnâme,c. XXXI, Tahran 1349 hş.
Dîvân-ı Eş’âr-ı Nâsır-ı Buhârâ’î (nşr. Mehdî Dırahşân), Tahran 1353 hş.
Dîvân-ı Kâmil Emîr Mu’izzî (nşr. Nâsır-ı Heyyirî), Tahran 1362 hş.
Dîvân-ı Menuçehrî-i Damgânî (nşr. Muhammed Debîr Siyâkî ), Tahran 1347 hş.
Dîvân-ı Mes’ûd-ı Sa’d-ı Selmân (nşr. Mehdî Nûriyân), Isfahan 1364 hş.
Dîvân-ı Senâ’î (nşr. Müderris-i Radavî), Tahran 1354 hş.
el-HALLÂC, Kitab al-Tawâsîn (nşr. Louis Massıgnon), Paris 1913.
el-MEKKÎ, Ebû Tâlib, Kûtu’l-Kulûb (trc. Muharrem Tan), c. I, İstanbul 1999.
ENÛŞE, Hasan, Ferhengnâme-i Edeb-i Fârsî, c. II, Tahran 1381 hş.
ESEDÎ-İ TÛSÎ, Ebû Mansûr, Lügat-ı Furs (nşr. Fethullah Müctebâ’î-Alî Eşref Sâdıkî), Tahran 1365 hş.
EŞREFOĞLU RÛMÎ, Müzekki’n-Nüfûs (nşr. Ali Arslan), İstanbul 1991.
FEYZÎ ÇELEBÎ, Şem‘ ü Pervâne (haz. Gönül A.Tekin), Harvard 1991.
GEVHERÎN, Seyyîd Sâdık, Ferheng-i Lugat u Ta‛birât-ı Mesnevî-i Celâleddîn Muhammed b. Hüseyn-i elhî, c. II, Tahran 1338 hş.
GÜLŞEHRÎ, Mantıku’t-Tayr-Tıpkı Basım, (nşr. Agâh Sırrı Levend), Ankara 1957.
Gülşehrî ve Feleknâme (haz. Saadettin Kocatürk ), Ankara 2000.
HEMEDÂNÎ, Aynu’l-Kudât, Temhîdât (nşr. Afîf Useyrân), Tahran 1341 hş.
İBN KAYYIM EL-CEVZİYYE, Medâricü’s-Sâlikîn, (trc. Ali Ataç ve diğerleri), c. III, İstanbul 1991.
İMAM GAZZÂLÎ, İhyâ’u Ulûmi’d-Dîn (trc. Abdullah Aydın), c. 4, İstanbul ts.
İMAM GAZZÂLÎ, Mişkâtü’l-Envâr (çev. Süleyman Ateş), İstanbul 1994.
İSMAİL-İ ANKARAVÎ, Minhâcü’l-Fukarâ, İstanbul 1328.
KANAR, Mehmet, Şem‘ ve Pervâne, İstanbul 1995.
KELÂBÂZÎ, Ta‘arruf (nşr. Süleyman Ateş), İstanbul 1979.
KURNAZ, Cemal, Hayali Beg Divanı Tahlili, Ankara 1997.
KUT, Günay, “Şem‘ ü Pervâne”, Türk Dünyası Edebiyat Kavramları ve Terimle-ri Ansiklopedik, Sözlüğü, c. V, Ankara 2006.
Külliyât-ı Eş’âr-ı Mevlânâ Ehlî-i Şîrâzî (nşr.Hâmîd-i Rabbânî),Tahran 1344 hş.
Külliyât-ı Kâsım-ı Envâr (nşr. Sa’îd-i Nefîsî), Tahrân 1337 hş.
LÂMİ’Î ÇELEBİ, Şem‘ ü Pervâne, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi Kısmı, Nr. 2744.
MASSIGNON, Louis, La Passion de Hallaj, c. III, Paris 1975.
MEKKÎ, Hüseyin, Gülzâr-ı Edeb, Tahran 1329 hş.
MU‘ÎDÎ, Şem‘ ü Pervâne, Millet Ktp., Ali Emiri Kısmı, Nr. 1193.
MU‛ÎN, Muhammed, Ferheng-i Fârsî, c. II, Tahran 1360 hş.
MÜNZEVÎ, Ahmed, Fihrist-i Nüshahâ-yı Hattî-i Fârsî, c. III, Tahran 1348 hş.
NECMEDDÎN KÜBRÂ, Fevâihü’l-Cemâl/Tasavvufî Hayat (nşr. Mustafa Kara), İstanbul 1980.
NECM-İ RÂZÎ, Mirsâdü’l-İbâd (nşr. Muhammed Emîn-i Riyâhî), Tahran 1374 hş.
NİYÂZÎ, Şem‘ ü Pervâne, Süleymaniye Ktp., Kadızâde Mehmed Efendi Kısmı, Nr. 415.
ÖZTÜRK, Yaşar Nuri, Kur’an ve Sünnete Göre Tasavvuf, İstanbul 1990.
RUZBİHÂN BAKLÎ, Şerh-i Şathiyyât (nşr. Henry Corbın), Tahran 1344 hş.
SADÎ-Yİ ŞÎRÂZÎ, Şeyh Muslîhüddîn, Gülistân (nşr. Gulâm Hüseyn-i Yûsufî),Tahran 1377 hş.
SADÎ-Yİ ŞÎRÂZÎ, Şeyh Müslîhüddîn, Sa’dînâme yâ Bûtsân(nşr.İsmail Emîrhîzî),Tahran1317 hş.
Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi (trc. Ahmed Davutoğlu), c. X, İstanbul 1983.
Sohanân-ı Manzûm-ı Ebû Sa’îd-i Ebû’l-Hayr (nşr. Sa’îd-i Nefîsî), Tahran 1350 hş.
SÜHREVERDÎ, Avârîfü’l-Ma‘ârif (haz. Kamil Yılmaz-İrfan Gündüz), İstanbul 1989.
ŞEMŞEDDÎN SÂMÎ, Kâmûs-ı Türkî (nşr. Ahmed Cevdet), c. I, İstanbul 1317.
ŞÜKÛN, Ziya, Gencîne-i Güftâr, c. II, İstanbul 1984.
TARLAN, Ali Nihat, Şeyhî Dîvânı’nı Tetkik, İstanbul 1964.
TEZCAN, Nuran, “Bursalı Lâmi‘î Çelebi” Türkoloji Dergisi, c. VIII, Ankara 1979.
TOLASA, Harun, Ahmet Paşa’nın Şiir Dünyası, Ankara 1973.
ULUDAĞ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1995.
YAZIR, Elmalılı M. Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, c. 9, İstanbul ts.

Dipnotlar:

1. Ali Ekber Dihhudâ, Lugatnâme,c. XXXI, Tahran 1349 hş., s. 596; Muhammed Mu‛in, Ferheng-i
Fârsî, c. II, Tahran 1360 hş., s. 2077.
2 Rahîm-i Afîfî, Ferhengnâme-i Şi’rî, c. II, Tahran 1372 hş., s.1601-1608; Hasan-ı Enûşe, Ferhengnâme-i Edeb-i Fârsî, c. II, Tahran 1381 hş., s. 912.
3 Rahîm-i Afîfî, a.g.e.,c.II,s.1601.
4 Rahîm-i Afîfî, Ferhengnâme-i Şi’rî, c. II, s. 1603.
5 Ali Ekber Dihhudâ, Lugatnâme, c. XXXI, s. 598.
6 Rahîm-i Afîfî, a.g.e., c. II, s. 1606-1608.
7 Rahîm-i Afîfî, a.g.e., c. II, s. 1608.
8 Hasan-ı Enûşe, Ferhengnâme-i Edeb-i Fârsî, c. II, s. 912; Rahîm-i Afîfî, a.g.e., c. II, s. 1607.
9 Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1995, s. 491.
10 Ali Ekber Dihhudâ, a.g.e., c. XXXI, s. 598; Rahîm-i Afîfî, a.g.e., c. II, s. 1602; Ziya Şükûn, Gencîne-i Güftâr, c. II, İstanbul 1984, s. 1328.
11 Rahîm-i Afîfî, a.g.e.., c. II, s. 1602 vd.
12 Ali Nihat Tarlan, Şeyhî Dîvânı’nı Tetkik, İstanbul 1964, s. 104-105, 156, 163; Harun Tolasa, Ah-met Paşa’nın Şiir Dünyası, Ankara 1973, s. 277 vd.; Cemal Kurnaz, Hayali Beg Divanı Tahlili, Ankara1997, s. 244 vd.
13 Seyyîd Sâdık Gevherîn, Ferheng-i Lugat u Ta‛birât-ı Mesnevî-i Celâleddîn Muhammed b. Hüseyn-i Belhî, c. II,Tahran 1338 hş, s. 302; Ali Ekber Dihhudâ, a.g.e., c. XII, s. 242
14 Muhammed Mu‛în, Ferheng-i Farsî, c. I, s.761
15 Muhammed Mu‛în, a.g.e., c. I, s.761; Ziyâ Şükûn, a.g.e., c. I, s. 466; Büyük Larousse (Sözlük ve Ansiklopedisi), c. XV, İstanbul 1986, s. 9307.
16 Büyük Larousse Sözlük, c. XV, s. 9307.
17 Muhammed Mu‛în, Ferheng-i Farsî, c. I, s. 761; Ziyâ Şükûn, Gencîne-i Güftâr, c. I, s. 466.
18 Ziyâ Şükûn, Gencîne-i Güftâr, c. I, s. 466.
19 Şemşeddîn Sâmî, Kâmûs-ı Türkî (nşr. Ahmed Cevdet), c. I, İstanbul 1317, s. 353; Büyük Larousse Sözlük, c. XV, s. 9307-9308.
20 Rahîm-i Afîfî, Ferhengnâme-i Şi’rî, c. I, s. 377.
21 Rahîm-i Afîfî, a.g.e., c. I, s. 377.
22 Süleyman Ateş, Yüce Kur‛an‛ın Çağdaş Tefsiri, c. 11, İstanbul 1991, s. 63.
23 Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c. 9, İstanbul ts, s. 627-630.
24 Süleyman Ateş, a.g.e., c. 11, s. 65.
25 Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi (trc. Ahmed Davutoğlu), c. X, İstanbul 1983, s. 6005-6006.
26 İmam Gazzâlî, Mişkâtü’l-Envâr (çev. Süleyman Ateş), İstanbul 1994, s. 40-62.
27 İmam Gazzâlî, a.g.e., s. 41 vd.
28 Süleyman Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, c. VI, s. 191.
29 Feyzî Çelebî, Şem‘ ü Pervâne (haz. Gönül A. Tekin), Harvard 1991, s. 96.
30 Feyzî Çelebî, a.g.e., s.6.
31 Necm-i Râzî, Mirsâdü’l-İbâd (nşr. Muhammed Emîn-i Riyâhî), Tahran 1374 hş., s. 301.
32 Feyzî Çelebi, a.g.e., s. 33.
33 Louis Massıgnon, La Passion de Hallaj, c. III, Paris 1975, s. 307.
34 el-Hallâc, Kitab al-Tawâsîn (nşr. Louis Massıgnon), Paris 1913, s. 16.
35 el-Hallâc, a.g.e., s. 16.
36 el-Hallâc, a.g.e., s. 17.
37 Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (trc. Muharrem Tan), c. I, İstanbul 1999, s. 293.
38 Ebû Tâlib el-Mekkî, a.g.e., s. 294.
39 İmam Gazzâlî, Mişkâtü’l-Envâr, s. 54.
40 İmam Gazzâlî, a.g.e., s. 54.
41 İmam Gazzâlî, İhyâ’u Ulûmi’d-Dîn (trc. Abdullah Aydın), c. 4, İstanbul ts., s. 3986.
42 İmam Gazzâlî, a.g.e., s. 3987.
43 İmam Gazzâlî, a.g.e., s. 3987.
44 İmam Gazzâlî, a.g.e., s. 3987.
45 İmam Gazzâlî, a.g.e., s. 3987.
46 Ahmed Gazzâlî, Kitâb-ı Sevânih (nşr., Helmut Ritter), İstanbul 1942, s. 59.
47 Ahmed Gazzâlî, a.g.e., s. 59 vd.
48 Ahmed Gazzâlî, a.g.e., s. 59-60.
49 Ahmed Gazzâlî, a.g.e., s. 90.
50 Ahmed Gazzâlî, a.g.e., s. 59.
51 Ahmed Gazzâlî, a.g.e., s. 59 vd.
52 Aynu’l-Kudât-ı Hemedânî, Temhîdât (nşr. Afîf Useyrân), Tahran 1341 hş., s.144.
53 Aynu’l-Kudât-ı Hemedânî, a.g.e., s. 144.
54 Aynu’l-Kudât-ı Hemedânî, a.g.e., s. 144 vd.
55 Aynu’l-Kudât-ı Hemedânî, a.g.e., s. 99-100.
56 Aynu’l-Kudât-ı Hemedânî, a.g.e., s. 99-100.
57 Aynu’l-Kudât-ı Hemedânî, a.g.e., s. 243.
58 Ruzbihân Baklî, Şerh-i Şathiyyât (nşr. Henry Corbın), Tahran 1344, s. 469-471.
59 el-Hallâc, Kitâb al-Tawâsîn, s. 16.
60 Orhan Başaran, Makdisî’nin Arapça Keşfü’l-Esrârı ve Farsça Tercümesi (Basılmamış
Yüksek Lisans tezi), Atatürk Üniversitesi SBE, Erzurum 1995, s. 11.
61 Orhan Başaran, a.g.t., s. 10.
62 Necm-i Râzî, Mirsâdü’l-İbâd, s. 173-187.
63 Necm-i Râzî, Mirsâdü’l-İbâd, s.185.
64 Necm-i Râzî, a.g.e., s. 218.
65 Necm-i Râzî, a.g.e., s. 385.
66 Necm-i Râzî, a.g.e., s. 383.
67 Feridüddîn Attâr, Mantıku’t-Tayr (nşr. Seyyîd Sâdık-ı Gevherîn), Tahran 1348 hş., s. 222.
68 Feridüddîn Attâr, a.g.e., s. 222 vd.
69 Feridüddîn Attâr, Mantıku’t-Tayr, s. 232 vd.
70 Feridüddîn Attâr, Esrâr-nâme (nşr. Seyyîd Sâdık-ı Gevherîn ), Tahrân 1338 hş., s. 38-39.
71 Şeyh Müslîhüddîn Sadî-yi Şîrâzî, Gülistân(nşr. Gulâm Hüseyin-i Yûsufî),Tahran 1377 hş.,s. 50.
72 Şeyh Müslîhüddîn Sadî-yi Şîrâzî, Sa’dînâme yâ Bûstân (nşr. İsmail Emîrhîzî), Tahran 1317 hş.,
s. 125-128.
73 Şeyh Muslîhuddîn Sadî-yi Şîrâzî, a.g.e., s. 127.
74 Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, c. X, s. 6005.
75 Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî-i Ma’nevî, c. II/2855 Tahran hş., s. 343.
76 Mehmet Kanar, Şem‘ ve Pervâne, İstanbul 1995, s. 22.
77 Mehmet Kanar, a.g.e., s. 23.
78 Hüseyin Mekkî, Gülzâr-ı Edeb, Tahran 1329 hş., s. 50-62.
79 Dîvân-ı Menuçehrî-i Damgânî (nşr. Muhammed Debîr Siyâkî ), Tahran 1347 hş., s. 26, 70; Dîvân-ı Mes’ûd-ı Sa’d-ı Selmân (nşr. Mehdî Nûriyân), İsfahan 1364 hş., s. 488; Ebû Mansûr Esedî-i Tûsî, Lügat-ı Furs (nşr. Fethullah Müctebâ’î-Alî Eşref Sâdıkî), Tahran 1365 hş., s. 218.
80 Sohanân-ı Manzûm-ı Ebû Sa’îd-i Ebû’l-Hayr (nşr. Sa’îd-i Nefîsî), Tahran 1350 hş., rubâ’i-yi çehârum.
81 Dîvân-ı Kâmil Emîr Mu’izzî (nşr. Nâsır-ı Heyyirî), Tahran 1362 hş., s. 725.
82 Dîvân-ı Senâ’î (nşr. Müderris-i Radavî), Tahran 1354 hş., s.1013, 1148, 1149.
83 Dîvân-ı Senâ’î, s. 311
84 Dîvân-ı Eş’âr-ı Nâsır-ı Buhârâ’î (nşr. Mehdî Dırahşân), Tahran 1353 hş., s. 428.
85 Dîvân-ı Eş’âr-ı Nâsır-ı Buhârâ’î, s. 429.
86 Külliyât-ı Kâsım-ı Envâr (nşr.Sa’îd-i Nefîsî), Tahran 1337 hş., s. 381-382.
87 Külliyât-ı Kâsım-ı Envâr,s. 381.
88 Külliyât-ı Kâsım-ı Envâr, s. 382.
89 Külliyât-ı Eş’âr-ı Mevlânâ Ehlî-i Şîrâzî (nşr. Hâmîd-i Rabbânî),Tahrân 1344 hş., s.514-516.
90 Külliyât-ı Eş’âr-ı Mevlânâ Ehlî-i Şîrâzî, s. 619/b.13.
91 Külliyât-ı Eş’âr-ı Mevlânâ Ehlî-i Şîrâzî, s. 619/b.16.
92 Ahmed-i Münzevî, Fihrist-i Nüshahâ-yı Hattî-i Fârsî, c. III, Tahran 1348 hş., s. 1847 vd.
93 Külliyât-ı Eş’âr-ı Mevlânâ Ehlî-i Şîrâzî (nşr. Hâmîd-i Rabbânî),Tahrân 1344 hş., s.571-619.
94 Mehmet Kanar, Şem‘ ve Pervâne, s. 57.
95 Mehmet Kanar, a.g.e., s. 139-185.
96 Mehmet Kanar, a.g.e., s. 58-59.
97 Mehmet Kanar, a.g.e., s. 59.
98 Mehmet Kanar, a.g.e.., s. 69.
99 Mehmet Kanar, a.g.e., s. 81.
100 Mehmet Kanar, a.g.e., s. 91-138.
101 Günay Kut, “Şem‘’ ü Pervâne”, Türk Dünyası Edebiyat Kavramları ve Terimleri Ansiklopedik Sözlüğü, c. V, Ankara 2006, s. 388
102 Günay Kut, “Şem‘’ ü Pervâne”, a.g.e., s. 1388; Gülşehrî, Mantıku’t-Tayr-Tıpkı Basım (nşr. Agâh Sırrı Levend), Ankara 1957, s. 280-285.
103 Gülşehrî ve Feleknâme (haz. Saadettin Kocatürk ), Ankara 2000, s. 95-98.
104 Sadık Armutlu, Zâtî’nin Şem‘ ü Pervâne Mesnevisi (yayınlanmamış Doktora tezi), İnönü Üni-versitesi SBE, Malatya 1998, s. 230-237.
105 Sadık Armutlu, a.g.t., s. 400-403.
106 Günay Kut, “Lâmî’i Çhelebi and His Works” Journal of Near Eastern Studies, Volume 35,
Chicago 1976, number 2, p. 88.
107 Nuran Tezcan, “Bursalı Lâmi‘î Çelebi” Türkoloji Dergisi, c. VIII, Ankara 1979, s. 315.
108 Mu‘îdî, Şem‘ ü Pervâne, Millet Ktp., Ali Emiri Kısmı, Nr. 1193, v. 5b/str. 10.
109 Feyzî Çelebi, Şem‘ ü Pervâne, s. 1-4.
110 Feyzî Çelebi, a.g.e., s. 2.
111 Feyzî Çelebi, Şem‘ ü Pervâne, İnceleme-Metin (haz. Gönül A. Tekin), Harvard 1991.
112 Mehmet Ali Aynî, Tasavvuf Tarihi, İstanbul 1992, s. 283.
113 Yaşar Nuri Öztürk, Kur’an ve Sünnete Göre Tasavvuf, İstanbul 1990, s. 402.
114 İmam Gazzâlî, İhyâ’u Ulûmi’-Dîn, c. III, s. 2206.
115 Nûr suresi, ayet 35.
116 Lâmi’î Çelebi, Şem‘ ü Pervâne, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi Kısmı, nr. 2744, v.21a/str.6.
117 Lâmi’î Çelebi, a.g.e., v. 20a/str. 7.
118 Feyzî Çelebi, Şem‘ ü Pervâne , s. 15/b.13, 15.
119 Feyzî Çelebi, a.g.e.., s. 65/b. 489.
120 İsmail-i Ankaravî, Minhâcü’l-Fukarâ, İstanbul 1328, s. 141.
121 Feyzî Çelebi, Şem‘ ü Pervâne, s. 65/ b. 493, 495.
122 Lâmî’î Çelebi, Şem‘ ü Pervâne, v. 20b/str. 5, 7.
123 Süleyman Ateş, İslam Tasavvufu, İstanbul 1992, s. 167.
124 Niyâzî, Şem‘ ü Pervâne, Süleymaniye Ktp., Kadızâde Mehmed Efendi Kısmı, Nr. 415,13b/str. 4.
125 Lâmî’î Çelebi, a.g.e., v. 21b/str. 13, 14.
126 Fehmî, Şem‘ ü Pervâne, v. 26a/str. 5.
127 Feyzî Çelebi, Şem‘ ü Pervâne, s. 68/b. 536.
128 Necmeddîn Kübrâ, Fevâihü’l-Cemâl / Tasavvufî Hayat (nşr.Mustafa Kara), İstanbul 1980, s. 97.
129 Feyzî Çelebî, a.g.e., s. 73/b. 609-610.
130 Fehmî, a.g.e., v. 19a/str. 6.
131 Eşrefoğlu Rûmî, Müzekki’n-Nüfûs (nşr. Ali Arslan), İstanbul 1991, s. 243 vd.
132 Lâmı‛î, Şem‘ ü Pervâne, v. 23b/ s. 11-13.
133 Fehmî, Şem‘ ü Pervâne, v.15b/ s. 6-7.
134 Feyzî Çelebî, Şem‘ ü Pervâne, s.14.
135 Niyâzî, Şem‘ ü Pervâne, v. 18a/str. 2, 4.
136 Feyzi Çelebi, a.g.e., s. 96/b. 985.
137 Lâmi’î, Şem‘ ü Pervâne, v. 24a /str. 5-7.
138 Ehlî, Şem‘ ü Pervâne, s. 595.
139 Feyzi Çelebi, Şem‘ ü Pervâne, s. 21.
140 Feyzi Çelebi, a.g.e., s. 22.
141 En‛am Suresi, ayet 76.
142 Feyzî Çelebi, Şem‘ ü Pervâne, s. 96/b. 687.
143 Lâmi’î, Şem‘ ü Pervâne, v. 50a/str. 4-5.
144 Fehmî, Şem‘ ü Pervâne, v. 54a /str. 6-7.
145 Fehmî, a.g.e., v. 52a /str. 9-11.
146 Fehmî, Şem‘ ü Pervâne, v. 50a/str. 4.
147 İbn Kayyım el-Cevziyye, Medâricü’s-Sâlikîn, (trc. Ali Ataç ve diğerleri), c. III, İstanbul 1991,s. 195.
148 Lâmi’î, Şem‘ ü Pervâne, v. 43a/str. 5, 9, 12.
149 Lâmi’î, a.g.e., v. 45a/str. 3-5.
150 Süleyman Ateş, İslâm Tasavvufu, s. 476.
151 Lâmi’î, a.g.e., v. 43b/str. 2-3.
152 Sühreverdî, Avârîfü’l-Ma‘ârif (haz. Kamil Yılmaz-İrfan Gündüz), İstanbul1989, s. 646 vd.
153 Kelâbâzî, Ta‘arruf (nşr. Süleyman Ateş), İstanbul 1979, s. 182 vd.
154 Fehmî, Şem‘ ü Pervâne, v. 57b/str. 2, 5.

Dr. Sadık Armutlu
İnönü Üniversitesi Fen Edebiyat Fak. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğrt. Üyesi.

A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi Sayı 39, Erzurum 2009
Prof. Dr. Hüseyin AYAN Özel Sayısı

  • Sadık Armutlu
  • Yorum bırak

Şub 23

“Ben sizi ateşe düşmekten korumak için eteklerinizden tutuyorum. Buna rağmen siz, elimden kurtulup ateşe koşmaya çabalıyorsunuz.”

  • By Şiir Antolojim in Hayali Cihan Değer

Peygamberimizin Tebliğ Hayatından Seçmeler

Hazret-i Ömer radıyallâhu anh şöyle anlatır: Bir defasında Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem’e esirler getirilmişti. Bir de baktık ki esirlerden bir kadın büyük bir endişeyle, kaybettiği çocuğunu arıyor, esirler arasında bir çocuk bulduğu vakit, onu alıyor göğsüne bastırıyor ve emziriyordu. Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem bize:

“–Bu kadının çocuğunu ateşe atacağına ihtimal verir misiniz?” diye sordu. “–Hayır, vallahi asla atamaz!” dedik. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz: “-İşte Allah Teâlâ kullarına, bu kadının yavrusuna olan şefkatinden daha şefkatli ve merhametlidir,” buyurdu. (Müslim, tevbe 22).

*

Bir hadislerinde; “Kim mes’ûliyeti altındaki kız veya erkek yetim çocuğuna iyi davranırsa; o ve ben cennette (şöylece) beraber bulunacağız,” buyurarak, iki parmağını yan yana getirmişlerdi. (Buhârî, edeb 24.) (Sahabe-i Kiram, bu ve benzeri beden dilinin kullanıldığı hadisleri rivayet ederken, Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin yaptıkları uygulamayı aynen yaparlardı. Bu hadisler, böyle uygulamalı rivayetten dolayı, “müselsel hadis” adını almıştır. (Bkz: Başaran-Sönmez; Hadis Usulü ve Tarihi, s. 124).)
*

Veda Hutbesinin son bölümü son derece dikkate şayandır: “–Ey insanlar! Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?” Bütün ashâb-ı kirâm:

“–Allah’ın elçiliğini îfâ ettin; vazîfeni yerine getirdin, bize vasiyet ve nasîhatte bulundun, diye şehâdet ederiz!” dediler.

Bu şehâdetin ardından Varlık Nûru Efendimiz, dînin teblîğine dâir:

“–Ashabım! Teblîğ ettim mi? Teblîğ ettim mi? Teblîğ ettim mi?” diyerek üç defâ tasdîk aldı. Sonra şehadet parmağını semâya kaldırarak insanların üzerine indirdi ve Cenâb-ı Hakk’ın şehâdetini diledi:

“Şâhid ol yâ Rabb!.. Şâhid ol yâ Rabb!.. Şâhid ol yâ Rabb!..” (Müslim, hac 147; Ebû Dâvûd, menâsik 56; İbn Mâce, menâsik 76, 84)

*

Hz. Âişe’den rivâyet edildiğine göre, bir gün Hz. Ebû Bekir’in kızı Esmâ, ince bir elbise ile Allah Rasûlü’nün huzuruna girmişti. Rasûlullah (s.a.v) ondan yüz çevirdi ve şöyle buyurdu: “Ey Esma! Şüphesiz kadın erginlik çağına ulaşınca, onun şu ve şu yerlerinden başkasının görünmesi uygun değildir.” Hz. Peygamber bunu söylerken yüzüne ve avuçlarına işaret etmişti.” (Ebu Davûd, libâs 31).

*

İrbad b. Sariye der ki;“- Rasûlullah (s.a.v.) bize, bir gün sabah namazından sonra tesirli bir vaaz etti, (öyle ki) o nasihattan gözler (yaşardı) ve kalpler ürperdi.” (Tirmizî, ilim 16).

Enes (r.a.) anlatır: Rasululah (s.a.v.) bir hutbe îrad etmişti. Onun benzerini hiç işitmedim. Buyurdu ki: “-Şayet siz, benim bildiğimi bilmiş olsaydınız; elbette az güler, çok ağlardınız.” “Bunun üzerine Rasululah (s.a.v.)’in ashabı, ağlayarak yüzlerini örttüler.” (Tirmizî, zühd 9).

Hz. Câbir (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Rasûlullah (aleyhissalâtu ve’s-selâm) hutbe irad ettiği zaman (konunun ehemmiyetine göre) gözleri kızarır, sesi yükselir, öfkesi artardı. Sanki bir orduya “Düşmanınız akşama veya sabaha size baskın yapacak!” diye tehlikeyi haber veren komutan gibi (fevkalâde ciddî bir eda ile bir gün): “Ben size, kıyamet şu iki parmak kadar yaklaşmış olduğu bir zamanda peygamber gönderildim,” dedi ve şehadet parmağı ile orta parmağını birbirine yaklaştırarak gösterdi. (Müslim, cuma 43; Nesâî, iydeyn 22).

*

Abdullah b. Şihhir (r.a.) şöyle anlatıyor:

“Rasûlullah (s.a.v.)’in huzuruna vardım. O namaz kılmaktaydı. Değirmenin uğultusu gibi, ağlamaktan (meydana gelen) göğsünde fıkırtı vardı.” (Ebû Davud, salât 156, 157.)

TEBLİĞ GAYRETLERİ

Rasûl-i Ekrem (s.a.v) ’in hizmetinde bulunan Yahudi bir genç vardı. Bir gün hastalandı. Peygamberimiz onu ziyarete gitti, başucuna oturdu ve ona, “Müslüman olmasını” teklif etti. Genç, düşüncesini öğrenmek için, yanında bulunan babasının yüzüne baktı. Babası: Ebu’l-Kasım’ın çağrısına uy, deyince, çocuk da Müslüman oldu.

Bunun üzerine Peygamberimiz:

“Şu yavrucağı cehennemden kurtaran Allah’a hamdolsun,” diyerek oradan ayrıldı. (Buhârî, cenâiz 80.)

*

Hazret-i Peygamber (s.a.v) Efendimizin tebliğ gayretlerine dair pek çok şey biliyoruz. O’nun bu çabalarını hiç göz ardı etmemek lâzımdır. Bir kere o, ümmetine çok düşkündür:

“-Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. Çünkü o, size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatli (ve) merhametlidir.”( 9 Tevbe 128.)

Cenab-ı Hakk, Kendi mübarek isimlerinden olan “Raûf ve Rahim” sıfatlarını ona da vermiştir.

İşte bu durumu Mevlâ’mız şöyle haber verir:

“-Ey Peygamber! Biz Seni hakikaten bir şahit, müjdeci, uyarıcı olarak gönderdik. (Ve yine) Allah’ın izniyle bir davetçi ve nur saçan bir lamba olarak (gönderdik). “(33 Ahzab 45.)

*

Peygamberimiz (s.a.v.)’i kendisine rehber edinen tebliğ insanı da, ondan örnek alacak, ümmete düşkün olacak ve asla bundan yılmayacaktır.

İşte, şu temsil ve ardından gelen ifadeler bizim için nasıl da ehemmiyet arz eder:

“-Benim ve sizin benzeriniz; ateş yakan, içine çekirge ve pervaneler (böcekler) düşmeye başlayınca onları ateşten uzaklaştırmaya çalışan adamın benzeri gibidir. Ben sizi ateşe düşmekten korumak için eteklerinizden tutuyorum. Buna rağmen siz, elimden kurtulup ateşe koşmaya çabalıyorsunuz.” (Müslim, fezâil 19.)

*

Cafer İbn Ebî Talib’in, Necaşî karşısında söylediği sözlere kulak vermek gerekir:

“Ey Melik, biz kan içer, leş yer, zina eder, hırsızlık yapar, adam öldürür ve yağmacılıkla iştigal ederdik. Kavi zayıfı ezer ve insanlık adına utandırıcı daha neler neler yapardık…” (Ahmed b. Hanbel,el-Müsned, I/201–202.)

Bir gün Allah Rasûlü (s.a.v) minberde; “(O kâfirler) Allah’ın kadrini gereği gibi bilemediler. Yeryüzü kıyamet gününde bütünüyle O’nun elindedir. Gökler de O’nun kudretiyle dürülmüştür. O, onların ortak koştuklarından uzaktır, yücedir,” (39 Zümer 67) ayetini okurken mübarek elini hareket ettiriyor, avucunu açıp kapatıyor ve: “Yüce Allah kendini ululayıp yüceltiyor; Mütekebbir Benim, gerçek hükümdar Benim, Kerem ve ihsan sahibi Benim,” buyuruyor. Rasûlullah adeta bu hali yaşıyordu. Buna şahid olan ashab, “neredeyse minberle birlikte (üzerimize) devrilecek sandık,” diyorlar. (Ahmed b. Hanbel, 2, 88)

O’nun gayretleri ne müthiş idi: “(Ey Habibim!) Mü’min olmuyorlar diye âdeta kendini helâk edeceksin!”(26 Şua’râ 3)

*

Allah’ın Rasûlü İslâm’ı tebliğ buyururlarken kavmi Kureyş’ten çok çekmişlerdi. O’na nice eziyet ve ızdırap vermişlerdi. İşte bunlardan birinde O, yine üzgün ve perişan halde iken, dağlar emrinde olan melek gelerek şöyle dedi:

“Bana emretmen için Rabbim beni sana gönderdi. Ne yapmamı dilersin? Eğer istersen şu iki yalçın dağı (Ebu Kubeys ve Ahmer dağlarını), onların üzerine kapatıvereceğim!

Peygamber (s.a.v.):

“-Hayır, ben Allah’ın, bunların neslinden yalnız Kendine kulluk edecek ve O’na hiç bir şeyi ortak tutmayacak, (mü’min) bir topluluk çıkarmasını ümid etmekteyim,” buyurdu. (Müslim, fezâil 19).

*

Risaleti alenî olarak tebliğ emrini aldığı zaman (26 Şuara 214), Safa tepesine topladığı yakınlarına hitab eden Peygamberimiz söze: – “Size şu dağın arkasında gelen düşmandan haber versem inanır mısınız?” diye başlamış, cemaat:

-“Evet, inanırız, çünkü sen Muhammedü’l-Emîn’sin, yalan söylemezsin…” demişlerdi. (Buhari, tefsiru sûreti Tebbet, 1–3)

*

Târık İbn Abdullah el-Muhâribî bir müşahedesini şöyle anlatır:

Rasûlullah (a.s.)’ı Zü’l-mecaz Panayırı’nda, üzerinde kırmızı bir elbise olduğu hâlde görmüştüm:

-“Ey insanlar! Lâ ilâhe illâllah deyiniz de kurtulunuz!” diye yüksek sesle hitap ediyordu. Bir adam da elindeki taşla onu takip ediyor ve:

-Ey insanlar, sakın ona inanmayınız, itaat etmeyiniz. Çünkü o yalancıdır,” diyerek bağırıyordu. Attığı taşlarla Efendimiz’in ayak bileklerini kanatmıştı. Oradakilere:

-Kimdir bu zât, diye sordum.

-Bu, Abdulmuttalib oğullarından bir gençtir, dediler.

-Ya onun ardına düşüp taş atan kimdir, diye sordum.

-O da onun amcası Ebû Leheb’dir, dediler.”( Dârakutnî, Sünen, Beyrut, 1986, III, 44–45.)

*

Rasûlullah (s.a.v.), Mekke’de tebliğ ve davet ortamının iyiden iyiye sıkıştığını görmüş ve bir çare arayışı olarak Taif’e yönelmişti. Ama Taif zorbaları Peygamberimizi reddetmekle kalmadılar, O’nu taşlatarak her tarafını yara-bere içinde bıraktılar. Taif’ten geri dönen Peygamberimiz (s.a.v.) bitkin ve yorgun bir halde, doğduğu şehrin yakınlarına geri geldi. Ebû Leheb kendisini yasa dışı ilan etmişti; bu durumda Rasûlullah (s.a.v.) şehre girmeyi uygun bulmadı. Önce, Mekke’nin ılımlı liderlerinden biri olan Ahnes b. Şerik’e kendisini himaye etmesi için bir haberci gönderdi, ama o bu teklifi reddetti. Bunun üzerine bir başka lider Süheyl b. Amr’a haberci gönderdiyse de yine sonuç alamadı. Nihayet üçüncüsü, Mut’im b. ‘Adiy, O’nu korumayı kabul etti: Yanında silahlı oğullarıyla birlikte Hz. Muhammed’i (s.a.v.) karşılayıp, önce yedi kez tavaf etmesi için Kâbe’ye, sonra da kendi evine kadar götürdü ve tüm şehre, Muhammed’i (s.a.v) kendi himayesine aldığını ilan etti. Mut’im bin Adiyy’in işte bu iyiliği yüzündendir ki, Rasûlullah (s.a.v) Bedir Savaşı’nda esir düşen Kureyşlilerle ilgili olarak şunları söylemişti:

“Eğer Mut’im hayatta olsaydı ve benden bu iğrenç adamların serbest bıra­kılmasını istemiş olsaydı, ben onun hatırı için bunları serbest bırakırdım.” (Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi; Ebû’l-A‘lâ el-Mevdudi, Hz. Peygamber’in Hayatı ve Tevhid Mücadelesi.

O’NUN AHLÂKI

Sevgili Peygamberimizin o eşsiz hâl ve tavırları insanları ne kadar da çok etkilemişti. Hz. Ali (r.a.), Allah’ın Rasûlü (s.a.v.) Efendimizi anlatırken bakın nasıl tavsif etmişlerdi:

“-İnsanların en iyi kalplisi, en şecaatlisi ve en doğru sözlüsü idi. O, ahlâkça herkesten yüce, muaşeret yönüyle de en geçimlisi idi. O’nu aniden gören O’ndan heybet duyardı; bilerek beraber olan, kalpten severdi. O’nu vasfeden şöyle derdi.

“Ben ne O’ndan önce, ne de O’ndan sonra, O’nun gibisini görmedim.” (Tirmizî, menakıb 8.)

O, biriyle konuştuğu zaman onun yüzüne bakar, elini tutmuşsa o bırakmadıkça bırakmaz, karsısındaki yüzünü başka tarafa çevirmedikçe o çevirmezdi.

Hatta bir adam bir şey söylemek gayesiyle Rasûlullah’ın kulağına fısıldayarak bir şey konuşsa, adam başını uzaklaştırmadan Rasûlullah başını uzaklaştırmazdı. Müslümanların birbirine güler yüzle bakmasını öğütleyen Hz. Peygamber (s.a.v.), yüzünden sürekli tebessümü eksik etmezdi.” (Cahit Şimşek, “Peygamber Efendimizin Beden Dili)

Takvanın sözle ya da şekille olmadığını, kalpte olduğunu anlatırken de Rasûlullah (s.a.v.), “takva işte buradadır” sözünü üç defa tekrarladı ve her defasında eliyle göğsüne işaret etti.( Müslim, birr 32.)

Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.v.) ile birlikte yürüdüm. Üzerinde kenarı sert, Necrânî bir hırka vardı. O’na bir bedevî arkadan yetişerek hırkadan tutup şiddetle çekti. Boynunun derisine baktığımda, şiddetle çekilen hırkanın kenarının zedeleyip iz bıraktığını gördüm. Bedevi:

“Ey Muhammed! Yanındaki Allah’ın malından bana da verilmesini emret,” dedi. Aleyhissalâtu vesselâm ona doğru baktı ve güldü. Sonra da bir ihsanda bulunulmasını emretti.” (Buhari, libas 18)

Peygamber Efendimizin yanında on yıl kalan ve onun eşsiz eğitiminden geçen Hz. Enes (r.a.)’ın şu sözleri bu hususta çok önemli bir örnektir: “-Andolsun ki, Rasûlullah (s.a.v.)’e on sene hizmet ettim, bana öf demedi. (Yapmamam gerekirken) yaptığım birşey için; niçin yaptın, (yapmam gerekirken) yapmadığım bir şey hakkında; şöyle yapmış olsaydın ne olurdu? demedi.” (Buharî, edeb 39).

Böylesi bir davranışla “en hayırlı nesli” nasıl yetiştirdiler acaba? İşte onun beden dilinin önemi bir kat daha ortaya çıkmaktadır.

Hz. Aişe (r.a.) anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.v.) konuşurken ağır ağır konuşurdu. (Öyle ki) eğer biri çıkıp, kelimeleri saymak istese sayardı. O, sözü sizin gibi peş peşe getirmezdi.”(Buhari, menakıb 23; Müslim, fezâilü’s-sahabe 19)

Rabbimiz O’nun ahlâkından ve mücadele azminden bizlere de bahşeylesin!

Allah (c.c.)’a emanet olunuz!

Muzaffer Dereli

  • Hz. Muhammed S.A.V., Muzaffer Dereli
  • Yorum bırak

Şub 23

İlhan Berk ve İklimler

  • By Şiir Antolojim in Hayali Cihan Değer, Şiir Sanatı

Saçları serin rüzgârlarla esmeye başlayan ağaçların, her seferinde nedense vaktinden evvel göç eden kuşların, solgun renkleriyle hayata meydan okuyan tabiatın, sarımsı, tozlu sokaklarda telaşla bir yerlere yetişmeye çalışan insanların ‘hırçın’ mevsimine yaklaşırken niyetim ‘İklimler’i’ anlatmaktı. Andre Maurois’nın romanı olan İklimler’i…

Levent, hayatımda okuduğum en sakin, en insani ve aynı zamanda en çarpıcı kapak yazılarından birini yazmış o kitap için: “Sahaflarda buldum bu romanın ilk baskısını. Varlık Yayınları’ndan çıkmıştı. 1967 yılında, Tahsin Yücel çevirisiyle. Sayfalarını karıştırırken bir ithafla karşılaştım, şöyle diyordu: ‘Sevgilim, bu kitabı ilk defa on beş, bilemedin on altı yaşında okudum. O kadar bayıldım ki, bir süre Odile oldum. Sonra kitap bir biçimde yok oldu. Unutmuştum… Geçen gün sahafta görünce bir heyecan, bir heyecan… Değişmemiş. Bence hâlâ en güzel aşk hikâyelerinden biri. Sana aldım’. Okuduğumda, ithafı yazana hak verdim. Hakikaten okuduğum en güzel aşk hikâyelerinden biriydi. ‘Her an yeni bir hayat serilir önümüze’, ‘birdenbire gidişim sizi şaşırtmış olmalı’ diyor ve ‘kaderimizle arzularımız hemen hiçbir zaman bağdaşmıyordu’ diye bitiyordu kitap. Helikopter’in ilk kitabı bu: Aşka âşık olanlar için tekrar yayınlıyoruz, bu dünya güzeli kitabı unutuluşa terk etmeyelim diye.”

SÖZCÜKLER DE YORULUR

Son birkaç gündür bu özel prova baskıyı çantamda taşıyıp, her fırsatta ben de kitabı sahaflarda bulan ‘o sevgili’ gibi heyecanla okuyordum. Daha yarısına gelmeden hayat, kendisini beklenen bir ‘sonsuzluk’ haberiyle hatırlattı. Her daim genç bir delikanlı gibi hissettiğini, ihtiyarlıktan sadece sözcük olarak hoşlandığını söyleyen usta bir şair, 90 yıl boyunca harflerini, desenlerini kazıdığı yeryüzünü terk etmeye karar vermiş. İlhan Berk’in gidişi birdenbire olmadığı için sanırım kimse şaşırmadı ama benim ruh iklimim değişti biraz. O da çekip gidince sözcükler biraz daha öksüz kaldı gibi hissettim. İklimler’i bana hediye eden genç şairi aradım, Levent Yılmaz’ı. Pek bir şey konuşmadık. Kırık bir sessizlikten sonra, “O sonunculardandı, geriye pek kimse kalmadı” dedi. Bazen sözcükler de yorulur ve siz onları daha fazla hırpalamamak için biraz susarsınız. Biz de öyle biraz sustuk işte…

Sonra kitabı çantama atıp, nereye gittiğimi bilmeden yürümeye başladım. Hava iyice serinlemişti, üşümüştüm ama eve dönmek istemedim. İsli, küçük gaz lambalarıyla aydınlatılmış parktaki ayağı kırık masalardan birine oturup, karanlık bir vadinin içinde salınan fıstık çamlarının arasından elmas gibi ışıldayan boğaza baktım bir süre. Yan masada genç kızlar fısıldaşıyordu. Hiç ihtiyarlamayan zamansız şairin sesini işittim: “Sevgilim, İşte Eylül / Ve İşte senin usul usul seğiren yüzün / Zaman ki sonsuzdur / Bitmemiş şiirler gibidir / Bazı hüzünleri / Bazı nehirleri tutup anlatmak gibidir…”

Rüzgârdan dağılan saçlarımı toplamaya çalışırken ürperdiğimi fark ettim. Böyle zamanlarda sözcüklerle dokunabileceğine inandığın insanların sesini duymak iyi geliyor. Bir yakınımı aradım, meşgulmüş. Gülerek “Her zamanki gibi halim” dedi. Ona “Zaman yok ki, sana öyle geliyor” demedim. Onu meşgul hayatına terk edip şimdiki zamanın içinde biraz daha geriye gittim. İlhan Berk’i, ‘Uzun Adamı’ ilk gördüğüm güne…

Sıcak ama esintili bir yaz sabahıydı. Deniz kenarındaki heybetli bir dut ağacının gölgesindeki ahşap bir masanın etrafında toplanıp hararetle şiirden, edebiyattan ama daha çok hayatın kendisinden bahsettiğimizi hatırlıyorum. Bir de çok genç olduğumuzu, çok güldüğümüzü, çok içtiğimizi, sonrasında çok yüzdüğümüzü, çok yürüdüğümüzü. Her şey birdenbire sözcükler gibi köpürerek çoğalmıştı. Günün sonunda gençliğin acımasızlığıyla beslenen bir küstahlıkla ona “Bizden en fazla 70 yaş büyüksünüz, nasıl böyle zinde olabiliyorsunuz” demiştim. Gerçekten hepimizden daha dinç görünüyordu. Çalıların arasından bulduğu çatlak bir su kabağını elime tutuşturup, “Ben bulduğum her şeyi toplarım, dağlardaki güzel kokulu otları, senin gibi uzun bacaklı ‘leylek kadınların’ mavi bakışlarını, sevdalı konuşmaları… Siz daha ne olduğunu anlamadan ben onlardan başka bir dünya yaparım, arkamdan böyle bakakalırsınız” demişti. Yaptı da; otlardan kitaplar, kadınlardan resimler, sözcüklerden çok özel sesi olan masal gibi şiirler yaptı… Hiç ihtiyarlamayan şiirler…

Şimdi, yeni bir sonbaharın başlangıcında, İklimler’i anlatmaya niyetlendiğim serin bir gece yarısı “Sözcükleri kaldırın, dünya durur” diyen bir şairin sözcükleriyle karanlık bir ormanda, usulca kayboluyorum: Su geceleyin yürüyor dikkat ettim / Geceleyin biz uyurken ağaçlara / Hiç unutmam bir gün geç vakit / Tam benim geçtiğim zamana rastlamıştı / Büyüme saati bir ormanın / Şöyle iyice dinlesem sanırım artık / Bütün ormanları büyürken duyarım / Beni beklemişler kardeşçiğim / Beni bu ağaçlar, nehirler, gökyüzü / Geleyim anlatayım diye bir gün kendilerini / Bir kere girdikten sonra şiirlerime / Bilmişler bir daha ölmeyeceklerini…

A. Esra Yalazan

  • A. Esra Yalazan, İlhan Berk
  • Yorum bırak
  • 1
  • …
  • 608
  • 609
  • 610
  • 611
  • 612
  • …
  • 831
  • Altı Çizili Satırlar
  • Anason Kokulu Şiirler
  • Bercestem
  • Çeviri Şiirler
  • Deneme
  • Genel
  • Haiku
  • Hayali Cihan Değer
  • Hikaye
  • İstanbul Şiirleri
  • Kar Şiirleri
  • Kar Yağıyordu Karanlığa
  • Kur'an-ı Kerim
  • Mektup
  • Müzik
  • Rakı Şiirleri
  • Röportaj
  • Şiir
  • Şiir Gibi
  • Şiir Sanatı
  • Şiirdir Baba
  • Türk Şiiri
  • Tweet
  • Yol Üstündeki Semender

Etiketler

A. Ali UralA. E. HousmanA. Ertan MısırlıA. Esra YalazanA. Hicri İzgörenA. KadirA. Kadir BilginA. Kadir PaksoyA. Turan AlkanA. Turan OflazoğluA. Vahap AkbaşAbbas KiarostamiAbbas KiyarüstemiAbdülkadir BulutAbdullah AnarAbdullah EraslanAbdullah HarmancıAbdullah KibritçiAbdullah TukayAbdullâh Bin RevahaAbdulvahap BozbeyAbdurrahim KarakoçAbdurrahman AdıyanAbdurrahman Sami PaşaAbdurrahman UyanıkAbdülali RezakiAbdülbâki GölpınarlıAbdülhak Hamit TarhanAbdülhak MihrünnisaAbdülhak Şinasi HisarAbdülkadir BudakAbidin DinoAcar ErdoğanAdam ZagajewskiAdejda MandelstamAdem ErdoğanAdem ÖzbayAdige BaturAdnan AzarAdnan BenkAdnan DurmazAdnan SatıcıAdnan UzunAdnan YücelAdnan ÖzerAdom YarcanyanAdonisAdrian PăunescuAdviye AltıokAfshin YadollahiAfşar TimuçinAgostinho NetoAgustín TavitianAhmed ArifAhmed eş-ŞehaviAhmed GazaliAhmed RasimAhmed ŞamluAhmet A. ŞentürkAhmet AdaAhmet AltanAhmet BozkurtAhmetcan AsenaAhmet CemalAhmet Doğan İlbeyAhmet Edip BaşaranAhmet ErhanAhmet ErsoyAhmet GayretliAhmet GözeAhmet GünbaşAhmet GüntanAhmet HâşimAhmet Hamdi TanpınarAhmethan YılmazAhmet KalkanAhmet Kutsi TecerAhmet Maruf DemirAhmet Muhip DıranasAhmet MuratAhmet Mücahit BülbülAhmet NecdetAhmet OktayAhmet PaşaAhmet Savaş ÖzpınarAhmet SoysalAhmet Süreyya DurnaAhmet TelliAhmet UluçayAhmet UysalAhmet VeskeAhmet YüzeroğluAhmet Zeki YeşilAhmet ÖzerAhmet ÜmitAhmet İnamAhmet ŞirinAh Muhsin ÜnlüAhu TükelAhîAidin SalihAi ÇingAkgün AkovaAkide Ufuk TürkelliAkif EmreAkif KurtuluşAkif PaşaAkira KurosawaAl-SulakahAlaeddin ÖzdenörenAlain de BottonAlbert NyathiAlberto Ruy-SánchezAlda MeriniAldo PellegriniAldous HuxleyAlexandr BlokAlfonsina StorniAlfred de MussetAlfred de VignyAlfred Lord TennysonAli Asker BarutAli AyçilAli BiçerAli Cengiz AkdenizAli CengizkanAli Ekber AtaşAli Emiri EfendiAli ErdoğanAli GüzelyüzAli Haydar TimisiAli KınıkAli LidarAli NarçinAli NarçınAli NesinAli Nihad TarlanAli Osman ÖztürkAli PektaşAli PüsküllüoğluAli Rıza ÇamurAli TekmilAliya İzzetbegoviçAli YüceAli İhsan AtişAli ŞeriatiAlişan HayırlıAllen GinsbergAlmila AlpAlmira ŞehrazatAlpaslan ArslanAlper ÇekerAlper CanıgüzAlper GencerAlper HasanoğluAlphonso de LamartineAltay ÖktemAlvarlı EfeAmado NervoAmin MaaloufAmiri AkilliAna KalandadzeAnatole FranceAndreapos BretonAndre ChenierAndree ChedidAndrei TarkovskiAndre RivoireAndrew JollyAndrew MarwellAndrey VoznesenskiAngelus SilesiusAnna AhmatovaAnna BijnsAnna DauAnna Grigorievna DostoyevskiAnna HebertAnna RouseAnnemarie SchimmelAnne MichaelsAnne SextonAnne Şiirleri BercestemAntanas BaranauskasAnton ÇehovAntonia PozziAntonio LopezAntonio MachadoAnton ÇehovAnıl EnginAram PehlivanyanArchibald MacleishArdalan SerferazAret VartanyanAriel DorfmanArif AkpınarArif AyArif DamarArife KalenderArif Nihat AsyaArif OdabaşArivara NarihiraArkadaş Z. ÖzgerArkadaş Z. ÖzgerArno HerrmannArno HolzArseni A. TarkovskiArthur RimbaudArthur SchopenhauerArthur SymonsArzu EylemArzu EşbahAsaf Hâlet ÇelebiAsaf ÇiyiltepeAsghar FarhadiAslı DurakAslı ErdoğanAslı SerinAsuman SusamAsım YapıcıAsım ÖzAtakan YavuzAtaol BehramoğluAtatürkAtharvaAtilla BirkiyeAtillâ ÖzkırımlıAttila JozsefAttila İlhanAtzeAtılcan SadayAugust StrindbergAvetik İsahakjanAvi PardoAvnî (Fatih Sultan Mehmed )Aydın GüleçAydın HatipoğluAydın ŞmşekAyfer TunçAyhan BozkurtAyhan HünalpAyla AydemirAynur ŞakmanAyrılık Şiirleri BercestemAysel Ergül KeskinAytekin KaraçobanAyten MutluAyşe ArmanAyşe SevimAzer YaranAzize SuAziz Kağan GüneşAziz NesinAziz ŞerkerAğlamak Şiirleri BercestemAıg HigoAşık Baba KarakılçıkAşık DertliAşık GaripAşık HüdaiAşık VeyselBülent KaleBülent KumralBaba EfzelBaba Tahir ÜryanBab AzizBaba Şiirleri BercestemBabür PınarBahadır Cüneyt YalçınBahadır DadakBahaettin KarakoçBahar ÇınarlıBahe AmcaBahtiyar VahabzadeBahtiyar İstekliBai JuyiBaki Ayhan T.Baki Süha EdiboğluBaki Süha EdiboğluBalzacBanira GiriBanksyBanu SavaşBarış ÖzdemirBarış PirhasanBarbara GuestBarbra StreisandBarış PirhasanBayburtlu ZihniBayezid BestamiBayram BalcıBayram BalcıBağdatlı RuhîBedirhan GökçeBedirxanBedrettin CömertBedri Rahmi EyüboğluBehlül DündarBehruz KiaBehçet AysanBehçet Kemal ÇağlarBehçet NecatigilBejan MaturBekir FuatBekir NecatiBekir Sıtkı ErdoğanBekri MustafaBela TarrBellek Şiirleri BercestemBeren SaatBerfo AnaBerfo KırbayırBertan OnaranBertolt BrechtBervaj ŞerifBetül DünderBetül GezenBetül MardinBetül TarımanBetül YazıcıBetül ZarifoğluBeşir SevimBeşşar bin BurdBhartrihariBilal CanBilal TırnakçıBilge KarasuBilgin AdalıBilhanaBilâl KolbükenBirdal AkarBirgül OğuzBirhan KeskinBjörnstjerne M. BjörnsonBlaga DimitrovaBlaise CendrarsBobby SandsBob MarleyBojana ApostolovaBoris PasternakBoris VianBrene BrownBreyten BreytenbachBuket Cihan TemürBulat Ş. OkucavaBurak DikoğluBurak UzunBurhan ErenBuğra Alp GirayBâkîBülent EcevitBülent GüldalBülent KaleBülent ParlakBülent ÖzcanBülent ÖzdamanBünyamin dDuraliBünyamin K.Cafer KeklikçiCafer TuraçCahit KoytakCahit KülebiCahit Sıtkı TarancıCahit ZarifoğluCahit Zarifoğlu Şiirleri BercestemCakurenCan AlkorCan DündarCaner FidanerCansever EyüboğluCan YücelCan ÖzCaptain HookCarlos D. de AndradeCarl SandburgCasar FlaischlenCavidan TümerkanCavit KürnekCavit MukaddesCegerxwînCelâl Sahir ErozanCelal SahirCelal SoydanCelal SılayCelal YalvaçCelâl FedaiCelâl ÜsterCem AkaşCemal CumaCemalettin TaşkenCemal SafiCemal SüreyaCemal TunçdemirCem DoğanCemil KavukçuCemil MeriçCemil SenaCem SavranCenap ŞahabettinCengiz AytmatovCengiz NumanoğluCengiz ÇandarCervantesCesare PaveseCesar VallejoCevahir BedelCevahir SipahiCevat AkkanatCevat ÇapanCevat ÇeştepeCevat Şakir KabaağaçlıCevdet KaralCevdet Kudret SolokCeyhun Atuf KansuCeyhun YılmazCezmi ErsözCharles BaudelaireCharles BukowskiCharles C. FinnCharles LambCharles OlsonChe GuaveraChe Lan VienChin Tzu - HaoChon Sang BeongChristian F. GellertChristina G. RosettiChristina Georgina RossettiChuang TzuCihan AktaşCihan OğuzCihan ÇetinkayaCihat DumanClement MarotCoşkun ErtepınarCumali Ünaldı HasannebioğluCzeslaw MiloszCüneyd SuaviCüneyt ÖzdemirDagmar NickDante AlighieriDante Gabriel RossettiDavid DiopDelmira AgustiniDemir ÖzlüDeniz DurukanDerek WalcottDerya ÖnderDetlev Von LiliencronDevrim M. DirlikyapanDevrim SevimayDexterDidem G. ErdemDidem MadakDilaver CebeciDilek AkınDilek DeğerliDilek KartalDino BuzzattiDinçer AteşDinçer SümerDonna E. NortonDostoyevskiDost Şiirleri BercestemDoğan ErgülDoğan HayatDu MuDursun Ali ErzincanlıDuygu AsenaDuygu GünerDylan ThomasDücane CündioğluDündar SansurDüşsele. e. cummingsEbdulla PeşewEbdulrehman MizûrîEbru AydoğanEbru CündübeyoğluEbru YalçınEbu'l Kâsım Eş-ŞâbbîEbubekir EroğluEbuzerEbu’l-Kâsım-i LâhûtîEbülbeka Salih Bin ŞerifEbü’l-Alâ el-MaarrîEce AyhanEce TemelkuranEdgar Allan PoeEdip CanseverEdith SödergranEduardo GaleanoEdward A. Murphy Jr.Edward StachuraEdwin MuirEfe MuratEflâtunEfrain HuertaEgemen BerközEhmedê XanîEkaterina YosifovaEla DinçerElena İvanovaElias CanettiElif AkyolElif GizemElif RuhefzâElif TanrıyarElif ŞafakElif Şebnem AkalElif Şiirleri BercestemElizabeth BarrettElse Lasker-SchülerElvan-ı ŞiraziElvan OkaygünEmel GüzEmel İrtemEmile VerhaerenEmily DickinsonEmin AkdamarEmin BaşEmin Bülent SerdaroğluEmine OkumuşEmine SarıEmirhan OğuzEmiş BaharEmrah AltınokEmrah SerbesEmre DemirEmre DursunEmre GökceEmre GümüşdoğanEmre KonukEmre MiyasoğluEmre SururiEnderunlu VasıfEnder ŞahinEndre AdyEnes KişeviçEngin GeçtanEngin TurgutEngin YurtEngin ÖzmenEnis AkınEnis BaturEnis Behiç KoryürekEnrik NordbrandtEnver ErcanEpiktetosEray CanberkErcan KesalErcan YılmazErcüment Behzad LâvErcüment UçarıErdal AlovaErdal CeyhanErdal ÇakırErdal ÖzErdem ArslanErdem BayazıtErdinç DurukanErdoğan KulErdoğan AlkanErdoğan TanaltayErel BredaEren SafiEren TaluErge ÖzcanErgin DoğruErgin GünçeErhan GüleryüzErica JongErich FriedErich KastnerErich Maria RemargueErik StinusErkan OğurErman ArtunErnest BryllErnesto CardenalErol MalçokErol ÇankayaErsan ErçelikErsin ErgünErsin HoşgençErsin SalmanErzurumlu İbrahim HakkıEsmerayEsra ElönüEsra GüzelipekEsra ZeynepEsrâr DedeEthem BaranEugene GuillevicEugenio BorgnaEugenio MontaleEv Şiirleri BercestemEylül GökdemirEzherEzra PoundEşrefoğlu RûmîFadıl ÖztürkFahrettin IrâkîFahrettin ÇiloğluFaiz Ahmed FaizFang Vei TehFaraj BayrakdarFaris KuseyriFarouk GoweedahFaruk GünindiFaruk Nafiz ÇamlıbelFatih Yavuz ÇiçekFatma BarbarosoğluFatma Cevdet HanımFatma SavcıFatma Şengil SüzerFatos ArapiFatoş BalıFatoş YıldızFatva TukanFaysal SoysalFazıl Hüsnü DağlarcaFederico Garcia LorcaFedor SologubFedya FilkovaFehmi KoruFelix ArversFerhad AbidiniFerhad PîrbalFerhan ŞaylımanFerhat UludereFerit EdgüFerman KaraçamFernando PessoaFerruh TunçFerîdûn-i MuşîrîFerîdüddîn AttârFethi GirayFethi NaciFevzî el-MaʿlûfFeyza CanFeyzi HalıcıFidel CastroFigen YıldırımFikret DemirağFikret ÖzdalFilibeli Ahmed HilmiFiliz ZibekFirdevsîFrançois CoppéeFrançois VillonFrance BonneauFrancesco PetrarcaFrancis JammesFrank O’HaraFranz KafkaFrançois CoppéeFrida KahloFriedrich HalmFriedrich HölderlinFriedrich RückertFriedrich SchillerFrithjof SchuonFuat Edip BaksıFujiwara no OkikazeFukuhara KiyoshiFulya CodalFurkan ÇalışkanFuruğ FerruhzadFuzûlîFyodor TyutçevFâtımâ Zehrâ MerinosFırat BahşiG. AskerîGabriela MistralGabriel CelayaGabriele D’annunzioGabriel G. MarquezGabriel JosipoviciGabriel OkaraGaius Valerius CatullusGalip SevindirGam Şiirleri BercestemGarbis CancikyanGary SnyderGassan SatarGelincik Şiirleri BercestemGeoffrey BrockGeorgi GospodinovGeorg TraklGerard de NervalGevheriGevorg EminGiacomo LeopardiGim So-VolGiosue CarducciGitmek Şiirleri BercestemGiuseppe SerembeGiuseppe UngarettiGlenn MeadeGoetheGonca ÖzmenGuillaume ApollinaireGunnar EkelöfGustavo Adolfo BecquerGökhan AkçiçekGökhan ErgürGökhan YalçınGökhan ÖzcanGöksel DuruturnaGökçenur Ç.Gönül ÇapanGönül ÇınarlıGülcihan AtalayGülenay BörekçiGüliz KerseGülsüm CengizGültekin EmreGültekin SâmanoğluGülten AkınGülüş Şiirleri BercestemGüner ÖzkulGüneş BorGüneş Şiirleri BercestemGüngör VarınlıoğluGürkan KesiciGüven AdıgüzelGüven TuranGüvercin GerdanlığıGüvercin Şiirleri BercestemGılgamış DestanıHûşeng-i İbtihâc (Sâye)HüdâiHüsamettin ArslanHüseyin AlemdarHüseyin AtlansoyHüseyin Avni DedeHüseyin CahitHüsrev HatemiHacı Bayram-ı VeliHadewijchHafsa el-HicâziyyeHafız-ı ŞiraziHaheperesenbHaikutuHakan AlbayrakHakan ArslanbenzerHakan GökselHakan GülhanHakan SavlıHakan ŞarkdemirHakkı AytaçHalide N. ZorlutunaHalikarnas BalıkçısıHalil CibranHalil KökselHalil YörükoğluHalim YazıcıHalim YağcıoğluHalim ÖznurhanHalim Şefik GüzelsonHalina PoswiatowskaHalit AsımHallac-ı MansurHaluk LeventHalûk MadencioğluHamdi ÖzyurtHamid MosaddıkHamit Macit SeleklerHamo SahyanHandan GülerHans M. EnzensbergerHan ŞanHarry ChapinHart CraneHaruki MurakamiHasan AksayHasan Ali ToptaşHasan Bin SabitHasan Güçlü KayaHasan H. KorkmazgilHasan TanHasan VarolHasan İzzettin DinamoHasibeHatem TürkHatice MeryemHatâyîHayati BakiHayati İnançHaydar BilginerHaydar ErgülenHayrettin KaracaHayrettin TuranHayretîHayriye ErsözHayriye ÜnalHayâlîHaşim HüsrevşahiHaşim ÇatışHaşmet BabaoğluHeideggerHeinrich HeineHeinrich W. GerstenbergHeminHenrik NordbrandtHenri MichauxHerbert MasonHermann HesseHerta MüllerHicabi KırlangıçHikayeHilal KarahanHilmi HaşalHilmi YavuzHint EdebiyatıHo Chih FangHokuşiHoriguchi DaigakuHorikava HanımHovhannes TumanyanHrant DinkHsi ChunHsue TaoHulki AktunçHulûd el-MuallaHu ŞöHz. AliHz. Fatıma (r.a.)Hz. Muhammed S.A.V.Hâfız İbrâhîmHâlâHûşeng-i İbtihâc (Sâye)HüdâiHülya Deniz ÜnalHülya SoyşekerciHüray-Caner FidanerHüsamettin ArslanHüseyin AkınHüseyin AlacatlıHüseyin AlemdarHüseyin AtabaşHüseyin AtlansoyHüseyin Avni CinozoğluHüseyin Avni DedeHüseyin BaşHüseyin Cahid DoğanHüseyin CahitHüseyin Emin ÖztürkHüseyin FerhadHüseyin GönelHüseyin PekerHüseyin RahmiHüseyin S. ÖzseverHüseyin YurttaşHüseyin ŞahinHüseyn-i VefâyîHüsrev HatemiHüsrev Hatemi Şiirleri BercestemHüzün Şiirleri BercestemHıdır ToramanIgnaz F. CastelliIlgım VeryeriIlgıt Ezgi ÜnerIngmar BergmanIon MinilescuIrmak ZileliIrwin D. YalomItalo CalvinoItrîIvan TurgenyevIvo AndrichIşık Tabar GençerJ. D. SalingerJacgues PrevertJack LondonJack MichelineJacopone de TodiJacques PrevertJames C. Manganjames joyceJana SeydaJan Ender CanJaroslav SeifertJean-Jacques RousseauJean BaudrilladJean de La FontaineJoachim GasquetJohann L. UhlandJohn AshberJohn BergerJohn DonneJohn FowlesJohnny CashJon KrakauerJorge Luis BorgesJosé de EsproncedaJose Emilio PachecoJose Maria de HerediaJose MartiJose MujicaJose VasconcelosJoshua WongJosé A. GoytisoloJuan GelmanJuan Melendez ValdesJuan Ramon JimenezJudith HerzbergJules SupervielleJulian TuwimJulia SamuelJulio CortazarJura SoyferKaan DemirdövenKaan H. ÖktenKaan OtçuKaan İnceKader BüyükbingölKader Şiirleri BercestemKadir AydemirKadir BalKadir YılmazKadir ÜnalKadriye YılmazKadri ÇelikKadı BurhaneddinKalp ile ilgili ayetlerKalp ile ilgili hadislerKalp Şiirleri BercestemKamala DasKamil YeşilKamuran DemirKanşaubiy MizievKaptan ZorKaraca AhmednâmeKaracaoğlanKarin KarakaşlıKar Şiirleri BercestemKasa İratsumeKayhan YükselerKayser EminpurKazım KoyuncuKazım GülerKazı Nazrul IslamKağızmanlı HıfzîKemal AtakayKemal BayrakçıKemal BurkayKemalettin KamuKemal GündüzalpKemal SayarKemal TaştekinKemal VarolKemal YükselKemal ÖzerKemâlîKenan IşıkKenan RifâîKenan YavuzKenan ÇağanKenan Çağan Şiirleri BercestemKenan ÖzcanKenneth RexrothKenzaburo OeKetayun AmuzegarKi-No TomonoriKin-YehKiraz Şiirleri BercestemKirkor ZohrabKishuKitabeviKitapKitoKi TsurayukiKobo AbeKoca Ragıp PaşaKoheiKoho KenniçiKonfüçyüsKonstantin M. SimonovKonstantinos KaryotakisKonstantinos KavafisKont LibriKoray FeyizKul HimmetKuş Şiirleri BercestemKyogoku TamakeneKâmuran ŞipalKöksal ÖzyürekKülbe-i AhzanKülbe-i Ahzân Şiirleri BercestemKürşat BaşarKüçük İskenderKıvılcım VafiLa EdriLale MüldürLangroodiLangston HughesLao TzuLatife TekinLawranceLeconte de LisleLeo BuscagliaLeonard CohenLeonardo LorenzLeonardo SinisgalliLeon FelipeLeopold StaffLermontovLevent SunalLeylâ HanımLeylâ el AhyeliyyeLeylâ ŞahinLi PoLiya ZeryaLiçezar ElenkovLo MenLord ByronLord ChesterfieldLou Andreas-SaloméLouis AlthusserLouis AragonLouise GlückLouise LabeLouis MacneiceLuis SepulvedaLu TongLuvenalisLéo FerréLütfullah Sami AkalınLütfü ŞenerM. Aşır KarabacakM. Bülent KılıçM. Fatih ÇıtlakM. Grech GanadoM. Hanifi İspirliM. Nabi ÖzerdimM. Ragıp KarcıM. Sadık KırımlıM. Sunullah ArısoyM. Uğur DermanM. ÇolakMabeyinci PavlosMahir ÇelikMahmud DervişMahmud Erol KılıçMahmut AvcıMahmut Celâlettin PaşaMahmut KanıkMahmut KayaMahmut TemizyürekMahmut ÖzkızılMakbule ArasMaksim GorkiMaksut KotoMalatyaMansyMargaret RandallMarguerite YourcenarMaria BanuşMarianne MooreMaria PawlikowskaMarina AbramovicMari NasırMarina İvanova TsvetaevaMario BenedettiMario GoloboffMario LeviMario WirtzMarisolMarkar EsayanMartha MedeirosMartin GardellaMartin NiemöllerMasaoka ShikiMasuma AhadovaMatsuo BaşoMatthias ClaudiusMaurice CaremeMaurice MaeterlinckMaurice RollinatMavi Tuğba KarademirMax ElskampMax JacopMaya AngelouMazhar Fuat ÖzkanMecit Ömür ÖztürkMecit ÜnalMeclup BerkerMehdi Muzaffer SâveciMehdî-i Ehevân-i SâlisMehdî Firdevsî-i MeşhediMehdî Hamîdî ŞîrazîMehmed Esad EfendiMehmed KemalMehmed UzunMehmet Akif ErsoyMehmet Akif KoçMehmet Akif İnanMehmetakın GüreMehmet AlagaşMehmet AslanMehmet AtalayMehmet AycıMehmet AycıMehmet BaşMehmet BaşaranMehmet BaşkakMehmet Can DoğanMehmet CoşkundenizMehmet EfeMehmet Emin ArıMehmet Emin YurdakulMehmet ErteMehmet FidanMehmet GemciMehmet GörmezMehmet H. DoğanMehmet Hakkı SuçinMehmet HameşMehmet KanarMehmet KaplanMehmet MüfitMehmet Nuri SönmezerMehmet OkumuşMehmet Orhan DurduMehmet RaufMehmet Sadık KırımlıMehmet Said AydınMehmet SolakMehmet TanerMehmet YaşınMehmet ÇetinMehmet ÇınarlıMehmet ŞahinMehmet ŞayirMela Huseynê BateyîMelayê CizîrîMelda OlcaytuMelek ArslanbenzerMelek PaşalıMelih Cevdet AndayMelih KibarMelisa GürpınarMelis KayaMemet FuatMemet Sefa ÖztürkMeral AsimovMeral OkayMercimek AhmedMeretiko MetinMerle TravisMeryem Mine ÇilingiroğluMerzifonlu Kara Mustafa PaşaMetin AkbaşMetin AkdenizMetin AltıokMetin CelâlMetin CengizMetin DemirtaşMetin EloğluMetin FındıkçıMetin GüvenMetin KaygalakMetin MünirMetin ÇalışkanMetin Önal MengüşoğluMetin ÜstündağMevlana İdrisMevlânâ CelâleddînMevlüt ÇetinkayaMezar Şiirleri BercestemMeşa SelimoviçMibu No TadamineMibu TadamineMichael De MontaigneMichael DraytonMichel TournierMignos RadnotiMiguel Angel AsturiasMiguel HernandezMihai EminescuMihail NuaymeMihrî HâtûnMilan KunderaMina UrganMir Mahfuz AliMirza Asadullah Han GalibMizahMohsen NamjooMolla CâmîMonique CharlesMoritake ArakidaMuğayir MuharipMuammer BaranMuhammed AbdullahMuhammed Ali BehmenîMuhammed Ali TahaMuhammed el-MâgûtMuhammed Emin AkkoyunluMuhammed MazhutMuhammed PalewiMuhammed ÇelikMuhammed İkbalMuhammet Nur DoğanMuharrem CoşkunMuharrem KeçeciMuharrem ÖzcanMuhibbîMuhsin KalenderMuhsin KızılkayaMuhsin YazıcıogluMuhsin İlyas SubaşıMuhyiddin İbnül-ArabîMuhyiddin ŞekurMuradîMurat BardakçıMurat GermenMurathan MunganMurathan ÇarboğaMurat KapkınerMurat MenteşMurat SolgunMurat SözerMurat ÖzelMusa AğgünMustafa AkarMustafa AksoyMustafa AtabayMustafa AtikerMustafa AydoğanMustafa Burak SezerMustafa CeylanMustafa DurakMustafa DüzgünmanMustafa Erdem ÖzlerMustafa GüzelgözMustafa KözMustafa KaraMustafa KaylıMustafa KutluMustafa NazifMustafa PehlivanoğluMustafa Ruhi ŞirinMustafa Seyit SutüvenMustafa SuphiMustafa Sâdık er-RâfiîMustafa TatçıMustafa UlusoyMustafa UçurumMustafa ÖzçelikMustafa İslamoğluMuzaffer AlperMuzaffer DereliMuzaffer KaleMuzaffer OzakMuzaffer Serkan AydınMuzaffer Tayyip UsluMücahit KaçarMüfit Can SaçıntıMüjdat GezenMümin HakkıoğluMünire DanişMünir ÖzkulMüslüm YücelMütenebbîMüzikMüşir FuatMüştak ErenusMüştehir KarakayaN. VaptsarovNabiNafiz NayırNahid SereşkiNahit Ulvi AkgünNahîfîNail VaralNaime ErlaçinNaim KandemirNakagawa KazumasaNakahara ChuyaNakataNaser NeşoNasrettin Hoca FıkralarıNathan AltermanNathaniel TarnNazan BekiroğluNazan DanişmendNazik El MelaikeNazir AkalınNazlı ÖzburunNazım HikmetNazım Hikmet RanNaşi AbbasNebiNebiye ArıNecati CumalıNecati ÜnsalNecat UsluNecdet AdabağNecdet EvliyagilNecip Fazıl KısakürekNecmeddin OkyayNecmettin Halil OnanNecmettin TopçuNecmi ZekaNecâti BeyNedret İşliNedîmNef'iNeil GaimanNelson MandelaNergihân YeşilyurtNeriman CalapNermin YıldırımNeslihan ÖzerNesîmiNev'îNevzat ÇelikNeyzen TevfikNeşet ErtaşNeşe YaşınNeşâtîNicolas GuilenNiels HavNietzscheNigar HanımNigar HasanzadeNihan BoraNihat BehramNikola MadzirovNikolay Alekseyeviç NeksarovNikolay VaptsarovNikoloz BarataşviliNikos KazancakisNilay ÖzerNil BeyoğluNilgün SarıgülNilgün ArıkanNilgün GürbüzNilgün MarmaraNilgün Öngider GregoryNima YusiçNimet YıldırımNina CassianNiyâzî-i MısrîNizar KabbaniNizâmî-i GencevîNoriko IbarakiNovalisNuray MertNuray ÖnoğluNur BulumNurcan UğurluNurdan ÜnsalNurduran DumanNureddin CerrahiNurettin DurmanNurettin Rüştü BingülNurettin TopçuNurettin ÖzdemirNuri Bilge CeylanNuri CanNuri DemirciNuri ErkalNuri PakdilNuriye ZeybekNur SakaNurullah AtaçNurullah GençNurullah GümüştaşNâbi-zâde NâzımNâdir-i NâdirpûrNâzım HüsnüO. HenryOctave MirbeauOctavio PazOdisseus ElitisOemaruOe MitsuoOhannes ŞaşkalOkan SavcıOktay AkbalOktay ErcanlıOktay RifatOlcay YazıcıOlgun ArunOnat KutlarOno KomaçiOnur CaymazOnur ÇalıOnur ŞenliOrhan AlkayaOrhan KemalOrhan KotanOrhan PamukOrhan Seyfi ArasOrhan Seyfi OrhonOrhan SudaOrhan Veli KanıkOrhan Şaik GökyayOrhun BasatOricOruç AruobaOrçun ÜçerOsamu DazaiOscar WildeOshoOsip MandelstamOsman AydoğanOsman ElbekOsman Hakan A.Osman Hamdi BeyOsman KonukOsmanlıca ŞiirlerOsman MüftüoğluOsman NevresOsman SarıOsman Serhat ErkekliOsman TuğluOsman VelioğluOsman ÇakmakçıOsman ÇiftOsman ÖzdemiroğluOswald LewinterOtar ÇiladzeOtomo no YakamochiOtomo Sakanoe HanımOtomo YakamoçiOtto Erich HartlebenOvidiusOya UysalOzan Can TürkmenOzan HazarOzan TaşdemirOzan ÖnenOğul Şiirleri BercestemOğuz AtayOğuz BalOğuzhan AkayOğuzkan BölükbaşıP. B. ShelleyPablo NerudaPablo UrbanyiPakize SudaPar LagerkvistPatti SmithPaul AusterPaul CelanPaul EluardPaul GeraldyPaul ValeryPaul VerlainePedro SalinasPedro ShimosePedro TamenPelin OnayPencere Şiirleri BercestemPentti SaarikoskiPerihan BaykalPerihan MağdenPertevPervin-i BamdadPerviz HâifîPervîn-i İ’tisâmîPeter LaugesenPeyami SafaPeyo YavorovPhilip LarkinPhilodemosPhippe SoupaultPierre-Jean de BérangerPierre AbeilardPierre CorneillePierre de RonsardPierre GuyotatPierre ReverdyPing HsinPir Sultan AbdalPo Chu-IPolat OnatPorphyre EglantinePrenses YozaPrimizie Del DesertoPublius Ovidius NasoPuşkinPınar ÖğünçQalib BagirovRıfat IlgazR. UrenRabia BayraktarRabindranath TagoreRafael AlbertiRahmi EmeçRahşan EcevitRainer Maria RilkeRaja Atta Mohammad KhanRajasekharaRaj K. BoseRakı Şiirleri BercestemRalph Waldo EmersonRamazan KayanRamazan ParladarRansetsuRasih GüranRauf ParfiRaymond RadiguetReşat Nuri GüntekinRebi es-Sa’idRecai HurmaRecaizade M. EkremRecep KüpçüRecep Ş. GüngörRefik DurbaşReha YünlüelRekin TeksoyRemy de GourmondRenas JiyanRene CharRengin SoysalReplikReshma AquilResul HamzatovReşit GalipRichard H. WildeRichard WilburRig-VedaRobert BlyRobert BridgesRobert BurnsRobert DesnosRobert FrostRoberto JuarrozRoger GaraudyRomain GaryRoni MarguliesRuşen HakkıRuben DarioRufinusRuhan OdabaşRuhi SuRuhsatiRupen SevagRuth W. LingenfelserRuşen ÇakırRyokanRâbia HâtunRâsihRöportajRûdekî SemerkandîRüstem BudakRüştü OnurRıdvan CanımRıdvan GöksuRıdvan ÜnalRıza HalilovRıza P. AkkoyunluRıza T. BölükbaşıSabahattin AliSabahattin EyuboğluSabahattin Kudret AksalSabahattin YalkınSabri AltınelSabri Esat SiyavuşgilSacide B. SezgençSadettin ÖktenSadullah PaşaSadık ArmutluSadık YalsızuçanlarSahir ÜzümcüSaid-i NursiSaid YavuzSait Faik AbasıyanıkSait KöşkSait MadenSalah BirselSalih BeySalih BolatSalih MercanoğluSalih MirzabeyoğluSalim ÇalıkSalvatore QuasimodoSamet KöseSami BaydarSami HazinsesSamih RifatSamuel BeckettSamuel UllmanSandal Şiirleri BercestemSandor ForbathSandor MaraiSandor PetofiSantaro TanıkawaSapphoSara TeasdaleSarkis ÇerkezyanSavaş AySaygyoSchopenhauerSeamus HeaneySean PennSeda AydınSedat AnarSedat BozkurtSedat UmranSefa KaplanSeher Keçe TürkerSei ShonagonSelahattin BatuSelahattin YolgidenSelahattin YusufSelahattin ÖzpalabıyıklarSelami KarabulutSelam YaşarSelim GündüzalpSelim ileriSelim TemoSelma Meerbaum-EisingerSelma ÖzeşerSema EnciSemiha KavakSemih el KasımSemra TunçSenai DemirciSenem GezeroğluSennur BaybugaSennur SezerSerap Aslı AraklıSerap ErdoğanSercan LeylekSerdar AygünSerdar ÜnverSergey YeseninSerkan EnginSerkan SançSerkan YıldırımSertaç ÖnerSevda CemreSevim BurakSeyhan ErözçelikSeyid Hüseyin NasrSeyit PelitliSeyit RızaSeyyidhan KömürcüSeyyid Seyfullah HazretleriSezai KarakoçSezai SarıoğluSezen AksuSezgin KaymazSezilandShahin NajafiSibel Alırkan KurucaSibel BengüSigara Şiirleri BercestemSigmund FreudSimone WeilSinan OruçoğluSohrab SepehriSolonSonbahar Şiirleri BercestemSoner KarakuşSoysal EkinciStanislaw GrochowiakStefan GeorgeStefan ZweigStein SteinarrStepan ÇipaçovStephane MallarmeStevie SmithSualp TansanSuat TaşerSuavi Kemal YazgıçSulhi CeylanSully PrudhommeSultan AbdülazizSuna ArasSuna TanaltaySunay AkınSun Yu-TangSusana SocaSusan SontagSusmak Şiirleri BercestemSute HanımSu Tung PoSylvia PlathSâdık HidâyetSâmiha AyverdiSîmîn BihbehânîSüheyla TaşçıerSüheyl ÜnverSüleyman NazifSüleyman RüstemSüleyman RüşdîSüleyman SalomSüleyman UludağSüleyman UnutmazSüleyman YeşilyurtSüleyman ÇelikSüleyman ÇelikerSüleyman ÇobanoğluSümeyye ŞekerSünbülzâde Vehbi EfendiSüreyya BerfeSıddık AkbayırSıddık ErtaşSıdık BakırSırrı Süreyya ÖnderSıtkı CaneyT. S. EliotTaşlıbahçeTadeusz RózewiczTaha AyarTaha KıvançTahir AbacıTahir RiyadTahsin SaraçTakahama KyoshiTakakuwa RankoTalat Sait HamlanTalha Bora ÖgeTalip ApaydınTan DoğanTanıl BoraTao Yuan-MingTarkan RagıpoğluTarık Dursun KTarık TufanTayfun TalipoğluTayfun TaşlıoğluTayyibe AtayTaşlıcalı Yahya BeyTekin GönençTeodora DoniTeselli Şiirleri BercestemTevfik AkdağTevfik El ZeyyadTevfik FikretTevratTezer ÖzlüTheodore de BanvilleTheophile GautierThomas BernhardThomas MannTibullusTim RobbinsTimur GorginTokadizâde Şekib EfendiTolga BozkurtTolstoyTomris UyarTom WaitsToni MorrisonTove DitlevsenTozan AlkanTravenianTren Şiirleri BercestemTristan DeremeTrivalluvarTuğrul Asi BalkarTudor ArgheziTufan GençTu FuTukaramTuncer KöseoğluTurgay DemirTurgay FişekçiTurgay KantürkTurgay UçerenTurgay ÖzenTurgut UyarTurgut YanartaşTuğba ÇelikTuğrul KeskinTuğrul TanyolTâhirü’l-MevlevîTülay KaleTürkan İldenizUludere UludereUlus BakerUlus FatihUmay UmayUmberto EcoUmberto SabaUmman ŞahinerUrsula K. Le GuinUsanmak Şiirleri BercestemUsûlîUtku ÇakılUğur KaynarUğur UyanıkV. KayraVahap KayaVapur Şiirleri BercestemVasfi Mahir KocatürkVasko PopaVatsyayanaVecihi TimuroğluVedad BenmusaVedat TürkaliVedâlarVehbi TaşarVelemir HlebnikovVenus Khoury-GhataVeronica MicleVeronica ShoffstallVeselin HançevVeysel ÇolakVeysi ErdoğanVicente AleixandreVictor HugoVillers de L'lsle-AdamVilma KuyumcuyanVincent van GoghVioleta ParraVirginia WoolfVitezslav NezvalVladimir MayakovskiVladimir SolovyevVolkan ÖzkaramanVoltairine de CleyreVural Bahadır BayrılVu Yhuy Tuanvi AydınVü'at O. BenerW. Generous BlackstoneW. H. AudenWalter de la MareWalt WhitmanWang WeiWarsan ShireWilfred A. PetersonWilliam BlakeWilliam Butler YeatsWilliam Carlos WilliamsWilliam EmpsonWilliam ShakespeareWilliam StaffordWilliam WordsworthWislawa SzymborskaWolfgang BorchertWolfgang SachsWystan Hugh AudenXavier VillaurrutiaYadigar ÜnverYahya DüzenliYahya Kemal BeyatlıYako AsdesoYakup Kadri KaraosmanoğluYakup YaşaYalnızlık Şiirleri BercestemYalçın ErgirYaman DedeYannis RitsosYaprak Şiirleri BercestemYasemin ÇongarYasemin ÖzçelikYasin ErolYasunari KawabataYavuz Bülent BakilerYavuz Sultan SelimYağmur Şiirleri BercestemYağız GönülerYaşar MiraçYaşar Nabi NayırYaşar Nezihe BükülmezYaşar Nezihe HanımYehuda AmihayYelda EroğluYelda KarataşYenişehirli AvnîYevgeni YevtuşenkoYi MenYol/cu/luk Şiirleri BercestemYolanda Prelorenzo de MarinisYorgo SeferisYorgunluk Şiirleri BercestemYosa BusonYu Hsuan ChiYukio TsujiYukon HanımYunus EmreYusuf AlperYusuf AtılganYusuf HayaloğluYusuf HemedâniYusuf Ziya OrtaçYusuf Özkan ÖzburunYves BonnefoyYücel KayıranYüksel ÖzoğuzYıldız TilbeYılmaz ArslanYılmaz ErdoğanYılmaz GüneyYılmaz OdabaşıYılmaz OdabaşıZabi HamisZafer Ekin KarabayZafer YalçınpınarZafer ŞenocakZafer ŞıkZambak Şiirleri BercestemZareh YaldızcıyanZareh YaldızcıyanZaver BiberyanZbigniew HerbertZehra BetülZehra KayaZekeriya TâmirZeki BuldukZeki Ömer DefneZeliha BalamurZeliha EliaçıkZerrin TaşpınarZeynep AltıokZeynep DidemZeynep el-MeriyyeZeynep Elif ArkanZeynep Güngör KayaZeynep KamilovZeynep KöylüZeynep Nazan BostanZeynep Sevde PaksuZeynep Tuğçe KaradağZeynep UzunbayZihni HazinedaroğluZinaida GippiusZiya AlpayZiya AvşarZiya GökalpZiya Osman OabaZiyâ MuvahhidZiyâ PaşaZuhâl YılmazZvonko MakovićZühal ÖzaydınZüleyha YılmazZülfü LivaneliZümra Zülal ÇalışÂgâhîÇay Şiirleri BercestemÇelik GülersoyÇetin AltanÇisel OnatÇiğdem DürüşkenÇiğdem SezerÇiğdem TaluÇocuk/luk Şiirleri BercestemÖ. Faruk PekuzÖlüm İle İlgili AyetlerÖlüm İle İlgili HadislerÖlüm Şiirleri BercestemÖmer AsanÖmer Bedrettin UşaklıÖmer DoğanÖmer ErdemÖmer ErtürkÖmer Faruk DönmezÖmer Faruk HatipoğluÖmer Faruk ToprakÖmer Ferid KamÖmer HayyamÖmer Lütfi MeteÖmer NazmiÖmer ÇelikÖmer ŞişmanÖmür DediğinÖnder YılmazÖtkir HaşimovÖzcan YalımÖzcan ÜnlüÖzdemir AsafÖzdemir İnceÖzge DirikÖzgür BallıÖzkan MertÖzlem SezerÖzlem ÇiçekÜlkü TamerÜmid GurbanovÜmit AydınÜmit KıvançÜmit Yaşar OğuzcanÜmit Zeynep KayabaşÜmran AyÜryanÜsküplü İshâk Çelebiİbn-i Haldunİbn-i Hazmİbn Umeyrİbn Şucâİbrahim Alaeddin Beyİbrahim Alâettin Gövsaİbrahim Baştuğİbrahim Berberİbrahim Halil Baranİbrahim Karacaİbrahim Karagülİbrahim Kirasİbrahim Ormancıİbrahim Paşalıİbrahim Sadriİbrahim Sarışınİbrahim Soyluİbrahim Tenekeciİbrahim Tenekeci Şiirleri Bercestemİbrahim Tökelİbrahim Tırsîİbrahim Çolakİbrâhim Râşid Efendiİbrâhîm Nâcîİdris Ekinciİdris Mahfi Erenlerİdris Özyolİhsan Denizİhsan Fazlıoğluİhsan Fikret Biçiciİhsan Yüceİhsan Ürenİhtiyarlık Şiirleri Bercestemİkrime Karaİkyu Socunİlayda V.İlber Ortaylıİlhami Atmacaİlhami Bekirİlhami Eminİlhami Çiçekİlhan Berkİlhan Demiraslanİlhan Geçerİlhan Şevket Aykutİliyya Ebû Mâdîİlker Pamukçuİlker İşgörenİmam Aygünİmam Bûsîrîİmam Şâfiîİmam Şâfiîİmparator Shotokuİmre Madachİmrul Kaysİmâduddîn-i Nesîmîİnan Arslanboğanİnci Aralİncilİndeksİngeborg Bachmannİnnokenti Annenskiİntihar Şiirleri Bercestemİpek Ertürkİrem Nasİsa Karaaslanİshak Meşbeşeİskele Şiirleri Bercestemİskender Palaİsmail Erünsalİsmail Hakkı Altuntaşİsmail Hami Danişmendİsmail Haydar Aksoyİsmail Keskinİsmail Kılıçarslanİsmail Uyaroğluİsmet Binarkİsmet Zeki Eyuboğluİsmet Özelİsolde Kurzİstanbul Şiirleri Bercestemİvan Buninİzumi Şikibuİzzet Göldeliİzzet Sarayliçİzzet Yaşarİçikava HanımŞaban AbakŞaban Teoman DuralıŞafak TarhanŞafak TemizŞahan ÇokerŞahap SıtkıŞahin UçarŞahnur BilgiŞakir ÖzüdoğruŞavkar AltınelŞefik CebrîŞehmus AyŞemsi BelliŞemsi PaşaŞem‘ u Pervâne Mum ile Pervane Şiirleri BercestemŞeref BilselŞeref HanımŞerif ErginbayŞerko BekesŞevket SeydialioğluŞeyda MohammediŞeyh GalibŞeyhmus DikenŞeyhülislam Yahya EfendiŞibumiŞinasi ÖzdenŞinasi ÖzdenoğluŞinâsiŞirazeŞirin MehranŞirin TatlıŞirin ÇevikŞota NişnianidzeŞule GürbüzŞükran BelenŞükran KurdakulŞükrü ErbaşŞükrü HatunŞükrü KaracaŞükûfe Nihal Başar

© 2025 Şiir Antolojim.

Made with by Graphene Themes.