Ney

yaz yıkıldı, sen artık
kalk ve buralardan git
göçen sevdalar ki sorar:
yokluk nerede, küller ne vakit?
soluk ve kırılmış içkilerde
bir bozgun tadı varsa
düşer akşam ve cemşid

güz bir ney’dir, bir gül üfler
……………………ve akik
işler kalbine, dinle!
hangi hüzünler evidir
ve hangi sazlıkta gurbet
gösterir bir kuş şimdi
mesnevî ve ahd-i atik?

sormak güze özgüdür:
o ki der ben miyim
yenilmiş ve yitik
bir yazı olan sevgili?
ki mağrur bir kağıda
düşen en soluk sözcük
……………………ve perçemleri tâlik

Hilmi Yavuz

İşten Değil Aşk

işten değil aşk şiiri yazmak
ilk sözü bir bulsam
mermer desem değil biliyorum
bi dakka desem değil
ceketimi verir misin değil
birden önümde bir yaz günü açılıyor
bahçede kuruyan çamaşırların
yere değdiği
koşup kaldırıyorum uçlarını
eriğin yaprakları değiyor yüzüme
değsin varsın hepsi geçer
nasılsa kuzey buz denizinde
beyaz bir gemi
hatırlıyordur ilk seferini oralara
aşk bir sonbahar kimliğinde
sürdürüyor egemenliğini
birden bir bakıyoruz ki
her şey yerli yerinde
otobüsler tirenler yerinde
dükkânlar yerli yerinde
acılar yerli yerinde
çamaşırlar yerli yerinde.

Turgut Uyar

İstanbul’un Hazan Gazeli

Ne yapacaksın plaj yerlerini
Gidelim kâğıthaneye Sâdabad harabelerine

Şâd etmek için Nedim’in ruhunu
Ağzımızı dayayalım kurumuş çeşmelerine

“Sinemaya gidiyorum” de annene
Cuma namazına gidelim onun yerine

Bakalım hayranlıkla Süleymaniye’ye
Sultanahmed kubbe ve minarelerine

Sahaflarda kitapların sonbaharında
Erelim geçmiş baharın menekşelerine

İstanbul’un kaybolan geçmiş tarihini tabiatını
Son kez tadalım başlamadan ahiret seferine

Dünyadan daha dünya ahiretten ahiret
Bir kent ki benzer divan şairlerinin kasidelerine

Sezai Karakoç

Seyfi Baba

Geçen akşam eve geldim. Dediler:
-Seyfi Baba
Hastalanmış, yatıyormuş.
-Nesi varmış acaba?
-Bilmeyiz, oğlu haber verdi geçerken bu sabah.
-Keşki ben evde olaydım… Esef ettim, vah vah!
Bir fener yok mu, verin… Nerde sopam? Kız çabuk ol…
Gecikirsem kalırım beklemeyin… Zîrâ yol
Hem uzun, hem de bataktır…
-Daha a’lâ, kalınız:
Teyzeniz geldi, bu akşam, değiliz biz yalınız.

Sopa sağ elde, kırık camlı fener sol elde;
Boşanan yağmur iliklerde, çamur ta belde.
Hani, çoktan gömülen kaldırımın, hortlayarak,
“Gel!” diyen taşları kurtarmasa, insan batacak.
Saksağanlar gibi sektikçe birinden birine,
Boğuyordum müteveffâyı bütün âferine.
Sormayın derdimi, bitmez mi o taşlar, giderek,
Düştü artık bize göllerde pekâlâ yüzmek!
Yakamozlar saçarak her tarafından fenerim,
Çifte sandal, yüzüyorduk, o yüzer, ben yüzerim!
Çok mu yüzdük bilemem, toprağı bulduk neyse;
Fenerim başladı etrâfını tektük hisse.
Vâkıâ ben de yoruldum, o fakat pek yorgun…
Bakıyordum daha mahmurluğu üstünde onun:
Kâh olur, kör gibi Çarpar sıvasız bir duvara;
Kâh olur, mürde şuâ’âtı düşer bir mezara;
Kâh bir sakfı çökük hânenin altında koşar;
Kâh bir ma’bed-i fersûdenin üstünden aşar;

Vakt olur pek sapa yerlerde, bakarsın, dolaşır;
Sonra en korkulu eşhâsa çekinmez, sataşır;
Gecenin sütre-i yeldâsını çekmiş, üryan,
Sokulup bir saçağın altına gûyâ uyuyan
Hânüman yoksulu binlerce sefilân-ı beşer;
Sesi dinmiş yuvalar, hâke serilmiş evler;
Kocasından boşanan bir sürü bîçâre karı;
O kopan râbıtanın, darmadağın yavruları;
Zulmetin, yer yer, içinden kabaran mezbeleler:
Evi sırtında, sokaklarda gezen âileler!
Gece rehzen, sabah olmaz mı bakarsın, sâil!
Serserî, derbeder, âvâre, harâmî, kâtil…
Böyle kaç manzara gördüyse bizim kör kandil
Bana göstermeli bir kerre… Niçin? Belli değil!
Ya o bîçâre de râhmet suyu nûş eyliyerek,
Hatm-i enfâs edivermez mi hemen “cız!” diyerek?
O zaman sâmi’anın, lâmisenin sevkıyle
Yürüyen körlere döndüm, o ne dehşetti hele!
Sopam artık bana hem göz, hem ayak, hem eldi…
Ne yalan söyliyeyim kalbime haşyet geldi.

Hele yâ Rabbi şükür, karşıdan üç tâne fener
Geçiyor… Sapmıyarak doğru yürürlerse eğer,
Giderim arkalarından… Yolu buldum zâten.
Yolu buldum, diyorum, gelmiş iken hâlâ ben!
İşte karşımda bizim yâr-ı kadîmin yurdu.
Bakalım var mı ışık? Yoksa muhakkak uyudu.
Kapının orta yerinden ucu değnekli bir ip
Sarkıtılmış olacak, bir onu bulsam da çekip
Açıversem… İyi amma kapı zâten aralık…
Gâlibâ bir çıkan olmuş… Neme lâzım, artık
Girerim ben diyerek kendimi attım içeri,
Ayağımdan çıkarıp lâstiği geçtim ileri.
Sağa döndüm, azıcık gitmeden üç beş basamak
Merdiven geldi ki zorcaydı biraz tırmanmak!
Sola döndüm, odanın eski şayak perdesini,
Aralarken kulağım duydu fakîrin sesini:

– Nerde kaldın? Beni hiç yoklamadın evlâdım!
Haklısın, bende kabâhat ki haber yollamadım.
Bilirim çoktur işin, sonra bizim yol pek uzun…
Hele dinlen azıcık anlaşılan yorgunsun.
Bereket versin ateş koydu demin komşu kadın…
Üşüyorsan eşiver mangalı, eş eş de ısın.

Odanın loşluğu kasvet veriyor pek, baktım
Şu fener yansa, deyip bir kutu kibrit çaktım.
Hele son kibriti tuttum da yakından yüzüne,
Sürme çekmiş gibi nûr indi mumun kör gözüne!
O zaman nîm açılıp perde-i zulmet, nâgâh,
Gördü bir sahne-i üryân-ı sefâlet ki nigâh,
Şâir olsam yine tasvîri otur bence muhâl:
O perîşanlığı derpîş edemez çünkü hayâl!

Çekerek dizlerinin üstüne bir eski aba,
Sürünüp mangala yaklaştı bizim Seyfı Baba.
-Ihlamur verdi demin komşu… Bulaydık, şunu, bir…
-Sen otur, ben ararım…
-Olsa içerdik, iyidir…
Aha buldum, aramak istemez oğlum, gitme…
Ben de bir karnı geniş cezve geçirdim elime,
Başladım kaynatarak vemeye fincan fincan,
Azıcık geldi bizim ihtiyarın benzine kan.

-Şimdi anlat bakalım, neydi senin hastalığın?
Nezle oldun sanırım, çünkü bu kış pek salgın.
-Mehmed Ağa’nın evi akmış. Onu aktarmak için
Dama çıktım, soğuk aldım, oluyor on beş gün.
Ne işin var kiremitlerde a sersem desene!
İhtiyarlık mı nedir, şaşkınım oğlum bu sene.
Hadi aktamıyayım… Kim getirir ekmeğimi?
Oturup kör gibi, nâmerde el açmak iyi mi?
Kim kazanmazsa bu dünyâda bir ekmek parası:
Dostunun yüz karası; düşmanının maskarası!
Yoksa yetmiş beşi geçmiş bir adam iş yapamaz;
Ona ancak yapacak: Beş vakit abdestle namaz.
Hastalandım, bakacak kimseciğim yok; Osman
Gece gündüz koşuyor iş diye, bilmem ne zaman
Eli ekmek tutacak? İşte saat belki de üç
Görüyorsun daha gelmez… Yalınızlık pek güç.
Ba’zı bir hafta geçer, uğrayan olmaz yanıma;
Kimsesizlik bu sefer tak dedi artık canıma!
-Seni bir terleteyim sımsıkı örtüp bu gece!
Açılırsın, sanırım, terlemiş olsan iyice.

İhtiyar terliyedursun gömülüp yorganına…
Atarak ben de geniş bir kebe mangal yanına,
Başladım uyku teharrîsine, lâkin ne gezer!
Sızmışım bir aralık neyse yorulmuş da meğer.
Ortalık açmış, uyandım. Dedim, artık gideyim,
Önce amma şu fakîr âdemi memnûn edeyim.
Bir de baktım ki: Tek onluk bile yokmuş kesede;
Mühürüm boynunu bükmüş duruyormuş sâde!
O zaman koptu içimden şu tehassür ebedî:
Ya hamiyyetsiz olaydım, ya param olsa idi!

Mehmet Akif Ersoy

Kestim Kara Saçlarımı

Uzaktı dön yakındı dön çevreydi dön
Yasaktı yasaydı töreydi dön
İçinde dışında yanında değilim
İçim ayıp dışım geçim sol yanım sevgi
Bu nasıl yaşamaydı dön

Onlarsız olmazdı, taşımam gerekti, kullanmam gerekti
Tutsak ve kibirli -ne gülünç öfke be-
Gözleri gittikçe iri gittikçe çekilmez
İçimde gittikçe bunaltı gittikçe bunaltı
Gittim geldim kara saçlarımı öylece buldum

Kestim kara saçlarımı n’olacak şimdi
Bir şeycik olmadı – Deneyin lütfen –
Aydınlığım deliyim rüzgârlıyım
Günaydın kaysıyı sallayan yele
Kurtulan dirilen kişiye günaydın

Şimdi şaşıyorum bir toplu iğneyi
Bir yaşantı ile karşılayanlara
Gittim geldim kara saçlarımdan kurtuldum

Gülten Akın

Eski Sevda

Bakmayın dar dilimin haline dildâra bakın
Nice zâr olmaya bülbül ki şu gülzâra bakın

Yine mestâne bir efsun ile nazmımda o şuh
Allah Allah şu endâma şu reftâra bakın

Sürüyor ömrümü ardınca da gölgem demiyor
Ne denir böylesi kafirliğe inkâra bakın

Bunca müzmin arı mızmızlığı sızmaz mı bala
Peteğimden revağımdan sızan efkâra bakın

Ne gerek başka bir emmareye meydanda sonuç
Bir benim darma-duman hâlime bir yâre bakın

Kim yıkar altı asırlık o nazım kalasını
Kendi enkâzının altındaki mimâra bakın

Yine sızlandı Nihâî yine sırlar sızıyor
Siz asıl sırra değil sızdıran esrâra bakın

Bekir Sıtkı Erdoğan

Dua

Senin ak alnından gök gözlerinden
Önce dallar sonra yapraklar öpsün.
Eğilsin yıldızlar tutsun elinden
Gecelerden sonra şafaklar öpsün.

Aşk diyorlar en mukaddes hayale
Ve sen de düşesin o sonsuz hale
Hazdan dudakların olsun bir lale
Güller, karanfiller, zambaklar öpsün.

Sende kemal bulmuş renk, şekil, biçim
Yaşamanın öz suyusun bir içim
Olanca suların sağlığı için
Seni her gün göller, ırmaklar öpsün.

Kumral saçlarında nisan yağmuru
Yazın ak yüzünden gölgenin moru
Ağzından en serin, hem de en duru
Kayalardan akan kaynaklar öpsün.

Çimenler okşasın ayaklarını
Çiçekler koklasın parmaklarını
Ben öpmeden önce yanaklarını
Varsın teller, tüller, duvaklar öpsün.

Kıskançlık çakılı kazıktır serde
Bölünsün bu rüya en tatlı yerde
Seni canlı kullar öpmesinler de
Kefenler sarılsın, topraklar öpsün.

Abdurrahim Karakoç

Doğunun Kalıtı

biz üç güzel kardeştik ve ölüm,
ölüm en gencimizdi bizim

bize doğunun büyük şiiri kaldı

o bir nehir gibi ve kendimizin
nice ipek yollarına dökülüp
ve derin kollarına bir gonca
gül diye kapanıp ve tiftik,
safran ve kilim gibi onca
acılardan sonra, mağrur ve yitik
bir külliyeye benzer gurbetimizin
gide gide sonuna geldik

biz üç güzel kardeştik
ve ölüm, en gencimizdi bizim

bize doğunun büyük şiiri kaldı

sonra derviş defterimiz kapandı
gün kara koyun, gece oğlaktı
ve göçebe bir çeşme olan ikizim
şiiri bir oba gibi kaldırıp
dağ taş demeden, dizlerimizin
bir bir büküldüğü baharat yollarından
korkunç bir ağıt diye geçirip
bizi düzlüğe çıkardı

bize doğunun büyük şiiri kaldı

Hilmi Yavuz

Bende sığar iki cihân ben bu cihâna sığmazam

Bende sığar iki cihân ben bu cihâna sığmazam
Gevher-i lamekân benem kevn ü mekâna sığmazam

Kevn ü mekândır âyetim zâta gider bidâyetim
Sen bu nişân ile beni bil ki nişâne sığmazam

Kimse gümân ü zann ile olmadı Hak ile biliş
Hakkı bilen bilür ki ben zann ü gümâna sığmazam

Sûrete bak vü ma’nîyi sûret içinde tanı kim
Cism ile cân benem velî cism ile câna sığmazam

Hem sadefem hem incüyem haşr ü sırât esenciyem
Bunca kumâş ü raht ile ben bu dükâna sığmazam

Genc-i nihân benem ben uş ayn-ı ayân benem ben uş
Gevher-i kân benem ben uş bahr ile kâna sığmazam

Arş ile ferş ü kâf ü nûn bende bulundu cümle çün
Kes sözünü uzatma kim şerh u beyâna sığmazam

Gerçi muhît-i a’zâmem adım âdem durur âdemem
Dâr ile kün fe kân benem ben bu mekâna sığmazam

Cân ile hem cihân benem dehr ile hem zemân benem
Gör bu latifeyi ki ben dehr ü zemâna sığmazam

Encüm ile felek benem vahyi bilen melek benem
Çek dilini vü epsem ol ben bu lisâna sığmazam

Zerre benem güneş benem çâr ile penc ü şeş benem
Sûreti gör beyân ile çün kim beyâna sığmazam

Zât ileyem sıfât ile Kadr ileyem Berât ile
Gül-şekerem nebât ile beste-dehâna sığmazam

Şems benem kamer benem şehd ile hem şeker benem
Rûh-ı revân bağışlaram rûh-ı revâna sığmazam

Tîr benem kemân benem pîr benem civân benem
Devlet-i câvidan benem îne vü âna sığmazam

Yer ü göğü düzen benem geri dönüp bozan benem
Cümle yazı yazan benem ben bu dîvâna sığmazam

Nâra yanan şecer benem çarha çıkar hacer benem
Gör bu odun zebânesin ben bu zebâne sığmazam

Gerçi bugün Nesîmîyem Hâşîmîyem Kureyşîyem
Bundan uludur âyetim âyet ü şâna sığmazam

Nesîmi

Siyah-Beyaz

Beni dünyadan ötelere götürdün
Kollarımı bağladın dur dedin
Tuz kokan geceler dur dedi
Durdum bekliyorum, gelme

Ay aydınlık gece kara
Gözlerimin ardında karanlık ölesiye
Canlı ve cansız ne varsa sımsıkı
Bu saat daha yakın daha el ele
Şimdi yalnızlığımdan utanıyorum
Durdum bekliyorum, gelme

Bunu ta başından biliyordun
Bir gün buralarda sonuncu kalışım olacaktı
Ellerinin bir anlık şeklini tutacağım
Bozkırdan günün son treni geçecek
Ben her şeye ardından bakacağım
Bunu ta başından biliyorum
Durdum bekliyorum, gelme

Artık ne sen konuşmalısın ne başkası
Yaşamak adına geçtik bütün değerleri
Beyazın en orta yerinde duydu yürek
Bu rüzgâr tutmaz insanı uzun boylu
Bu rüzgâr serseri

Şimdi kavramların ve cümle rüzgârların dışında
Durdum bekliyorum, gelme

Gülten Akın