Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi

Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi

Saltanat didükleri ancak cihân gavgasıdur
Olmaya baht ü saâdet dünyada vahdet gibi

Ko bu ıyş u işreti çünkim fenâdur âkibet
Yâr-i bâki ister isen olmaya tâat gibi

Olsa kumlar sayısınca ömrüne hadd ü adet
Gelmeye bu şîşe-i çarh içre bir sâat gibi

Ger huzur itmek dilersen ey Muhibbî fâriğ ol
Olmaya vahdet makamı kûşe-i uzlet gibi

Muhibbî

Cihânı hiçe satmakdur adı aşk

Cihânı hiçe satmakdur adı aşk
Döküp varlığı gitmekdür adı aşk

Elinde sükkeri ayruğa sunup
Ağuyı kendü yutmakdur adı aşk

Bela yağmur gibi gökden yağarsa
Başını ana dutmakdur adı aşk

Bu âlem sanki oddan bir denizdür
Ana kendüyi atmakdur adı aşk

Var Eşrefoğlı Rûmî bil hakîkat
Vücudı fâni itmekdür adı aşk

Eşrefoğlu Rumi

Güvercin Gerdanlığı

İbn-Hazm’ın sayfaları beni çok etkiledi; aşkı, sağaltımı kendi içinde
olan, başkaldıran bir hastalık olarak niteliyordu; çünkü bu hastalığa
yakalanan insan sağaltılmayı dilemez; (Tanrı bilir, doğru!) O sabah her
gördüğüm şeyin beni niçin böylesine coşkulandırdığını, aşkın, Ancira’lı
Basilio’nun da söylediği gibi, insanın içine niçin gözlerinden girdiğini ve
-şaşmaz bir gösterge- böyle bir hastalığa yakalanan kimsenin niçin aşırı bir
sevinç gösterdiğini, aynı zamanda niçin (o sabah benim yaptığım gibi) kendi
kendine olmak istediğini ve yalnızlığı yeğ tuttuğunu, çevresindeki öteki
olayların büyük bir tedirginlik ve insanın dilini bağlayan bir şaşkınlığa yol
açtığını anladım… İçtenlikli bir sevdanın, sevdiğini görmesi engellendiği
zaman sararıp solduğunu, sonunda yatağa düştüğünü, bazan hastalığın beyne
egemen olduğunu, bu duruma gelen kimsenin aklını yitirip abuk sabuk şeyler
söylediğini okuyunca korkuya kapıldım (henüz o aşamaya gelmediğim açıktı;
çünkü kitaplığı keşfettiğimiz sırada zihnim oldukça uyanıktı). Ama hastalığın
kötüye gittiği zaman ölüme yol açabileceğini kaygıyla okudum ve kendi kendime,
kızın bana verdiği sevincin, ruhun sağlığına gereken ilgiyi göstermeksizin,
bedenin yüce bir biçimde kurban edilmesine değip değmeyeceğini sordum.

(…)

Daha sonra, Ermiş Hildegard’ın bazı sözlerinden o gün duyduğum ve
kızın yokluğundan kaynaklanan tatlı acı duygusuna yorduğum hüznün, cennetteki
o uyumlu ve kusursuz durumundan ayrılan bir insanın duyduğu duyguya tehlikeli
bir biçimde benzediğini, bu “nigra et amara” karasevdanın, yılan ıslığından ve
Şeytan’ın esininden doğduğunu öğrendim. Bu görüşe onun gibi bilgili olan
kafirler de katılıyordu çünkü Ebu Bekir Muhammed ibn Zekeriyya er-Razi’ye
yorulan satırlar ilişti gözüme: Er-Razi, Liber continens’de sevi hüznünü,
kurbanını tıpkı bir kurt gibi davranmaya iten kurt hastalığıyla bir tutuyordu.
Tanımı boğazımı sıktı: Sevdalıların önce dış görünüşleri değişime uğruyordu;
görme yetileri azalıyor, gözleri çukurlaşıyor, gözyaşları tükeniyor, dilleri
yavaş yavaş kuruyor ve üstünde kabarcıklar beliriyor, tüm gövdeleri kurumuş,
sürekli susuzluk çekiyorlardı; o zaman bütün günlerini yüzükoyun yatarak
geçiriyorlar, yüzlerinde ve kaval kemiklerinde köpek ısırığına benzer izler
beliriyor, sonunda geceleri tıpkı kurtlar gibi mezarlıklarda dolaşıyorlardı.

Umberto Eco / Gülün Adı

Bir Karı – Kocanın Serüveni

Arturo Massolari işçiydi, sabah altıda sona eren gece vardiyasında çalışıyordu. Eve dönmek için güzel havalarda bisikletle, yağışlı aylarda ve kışın da tramvayla uzun bir yol giderdi. Eve altı kırk beşle yedi arasında, yani karısı Elide’nin çalar saatinin çalmasından bazen az önce, bazen de az sonra varırdı.

İki gürültü: çalar saatin sesiyle, kapıdan giren ayakların sesi çoğu kez Elide’nin zihninde birleşir, uykusunun, yüzü yastığa gömülü, daha birkaç saniye tadını çıkartmaya çalıştığı tıkız sabah uykusunun derinliklerinde yakalardı onu. Sonra birden yataktan fırlar, saçları gözlerinin önünde kör gibi kollarını sabahlığa geçiriverirdi. Mutfakta, işe götürdüğü çantadan boş kapları çıkartıp sefertasını, termosu musluğun içine koymakta olan Arturo’nun karşısına böyle çıkardı. Arturo ocağı yakmış, kahveyi koymuş olurdu. Arturo ona bakar bakmaz, Elide’nin içinden bir elini saçlarına götürmek, gözlerini iyice açmak gelirdi, eve dönen kocasının kendisini hep böyle dağınık, yarı uykulu görmesinden sanki biraz utanırdı. Birlikte uyuduklarında böyle olmazdı, sabah ikisi birlikte uyku mahmurluğunu atmaya çalışır, aynı durumda olurlardı.

Bazen de çalar saatin çalmasından bir dakika önce elinde kahve fincanı, Arturo odaya girip onu uyandırırdı, bu durumda her şey daha doğal olurdu, uykudan sıyrılma tatlı bir tembelliğe bürünürdü, gerinmek için kalkan çıplak kollar en sonunda onun boynuna dolanırlardı. Sarılırlardı birbirlerine. Arturo’nun üstünde su geçirmez montu olurdu, buna değince havanın nasıl olduğunu anlardı kadın: nemli ya da soğuk oluşuna göre yağmur mu yağıyordu, sis mi vardı, kar mı yağıyordu anlardı. Ama yine de sorardı ona: “Hava nasıl?” O ise her zamanki gibi yarı alaycı, anlatmaya koyulurdu, sondan başlayarak karşılaştığı aksilikleri sıralardı, bisikletle gelişini, fabrikadan çıktığında havanın, bir akşam önce fabrikaya gidişteki havadan değişik olduğunu, işle ilgili sorunları, işyerindeki dedikoduları anlatıp dururdu.

O saatte ev yeteri kadar ısıtılmamış olurdu hep, ama Elide soyunur, biraz ürpererek banyoda yıkanırdı. Arkasından Arturo gider, daha telaşsız soyunur, o da yıkanırdı ağır ağır, işyerinin kirini pasını atardı üstünden. İkisi de yarı çıplak, biraz üşüyerek aynı lavabonun başında dururlar, arada itişir, birbirlerinin elinden sabunu, diş macununu kaparlar, bir yandan da birbirlerine söyleyeceklerini söylemeyi sürdürürlerdi, sonra yakınlaşma zamanı gelirdi, kimi kez sırayla sırtlarını ovalamaya yardım ederlerken, araya okşamalar girer, birbirlerine sarılırlardı.

Ama birden Elide, “Saat kaç olmuş,” der, koşup acele ayakta jartiyerini takar, etekliğini giyerken, fırçayı saçlarında aşağı yukarı dolaştırır, dudakları arasında tokalar, yüzünü komodinin aynasına yapıştırırdı. Arturo peşinden gelirdi, bir sigara yakmış olurdu, ayakta durur, sigarasını içerek ona bakardı, her seferinde de hiçbir şey yapamadan orada durmanın sıkıntısını yaşadığı görülürdü. Elide hazırdı artık, paltosunu koridorda giyerdi, öpüşürlerdi, kapıyı açmasıyla merdivenlerden aşağıya indiğinin duyulması bir olurdu.

Arturo tek başına kalırdı. Elide’nin topuklarının basamaklardaki sesini dinlerdi, artık duyulmaz olunca da, hızlı adımların avludan, dış kapıdan geçip kaldırımdan tramvay durağına gidişini zihninden izlemeyi sürdürürdü. Tramvayın gıcırtısını, durmasını, her yolcu binişinde basamağın çıkarttığı sesi iyice duyardı. “Tamam bindi,” diye düşünür, her günkü gibi onu fabrikaya götüren ‘on bir’ numaranın kadınlı erkekli işçi kalabalığı arasına sıkışmış karısını görürdü. Sigarayı söndürür, pencerenin panjurlarını kapatırdı, karanlık olurdu, yatağa girerdi.

Yatak Elide’nin kalktığında bıraktığı gibi olurdu, ama onun, Arturo’nun tarafı neredeyse bozulmamış, sanki yeni yapılmış gibi olurdu. Arturo önce kendi tarafına iyice uzanır, ama sonra bir bacağını öteye, karısının sıcaklığının kaldığı yere uzatırdı, sonra öbür ayağını da uzatırdı oraya, böylece yavaş yavaş Elide’nin tarafına, hala karısının bedeninin biçimini koruyan o ılık çöküntüye geçer, yüzünü onun yastığına, kokusuna gömer, uykuya dalardı.

Akşam Elide döndüğünde, Arturo bir süredir odalarda dolaşıyor olurdu, ocağı yakar, pişmesi için bir şey koyardı. Yatağı düzeltmek, biraz ortalığı süpürmek, yıkanacak kirlileri banyoya götürmek gibi kimi işleri, yemekten önceki bir iki saat içinde o yapardı. Elide hiçbirini beğenmezdi, ama doğrusunu söylemek gerekirse bu nedenle daha fazla çaba göstermezdi o; onun yaptığı bir tür bekleme töreniydi, evin duvarları arasında kalsa da, dışarıda ışıklar yanınca, kadınların akşamları alışveriş yaptıkları mahallelerin o saatle bağdaşmayan kalabalığına karışarak dükkanlara uğramakta olan karısını, bir tür karşılamaydı.

Sonunda merdivende ayak sesini duyardı, sabahkine benzemezdi, daha ağır olurdu, çünkü gün boyunca çalışmanın yorgunluğu içindeki Elide, eli kolu paket yüklü tırmanırdı merdiveni. Arturo sahanlığa çıkar, elinden paketleri alır, konuşarak içeri girerlerdi. O paketleri açarken, kadın paltosunu çıkartmadan kendini mutfaktaki bir iskemlenin üstüne atardı. Sonra, “Hadi bakalım iş başına,” deyip yerinden kalkar, paltosunu çıkartır, ev entarisini giyerdi. Yemeği hazırlamaya koyulurlardı: ikisi için akşam yemeğini, gece yarısından sonra bir paydosu için erkeğin götüreceği kahvaltılığı, kadının ertesi gün fabrikaya götüreceği öğle yemeğini, ertesi sabah erkek kalktığında hazır olması gerekenleri.

Kadın biraz iş görür, biraz hasır iskemlede oturur, erkeğe ne yapması gerektiğini söylerdi. Erkek o saatte dinlenmiş olurdu, dört döner, hatta her işi yapmak isterdi, ama hep biraz dalgın, aklı başka yerde olurdu. Bu sıralarda, zaman zaman çatışmalarına, ağızlarından çirkin bir sözcüğün çıkmasına ramak kalırdı, çünkü kadın erkeğin yaptığı işe daha dikkat etmesini, daha özen göstermesini ya da kendisine daha bağlı, daha yakın, daha destek olmasını isterdi. Onun ise, kadının dönmüş olmasının ilk coşkusu geçtikten sonra aklı evin dışına kayar, gideceği, acele etmesi gerektiği düşüncesine takılırdı.

Masa hazırlandıktan, her şey, bir daha kalkılmayacak biçimde yerine koyulduktan sonra, ikisini de, bu kadar az bir arada olabilmenin yıkımı kaplar, el ele tutuşmak isteği, kaşıkları ağızlarına götürmelerini neredeyse engellerdi.

Ama daha kahvenin hepsi bitmeden erkek, her şeyin yerli yerinde olup olmadığına bakmak için bisikletin arkasında olurdu. Kucaklaşırlardı. Arturo ancak o zaman anlardı sanki, karısının nasıl yumuşak, ılık olduğunu. Ama bisikletin borusunu omzuna yüklenip dikkatle merdivenlerden inmeye başlardı.

Elide bulaşığı yıkar, evi tepeden tırnağa gözden geçirip kocasının yaptığı işlere başını sallayarak bakardı. Şimdi o, az sayıda lambanın bulunduğu karanlık sokaklarda yol alıyordu, belki de havagazı deposunu geçmişti bile. Elide yatağa gider, ışığı söndürürdü. Kendi tarafına uzanırdı, bir ayağını kocasının yerine doğru uzatırdı onun sıcaklığını duymak için, ama her seferinde kendisinin yatmakta olduğu yerin daha sıcak olduğunu fark ederdi, Arturo’nun da burada yatmış olduğunu anlardı ve büyük bir sevecenlik kaplardı içini.

Italo Calvino

Çağrılmayan Yakup

Kurbağalara bakmaktan geliyorum, dedi Yakup
Bunu kendine üç kere söyledi
Onlar ki kalabalıktılar, kurbağalar
O kadar çoktular ki, doğrusu ben şaşırdım
Ben, yani Yakup, her türlü çağrılmanın olağan şekli
Daha hiç çağrılmadım
Biri olsun “Yakup!” diye seslenmedi hiç
Yakup!
Diye seslenmedi ki, dönüp arkama bakayım
Ve içimden durgun ve çürük bir suyu düşüreyim
Ceplerimdeki eskimiş kağıt parçalarını atayım
Sonra bir güzel yıkanayım da.
Ben size demedim mi.

Evet, kurbağalara bakmaktan geliyorum
Sanki böyle niye ben oradan geliyorum
Telaşlı, aç gözlü kurbağalara
Bakmaktan
Bilmiyorum
Bilmiyorum, bilmiyorum
Ben, yani Yusuf, Yusuf mu dedim? Hayır, Yakup
Bazen karıştırıyorum.

Bazen karıştırıyorum ya, çok uzun bir gündü
Sonra bu çok uzun günün sıcak bir günü
Kediler kırmızı alevler halinde koşuyordu
Onlar işte hep boyuna koşuyordu
Birileri çıkıyordu ordan burdan

Hiç çıkmamak halinde ve ölgün
Birileri çıkıyordu
Geceden kalma bir lamba yanıyordu, açık
Bir pencerenin sokağa doğru içinde
Bu uyum korkunçtur Yakup!
Yakubun olması korkunçluğudur bu
Dünyanın insana doğru içinde
Yakup, Yakup!
Burdayım, yani ben.. evet, geliyorum
Lambayı söndürmesinler, geliyorum
Siz bütün lambaları yakın, evet
Ben, yani Yusuf, Yusuf mu dedim? hayır, Yakup
Bazen karıştırıyorum.

Ve kendine bilinmeyenler yaratan Yakubum ben, iyi ya
Durduğum bir gündü, diyorum, bütün ilgiler sizin olsun
Her türlü bir şeyler sizin olsun, ben artık
Hep böyle istiyorum, ayıp değil ya
Durduğum bir gündü, diyorum, yüzümü göğe doğurduğum
Bir gündü ve yaşar gibi kaldığım bir yaşama içinde
Ve yollarda ölü baykuşlar bulduğum
Bir ölünün günü boyayan renginde
Çürük evler bulduğum, içleri sonsuz kayalar
Kayalardan dondurmalar sorduğum
Ben, yani Yakup, Yakubun hiç çağrılmamış şekli
Kim bilir ne diyordum
(Kim bilir ne diyordu bir baykuş yaratıldığına
Bir baykuş tarafından
Ve bütün baykuşlar o bütün baykuşların arasında ne oluyordu
Ben ne oluyordum.)

Bütün iskemleler ağır ve hastalıklı
Bir gidip bir geliyordum kendime aptallaşarak
Bunu Yakup söyledi
Dedi ki, çünkü herkes Yakubu yaşıyordu, bense
Çöllerden ve kızgın güneşlerden icatlar yapıyordum
Kızgın kağıtların üstüne
Ve alevler halinde dünya bana dokunuyordu
Ve ayakta soğuk bir bira içmiş kadar bir anlamım oluyordu bazen
Oluyordu ve bir de
Bir otobüse bindiğim, biletçinin bilet bile kesmek istemediği ben
Kendimi koruyordum
Bunu bana Yakup söyledi
Öyle bir Yakup ki bu, onca din kitaplarının sözünü bile etmediği
Kimsenin sözünü bile etmediği bir Yakup
Ben
Bunu hep biliyorum
Bunu hep biliyorum ve işte
Özgürüm, cezasız duruyorum.

II

Kurbağalara bakmaktan geliyorum
Dedi Yakup, bunu kendine üç kere söyledi
Telaşlı, açgözlü kurbağalara
Bakmaktan geliyorum. Ben sanki Yusuf
Ve Yusuf değil
Her gün bir tahtaboşta asılı duruyorum
Ve durmuyorum. Ben işte Yakup
Yok artık karıştırmıyorum.

Taş merdivenleri ağır ağır çıktım, bunu ben böyle yaptım
Eski taş merdivenleri. Yanımdan bir sürü adam
Geçti ve kolayca gittiler
Müzik aletleri renginde ve pırıl pırıl gittiler
Yanan güneşin altında
Onlar ki.. onlara benzer şeyleri ben çok gördüm
Ve onlar bir zamanı tamamladılar, öyle yaptılar
Ve sordum
Yakup daha başka nasıl bir Yakup olsun
Ve onlar daha başka nasıl bir onlar olsunlar ki
Yakup ve onlar nasıl olsunlar. İşte ben taş merdivenleri
Kurbağalara bağlayan taş merdivenleri
Durmadan kendimle karıştırıyordum
Kimse beni tutup çıkarmıyordu
Vıcık vıcık taşlar duyuyordum ayaklarımın altında
Anlamsız, yapışkan bir yığın taşlar
Yoruldum! bunu sanki biri söyledi
Yakubun biri
Ara katta bir pencerenin önüne ancak gelebildim
Kendime bir isim düşünerek
Birden ki bir isim düşünerek kendime. Hayır bu kimse değil
Ancak gelebildim

Aşağıda bir luna park kımıldıyordu. Ah kurbağalara bakmam gecikecek
Lunapark kımıldıyordu, hem öyle değil
Bu uyum korkunçtur Yakup
Bir yokluğun kımıldamaya doğru içinde
Ve sen ki böyle tanımlanırsan Yakup
Yakuup!
Bir şey ki seni çağırıyor, o şimdi ne olmalı
Gene bir Yakup olmalı bu, Yakup
Kurbağalara bakman gecikecek, bunu ben nasılsa söylüyorum
Nasılsa ben bunu bir kere söylüyorum
Günşse kırmızı top taşıyan bir adamın tahta bacağını çok yakıyordu ki
Adam içinden bağırdıkça dünya
Ters yönden yaratılıyordu, diyebilirim
Bir öğle üzeriydi adamın içindeki kalp
Kan kalp
Kırmızı top
Yakıcı dönüşümler çıkaran
Belli ki susmak yaratılmamış şekliydi dünyanın
Öyle değil mi Yakup
Hemen hemen öyleydi, Yakup bunu söyledi
İyi ki söyledi. Ara katta bir pencerenin önüne ancak gelebildim
Şimdi bir kurtarabilsem ayaklarımı
O benim ayaklarımı.. taşlardan
Bir kurtarabilsem
Saat on ikiyi gösteriyordu ki, ben nerdeydim
Bir zamansızlığın Yakuba doğru içinde
Saat on yediyi ve yirmi biri
Gösteriyordu ki, ben nerdeydim
Her saniyedeki ve işte her saniyedeki
Ben, yani Yakubun o dağılgan şekli
Nerdeydim.

Bilmem ki. Bir avukat benim ellerimi tuttu. Gözlüklü bir kadındı bu, iyi mi
Kim bilir bir çağın neresinden burada. Anlaşılması
Yoktu ki. Kendine özgü bir duruşu
Yoktu ki. Pek güçlü kolları vardı yalnız
Ne diyordum, ben işte Yakup
Çekiverdi beni taş hamurun içinden
Pek öyle gürültüyle değil
Bir başka yapışkanlığın içine
Çekiverdi beni
Göğüsleri pek hoştu, ipekli bir giysinin altındaydı onlar
Sonra elleri ve kalçaları pek hoştu
Kılların ve bütün oynak yerlerin ölümlere doğru içinde
Bacaklarıyla bir şeyler bir şeyler bir şeyler yapıyordu artık
Onu ben çok iyi görüyordum. Ama çarşaflar, öyle bir takım kıpırdanmalar araya
giriyordu
Engelliyordu bizi
Ter içindeydik. Ellerimden çekiyordu. Ter içindeydik
Beni kurtarmak istiyordu, bir isim gibi Ben’i
Ter içindeydik
Terlerimiz üstümüzde duruyordu, yıkanmış yeni kaplar gibiydik
Üstümüzde ölgün ve kararsız su tanecikleri bulunan
Biz Yakup
Biz gözlükten, taş hamurdan ve beyaz çarşaflardan
Ve biraz hiç çağrılmamaktan yapılmış
Kurbağalara geldik.

III

Kurbağalara bakmaktan geliyorum
Dedi Yakup, bunu kendine üç kere söyledi
Masalarda oturmuşlardı. Ben oradan geliyorum
Yazı makineleri, kağıt sesleri
Ben oradan geliyorum.

Önce bir kenarda durdum, hiç kimse beni çağırmadı
Sonra bir yer bulup oturdum. Hadi bir sigara içeyim dedim
Olmaz, dedi mübaşir kılıklı kurbağanın biri
Belli ki yeni tıraş olmuştu, bana yakasından bir kopça eksik gibi geldi
Öyleyse peki, dedim, ayağa kalktım, şöyle bir duvara dayandım
Bu kez de duvarlarda sanki duvarca bir sözdizimi
Olmaz ki, Yakup!
Peki Yakup ne yapsın, bu aklımdan bile geçmedi
Herkesin durduğu bir yere gittim. Ben Yakup
Ya onlar kimdi
Aralarına aldılar beni. Artık ben hiçbir şey göremiyordum
Biri bir şeyler söylüyordu yalnız, yüksekçe bir yere oturmuş
Onu ben duyuyordum
Duyuyordum, sesi başımın üstünden dünyaya yayılıyordu
Ve “Yakup” sesini ancak anlıyordum. Yakubun ötesinde
Birtakım sözler ediliyordu, onları ben anlamıyordum
Anlamıyordum ama, iyi sözler söylemiyorlardı benim için
Sonra bir şey daha vardı anlamadığım: yani ben neydim ki, ne yapmış olmalıyım
Ben, yani Yakup
Dedim ki kendi kendime, insan ne söylerse söylesin
Ve ne yaparsa yapsın, öyle değil mi
Bütün bunlar bir bir kalacaktır yaşamanın içinde
Diye düşündüm ya ben
Ben, yani Yakup
Bütün gücümle bunu bağırdım
Ben ki bağırdım işte, bütün kurbağalar bir olup beni dışarı çıkardılar
Bir odaya aldılar beni, ellerime gözbebeklerime
Daha başka yerlerime de baktılar
Sonra bilmiyorum ki, kapıyı gösterdiler bana
Ben, Yakup, beni hiç kimse çağırmadı
Sokağa çıktım, bir sürü yerlerden geçtim. Şimdi
Hatırlıyorum da, bir deniz kıyısında azıcık durabildim
Yosunlar, kumlar, şeytan minareleri
Ve kumlarda katılaşmış kıvrımlar
Bağırdım, bağırdım, bağırdım
Tanrının ayak izleri!
Tanrının ayak izleri!

IV

Kurbağalara bakmaktan geliyorum. Ben Yakup
Bunu Yakup söyledi
Yıkanmış çamaşırlar duruyordu odamın penceresinde
Gök işte bu beyazlıktan azıcık alıp veriyordu, diyebilirim
Bir kırlangıç onu kirletmese
Ki onlar o kadar çok siyahtırlar ki, ben
Onları hiç sevmem
Ve demek ki benim odamda hiç kimseler yoktur
Odamın düşünülmesi halinde bile
Kimseler yoktur
Biri sanki çarşıya çıkmıştır sürekli bir biçimde
Ve biraz da çarşılar
Ve durmadan satılan o kırık dökükler bitmez ki
Bitmesin
Çünkü bir gün bir boy aynası satın almak istiyorum ben
Kirli ve eski
Bir at arabasının aynaya doğru büyüyen içinde
Onu ben taşıtmak istiyorum, caddelerin
İntiharlara doğru büyüyen içinde
Ben, yani Yakup
Kurbağalara bakmaktan geliyorum işte
Açgözlü, mor kurbağalara
Akşama doğru bir dilim ekmek yiyeceğim belki
Bir bardak da süt içeceğim. Sonra
Bir güzel uyumak istiyorum, bütün gün çok yoruldum
Ben
Gözlükten, taş hamurdan ve çarşaflardan
Ve biraz hiç çağrılmamaktan yapılmış Yakup
Uyumak istiyorum.

Ve sabah bunları bir bir kendime anlatacağım
Yakubun gene bir yokluğa doğru büyüyen içinde.

Edip Cansever

Aşk

Aşkı konuşmak için dudaklarımı kutsanmış ateşle temizledim, ama hiçbir sözcük bulamadım.

Aşktan haberdar olduğumda sözler cılız bir hıçkırığa dönüştü, yüreğimdeki şarkı derin bir sessizliğe gömüldü.

Ey bana gizlerinin ve mucizelerinin varlığına inandığım Aşk ‘ı soran sizler,
Aşk peçesiyle beni kuşattığından beri ben size aşkın gidişini ve değerini sormaya geliyorum.

Sorularımı kim yanıtlayabilir? Sorularım kendi içimdeki için; kendi kendime cevaplamak istiyorum.

İçinizden kim içimdeki benliği bana ve ruhumu ruhuma açıklayabilir?

Aşk adına söyleyin, yüreğimde yanan, gücümü tüketen ve isteklerimi yok eden bu ateş nedir?

Ruhumu kavrayan bu yumuşak ve kaba gizli eller nedir; yüreğimi kaplayan bu acı sevinç ve tatlı keder şarabı nedir?

Baktığım bu görünmeyen, merak ettiğim açıklanamayan, hissettiğim hissedilemeyen şey nedir? Hıçkırıklarımda kahkahanın yankısından daha güzel, sevinçten daha mutluluk verici bir keder var.

Neden kendimi beni öldüren ve sonra şafak sökene kadar tekrar dirilten, hücremi ışığa boğan bu bilinmeyen güce veriyorum?

Uyanıklık hayaletleri kurumuş gözkapaklarımın üstünde titreşiyor ve taştan yatağımın etrafında düş gölgeleri uçuşuyor.

Aşk diye seslendiğimiz şey nedir? Söyleyin bana, bütün anlayışlara sızan ve çağlarda gizli olan o sır nedir?
Başlangıçta olan ve herşeyle sonuçlanan bu anlayış nedir?

Yaşam ‘dan ve Ölüm ‘den, Yaşam ‘dan daha acayip, Ölüm ‘den daha derin bir düş oluşturan bu uyanıklık nedir?

Söyleyin bana dostlar, içinizde Yaşam ‘ın parmakları ruhuna dokunduğunda Yaşam uykusundan uyanmayan biri var mı?

Yüreğinin sevdiğinin çağrısıyla babasından ve annesinden vazgeçmeyecek kimse var mı?

İçinizden kim ruhunun seçtiği kişiyi bulmak için uzak denizlere açılmaz, çölleri aşmaz, dağların doruğuna tırmanmaz?

Hangi gencin yüreği tatlı nefesli, güzel sesi ve büyülü dokunuşlu elleriyle ruhunu kendinden geçiren kızın peşinden dünyanın sonuna gitmez?

Hangi varlık dualarını bir yakarış ve bağış olarak dinleyen bir Tanrı ‘nın önünde yüreğini tütsü diye yakmaz?

Dün kapısından geçenlere Aşk’ın sırları ve değeri sorulan tapınağın girişinde durmuştum. Ve önümden çok zayıflamış, yüzü hüzünlü yaşlı bir adam iç çekerek geçti ve şöyle dedi:
‘Aşk bize ilk insandan beri bağışlanmış bir güçsüzlüktür.’

Yiğit bir genç karşılık verdi:
‘Aşk bugünümüzü geçmişe ve geleceğe bağlar.’

Ardından kederli yüzlü bir kadın hıçkırarak şöyle dedi:
‘Aşk cehennem mağaralarında sürünen kara engereklerin ölümcül zehiridir.
Zehir çiy gibi taze görünür, susuz ruhlar aceleyle içer onu; ama bir kere zehirlenince hastalanır ve yavaş yavaş ölürler.’

Sonra gül yanaklı bir kız gülümseyerek dedi ki:
‘Aşk Şafak ‘ın kızları tarafından sunulan ve güçlü ruhlara güç katıp onları yıldızlara çıkaran bir şaraptır.’

Ardından çatık kaşlı, kara giysili, sakallı bir adam geldi:
‘Aşk gençlikte başlayıp biten kör cahilliktir.’

Bir başkası gülümseyerek açıkladı:
‘Aşk insanın tanrıları mümkün olduğunca fazla görmesini sağlayan kutsal bir bilgidir.’

Sonra yolunu asasıyla bulan kör bir adam konuştu:
‘Aşk ruhlardan varlığın sırlarını gizleyen kör edici bir sistir;
yürek tepeler arasında sadece titreşen arzu hayaletlerini görür ve sessiz vadilerin çığlıklarının yankılarını duyar.’

Çalgısını çalan genç bir adam şarkı söyledi:
‘Aşk ruhun çekirdeğindeki yangından saçılan ve dünyayı aydınlatan bir ışıktır.
Yaşam ‘ı bir uyanışla diğeri arasındaki güzel bir düş olarak görmemizi sağlar.’

Ve paçavraya dönmüş ayaklarının üzerinde sürüklenen güçsüz düşmüş çok yaşlı bir adam titrek bir sesle şunları söyledi:
‘Aşk mezarın sessizliğinde bedenin dinlenmesi, Sonsuzluk ‘un derinliklerinde ruhun huzura ermesidir.’

Ve onun ardından gelen beş yaşındaki bir çocuk gülerek dedi ki:
‘Aşk annemle babamdır, onlardan başka kimse bilmez aşkı.’

Ve böylece Aşk’ı tarif eden herkes kendi umutlarını ve korkularını bıraktı önüme sır olarak.

O anda tapınağın içinden gelen bir ses duydum:
‘Yaşam iki yarıya ayrılmıştır: biri donar, biri yanar; yanan yarı, Aşk ‘tır.’

Bunun üzerine tapınağa girdim, sevinçle diz çökerek dua ettim:
‘Tanrım, beni yanan alevin besleyicisi yap…
Tanrım beni kutsal ateşine at…’

Halil Cibran

Var

Şu senin bulutsu sesin var ya
Uçtan uca tersyüz ediyor geceyi

Yataklar var konuşmak için
Öpüşmek için telefon kulübeleri

Güneşler var, yıldızlar, samanyolları,
Karpuzlar gümbür gümbür kapılarda.

Tanrılar sofrası amma karanlık
Yiyemem tek lokma yiyemem orda.

Şu senin tutkulu sesin var ya:
Ortak güzellik artı yara izi.

Tutar ellerinden kaldırırsın
Adı kötüye çıkmış tüm sözcükleri.

Yeni törenler gerek bize
Yeni törenler -kimi zaman en eski.

Dert etme, bütün dilleri içerir
Bitki konumu, küçükbaş hayvan sesi.

Şu senin dolayık sesin var ya
Dondurma yiyen gürbüz bir kız gibi müstehcen,

Balkon demirine dayalı bir arka kadar şakacı,
İlk doyumdaki gibi yeşil elma tadında,

Kimlik denetimi yaptıktan sonra
Resimli roman okuyan bir er gibi giderici.

Şu senin alçaktan sesin var ya
Pencereler var burnumun kemiğinde sızı.

Aşklar var unutulmamak için,
Boğulmak için ilk sevgili.

Cemal Süreya

Bengal

gözlerime yükledim seni gözlüğüm tutuştu
omurgası çatladı zamanın gelecekten düşünce
onu götürdüğ’müz hastanenin
en acil servisinde
o bal rengi bacaklarına dinamitlendi içim
küçüğüm, küçük kadınım
transistörlü radyomda geceler boyu aradığım
bir gidip bir gelen
yitik bir uzun dalga istasyonu gibisin
nisan
evet o mırmoruk nisan şemsiye sürüleri düşler
peynir ekmek sesine uyanırken pomfuruk mayıs
alev halkalı küpelerini sıyırırsın gülümseyerek

evden kaçan Bengal kaplanlarının
sıçrayarak içinden geçtiği küpelerin

en son onlar yoldan çıkar ve kınalı aralığı ağzının
küçüğüm, küçük kadınım
yanında, teninde ve kahkaha çiçeklerinde
içlerinde sıkışıp kaldığım saat camlarının
tüy bahçendeki cin saçlarının
ve çeliğin üstündeki diş izlerinin
ve yaklaşan ölümün kaçınılmazlığında
bir yumuşakça gibi saklarım altmış dört yaşımı
güneşten

küçüğüm, küçük kadınım
sevdamız çıngıraklar ve alarmlar günlüğü
sürekli deri değiştiren
ve sıyrılan etekler kitabında ben
ilkbahar bankası soygunlarına giderim
küçüğüm, küçük kadınım
dudağını dayadığın o buzlu camlara
hohluyorum
aramızdaki kırk beş yaş farkı
ve ellerimi
yıldızlarının üstüne koyuyorum

( dring.. drong..
dring.. drong..
sayın ziyaretçiler
huzurevimize gonca gül sokulmaması
önemle rica olunur
dring.. drong..
dring..
yitik..
bir..
uzun dalga..
istasyonu..)

Akgün Akova

Sıcak Buz

kabarmış hindi çatlatan bakışıyla

geçti sokakların kılcal damarlarından
aşk vurdu onu / artık her şey kırılabilir
ki üstlerine deniz attığı kadınlar
onun adalarından kurtulup
korsan şarkılarını unutana kadar
ağustos öğlelerinde bile
ıpıslak kaldılar

aşk vurdu onu / artık her şey kırılabilir
her şey kırılabilir / su bile

Akgün Akova

Siz bu aşkı haketmediniz!

Ben haketmedim bu aşkı. Siz bu aşkı haketmediniz. Bırakıp düşmanı savaş meydanında ve hatta bir avuç silah arkadaşınızı dahi bırakıp orada dev bir orduya karşı, dişi bir yüreğe kaçacaksınız ha? Düşman dağların ardında silahlarını yağlarken ve uçan kuşu hedef yaparken zulmüne, esrara, zülüfe, şiire, güle ve bülbüle sığınacaksınız öyle mi?

Öyle mi erkek kardeşlerim? Öyle mi kız kardeşlerim? Ne kadar güvendik oysa size. Ben kendime ne kadar güvendim. İstanbul’un ortaya yerinde dolaşırken ne zaman aklıma Malatya gelse, ayak parmaklarımın ucunda yükselip yükselip ufku seyrettim. Ve binlerce inançlı adam ve dahi kadın ve dahi deli beden, avuçlarını kalplerinin üzerinde biriktirip sökmeye hazırlandılar. Söküp atmaya hazırlandılar patlayacak bir sesin, bir çığlığın, bir kahkahanın gösterdiği yöne doğru. Atını çatlata çatlata koşturan bir adam bekledik.

Bir adam bekledik Kayseri’den, Sivas’tan, Diyarbakır’dan, Konya’dan, Bursa’dan. Fakat, ardına taktığı uyuz eşekle birlikte sürüklenen sünepe, miskin ve düşkün adamlar yenilgi haberleri getirdiler sadece. Ve arsız arsız bakıp yüzümüze; “Çeçenistan ne olacak?” diye sordular. Ulan, bin taneniz bir Çeçen etmiyorsunuz; neyi sormaktasın? Ulan, bak etrafına ve gördüğün şeylerden hangisini haketti o korkak kalbin; söyle? Sen kimsin be, sen kimsin? Bırak şu aşk işlerini de önce ismini hatırla! İsimsiz bir aşk, renksiz bir aşk, kokusuz bir aşk, ateşsiz bir aşk, sıvı bir aşk nasıl yarışabilir Ferhat ve Şirin, Kerem ve Aslı ile?

Yarışamıyorsunuz. Koşamıyorsunuz. Sizi gördüm atlarınızdan düşerken. Sizi gördüm kapaklanmış vaziyette düşmanın önünde. Sizi gördüm, tenhalara pusmuş, ürkek, iğreti. Hangi hakla, yiğit kızlarımızdan birini de tutarak kolundan, ruhundaki şarap mahzenine sürükleyeceksin sen? Senin “aşk” dediğin, zayıf, titrek, hastalıklı, sancılı bir kaç kelime, bir kaç fotoğraftan başka nedir ki? Nasıl bir “aşk”ı olabilir korkak bir askerin, korkak bir mücahidin, korkak bir devrimcinin? Dövüşürken kara aslanlar, kara alınlar, kara kaslar dev ordulara karşı, bine bir, tanka saban bir oranla zaferler yazarken göğüslerine, sen burda, geride, arka planda, kızlarımızla gözgöze geleceksin ha? Utanmadan, sıkılmadan uzanacaksın bir kalbe? Utanmadan sıkılmadan uzanacaksın bir sarı zülüfe, bir göz ucuna?

Bir korkağın aşkı nedir ki? Nedir ki aşkı bir hainin? Annesinin dizi dibinde titreyen bir süt çocuğunun yüreği ne kadar büyüyebilir? Ne kadar dövüşebilir tosuncuklar? Siz bu aşkı haketmediniz. Ve yok bundan sonra beyaz duvarlara kırmızı harflerle ilan-ı aşk yazıları döktürmek. Ne zaman ki zaferi, patlamış bir nar gibi çıkartıp koyar avuçlarımıza Malatya, ne zaman ki uzakları yakın eder Diyarbakır, ne zaman ki yarin nefesi kadar sıcak ve kanımızı kızıştıran müjdeler getirir Sivas, ne zaman ki Kayseri harbiden Kayseri olur; işte o zaman ben de pencerenizin altında durup aşk türküleri mırıldanacağım size bütün gecelerde. Ve siz kulağınızı kamaştıran türkülerimi havada yakalayıp, üfleyeceksiniz sevdiğinizi zülfüne. Bunu haketmiş olacaksınız. Hakettiğiniz gün gelin yanıma. Şimdilik küsüm sizinle. Konuşmuyorum. Ne kapıma, ne kapınıza!

İdris Özyol: