Parıltı

Âteş gibi bir nehir akıyordu
Rûhumla o ruhun arasından
Bahsetti derinden ona halim
Aşkın bu unutulmaz yarasından.

Vurdukça bu nehrin ona aksi
Kaçtım o bakıştan, o dudaktan
Baktım ona sessizce uzaktan
Vurdukça bu aşkın ona aksi…

Ahmet Haşim

Yusuf Atılgan ve eşi Serpil Hanım

“Ben on altı on yedi yaşlarındaydım. Aylak Adamı okudum. O zaman Ankara’da yaşıyordum. Çok etkilendim. Yani, şöyle bir şey oldu. Çok yakından tanıdığım biri duygusu gelişti. Kendimi çok yakın hissettim. Dünya görüşü, dünyaya bakışı beni çok etkiledi. Edebi anlamda da müthiş sürükleyici, inandırıcı, şiirsel, dili son derece temiz, çarpıldım. Dedim ki ben bu adamı bulacağım. Körse de, topalsa da fark etmez. Ondan sonrada ne olur ne biter bilemem. Aylak Adam’da da içten içe hissedersiniz; hem çok hoş biri, hem tekin değil bu adam dersiniz. Korkutucu bir yanı vardır. Belki yaklaşabilirsiniz, belki ele geçirebilirsiniz ama sonuna kadar da problem olacak biri olabilir. Çok rasyonel şeyler değil tabii. Sadece sezgiler. Ama aradım. Üç ay kadar Ankara’da iz sürdüm. Bulamadım. Kalktım İstanbul’a geldim. Bir arkadaşımın yardımıyla bir yayınevinden Manisa’nın bir köyünde yaşadığını öğrendi. Oturdum mektup yazdım. Çok gençtim, İstanbul’a gelmem bile sorundu. Manisa’ya gidemedim. O sırada Aylak Adam çok popüler olmuş, o da beş yüze yakın mektup almış. Hiç sevmezdi o tür şeyleri. Mektuplara baksın, cevaplar yazsın, ilgili değildi hiç. Bir tek bana cevap vereceği tutmuş. Sonra bir yıl kadar mektuplaştık. Sonra geldi İstanbul’da buluştuk.

Tünel’de buluştuk. Yusuf karşıdaki geçitte bekleyecek ben de Tünel’den çıkacağım. Ben indim, baktım orada. Merhaba bile demedik. Birbirimize yürüdük, Viyana lokantasına kadar. Karşılıklı oturduk bir masaya. Aradan bir süre geçti, ikimizde titriyorduk. Epey bir süre geçmedi. Böyle başladı işte.

Ben on yedi yaşındaydım, o otuz dokuz yaşında. İlk söylediği şey, sol görüşlü olduğuydu. Para kazanamayacağını düşündükleri için taviz vermeyeceğini vurguladı. Son derece önemliydi bizim için. İlişkimiz çok uzun sürdü. Ama çok geç evlendik. Ben otuz iki yaşındaydım evlendiğimizde. Para yok, pul yok, bende de yok, memlekette bir tarlası vardı, ortakçının işleyip, para yolladığı ufak bir tarla, hepsi o. Hiç para hesabı yapmazdı. O küçük paralarla istediğimiz şeyleri yapar, iki günde bitirirdik. Sanatçıydı tabii. Her şeyi görürdü. Kimsenin fark etmediği şeyleri, o havada görürdü. iyi yemek, en çok onu ilgilendirir. Aydın diye hiç bir şeye tepeden bakmazdı. Yaş farkı bir yandan, hapse girip çıkmış bir yandan, zordu ilişkimiz. Benim de bir tiyatro sürecim vardı. Yusuf çok saygı duyardı buna. Hiç kimse desteklemedi. Aslında ailede beni anlayacak biri vardı. Babam. Ama ben o zaman yeterince olgun değildim. Babamı tanımıyordum. En çok babam yıkıldı, ama beni en çok o anladı.

Herkes Yusuf Atılgan’ı köy yazarı olarak tanımlıyor. Vurgulanan bir şey bu. Ama çok kentli biriydi. Ailesi göçmen. Babası kol memuru. Manisa yakılıp yıkılınca, yakın bir köye kaçılmış. Orada yaşayan herkes gibi klasik bir Türk ailesi gibi değildiler zaten.Göçmen olmalarının da önemi var.

Ankara Sanat Tiyatrosu’ndan ayrılan grupla, Antigone’yi oynadım. Genco’yla (Erkal) çalıştım. Ağabeyim Durul Gence’yle iki yıl kadar müzik çalışmalarım oldu… Sonra bıraktım. Bir sürü neden var tabii. Aslında çok da başarılı oldum. Bir bütünlük bulamadığım için bıraktım. Ekip işleri bütün bu çalışmalar ve kendimi ait hissettiğim bir çalışma olamadı. Anlayış, saygı, özveri gerektiren çalışmalardı ve çok az insanda bu vardı. Aradığım bütünlük yoktu. Oyunculuğun çok acısını çektim. Bırakma süreci sancılı geçti.

Eğer bırakmasaydım, kendime yabancılaşacaktım. Bedeli, sevememek, sevilememek olacaktı. Bunu istemedim. Böyle bir şansım oldu. Bunun farkına vardım. Ondan sonra Yusuf’la evlendim. Bir kez bile arkama bakmadım. Hemen de Mehmet doğdu. Sanatın yerine koyabileceğim tek şey sevgi olabilirdi. Hepsi Mehmet’e ve Yusuf’a gitti. Hayatı sürdürmek için para kazanmak gerekti ben çalıştım bizim evliliğimizde. Zaten öyle konuşmuştuk. Antikacılık yaptım el yordamıyla. Büyük paralar kazanmadım ama geçindik. Öte yandan da evliliğimi korudum. Yusuf ve Mehmet, hep ön planda oldu. Yusuf güzel yemek severdi. Kötü bir yemek asla yemedi. Huzurlu ve mutluydum yaptığım seçimden. Dediğim gibi hiç arkama bakmadım.

Yusuf, kavgadan gürültüden hiç hoşlanmayan bir adamdı. Ağırbaşlı, ağırlığı olan biriydi. Hiç kimseden çekinmedim ondan çekindiğim kadar. Son derece ilgili, ama maço yanları hiç olmayan bir adamdı. Dakik, disiplinli biriydi. Dörde on kala dediyse ve saat dörtse ölmüş olduğunu düşünebilirdiniz. Sakinliği severdi ve kendi yıldızında yaşardı. Köşede kocaman bir berjer koltuğumuz vardı ve o orada okurdu. Yemeklerini saatli yerdi. Öğün aralarında hiç bir şey yemezdi. Çok ayık bir adamdı. Ben hep diyorum ki, Biz hepimiz uyur gezeriz. Saat takmazdı mesela, ama saatin kaç olduğunu bilirdi. Saati kol saatiydi ama cebinde taşırdı.

Hiçbir şeyini bir yerde unutmazdı. Son derece sorumluluk alırdı. Mehmet’i istemedi önce. “Dede olacak yaşta adam baba olmuş” derler dedi. “Ne zamandan beri başkalarının düşünceleriyle yaşıyoruz!” dedim ben de. Çok güçlü bir adamdı. Anlatmak çok zor. Yaşadıklarından sonra hâlâ dimdik ayakta olması mucize gibiydi sahiden de. Yusuf her şeyi silip götürdü. İnsan yanı çok ilgi çekici biriydi. Yirmi dört yaşında gencecik biriyken tutuklanıp, duygularının hesabını vermek zorunda kalmış. Nabzı atan her genç etkilenir eşitsizlikten. Çok sıcak bir insandı. İnsanı her şeyin üstünde tutardı. Yaşam haklarının elinden alınması ağır bir şeydi. Ayaktaydı. Üstelik sapasağlam. Bu bile çok büyük bir başarıydı. Öyle zordu ki hayat, arkadaşlıklar bile neredeyse lûtuftu. İnsanları da alıyorsunuz elinden. Dostlukları, arkadaşlıkları…kalır ki? Çok sağlam bir adamdı. Zaman zaman kıskandığımı itiraf etmeliyim. Bazen de hayattaki bu sağlam duruşunda bir katkım olmuş mudur diye düşünürüm. Yazdıkları kötümser. Ama müthiş bir yaşama sevinci vardı. Neşeli, mutlu bir adamdı. Mizah duygusu çok gelişmişti. Kadınları çok seven, saygı duyan bir adamdı. Alçakgönüllüydü. Edebi konuşmalardan kaçardı hep. Hayatın kendisiyle ilgiliydi daha çok. Evlenmek istediğim, çocuğum olsun dediğim tek erkekti Yusuf. O olmasaydı evlenemezdim de sanıyorum. Sinemaya çok ilgisi vardı, iyi bir izleyiciydi. Vasatı asla yeterli bulmazdı. Kötü bulduğu bir şeye zaman harcamayı anlamazdı. Benim hayatımda Yusuf gibi bir insanın sevgisi her şeyin üstündeydi. Aslında hayat çok sade bir şey. Öyle olağanüstü şeyler de yaşamak gerekmiyor.

Parasız zamanlarımızda futbol yazarlığı yapmak istedi. Ama olur mu hiç dediler. Koskoca Yusuf Atılgan… Halbuki bence yepyeni bir soluk getirebilirdi spor yazılarına… Çok ilgilendi Yusuf Mehmet’le. Uykularından kalkar, severdi. Onlarla yaşamak bana iyi geldi. Dedim ya buradaki sevgi, her şeye değdi.

***

1989’da, 8 Ekim’i 9 Ekim’e bağlayan gece, geç saatte rahatsızlık baş gösterir. Serpil Hanım’ı sabaha karşı uyarır: “Ben kötüyüm galiba.” Serpil Hanım, ambulansı getirdiğinde, artık çok geçtir..

Bütün Hatıralar Islaktır- Sıddık Akbayır – Ferfir Yayınları (Sf: 133,137)

(Bir yaşanmışa tanık olduğum bu satırları okurken, tercihlerimi gözden geçiriyorum. Yaşadığım ve tercih ettiğim herşeye sonsuz saygı duyuyorum.)

http://gnsbor.blogspot.com.tr/2014/06/yusuf-atlgan-ve-esi-serpil-hanm.html

Bundan ötesi değil nümâyân

Buldu bu mahalde kıssa pâyân
Bundan ötesi değil nümâyân

Sad şükr ola Hayy ü Lâ-yemût’a
Kim erdi söz âlem-i sükûta

Şeyh Gâlip

Aşkın Aslı – Elli Unutulmaz Aşk Kitabı

Elli unutulmaz aşk kitabını seçtik. Milena’ya Mektuplar’dan Yunus Emre Divanı’na Huzur’dan Neşideler Neşidesi’ne Anna Karenina’dan Leylâ ile Mecnun’a kadar aşka farklı pencerelerden bakan 50 kitap!

Mutlu aşk yoktur” klişesini (ya da gerçeğini) şöyle rötuşlamıştı Rougemont: “Mutlu aşkın yazılı tarihi yoktur.” Yazı tarihinden 50 aşk kitabını seçmeye çalışırken bir kere daha öğrendiğimiz şey bu değişmez yargı oldu. Fuzûli’den Thomas Mann’a kadar mutlu aşkın tarihini yazmamıştır hiç kimse. Böyle de olsa elli kitabı belirlemek bizim için kolay bir süreç değildi. Mutsuz aşklar denizinden aşkın farklı görünümlerini ortaya koyan yapıtları seçmeye çabaladık. Yeterince ‘görülmeyen’ sahih aşk kitaplarıyla eskimez başyapıtları bir araya getirdik. Her seçim -tıpkı aşk gibi- özneldir; bizimki de öyle oldu. Öte taraftan bu denli zor bir seçime girişmek beraberinde bir başka soruyu getiriyor: Nedir aşk kitabı? Bir yerde Necatigil’in Zebra’sı (“bir otel otello”!) ya da Kundera’nın Şaka’sı da aşk kitabı değil midir? Bu düğümü çözmeye çalışmak yerine ‘ilk anlamıyla’ aşk kitaplarından oluşturduk listemizi.

Bu türden bir liste dışarıda bıraktıklarıyla da rengini belli eder: Leyla Erbil’den Mektup Aşkları’nı Pınar Kür’ün Yaz Gecelerinde Keman öyküsünü Çalıkuşu’nu Hyperion’u Binbir Gece Masalları’nı Dickens’ın Büyük Umutlar’ını Lady Chatterley’in Sevgilisi’ni Yerçekimli Karanfil’i vs. vs. çok istediğimiz halde oluşturduğumuz 50 kitaplık ‘kısa’ listeye dahil edemedik örneğin. Aşk bir yaşam sorunu estetiğin ve şiirin alanında olduğu için Schopenhauer ve Barthes’ın yapıtları Ovidius’dan Aşk Sanatı Stendhal’dan Aşk Üstüne ve Geraldy’den Aşk gibi konuyu kavramlarla irdeleyen kitaplar -birkaç istisna hariç- dışarıda kaldı. Aşkın 50 farklı durumuna odaklandığını düşündüğümüz 50 kitabın neden listede var olduğunu aşağıda okuyacaksınız. Seçtiklerimiz aşkın karşı konulamaz bir efendi bazen bir aldatmaca bazen kurtarıcı olduğunu; bir tür efendi-köle ilişkisi sayılabileceğini yakıcı bir mutlak tutkuyu taşıdığını ve bazen de yıkım olabileceğini yeterince anlatıyor zaten.

1) Kerem ile Aslı
(Yazgı olarak aşk)

Her aşk yanmakla başlar; Kerem ile Aslı’nınki yanarak tükenmekle bitiyor. Atasözlerine bile konu olan külleri birbirine karışan bu iki âşığın destanından beri artık “Kerem derdi Aslı derdi dil derdi” vardır. Kerem Ermeni keşişin güzel kızının peşinde dağları aşar. Aslı Kerem’in küllerini toplarken saçları tutuşunca yanar. Halk edebiyatının “Leylâ ile Mecnun”u da sayılabilecek bu hikâye hem maddî hem mistik aşkın yeri gelince de ‘din aşkı çatışması’nın göz alıcı bir örneğidir. Kerem’i aşkı kader olarak gördüğü için severiz. Âşık öznenin derin iç çatışması bir yana Kerem ile Aslı’dan öğrendiğimiz değişmez bir gerçek daha var: Trajik olan aslında tek taraflı aşk değil; ‘engellenmiş’ karşılıklı aşktır.

2) Huzur – Ahmet Hamdi Tanpınar
(Bir İstanbul masalı olarak aşk)

Huzur edebî niteliğiyle olduğu kadar en güzel İstanbul masalı olduğu için de âşıklar için vazgeçilmez. Mümtaz’ın Nuran’a karşı hissettiği şey tutkulu bir aşkın ötesinde bir dönem İstanbul’una neredeyse ‘Boğaziçi medeniyeti’ne açılan bir penceredir. Mümtaz ‘bir yığın imkân arasından Nuran’ı’ seçmiş ve bu hikaye Tanpınar’ın üslubuyla ölümsüzleşmiştir. Huzur defalarca dönülmesi gereken bir başyapıt.

3) Sevgili Milena – Franz Kafka
(Kurtarıcı olarak aşk)

Kafka ile Milena’nın soylu aşkı da başka bazı büyük aşklar gibi sadece mektuplarda kaldı. “Senin” diye imzaladığı mektuplarında şöyle diyordu Kafka: “Adımı da yitirdim! Küçüle küçüle ‘Senin’ kaldı yalnız.” Bu aşkta kurtarıcı Milena’dır: “Karşındakini yalnız varlığınla kurtarabilirsin başka hiçbir şeyin yararı yoktur.” İşte aşk bazen kurtarıcı oluyor. Edebiyat tarihinin bu en sarsıcı aşk mektuplarını özellikle Adalet Cimcoz’un çevirisinden okumalısınız.

4) Güvercin Gerdanlığı – İbn Hazm
(Deneyim olarak aşk)

Aşkı ‘teori’ kitaplarından değil de edebiyat yapıtlarından okumak en doğrusu. Fakat İbn Hazm’ın Güvercin Gerdanlığı’nı bu yargıdan ayrı tutmak gerekiyor. “Aşk doğuştandır” diyen İbn Hazm yazı tarihinin en soğukkanlı ve aynı zamanda en lirik yapıtlarından birini bıraktı arkasında. Aşkı şöyle anlatıyor: “Bu öyle bir hastalıktır ki hasta zevk alır. Bu derde kim uğrarsa artık iyileşmek istemez. Acı çeken ise bu acıdan kurtulmayı dilemez. Aşk insana vaktiyle iğrendiği şeyleri süslü püslü gösterir. Kendisine zor gibi gözüken şeyleri kolay gösterir. Doğuştan olan huyları ve doğal eğilimleri değiştirecek kadar ileri gider.” İbn Hazm aşkın belirtilerini şöyle sıralıyor: “İlki sevgiliyi derinden derine seyre dalmaktır. Sevgilinin bulunduğu yere gitmekte ivedilik etmek onun yanına oturmanın yollarını aramak sevgiliden ayrılmayı gerektirecek her türden ciddi durumu hesaba katmamak sevdiğinin adını kendi kendine tekrarladıkça bundan hoşlanmak… Öyle anlar olur ki gerçekten birine içtenlikle tutulan kişi büyük bir iştahla yemeğe başlar. Ama sevgilisi hatırına gelirse o anda artık yiyecekler boğazından ileriye geçmez.(…) Gözyaşları da aşkın belirtisidir.” Şu hadis-i şerifi alıntılamayı da ihmal etmiyor İbn Hazm: “Bir kimse âşık olsa aşkını namusunu lekelemeden korusa ve ölse o şehittir.”
Güvercin Gerdanlığı ölümden güçlü olan şeyin bize ölümü göze aldıran şey olduğunu öğretiyor. Bu kitabı okumadan aşk bilgimiz eksik kalacaktır.

5) Genç Werther’in Acıları – Johann Wolfgang von Goethe
(Yıkım olarak aşk)

Tutkulu aşkın görkemli klasiği Genç Werther’in Acıları yazıldıktan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. (Werther’i okuduktan sonra intihar etmek istemeyen âşık var mı?) Bu yapıtı sadece platonik bir aşk hikâyesine indirgemek hata olur. Yine de ortada böylesine bir aşk varsa sanatsal bütünlüğün ikinci planda kalması kaçınılmaz oluyor. Parmağı dikkatsizlikle Lotte’nin parmağına değdiğinde bile bundan derin anlamlar çıkaran Werther! Sonsuza dek üzgün genç âşıkların hüzünlü sembolü olarak kalacak…

6) İlâhi Aşk – İbn Arabî
(Yüksek perdeden aşk)

“…Bil ki sevgi makamı çok şerefli bir makamdır. Gene bil ki sevgi varoluşun aslıdır…” alıntısıyla başlar İlâhi Aşk. Sevginin temellerinden yanıltmalarına kadar farklı düzeylerini okuruz. “Varlık bir harftir sen onun anlamısın” dizesinde anlatılan hâle doğru yol alırız. ‘Yükseklerde yalnız uçan kartal’ İbn Arabî’den yakıcı ve yüksek perdeden bir ilân-ı aşk…

7) Beyaz Geceler – Fyodor Dostoyevski
(Teselli olarak aşk)

İyimser aşkın el kitabı… Sonunda kavuşmak olmasa da her aşk kendince bir mutluluk değil mi? Kahramanımızın sevgili Nastenka’ya duyduğu aşkta topu topu dört gecenin hatırası vardır. Ama bu yeterlidir işte… Dostoyevski’nin romanı bitirirken söylediği gibi “Bir anlık mutluluk! Koca bir insan ömrü içinde bu kadarı bile yetmez mi!”

8) Hüsn-ü Aşk – Şeyh Galib
(Bir yolculuk olarak aşk)

Güzellik olmadan aşk olmaz. Şeyh Galib Aşk’ın Hüsn’e (güzellik) yolculuğunu olağanüstü sembollerle anlatıyor. Aşk ile Hüsn’ün doğuşlarından “edeb” mektebinde dinlenmelerine oradan da çileli aşklarına kadar bir dil ve imge ziyafeti. Bu serüvende Aşk belâları kabul eder yolu gam harabelerinden geçer perişan hallere düşer ve sonunda Hüsn’ün delisi olur. Yolculuğun sonunda Aşk’ın vardığı yer Hayret’tir ve şöyle der Galib Dede: “Bundan ötesi değil nümâyân” (sonrası göze görünmüyor). Aşk Hayret’e varır susulur. Her aşk yolculuğunun mumdan kayıklarla ateş denizlerini geçmek olduğunu bir kere daha anlarız…

9) Kürk Mantolu Madonna – Sabahattin Ali
(Dram olarak aşk)

Edebiyatta genel nitelemelerin yanlışlığına iyi bir örnek: ‘Toplumcu’ Sabahattin Ali ‘bireysel’ tutkuyu en iyi anlatan romanlardan birini yazmıştır. Kürk Mantolu Madonna’da Raif Efendi’nin bir Alman kadına duyduğu ‘tarifsiz kederler içindeki’ aşk vardır. Romanın son cümlesini okuyunca yeryüzündeki mutsuz aşkların hayaletlerini üstünüzde hisseder ağlamak istersiniz. Raif Efendi’nin Maria’ya seslenişi nasıl da ürperticidir: “Niçin rüzgarlı sonbahar akşamlarında sessizce yan yana yürüyerek ruhlarımızın konuştuğunu dinleyemiyoruz? Niçin yanımda değilsin?” Böyledir büyük yapıtlar hep kaybedişlerden geriye kalanlardır.

10) Anna Karenina – Lev Tolstoy
(Bedel olarak aşk)

Anna’nın aşkı hangisidir? “Köleleştirici aşk” mı “adayıcı aşk” mı? Yoksa Anna Karenina aşkta engel ne kadar büyükse aşkın da o kadar büyük olduğunun apaçık bir kanıtı olarak mı okunmalı? Ne denirse densin bu büyük klasikte aşka ilişkin bütün çağrışımlar bir aradadır: Özgürlük tekdüzeliği kırmak ikilemler ve sonunda ölüm… Aşkın iki kişilik olmadığı kesindir. Tolstoy’un açıkça gösterdiği şey Adorno’nun söylediğidir biraz da: “Aşk da toplumsal olarak dolayımlanır.” Anna aşkının bedelini ödemiştir. Şunu unutmamak gerek: Tutkunun peşinden gitmek ancak bedeli ölüm olunca kitlelerin gözünde temize çıkabiliyor.

11) Sekizinci Mektup (Mektûbat) – Bediüzzaman Said Nursi
(Şefkat ve aşk)

Soğukkanlı bir aşk-şefkat karşılaştırması. Bediüzzaman Sekizinci Mektup’ta şefkatin aşktan ne kertede üstün olduğunu Kur’ân’la temellendiriyor. Hazret-i Yakup’un Hazret-i Yusuf’a karşı duyduğu şeyin aşk değil şefkat; Züleyhâ’nın hissettiklerinin ise aşk olduğunu hatırlatarak bir derecelendirme yapıyor: Kur’ân’a göre Hz. Yakup’un hissiyatı Züleyhâ’nınkinden ne kadar yüksekse şefkat de aşktan o kadar üstündür. Sekizinci Mektup’u okuduktan sonra bu değişmez gerçeğin iç rahatlığını mı yaşamalı yoksa burukluğunu mu duymalı?

12) Aylak Adam – Yusuf Atılgan
(İhtimal olarak aşk)

‘Aşk romanı’ deyince akla sadece somut bir aşk hikâyesinin anlatıldığı bir metin geliyorsa Aylak Adam aşk romanı değildir. Ama ilk cümleleri okuduğumuzda ürpeririz: “Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi.” C.’nin peşinden gittiği şey bir aşktan öte aşksız olmayan bir dünyadır. Bunun kendince yollarını bile bulur. Ama olmaz. Romanın sonunda dendiği gibi; “Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı.” Aylak Adam aşkın -ya da aşksızlığın- yürek burkan hikâyesidir. Peki aylaklık ile aşk arasında sırlı bir bağ var mıdır? Evet vardır!

13) Kızıl ile Kara – Stendhal
(Tükeniş olarak aşk)

Büyük bir aşk romanı aslında tam da aşk romanı olmayan yapıttır; tıpkı “Kızıl ile Kara” gibi. Genç Julien Sorel’in ruhundaki çalkantılarla dönemin Fransa’sındaki çalkantıları bir arada okuruz. Stendhal’ın Don Juan’dan bol bol alıntı yaptığı romanına koyduğu epigraf çarpıcıdır: “Gerçek şu acı gerçek.” Satırlar boyunca Julien’e bazen acır bazen kızarız. Büyük aşkların sadece hayatta birer kazadan ibaret olduğunu kabul etmediği için severiz de onu. Ancak Madam de Renal’a karşı beslenecek tek duygu saygıdır. Aşk iki sevgiliyi de tüketir. Hilmi Yavuz’un bir dizesiydi: “julien ne söyledi madam renal’a”. İşte bu dizenin arkasında çok şey yatıyor.

14) Venedik’te Ölüm – Thomas Mann
(Bir ölüm türü olarak aşk)

Yan yana gelmesi tehlikeli fakat kaçınılmaz üç sözcük: Aşk sanat ölüm… Thomas Mann aşkın yazgısını bu sözcükler üzerinden kurcalıyor. Ünlü yazar Aschenbach’ın olağanüstü güzel Tadzio’ya duyduğu derin aşk sanatçının çıkmazı ve hüzünlü bir ölüm… “Motus animi cotinuus”u (ruhun daimi hareketi) daha iyi anlamak için bir yol açıcı kitap…

15) Dîvân-ı Kebîr – Mevlâna Celâleddin Rûmî
(Âb-ı hayat olarak aşk)

“Ben ol da bil aşkı” demişti Mevlânâ. Nerededir aşk? Bir magma gibi taşıp durduğu Divân-ı Kebîr’dedir: “Âşık dediğin de benim gibi olmalı! Öyle mest öyle kendinden geçmiş olmalı ki ne halkla uzlaşmalı ne de kendisine bir hayrı dokunmalı! / Aşk âb-ı hayattır; seni ölümden kurtarır! Kendisini tamamıyla aşka veren kişi ne mutlu kişidir!”

16) Aşk-ı Memnû – Halid Ziya Uşaklıgil
(Yasak aşk)

Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnû’su tam da yasak olan bir kıvılcımla yaktığı için belki de Türk edebiyatının en trajik aşk romanı olma vasfını hâlâ koruyor. Romanın trajik öğesi trajik sonuna da sebep olan iç içe geçmiş diğer aşklarla çevrili “yasak olan aşk”tır yani Bihter’in Behlül’e “yeni imkânsız ve tehlikeli” olana aşkıdır. Edebiyat tarihi yasak aşkları hep aynı sona mahkum etti: Nasıl ne Bovary ne Anna kurtulamadıysa nihayet yasak aşkın pençesinde yanmaktan Türk edebiyatında kadının keşfedildiği ilk eser sayılabilecek Aşk-ı Memnû’nun Bihter’i de bu trajik sondan kurtulamayacaktır. Ve nasıl tam da bu sebepten Anna Karenina Rus edebiyatının Madame Bovary Fransız edebiyatının mihenk taşı olmayı sürdürüyorsa Aşk-ı Memnû da Türk edebiyatı için ateşin bulunduğu nokta olacaktır. Aşkın şöyle tanımlandığı bir roman: “Kalplerimizde bazı illetler vardır ki vücudun tamamıyla ensicesine hulûl ettikten sonra keşfolunamayan hâfî emrâza mahsus bir nüfuz hıyanetiyle kendisini göstermeden tahriplerini haber vermeden derûnî bir yangın dumansızlığıyla yanar yanar; bu bir ateştir ki mahiyetini bilmeyiz; vücudundan haber almayız; o yavaş yavaş vazifesinden emin devam eder; nihayet bir gün birdenbire bir hiç bir dakikalık bir vukuf bize gösterir ki kalbimizde bir yangın var. Nedir? Nereden tevellüt etmiştir? Bu yangın nasıl bir serseri rüzgârın kanatlarıyla düşerek orasını tutuşturmuştur? Bilemeyiz.”

17) Divan – Yunus Emre
(Kılavuz olarak aşk)

Yunus Emre’den bu yana biliyoruz: “devletli nesnedir aşk” ama aynı zamanda “firkatli nesnedir”. Aşk gelicek cümle eksikler biter böyle söyler Yunus. Ona göre “Aşksız âdem dünyada belli bilin ki yoktur.” Mecazî aşktan gerçek aşka geçişte bir kılavuz dur. Âşık olmayan kişiyi taşa benzeten Yunus Emre’nin en çok da şu dizesi: “Bizim sevdiğimiz Hak’tır bu halka göz ü kaş gelir”. Tek dize bütün bir aşk yolculuğunu anlatmıyor mu?

18) Eylül – Mehmed Rauf
(Masumiyet olarak aşk)

Eylül’le anılan bir aşkın gideceği yer tükenişten başka neresidir? Suad ile Necib’in birbirine ancak alıkonulmuş bir eldiven tekiyle ifşa edebildikleri ‘yasak aşk’ları masumiyetini belki de ruhların müellifi kalplerin merhemi musikiye borçluydu. ‘İnsafsız rüzgâr’ ‘muannid yağmur’ yalnız o güzel yazın ertesindeki ayın değil onların ruhundaki çöküşün de adıydı. O aşk ki belki bir yangında kavrulursa tamama ererdi. İkisi aynı ateşte yandılar zaten bir kere yanmışlardı!

19) Vadideki Zambak – Honore dé Balzac
(Sığınak olarak aşk)

Bir aşk kitapları listesine pekâla Balzac’ın mektupları da alınabilirdi. Ama roman sanatının yüz aklarından Vadideki Zambak’ta adı geçen Félix de Vandenesse Balzac’tan; Henriette de Mortsauf da Balzac’ın hayatında önemli yeri olan Madame de Berny’den başkası değildir zaten. Romanda anlatılan yine ikilemler içindeki bir kadınla bütün yıkımları başını onun dizine koyarak gidermek isteyen âşığın hikayesidir. Bir de Balzac romanın başında evrensel bir ders verir: “Bizi sevdiğinden çok kendisini sevdiğimiz kadının üstünlüğü sağduyu kurallarını bize her zaman unutturmasıdır.” Türkçede Cemal Süreya çevirisi olduğunu da düşününce Vadideki Zambak’ı okumak şart oluyor.

20) Mantık Al-Tayr – Feridüddin-i Attar
(Bülbül hastalığı olarak aşk)

Feridüddin-i Attar otuz kuşun yolculuğunu anlatırken geride Allah ve Peygamber aşkına dair yüzyıllardır tazeliğinden bir şey yitirmeyen metinler bırakmıştır. Mantık Al-Tayr’ın sarsıcı sözcükleri ‘bülbül hastalığı’ olarak tanımlar aşkı. Sır hüthütün öteki kuşlara verdiği cevaplarda saklıdır. Hüthütün dudu kuşuna verdiği cevapta örneğin: “Can sevgiliye verilmek içindir.. ancak bunun için işine yarar. Can verirsin de bir an olsun sevgiliye kavuşursun. Âb-ı hayat istiyorsun fakat canını da seviyorsun.. yürü be… Canını ne yapacaksın? Ver sevgiliye!”

21) Ağrıdağı Efsanesi – Yaşar Kemal
(Ağıt olarak aşk)

“Her yıl Ağrıdağı’nda bahar gözünü açtığında çiçeklerle keskin kokular renklerle bakır rengi toprakla birlikte Ağrıdağı’nın güzel kederli kara gözlü iri yapılı çok uzun ince parmaklı çobanları da kavallarını alıp Küp gölüne gelirler. Kırmızı kayalıkların dibine bakır toprağın bin yıllık baharın üstüne kepeneklerini atıp gölün kıyısına fırdolayı otururlar. Daha gün doğmadan Ağrıdağı’ nın harman olmuş yalp yalp yanan yıldızları altında kavallarını bellerinden çıkarıp Ağrıdağı’nın öfkesini çalmağa başlarlar. (… Bu arada tam gün kavuşurken gölün üstünde kar gibi ak küçücük bir kuş dönmeğe başlar. Gölün üstünde bütün hızıyla uçan kuş göle şimşek gibi çakılırcasına iner bir kanadını suyun mavisine daldırır kalkar. Böylece üç kere daldırır sonra da uçup gider gözden ırar yiter. Ak kuştan sonra çobanlar da sessiz birer ikişer oradan ayrılır karanlığa karışır çekilir giderler.” Sonra… Yaşar Kemal Gülbahar ile Ahmed’in büyük destanını anlatmaya başlar.

22) Malina – Ingeborg Bachmann
(Dünyaya karşı duruş olarak aşk)

Malina kuşkusuz bir ‘aşk kitabı’ değildir ama belki de aşk kitaplarının en yakıcısıdır. “Parola Ivan.” der Malina “Ve hep hep Ivan.” Böyle bir aşkın var olduğu dünya kötü bir dünya olamaz dersiniz. Ama kötüdür dünya (“Biz birbirimize götüren yolları bunca zahmetsiz bulabilirken kentteki kıyım sürüp gidiyor;”. Malina’da altı çizilecek o kadar cümle var ki… Geriye bir iç yanması ve çok sigara dumanı kalır. Kitabın yazarı “Her erkek ve her kadın âşık olabilir mi?” sorusuna “Hayır” yanıtını vermiştir zira “olamaz çünkü aşk bir sanat yapıtıdır.”

23) Şiirler – Karacaoğlan
(Teklifsiz aşk)

Cemal Süreya yazmıştı: Yâr kavramı en somut ve süzme biçimde Karacaoğlan ile şiirimize girmiştir. Halk şiirinde Erzurumlu Emrah da başka şairler de var ama Karacaoğlan aşkın ve Türkçenin bir yakasında yüzyıllardır parlıyor. Kimi zaman “Benim çok ömrümü az eylemesin” diyecek kadar umutsuz kimi zaman “Herkesi sevdiğine verse Yaradan” dizesindeki kadar naif bir âşık. Galiba Karacaoğlan’ın umutla umutsuzluk arasında salınan aşkını en iyi şu dizeler anlatıyor: “Yaylanın karından beyazdır döşün / Uzanıp üstüne ölesim geldi”.

24) Jurnal 2 – Cemil Meriç
(Dehâ ve aşk)

İnsanın dörtte üçünün âşık olduğunda ortaya çıktığını söylemişti Cemil Meriç. Jurnal’inde yer alan Lamia Hanım’a mektuplarda da kırgınlıkları ve coşkularıyla çıplak bir Cemil Meriç vardır. “Kendini rahat hissetmen beni kudurtuyor.” der bencildir; “Hiçbir kıta kâşifi benim tattığım hazzın bir zerresini tatmamıştır.” der esriktir! Türkçenin belki de en sert en dolu ve en sıcak aşk mektupları… Kimi zaman ‘mezar taşı gibi bir sükut’la kimi zaman da alevden iki ırmağın birbirine karıştığını bilmenin yakıcılığıyla beslenen bir tutku. “Aşk dehadan çok daha nadir.” diyen Cemil Meriç’ e şu cümleyi kurdurmuştur aşk: “Aşkın verebileceği en büyük saadet sevilen kadının ilk defa elini sıkmak. Musikinin verdiği haz gibi bir şey.”

25) Kalbin Zümrüt Tepeleri – M. Fethullah Gülen
(Sahih aşk)

“Aşk; şiddetli sevgi iptilâ düşkünlük kemâl cemâl ve müşâkeleden dolayı duyulan aşırı muhabbet ki böylesine daha ziyade mecâzî aşk denir.. bir de cemâli kemâl noktasında kemâli cemâl kutbunda o Ezel ve Ebed Sultanı’na karşı duyulan kalbî alâka ve muhabbet vardır ki ona da hakikî aşk denir.” Kalbin Zümrüt Tepeleri’ndeki yolculuğun duraklarından biri aşk; o noktaya ulaşan birinin atacağı bir adım ya kalmıştır ya kalmamıştır. Aşk Zümrüt Tepeler’deki öteki konularla bütünlüklü bir bakış içinde değerlendirildiği zaman gerçek yerine de oturmuş oluyor. Aşka ilişkin olanın sadece ‘Aşk’ başlıklı yazı değil Kalbin Zümrüt Tepeleri’ndeki bütün bir seyir olduğunu unutmamak gerekir. Fethullah Gülen’in akıllarda mıh gibi kalan bir cümlesi işin özüdür aslında: “Dünya aşkın katilidir.”

26) Swann’ın Aşkı – Marcel Proust
(Kayıp zamanın izinde aşk)

“Sevdiğimiz zaman aşk o kadar büyüktür ki bir bütün olarak içimize sığmaz; sevdiğimiz insana doğru yayılır.” Belki Proust’un bütün külliyatı ama ille de Swann’ın Aşkı. “Mutlu olan kişi âşık değil demektir” diyen Proust bu cümlesiyle meşrebini de belli eder ve o benzersiz üslubuyla olağanüstü bir yapıt kurar. Sosyete çevrelerine girip çıkarak kendini var etmeye çalışan Swann’ın güzel Odette’e duyduğu aşkın hikâyesi temelde basittir ama yazarın doyumsuz tasvirleriyle sıra dışı bir hal alır. Proust Gide’e yazdığı bir mektupta ironiyi de elden bırakmaz: “Eğer Swann beni tanısaydı ve benden biraz yararlanabilseydi Odette’in ona geri dönmesini sağlayabilirdim.” Roman kişileriyle yazarın aşka bakışlarındaki farklılıkları çok da önemsememek gerekiyor. Zaten Proust evreninde aşka en sağlıklı yaklaşım yine bir roman kişisinden Madam Leroi’dandır: “Aşk mı? Sık sık yaparım ama hiç sözünü etmem.”

27) Neşideler Neşidesi
(Coşkunluk olarak aşk)

Aşkın tehlikeli sularında: “Çünkü sevgi ölüm gibi güçlüdür / Kıskançlık ölüler diyarı gibi serttir; / Onun alevleri ateşin alevleri / Yakıp bitiren alev. / Sevgiyi büyük sular söndüremez; / Ve ırmaklar onu bastıramaz.”

28) Muhteşem Gatsby – Scott Fitzgerald
(Adanış olarak aşk)

Bir başka ‘ömürlük’ aşk hikayesi… 20. yüzyılın ilk yarısında yapay değerlerin biçimlendirdiği Birleşik Amerika’da geçen roman ‘Amerikan düşü’ ve ‘yükselme’ gibi temaların ardında derinden derine bir aşk hikâyesiyle içimizi ısıtır. Gatsby ölür; sonunda onu ne kadar sevmiş olduğunuzun ayırdına varırız -tıpkı Daisy gibi! Romandan bir de unutulmaz cümle Can Yücel çevirisiyle: “Hani öyle gelir ya insana; o yaz işte hayat yeniden başlıyor sandımdı.”

29) Serin Mavi – Behçet Necatigil
(Evcil aşk)

“Ayşe Huriye Selma (yaş sırasına göre küçükten büyüğe) !” diye başlar bir mektuba Necatigil. Eşi Huriye Hanım’a yaşça iki kızının arasında yer vermesi nazik bir jest değil sadece; mektupların bütünü okunduğunda Necatigil yalınlığı iyice belirir. Serin Mavi kuşkusuz Türk edebiyatında bir ‘aile’ye yazılmış en incelikli aşk mektuplarını içeriyor. Necatigil evreninin tüm sözcükleri; ev aile gündelik sıkıntılar sımsıcak kılıyor bu mektupları. Ve Serin Mavi boyunca hep o iki dize çınlıyor: “Seni nasıl alabilirim benim tarafa / Uzaksın”.

30) Çağımızın Bir Kahramanı – Lermontov
(Yanılsama olarak aşk)

Bütün kadınları kendine âşık etmekten hoşlanan ama hiçbirini sevmeyen Peçorin’in öyküsü bir ütopya gibi mi görünüyor? Belki öyledir ama “Çağımızın Bir Kahramanı” sadece basit bir “kaçan kovalanır” öyküsü değil; derinlikli bir portredir. Peçorin adlı ‘kahraman’ cevaplar vermez; sorular sordurur. Sevilmeden sevmek paradoksunu bu kez tersinden okuruz. Peçorin kimseyi sevemez ve mutsuzdur. Onun “Kayadan kayaya atlayan suyun şırıltısını duyunca unutamayacağı tek kadın yoktur.” Bu unutulmaz yapıtı okurken insan Peçorin’in yazgısının ölümcül kara bir talih mi yoksa çok az kişiye rastlayacak bir şans mı olduğuna bir türlü karar veremiyor.

31) Piraye İçin Yazılmış Saat 21-22 Şiirleri – Nâzım Hikmet
(Umut olarak aşk)

30 Eylül 1945… “Seni düşünmek güzel şey / ümitli şey / dünyanın en güzel sesinden en güzel şarkıyı dinlemek gibi bir şey / Fakat artık ümit yetmiyor bana / ben artık şarkı dinlemek değil / şarkı söylemek istiyorum”.

32) Mem û Zin – Ehmede Xani
(İmkânsız aşk)

Ehmede Xani’den eşsiz bir imkânsız aşk masalı… Mem’in Dicle nehrine unutulmaz seslenişiyle: “Benim gönlümün içinden de geç bir kez / Gözlerimin pınarına bak bir kez.” Bu destanda iki âşık vardır da bir de aşklarının ortasında biten diken kötü adam Beko vardır. Beko’ların biri gider bir başkası gelir… Ve bu dünyada kavuşmak yoktur.

33) İlk Aşk – Turgenyev
(Hatıra olarak aşk)

Bu güzel ve küçük roman biraz da adından dolayı listeye girmeyi hak ediyor. Kahramanımızın Zinadia’ya duyduğu hızlı ve tutkulu aşkın sıra dışı öyküsü. Hikâyede her ilk aşk deneyiminin izleri var gibidir. Bir yerde şöyle der kahraman: “Artık sıradan bir delikanlı sayılmazdım; çünkü âşıktım.” Kısa serüvenlerin sonunda Zinadia ölür; buruklukla şaşkınlık arası bir duygu eşliğinde kitabı kapatırız. İlk aşktır; incitir özletir anısı silinmez.

34) Monna Rosa – Sezai Karakoç
(Hıçkırık olarak aşk)

“Esmer delikanlı hatıra ve kan / Yeşil gözlü kızın hıçkırıkları / Sızıyor bir kapı aralığından / Lambalar yanıyor hafif ve sarı.” Sezai Karakoç’un çok aşkta çok hatıra bırakan anıtsal şiiri. Kendi hikâyesiyle zaman içinde bir efsaneye dönüşen Monna Rosa her aşk hikâyesiyle yıllardır yeni sayfalara yeni defterlere yazılıyor. Bir anlamda “mutlu aşk yoktur”un en güzel Türkçe söylenişi… “Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa: / Henüz dinlemedin benden türküler. / Benim aşkım uymaz öyle her saza / En güzel şarkıyı bir kurşun söyler… / Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa./ / Yağmurlardan sonra büyürmüş başak / Meyvalar sabırla olgunlaşırmış. / Bir gün gözlerimin tâ içine bak: / Anlarsın ölüler niçin yaşarmış”.

35) Kolera Günlerinde Aşk – Gabriel Garcia Marquez
(Ömür boyu aşk)

50 yıl süren bir tutku aşk mıdır yoksa aşka çok benzeyen bir bağlılık mı? Büyülü gerçekçiliğin ustası Marquez Kolera Günleri’nde Aşk’ta tam da üslubuna yakışır bir konuyu yarım yüzyıl süren bir aşkı anlatıyor. Florentino Ariza’nın Fermina Daza’ya olan yenilmez gözüpek aşkının hikâyesi aşk yüzünden delirenlerin eksik olmadığı bir coğrafyanın acımtırak kokularını taşıyor. Sonunda ne mi öğreniyoruz? Sadece aşksız değil aşka rağmen de mutlu olunabileceğini…

36) Elsa’ya Şiirler – Louis Aragon
(Poetika olarak aşk)

Aragon öleli 25 Elsa öleli 37 yıl oluyor. Genç kuşaklar ikisini de siyasi mücadelelerinden romanlarından değil şiirlerden ve büyük aşklarından tanıyor bugün. Aragon kendine “Elsa’nın Mecnunu” sıfatını yakıştırmıştı. Unutulmaz şiirlerini Elsa için yazdı. Edebiyat tarihinin en şanslı kadınlarından Elsa da hep var olmayı istediği tarihte romanlarıyla değil daha çok konu olduğu şiirlerle anıldı. Şanslıyız ki Orhan Veli’den İlhan Berk’e kadar iyi çevirmenler bu şiirleri Türkçeye ‘kazandırdı’. En sarsıcısı Elsa’nın Gözleri şiirinden: “Öyle derin ki gözlerin içmeye eğildim de / Bütün güneşleri pırıl pırıl orada gördüm / Orda bütün ümitsizleri bekleyen ölüm / Öyle derin ki her şeyi unuttum içlerinde”.

37) Alemdağ’da Var Bir Yılan – Sait Faik
(İyimserlik olarak aşk)

Türkçenin kuyruklu yıldızı Sait Faik’in kuşkusuz en iyi kitabı. “Kaybettikten sonra bulduğumuz şey. Nedir o bil? Nedir o bil?” diye sorar bir öyküsünde. Onu okurken hep bir iyimserlik vardır ama yitik bir şeyler olduğu düşüncesi de peşimizi bırakmaz. Kitapla aynı adı taşıyan öykünün şu cümlesi bir kez okunduğunda unutulmayanlardandır: “Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek bir insanı sevmekle başlar her şey. Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor.”

38) Doktor Jivago – Boris Pasternak
(Tutku olarak aşk)

Aşk ve devrim yan yana gelince ortaya unutulmaz hikâyeler çıkıyor. Doktor Jivago bunların en iyilerindendir; hem dönemini enfes betimlediği hem de hastalıklı bir aşkı ustaca anlattığı için. Yuri Jivago edebiyat tarihindeki ‘büyük âşıklar’ listesindeki yerini çoktan aldı zaten ama okursanız Lara’nın nasıl ustaca çizilmiş bir karakter olduğuna da dikkat edin. Romandan uyarlanmış izlenmeye değer bir filmin olduğunu da hatırlatalım…

39) Gizemli Şiirler – Hilmi Yavuz
(Bakış olarak aşk)

Aşkla ‘bakmak’ arasındaki gizemli ilişki nedir? Belki Yakın Aşklar şiirindeki: “yakın aşklar! sizi ve gizi / bir kıyıyla öteki / gibi bağlayan nedir?” Belki Eylül şiirindeki: “eylül! daha çocukluğumdan / beri size bakardım ben / bir yazın azalmakta olan / sözcüklerinden nasıl da / ansızın dökülürdünüz / bahçelerle ve kül / dolardı içim… eylül!” Ama en çok da şu şiirdeki: “size bakmanın tarihi! siz / bir gonca kadar kendiliğinden / yazılmış olmalısınız / derin korkunç ve ergen / kalbim sevdalara sığmayan kalbim / bir dağı içeriyor geçerken / siz o dağa sanki kış / ve sanki bıldır yağan karsınız / umarsız sözcüklere bulanmış”…

40) Fransız Teğmenin Kadını – John Fowles
(Bekleyiş olarak aşk)

1969 tarihli roman yüzeydeki esrarlı aşk hikâyesinin altında felsefî ve toplumsal sorgulamalarla çağdaş bir klasik olarak adlandırılmayı hak ediyor. Her aşk hikayesi içinde kendi döneminin eleştirisini barındırır ama Fransız Teğmenin Kadını’ndaki kadar ustaca iğnelemelere kolay rastlanmıyor. Bir kadının iç dünyasına nasıl bu kadar soğukkanlılıkla yaklaşılabilir? Bu John Fowles’un ustalığıdır. Yüzyıl öncesinin İngiltere’sinde bir erkeğin toplumun kurbanı oluşu bugüne de çok şey söylüyor. Romanın başkişisi Sarah tıpkı Madam Bovary ya da Lady Chatterley gibi asla unutulmayacak.

41) Aramızdaki Şey – Tomris Uyar
(‘Aramızdaki şey’ olarak aşk)

Tomris Uyar’dan aşkın ‘aramızdaki şey’ durumuna nokta atışı! Uyar’ın başka öyküleri başka kitapları da var elbette ama edebiyatımızda aşka çok benzeyen bu ‘şey’i daha iyi anlatan bir öykü yok. Şöyle der anlatıcı Venedik’te Ölüm filmi seyredilirken: “Onu yakalamak için nedense filmden sana kaydı gözüm. Ellerine uzun biçimli parmaklarına nerdeyse saydam tırnaklarına. İncecik bedenine. Bu dünyayla baş edemeyecek kadar kırılgan olduğunu o an kavradım. Artık filmdeki Tadzio’yu seyredebilirdim… İçimin yandığını belli etmemek için bile-isteye soğuk bir şaka yaptım: ‘Yazarın ve romanın baş kişisinin adları T harfi ile başlıyor diye mi çağrıldım yoksa buraya?’” Tomris Uyar’ın ustalıkla anlattığı ‘şey’i yaşarsak bir gün o soruyu sorarız: “Sen o şeyi çözebilmiş miydin?”

42) Soneler – William Shakespeare
(Nimet olarak aşk)

Romeo ve Juliet ya da Othello ile değil de Soneler ile okumalısınız Shakespeare’den aşkı. Entrikalarla hesap-kitapla kuşatılmış aşkları değil lirizmle yalınlıkla beslenen aşkları okumanın tadına böyle varabilirsiniz. Sevgilisine “Seni bir yaz gününe benzetsem mi” diye seslenen şairdeki aşk çığlığını duyarsınız. Ve kuşkusuz bulunmaz bir nimettir aşk: “For thy sweet love rememb’red such wealth brings / That then I scorn to change my state with kings”.

43) Yirmi Aşk Şiiri ve Bir Umutsuz Şarkı – Pablo Neruda
(Umutsuz bir şarkı olarak aşk)

20 unutulmaz aşk şiiri… “Seviyorum susmanı yokluk gibidir çünkü. / Öyle uzak acılı ölüp gitmiş gibi sen. / Yeter o zaman bir söz bir gülümseyiş bile. / Sevinirim başka şey yok öyle sevindiren.” Neruda’nın aşk sarkacı da inip çıkar “sonsuz unutuş kırar” insanı. Son söz ümitsizce söylenir: “Ve ellerimde yalnız gölgenin ürperişi. / Âh uzağa her şeyden. Âh uzağa her şeyden. / Ey kimsesiz yollara düşme saati şimdi!”

44) Aşk İmiş Her Ne Var Âlemde – Abdülhak Şinasi Hisar
(Damıtılmış aşk)

Divan şiiri tepeden tırnağa aşktır. Bu geleneğin en güzel aşk dizelerini okumak içinse benzersiz yapıt var: Abdülhak Şinasi Hisar’ın “Aşk İmiş Her Ne Var Âlemde” adlı seçkisi. Hisar’ın seçkin beğenisinden süzülmüş neredeyse bir aşk el kitabı. Ne unutulmaz dizeler vardır bu minik seçkide: “Biz âleme bir yâr içün âh itmeğe geldik” (Yenişehirli Avni) ya da “Gel gel ki cümle savm-ü salâtın kazâsı var / Sensiz geçen zamân-ı hayâtın kazâsı yok” (Nesimî) gibi. Aşkın her türlüsüne birer bölüm ayrılan kitapta tüm dizelerin şairleri Bâki Efendi’nin tavrındadır: “Fermân-ı aşka cân iledir inkıyâdımız / Hükm-i kazâya zerre kadar yok inadımız”. Aşkı bir de Nedim’den ‘son divan şairi’ Yahya Kemal’e kadar eski şairlerden okumak iyi oluyor. (Divan şiiri denince; Necati Bey’in bu seçkide yer almayan bir dizesi vardır ki ciltlerce kitaba değer. Söylemeden geçmemiş olalım: “Ki hüsn sende garib oldu aşk bende garib”

45) Belâ Çiçeği – Attilâ İlhan
(İkilem olarak aşk)

Böyle bir listeye Attilâ İlhan’dan kitap seçmek pek kolay değil. Bu kitap ‘Böyle Bir Sevmek’ olabileceği gibi pekâla ‘Ayrılık Sevdaya Dahil’ de olabilirdi. Ama ‘Bela Çiçeği’ni seçtik -aşkın o mâlum paradoksunu anlatan ‘Aysel Git Başımdan’ şiiri için: “aysel git başımdan ben sana göre değilim / ölümüm birden olacak seziyorum / hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim / aysel git başımdan istemiyorum / benim yağmurumda gezinemezsin üşürsün / dağıtır gecelerim sarışınlığını / uykularımı uyusan nasıl korkarsın / hiçbir dakikamı yaşayamazsın / aysel git başımdan ben sana göre değilim / benim için kirletme aydınlığını” diye başlayan şiirin sonu yakıcıdır: “aysel git başımdan ben sana göre değilim / ölümüm birden olacak seziyorum / hem kötüyüm karanlığım biraz çirkinim / aysel git başımdan seni seviyorum”.

46) Günlerin Köpüğü – Boris Vian
(Gerçeküstü bir durum olarak aşk)

Tutkulu bir caz dinleyicisi olan Colin bir gün Chloé (Yunancada ‘taze yeşillik’ anlamındadır bu sözcük) ile tanışınca ona şöyle der: “Sizi Duke Ellington mı düzenledi?” Bu naif soru çağdaş aşk masallarının en güzellerinden olan Günlerin Köpüğü’nde anlatılanın nasıl bir şey olduğu hakkında iyi bir ipucu veriyor. Aslolan iki şey vardır Vian için: Aşk ve New Orleans’ın müziği. Plak düşsel roman boyunca zihnimizde döner. Mutlu sonla bitmesini delicesine istediğimiz hikâye mutsuzlukla biter. Ama belki de Colette’in dediği gibi sonu acı bitse bile her aşk ayrı bir mutluluktur. Ve umulur ki bir gün Boris Vian’ın dediği olur: Sonunda kitleler haksız bireyler haklı çıkar.

47) Sevda Sözleri – Cemal Süreya
(Aşk olarak aşk)

“Aşklar da bakım istiyor öğrenemedin gitti” dizesiyle anlatılabilir Cemal Süreya’nın aşkı: İronik masum bazen çaresiz. Sadece adından dolayı değil Sevda Sözleri aşkın türlü hallerini şiirin ustalığıyla kesiştirdiği için ayrıcalıklı bir yeri hak ediyor. Gündelik hayatın tam ortasında Sevda Sözleri’nden iki dize masanıza düşebilir örneğin: “İki çay söylemiştik orda biri açık / Keşke yalnız bunun için sevseydim seni.” Şu dizeler “Kardeşim olan gözlerini unutmadım” ya da “Aşktın sen gidişinden bildim seni” nasıl unutulur? Ancak bir tanesi var ki manifestodur: “Yalnız aşkı vardır aşkı olanın”.

48) Düş Kırgınları – Mehmet Eroğlu
(Vazgeçiş olarak aşk)

Ne yazık ki göğsümüzün sol tarafında kalb denilen bir et parçası taşırız ve gün gelir şu derin ikilemden kaçamayız: Aşk mı sevgi mi? Çağdaş edebiyatımızda bu sorunu en yüreklice tartışan Düş Kırgınları’nın başkişisi Kuzey Erkil’dir. Sevgi esnek ve dayanıklıyken aşk kırılgan mı gerçekten? Yoksa bu da mı bir yanılsama? Kuzey Erkil’in Şafak’a duyduğu iç burkucu aşk kadar tartıştığı ikilemlerle de okuyanın unutamayacağı bir roman Düş Kırgınları. Aşkın niçin mutluluktan daha büyük daha görkemli bir şey olduğunu kavramayı kolaylaştırıyor. Aşkın olduğu yerde erdemlerin bir hiç olduğunu anlamayı da… Acı son kaçınılmazsa Kuzey’in dediği geçerlidir: “Sevmek bazen de bırakmaktır.”

49) Şiirler – Rabindranath Tagore
(Kutsayıcı aşk)

“Yüreğim övünçle taşıyor sanki şarkı söylememi buyurunca sen; yüzüne bakıyorum yaşlar doluyor gözlerime. / Yaşamımda aykırı yırtıcı ne varsa eriyip haklı bir düzene çevriliyor; denizin üstünden uçan mutlu bir kuş gibi kanat açıyor tapınışım. / Şarkı söylememden hoşlanıyorsun biliyorum. Biliyorum yapayalnız bir şarkıcı gibi çıkıyorum önüne. / Erişmeyi aklımdan bile geçirmediğim ayaklarına şarkımın kanat uçlarıyla dokunuyorum. / Şarkı söylemenin sarhoşluğuyla unutuyorum kendimi efendim olan sana dostum diyorum.” “Kendi ayak izlerini bulacaksın benim şarkılarımda” Alabildiğine mistik alabildiğine lirik…

50) Leyla ile Mecnun – Fuzûli
(Destan olarak aşk)

Aşkın sonsözü: Leylâ ile Mecnun. Aşkın ‘saf’ hali edebiyat tarihinde hiçbir zaman Fuzûlî’nin 1535 tarihli mesnevîsinde olduğu gibi anlatılamadı. Artık her âşık Mecnun’la kıyaslanır her sevilen biraz Leylâ’dır. “Ya Rab bana cism ü cân gerekmez / Canânsız cihân gerekmez” diyenlerin aşkıdır bu. Mecâzî aşkı yudumlamak vardır onu aşmak vardır vefâ ile dünyayı yok saymak vardır bu hikayede. Mecnun Leylâ’nın kabrini kucaklayıp öldükten sonra iki âşık aşk yoluna girip temiz kaldıkları için aşklarını dünya hevesleriyle kirletmedikleri için (oysa ne zordur bu!) cennette buluşurlar. Söz biter.

Zaman Kültür Sanat

5555. Paylaşım

Ölümün Yaşı

Yaşlı bir adamı gömmüştük
Uzundu, zordu, bulanık ve tenha
Öldükten sonra da babamdı…

Görünmez zamanı gördük bir gün
Yıldızları gecesinden çaresiz
Bir kasaba yalnızlığıydı erken
Biz büyüdükçe, vadesiz muratsız yaşı.

Şükrü Erbaş

Karar ve özgürlük…

Bir düşünce bize ait olmamışsa, verdiğimiz kararlar da bizim değildir. Özgün düşünce yaratmak özgür insan olma yolundaki ilk adımdır denebilir. İnsan her anında kararlar alarak yaşar. Böyle olmasaydı nefes alan et ve kemik yığınlarından farklı olmazdık. Masadaki tuzluğa uzanmaktan, iş değiştirmeye, evlenmeye ve bir yerden bir yere gitmeye kadar aynı mekanizma işler ve bizler harekete geçmeden önce mutlaka kararlar alırız.

Ama sorun şu ki, bu kararları kendi başımıza ve özgür irademizle aldığımızı varsayarız. Böyle olabilir de olmayabilir de ve neyin nasıl olduğu üzerinde pek düşünmemiş olabiliriz. Oldukça özgür şartlara sahip bir kişi kararlarını kendisi almıyorken, baskı altında yaşayan bir kişi her şeye rağmen kendi kararları ile hayatını ilerletiyor olabilir. Şüphesiz şartlarımızın kendisi de karar alma süreçlerimize göre şekillenir. Bunun farkında olsak da olmasak da… Karar almamak da bir karardır ve hayatı istediğimiz her anda askıya alamayız, aldığımızı zannederiz.

Kararsız insanlar genellikle karakterlerinin olumsuz bir tarafını öne çıkarıyorlar gibi görünse de, yine de her şey o kadar siyah ve beyaz değildir. A, B ve C seçenekleri arasında kararsız kalan kişi, zayıflık gösteriyor sanılsa da, aslında üç seçeneği de seçim kümesinde tutmaya çalışıyor olabilir. B hakkında bir tercih yaptığınızda A ve C’yi seçme olasılıklarını yitiriyor olduğunuzu hissedersiniz ve bu doğrudur. B hakkındaki dürtüleriniz, A ve C’ye karşı olan ilginizi bastıramıyorsa, B hakkında karar vermeyi geciktirerek A ve C’yi de olasılıklar dairesinde bir süre daha tutmak daha rahatlatıcı gelir. Bunu sadece rahatlamak için yapmıyor da olabilirsiniz. Erteleme, B hakkında daha güçlü dürtülere sahip olmayı beklemeyi veya A, B ve C dışında daha baskın bir D seçeneğinin ortaya çıkması için mehil kazanmayı da ima edebilir. D seçeneği, A, B ve C’yi bastırdığında, ikilemden kurtulur ve karar veririz.

İkilemler bir sigortadır ve ikilemlerle hesaplaşmadan verilen kararlar genelde hatalı olur. Bu arızalı kararlar hayatın daha ilerisinde birer potansiyel kriz olarak bizi kollarlar. O krizlerden kaçmanın kendisi de bir karardır ve genellikle kontrolümüzü elimizde olmayan nedenlerle kaybetmeden o krizler yaşanmaz. Hayat insana bol bol bu krizlerden sunar ve bize daha büyük kararlar almanın fırsatını bahşederler.

Hasılı kararlar almak hayatımızın merkezinde yer alır ve ölene kadar da bu böyle olacak. Zaten karmaşık olan bu süreçlerde birçok yeteneğimize başvururuz. Tabii önce aklımız ve akıl yürütme süreçlerimiz gelir. Sonra duygularımız, duyularımız ve dürtülerimiz bize yardımcı olur. Modern zamanlarda akıl dışındaki karar alma yeteneklerimiz çok fazla itibar kaybına uğratıldığından, modern insan ölçülmüş, biçilmiş ve oldukça da öngörülebilir donuk bir dünyaya hapsolmuştur. Bugün Batı dünyası her şeyden evvel büyük bir tektipleşme ile donukluk tehdidit altındadır ve kişi bunun farkında bile olmayabilir. Marjinal hayat biçimlerine savruluş, huzur için inleyen ruhların bir yardım çığlığıdır.

Çünkü ister farkında olanlardan ister olmayanlardan olalım, benliğimiz aklımızdan bağımsız halde yaşamaya devam eder ve hisseder. Kendi kararlarımızla şekillenmemiş bir hayat trajedidir, bunu hissederiz.

Sokrates’in dediği gibi, üzerinde düşünülmemiş bir hayatın kıymeti tartışmalıdır. İnsanın özgür olabilmesi, kendisinin farkında olmasını, özgür irade ile seçimler yapmasını ima eder. Karakterimizi oluştururken rol modellerden faydalanabiliriz ama çok başarılı başka hayatları kopyalayarak kendimiz olamayız. Bilgi hayatımızın merkezindedir ve bu bilgi bize ait olmamışsa, bilginin kaynağı bizi uzaktan yönetiyor demektir. O nedenle bilgilerden özgür düşünme süreçleri ile bize dair özgün bilgiyi çıkarmak ve kararları bu özgün bilgilere dayanarak almak durumundayız. Uzaktan kumandayla idare edilmek istemiyorsak, temel kurallardan birisi budur.

Örneğin, bir yazarın köşesini okuyarak hayatı ve siyaseti anlamak, bilgi üreticisinin kimliğinden, kim olduğundan bağımsız olarak bir mekanizmayı ima eder. Bir fikir istediği kadar özgürleştirici veya doğruya yakın olsun, okuyanın değerlendirmesinden, katkısından veya eleştiri süzgecinden geçmeden iktibas ediliyorsa, ya işlevsiz kalır, ya da olumsuz bir fonksiyonun aracına indirgenmiştir.

Bizler dışımızdaki her şeyden etkileniriz ve bu iyi bir imkanı ifade eder. Yoksa hiç gelişemez, bireyleşemez ve aslında varolamazdık.

Klişeler önemlidir, tarihin ve toplumsal bilincin hikmetini ima eder. Bir klişeyle bitirmek gerekirse, en kötü karar karasızlıktan iyidir.

Markar Esayan

Yazı Uçar

Hayatım boyunca, insanları “emri bilmaruf nehyi anil-münker” çizgisine çağıracak kudreti bulamadım kendimde.

Sebep mi?

Yaşamam gerekenleri yaşayamadığım için mi, insanları incitmekten korktuğum için mi, medeni cesaretten mahrum olduğum için mi, demeliyim?

Bilemiyorum.

Bunların hepsi kısmen ya da tamamen doğru olsa gerek.

Hayatım boyunca, bir “iman neşesi”, bir “yaşama zevki”, bir “çalışma ve başarma sevinci”ne de sahip olamadım.

Öyle tahmin ediyorum ki, hasbelkader yazdığım öykülerimde de, böyle bir “neşve”yi bulamamanın ıztırabı kaynamaktadır.

Kendisiyle, çevresiyle, anne babasıyla, tüm insanlarla ve hissedebildiğim kadarıyla Allah’la barışık, belli bir hedefe kenetlenmiş, kalbiyle ruhuyla beyniyle çatışmadan yaşayan, içindeki adamın her gün kendine çirkin sözler sıralamadığı müminler tanıdım.

Bu insanların varlığı bende daima bir kıskançlığa, korkuya, öfkeye sebep oldu.

Yıllar önce aydınlık yüzlü gençlerin bana korku verdiklerini yazdığım zaman, bir dost, “Neden?” demişti.

Şimdi biliyorum, neden?

Bana, hiçbir zaman içinde olamadığım bir kişisel huzur seviyesinin varlığını hatırlatıyor; bana, parmaklarımın arasından kaçırdığım bir gençliğin, yitirdiğim bir sevincin, bir daha hiç görülmeyecek bir çocukluk düşünden uyanmanın iç acısını hatırlatıyorlar.

Da ondan.

Şimdi belki tam da bu noktada, bir itiraz yöneltebiliriz bu satırların yazarına:

Kendisiyle, çevresiyle, anne babasıyla, tüm insanlarla ve Allah’la barışık, belli bir hedefe kenetlenmiş, kalbiyle ruhuyla beyniyle çatışmadan yaşayan, içindeki adamın her gün kendine çirkin sözler sıralamadığı müminlerin varlığından, en azından bu seviyede bir iç huzuruna erişmiş olduklarından, çatışmasız, acısız, çelişkisiz bir hayat sürdüklerinden nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?

Bir itiraz daha:

Kendinin bu çizgiye ulaşma umudunu tümüyle yitirmiş olduğunu düşünmenin sebebi ne? Neden bu kadar mey’ussun?

Bu soruları cevaplamak gibi bir niyetim yok.

Niyetim, yazıya yüklediğimiz anlamın, işlevin, giderek belirsizleştiğini, silikleştiğini, anlamsızlaştığını vurgulamak.

Bundan sadece on sene önce, dergi çıkardığımızı öğrenen bazı büyükler, bizi bir kenara çekmişler ve bize hâlâ kulaklarımda çınlayan bazı öğütler vermişlerdi:

Dergi çıkarmak bir sorumluluktu.

Yazı yazmak her yiğidin harcı olamazdı.

Yazı yazmaya soyunarak, istesek de istemesek de, bir önderliğe soyunuyorduk.

Bu bir misyondu.

Bir yüktü.

Buna hazır mıydık?

Bunu sonuna kadar götürebilecek miydik?

Bu öğütleri veren ağabeylerin, gözlerinde bize dair umutlar vardı.

Bizi durdurmak değildi hedefleri.

Bize güvendikleri, bize inandıkları, sadece bizi uyarmak istedikleri anlaşılıyordu.

Yazıyor olmamız onları gönendiriyordu.

Niyetleri halisti.

Yürekleri temizdi.

Bundan sadece on yıl önce, kendisinden bir polemiği neden aniden sonlandırdığı ya da neden bir konudaki bilgilerini yazmadığı sorulan bir yazarın, vallahi fitneye sebep olmaktan korkarım, diye cevap verdiğini hatırlıyorum.

Öbür tarafta rahatsız edilmekten korkarım… dediğini.

Hâlâ bu tür duyarlıklara sahip insanlar var kuşkusuz.

Fakat gördüğüm, her şey gibi, yazı’nın da, yazın’ın da, yazarın da, dünyadaki malûm “çözülmeden”, yozlaşmadan, çirkinleşmeden, çirkefleşmeden, çiğleşmeden payını aldığıdır.

Yazarak dünyayı daha bir kararttığımız da.

İnsanları etkilemek, insanların tepkisini çekmek, insanlar arasında tartışma yaratmak, insanlar arasında konuşulmak, gündeme oturmak, gündem yaratmak, gündemden inmemek…

Bilgisayarın karşısındaki adamın kaygısı budur.

Bilgisayarın karşısındaki adamın kaygısı “yırtmak”tır.

Bilgisayarın karşısındaki adam, bir acının “iç tepesiyle” sarılmamaktadır kalemine.

Bilgisayarın karşısındaki adam “can havliyle” yazmakta değildir.

Bilgisayarın karşısındaki adamın dindirilecek bir ağrısı da yoktur.

Bilgisayarın karşısındaki adam, sözün uçtuğunun, fakat yazı’nın, “kalmak” ne kelime, “konamadığının”, konacak bir yer bile bulamadığının bir kanıtı gibidir.

Yazı bir hırs olmuştur.

Bir kavga.

Bir hınç olmuştur.

Yazı bir ‘caka’dır.

Yazı yazmak ruhun fiyakasıdır.

Yazı bir ‘rakam’dır.

O kadar.

İnsanlara fitneye sebep olduklarını söyleyebilmek, insanlara bir hırsı büyüttüklerini söyleyebilmek, insanlara “sözü yorduklarını” söyleyebilmek, yazı’nın bir cenkleşmeden öte bir şey olduğunu, bir oyundan, “şapkadan tavşan çıkarma”dan başka bir şey, bir düzenekten başka bir şey olduğunu söyleyebilmek isterdim.

Fitneye sebep oluyorsunuz, diyebilmek.

Fakat bu hiç mümkün gözükmüyor.

Kendimi, karanlığın içinde parlayan bir başka karanlık olarak görmekten alamıyorum.

Dedim ya, hayatım boyunca, insanları “emri bilmaruf nehyi anil-münker” çizgisine çağıracak kudreti bulamadım ruhumda.

Abdullah Harmancı

(memleket dergi, nisan 2006, 1. sayı)

Kimi, Nereye Götürür Şiir?

Hiç kimseyi, hiçbir yere götürmez şiir.

Her kim, şiirle bir yerlere gittiğini ya da şiirin, kendisini bir yerlere götürdüğünü iddia ediyorsa yaman bir kandırmacanın içindedir.

Üstelik, kişinin sırf kendisiyle sınırlı bir kandırmaca değildir bu. Zira, kendisiyle beraber başkalarını da kandırmak vardır işin içinde.

İnsanoğlu bunu hep yapar aslında; yani habire kandırır kendini. Doymaz bir türlü. Yetmez, kendini kandırdığı şey, her neyse onu başkalarına da empoze eder. Gündelik hayatta buna bir gerekçe bulunabilir. Çoğu kere de bir zaaf olarak değerlendirmek mümkündür bu hali. Oysa sanat söz konusu olunca, mesele zaafiyet sınırlarını aşarak sahtekârlığa gelip dayanmakta. Ne fark var demeyin sakın. Zaaf, marazî bir haldir, irade hakimiyeti yoktur onda. İradesine hakim olamadığından yapar her ne yapıyorsa insan. Halbuki sahtekârlık düpedüz iradî bir durumdur. Bile isteye yapar insan her yaptığını. Hesaplı kitaplıdır sahtekârın edimi; itkisel yahut dürtüsel değildir yani.

Peki nasıl olur da, bir sanatçı sıradan bir sahtekârla aynı çizgide olabilir? Neden olmasın ki? Nihayetinde sanatçı da insandır. Sanatın bahşettiği ‘incelme’nin farkında olmayan ve bunu kesbetme azmini taşımayan insan, görünürde sanatçı da olsa, alması gerekeni alamamış demektir. Yani, hâlâ ‘kalın’dır. O halde herhangi bir sanatla ilgilenmeyen insandan ne farkı vardır ? Kısacası, hiç farkı yoktur. İşte bu fark olmadığından, herhangi bir insanın tevessül edeceği sahtekârlık, sanatçı için de geçerli olabilmekte. Hatta fazlasıyla…

Şiire dönersek…Şiir, incelme halidir. Şair de kendini yontan kişi. Bir bakıma şairin yongasıdır şiir. Kendini yonttukça şiir hasıl olur ondan. Yontuldukça bir şekle şemâle bürünür şair. Onca şiir yazacaksın, hâlâ şekilsiz şemâlsiz kalacaksın; kaba saba, yalancı, küfürbaz, pornografik, boğursak…

Şiir bir imkândır, kendini şekillendirme imkânı. İlkin bunu görebilmek gerek. Sonra kendini açmak bu imkâna. Yoksa ne yoldur şiir ne yol donanımı. Yol olsaydı, çıkar ya da çıkmaz bir istikâmeti olurdu. Oysa bir istikâmet göstermez şiir. Ne bir ideolojidir ne de bir inanç biçimi çünkü. Yol donanımı hiç değil. Yola çıkarken ceplere doldurulan çerez yani! Yahut çıkınlanmış erzak! Hayır!

Şiir, bir hal’dir; hal’e ilişkin mekan değil. O halde şiir, şairin cehennemi olamaz, cenneti de tabiî. Değil mi ki, ne azaptır ne kurtuluş şiirin sunduğu. Sorun, şairin kendindedir sadece, benci zihniyetinde.

Meslek de değildir şiir. Bir uğraş değildir çünkü. Şiiri bir uğraş alanı gibi görmek onu tümüyle zanaatlaştırmak demektir. Halbuki ilgi alanıdır şiir. Sanat olması da bundandır.

Sanat olduğundan, kimseyi bir yere götürmez.

Bir yere gitmek, bir şey olmak isteyen şiirden uzak durmalı.

Uzak durmalı ki, şiir rahat etmeli.

Bilinmeli ki; şiire, abes misyonlar yüklemekle, olmadık nitelikler atfetmekle şair olunmaz. Şairliğin yegâne ölçütü şiirdir.

Varsın her söylediği veya her yazdığı şiir sanılsın kimilerinin; hatta elini sürdüğü her şeyi şiirleştirdiği!..

Bilen biliyor nasılsa.

Mehmet Solak

Şiir Hevestir

Şiir nedir, sorusu şimdiye değin defalarca sorulmuş; hiç üşenilmeden de defalarca cevaplanmıştır. En öznel tanımlamalar şiir üzerine yapılmıştır, dense yeridir. O halde, bir tanımlama da ben mi yapacağım. Hayır. Niyetim tanımlama yapmak değil; sadece şiir- insan ilişkisine heves penceresinden bir göz atmak.

Heves; bir şeye karşı duyulan istektir. Fakat aşk, şevk derecesinde bir istektir bu. Herkesin içinde bir şeylere karşı istek vardır mutlaka; heves etmekten alıkoyamazsınız kimseyi. Ama herkes hevesdâr değildir yine de ve olamaz. Her arzuladığına ulaşıp ondan hevesini almak herkese nasip olur mu sanıyorsunuz. Ne mümkün! Kimlerin hevesi kursağında kalmamıştır ki!..Kimler etrafına bakıp, olur olmaz her şeye heveskârlık göstermemiş sonra da hevesini alıp kendi köşesine çekilmemiştir.

Kuşkusuz pek çok heveskârın yolu düşmüştür şiire. Heveskârı çok olunca, şiirin de yol geçen hanına dönmesi kaçınılmaz olmuştur. Aslına bakarsanız hanın bir şikayeti yok bu durumdan. Sıkıntı, konukların tavrıyla alakalı. Her konuk kendi tarzında şekillendirmek, kendi rengiyle boyamak istiyor hanı. Kimisi en mutena köşelere özene bezene yazarken kimisi kapı arkalarına hoyratça bir şeyler karalamakla meşgul. Neler yok ki? Salya sümük duygusallıklar mı ararsınız, hamasî tatminler mi, sakızsı yayvanlıklar mı, yoksa tek solistli çok enstrumanlı seslendirmeler mi? Hal böyle olunca da kargaşa yaşanıyor. İşin kötüsü herkes ayan beyan hancılığa soyununca kim hancı kim yolcu o da karışıyor.

Heves, bir başlangıçtır; şiirse sonuç. İnsanoğlu için başlangıç ne kadar normalse sonuç da o kadar normaldir. Yani pek çok insanın şiire heveslenmesinde bir anormallik yok mudur? Evet yoktur. Hele bir gençlik hevesi olmasında hiç mi hiç…

Burada düşünmek gerek. Başka ülkelerde de böyle midir, bilmiyorum, ama farklı olmadığını sanıyorum, özellikle gençlik yıllarında pek rağbetkârdır insanlar şiire. Bunda duyguların o dönemde daha coşkun oluşunun etkisi vardır mutlaka, ancak meseleyi salt duyguların coşkunluğuyla açıklamak yeterli olmasa gerek. Gençlik yıllarında, hele bir de aşıksa, şiir niyetine bir şeyler yazmamış çok az kişi vardır herhalde. Peki ne oluyor da, bir dönem yolunu illâki şiire çıkarmış insanlar, birden bire şiirden kopuveriyorlar. Gençlik yoldaşlarını neden terk ediyorlar? Yoksa yoldaş belledikleri şiir mi yarı yolda bırakıveriyor onları. İkisi de değil bence. Ne şiir, genç yoldaşını ne de genç, şiiri terk ediyor. Kimse kimseyi yarı yolda bırakmıyor yani. Peki nedir olup biten o halde? Söyleyelim: Bir an kesişen yolların tekrar ayrılmasından başka bir şey değil. Bu kadar basit mi? Evet, bu kadar basit.

Şiir, bir sanat olmaktan önce; bir söz söyleme aracı olmuştur hep. Şiirin tarihine baktığımızda bunu açıkça görürüz. Yüzyıllar boyunca insanlar hemen her şeyi şiirsel formatla ifade etmişlerdir. Sözlü kültürün olmazsa olmazı şiirden başka nedir? Gündelik hayatın içinde böylesine etkin ve canlı bir başka tür daha var mıdır? Hatta şunu bile söyleyebiliriz: Şiire atfedilen misyon, onu tür olmaktan öte bir algıya muhatap kılmıştır. Çeşitli nedenlerle gündelik dille ifade edilemeyen saklı duygular, çekinceler, gizler ve hatta güdüsel itkiler hep şiir olup dökülmemiş mi dudaklardan? Günlük dille söylendiğinde garipsenme veya ayıpsanma ihtimali yüksek ifadeler bile, şiir kalıbına girdiğinde görmezlikten gelinmemiş mi? Hala da öyle değil mi? Demek ki şiir, söz söyleme aracı ilkin. Her ne ve her nasıl olursa olsun. Bu araç olma halinde bir sıradanlık yok ama. Bir nevi elçilik onunki. Hem herkesin elçisi olabilir şiir. Nasıl ki elçi hükümdarının aynasıdır, şiir de şairinin aynasıdır. Hiç bir elçi bir diğerinin aynısı tavra sahip değildir. Değil mi ki; elçiye zeval olmaz, şiire de zeval olmaz. Öyle kesip biçmek hiç hakkaniyetli değil.

Şiir bir hevestir. Bir gençlik dumanı. Her gencin içinde çokça heves vardır. O heves şiire de kapı aralar boyuna. Kapı aralığından başını uzatıp şöyle bir etrafı kolaçan eden, bir anda şiirle göz göze gelip onu baştan aşağı süzen az değildir. Kimisi vurulur kimisi iç çeker. Vurulanda da iç çekende de heves kabarır. Biri habire çoğaltır hevesini, o hevesle hemhal olmayı sever, derdnâk olur; öteki farkında değildir önüne çıkan kısmetin, bir gün bir yerde tekrar rastlaşmayı umar sadece. İlki farkında olandır diğeri farkına varmayan yani.

Şiir hevestir; hem tesadüflere hem de tevafuklara açılan bir heves. Her hevesin bir kapısı vardır hafiften aralık. Kimisi rüzgarla girer ardına kadar açılan kapıdan, ancak nasipsiz çıkar; kimisi yavaştan kendi sızar içeri, bir güzel donanır.

Şiir hevestir, heves bırakır insanda. Kim ki farkındadır bunun; şairdir.

Mehmet Solak

                                             

Sessiz

sessiz oturabilir miyiz seninle?
aramızda yaprakların hışırtısından,
ve ceylanların hayata çıkışından
başka bir ses olmadan.

beni sessiz de sevebilir misin?
yağmur almış toprağı
ve üşüyen kainatı dinlerken,
araya dünya sözleri karışmadan.

biliyor musun çekirgelerin,
unutulmuş ülkelerin,
kahrından kuruyan nehirlerin
diliyle konuşabilirim seninle!
duyabilirim seni hiç konuşmadan.

kalbinin atışlarını duyabilirim
içinde bir yaz gezmesine çıkan çocuğu
ve dudağın en uzak sokağında
biriken dilini hayatın
sökebilirim, öğrenebilirim
sözcükler bağırtılar klaksonlar
ona karışmadan.

ay sesiyle, gün sesiyle, gül sesiyle
tırmanırım kalbinin tepesine ve işte,
zakkumların diliyle konuşabilirim seninle.
rüzgarın ve acının bildiği dilde
acelesiz, hiç yarışmadan,
sessiz oturabilir miyiz seninle?

Kemal Sayar