Kuş Yuvalarını Kuyu Ağızlarını

Göğüslerinin ucunda senin
Ay ışığından ürpertiler alan
Bir çift terli yüzük olmak isterdim
Ağzımla, gözlerimle, avuçlarımla;
Derin bir gecede, kuş yuvalarını
Kuyu ağızlarını ışıtır gibi…
İki nehir ki bacakların
Senin değil benim gövdemden kopuyor.
Kıyısında baldıran otları biten
Aşk mıdır o uzun susuzluk
Her şeyi bir uzaklığa yerleştirerek akıyor.
Tırnaklarının ucundan başlayan gurbet
Başını çevirdiğinde yüzüne vuran iyilik;
Herkesin gittikçe soğuduğu bu uzun günbatımında
Gövdende tüten o ince yaz olmak isterdim.
Aşk, sevgilim, aldıklarını değil
Verdiklerini saydığımız o gönüllü yenilgimiz
Yalnız senin içindeki keder olmak isterdim…
Şükrü Erbaş
sulru+erbas Kuş Yuvalarını Kuyu Ağızlarını


Sanman taleb-i devlet ü câh itmege geldik

Sanman taleb-i devlet ü câh itmege geldik
Biz ‘âleme bir yâr içün âh itmege geldik

Sad kâfile şekvâ ile âzâr-ı felekden
Hâk-i der-i cânâna penâh itmege geldik

Ser-tâ-be-kadem dîde olup dâg-ı hevesden
Âyîne-i dîdâra nigâh itmege geldik

Ey hâce günâh ise nazar rûy-ı butane
Biz ‘âlem-i ‘îcâda günâh itmege geldik

Hâr olmasın a’dâ ki bu gülzâr-ı fenâya
Bir gül koparup zîb-i külâh itmege geldik

Bu meykede-i mihnete ‘Avnî gibi biz de
Hâl-i dil-i şeydâya tebâh itmege geldik

Yenişehirli Avnî 
biz+aleme+bir+yar+icun+ah+itmege+geldik Sanman taleb-i devlet ü câh itmege geldik

Sanmayın biz servet ve nam aramaya geldik.
Biz bu dünyaya bir sevgiliye ah çekmeye geldik.

Yüz tane kervanla, kaderin bize ettiği işkenceden sızlanarak,
Sevgilinin kapısı önünde tozdan sığınmaya geldik.

Arzunun yanık yaraları yüz tane göz olup örter bizi baştan ayağa,
Biz sevgilinin güzel yüzüne aynada bakmaya geldik.

Ey hoca, eğer bir putun yüzüne bakmak günahsa,
Biz bu uyduruk dünyaya günah işlemeye geldik.

Bir diken olmasın bu yanıltıcı gül bahçesinde söyle düşmana,
Biz sarığımızı yalnız bir tek gül koparıp süslemeye geldik.

Bu acı çekiş meyhanesine biz de Avni gibi geldik.
Dertli kalplerimizi terk etmeye, şarap içmeye geldik.

Çeviren: Vehbi Taşar

Güzelleme

Bir tavşan kadar ürkekti yüreğin
Kabaran deniz dalgaları gibi coşkulu…
Birden şavklandı yarı karanlık oda
Nemli teninde canlandı
Parmak uçlarımın ölü dokusu.
Dudaklarından içtim kevser şarabını
Sen, seni keşfetmenin hazzını tattırdın
Bana, ben olduğumu sen yaşattın.
Sen imzaladın
Kimliksiz otel odalarının
Doğum kağıtlarını.

Bastığın yerde otlar yeşerir,
Topuk çukurlarında
Kuru ağaç dalları göverir.
Sen güldüğünde,
Güller güler, bülbüller susar
Erguvanlar seni kıskanır
Şenlenir bahar dalları.

Karanfil kokulu terini içerdim
Ceylan derisi yumuşak teninde
Kasıklarında duyardım
Kalp atışlarını.
Sen ısıttın nemli çarşaflarını
Soğuk yatakların.
Sen imzalardın
Kimliksiz otel odalarının
Doğum kağıtlarını

Bülent Kumral

guzelleme Güzelleme

Nâm ü nişane kalmadı fasl-ı bahârdan

Nâm ü nişane kalmadı fasl-ı bahârdan
Düşdü çemende berk-i diraht i’tîbârdan

Eşcâr-ı bağ hırka-tecrîde girdiler
Bâd-ı hazan çemende el aldı çenârdan

Her yaneden ayağına altun akup gelür
Eşcâr-ı bağ himmet umar cûybârdan

Sahn-ı çemende durma salınsun sabâ ile
Azadedir nihâl bugün berk ü bârdan

Bakî çemende hayli perişan imiş varak
Benzer ki bir şikâyeti var rüzgârdan

Bâkî

Baki+%C3%A7emende+hayli+peri%C5%9Fan+imi%C5%9F+varak Nâm ü nişane kalmadı fasl-ı bahârdan

Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş

Zülf-i siyâhı sâye-i perr-i Hümâ imiş
İklim-i hüsne anın içün pâdişâ imiş

Bir secde ile kıldı ruh-i âftâbı zer
Hak-i cenâb-ı dost aceb kîmyâ imiş

Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal
Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş

Görmez cihânı gözlerimiz yârı görmese
Mir’ât-ı hüsni var ise âlem-nümâ imiş

Zülfün esîri Bâkî-i bîçâre dostum
Bir mübtelâ-yı bend-i kemend-i belâ imiş

Mahmud Abdülbâki

                                           blogger-image--158275538 Bâki kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş

Âlâyiş-i dünyâdan el çekmege niyyet var

Âlâyiş-i dünyâdan el çekmege niyyet var
Yakında adem dirler bir şehre azîmet var

Uçdı bu fezâlardan mürg-ı dil-i nâlânım
Ârâm idemez oldum efkâr-ı seyâhat var

Nûş eylese bir âşık tâ haşre dek ayılmaz
Bezm-i feleğin bilmem câmında ne hâlet var

Bu hâlet ile ey dil sağ olmada âlemde
Derd ü gam-ı dilberle ölmekte letâfet var

Gitdükçe harâb eyler mülk-i dil-i vîrânı
Dehrün bu cefâsından bir şâha şikâyet var

Ser terkine kâ’ildir dünyâya gönül virmez
Terk ehlinin ey Bâkî başında sa’adet var.

Bâkî

baki Âlâyiş-i dünyâdan el çekmege niyyet var

Ahmet Ada

Yaralıyım

Dilimde titreyen türkü
Vay le le can
Rüzgârı portakal bahçelerine sürüklüyor
Yol uzun ay aydınlık
Vay le le can
Söğütleri geçip geliyorum kapınıza

Dudağımın ucunda kuru ayaz
Yüreğimde gümüş hançer
Aşk kırgınıyım – yaralıyım
Görüyor bunu kırmızı rüzgâr

Sevgilim can burcum
Bu çatal yürek senin için çarpıyor

Öyledir işte

Öyledir benim sevdam
Bir kuş uçuşu uzaklıkta değil
Yanı başındadır her zaman
Burkulur kalır bir ağaç gibi
Dalları uzar yeryüzüne
Yaprakları dosttur gün ışığına

Öyledir kızaran ekmeklerin utancı
Şaşkınlığa benzer uzaktan
Erik çalarken komşu bahçeden
İşkillenirim, gördüler mi acaba

Öyledir benim sevdam
Akarsu duruluğundadır
Bir mekik gibi işler de
Benzemez her sevdaya

Ekimdeyiz

Yavaş yavaş ısınıyor taş
Yavaş yavaş uyanıyor su
Yavaş yavaş buğulanıyor ağaç
Yavaş yavaş sap taşıyor karınca
Yitirmiş yönünü bu yüzden

Eylülü geçtik ekimdeyiz
Yavaş yavaş soğuyor havalar
Erken çıkıyorum yürüyüşe
Yavaş yavaş geriniyor sahil yolu
Güneşin şamdanıyla ışıyor deniz

Olanca gücünü gösteriyor sonbahar
Ne olup bittiğini anlıyorum
Bakmıyor gibi bakıyor bir çiçek
Yavaş yavaş geçiyorum yanından
Gök kuşlarını arıyor
Bir yay gibi gerilen ağaçlarda

Kanıt

Ağız ölür düşler biter
Daralır yüreği ölünün yakınlarının
Ölmeye gör tereken açılır
Oğlana deli kısrak, kıza mavi geyik kalır

Şairsen şiirlerin kalır
Aşmışsa evrensel eşiği yarına kalır
Akıp gider güneye, içinde
Mersin’in duru göğü kalır

İster İskenderiye’de ol, ister Mersin’de
Boşalttığın şiir Zümrüdüanka’dır
Sözcüklerden ördüğün hakikat zinciri
Yalın toprakta kalır

Varoluşun çarıkları

Gece zeytin topladık, ay karaydı, yıldızlar yoktu, deniz zeytinliğe bıraktı dağılmış ruhumu. Uzakta mezar yazıtlarından esiyordu kırmızı yel. Bana ölümü ve dirimi düşündürüyordu. Çok sevdiğim gelincik tarlalarında uyumak, bir daha uyanmamak geçiyordu içimden. Buluttan seleler zeytinlerle dolduğunda acı çeken yel gibi geçiyordum dünyadan. Bir ağaçla konuşmak, bir kuşla uçmak hafifletmiyordu acımı, varoluşun ezik çarıklarıydım.

Çalgılı ırmaklar

Nisan’ın geldiğini söylüyor çayır, kuşlar kalkıp kayısı dalına konuyor. Çiçekler sulara düşüyor, sular alıp götürüyor başka çiçeklere. Bahçedeki kaplumbağanın yaşını soruyorlar, sular kadar vardır yaşı diyorum. Suların yaşı sınırları aşıyor. Tiranlar boş yere duvarlar örüyorlar. Yeryüzünün en dip kıyısına dek uzanıyor kalbim. Şarabî denizler, derin göller kalbimdir. Birbirine kişneyen atlar benim kibirsiz özgürlüğümdür dörtnal giden ve geçen çalgılı ırmakları.
Gene gündüz, gene zarif Nisan çözük saçlarıyla geliyor. Deniz kıyısında Naz’dan ayrılıp karşılayamaya gidiyorum. Kaçmış barbar tiranlardan, selamını getirmiş nilüferlerin.
Yağmur başlamadan eve dönelim.

Ahmet Ada

ahmet+ada Ahmet Ada

Madrid’de Kahvehane

Madrid’de kahvehaneyi gördüm ki havradır,
Bir yerdeyiz ki söz denilen şey palavradır.
Dalmış gülüp konuşmaya yüzlerce farfara,
Yorgun kulaklarımda sürerken bu yaygara

Durdum, hazin hazin, acıdım kendi halime
Aksetti bir dakîka uzaktan hayâlime,
Sakin Emirgân’ın Çınaraltı’nda kahvesi,
Poyraz serinliğindeki yaprakların sesi.

Bazen gönül dalar suların mûsikîsine
Bazen Yesâri hatlarının en nefîsine.

Yahya Kemal Beyatlı
madridde+kahvehane Madrid'de Kahvehane

Dinmeyen

Sen şimdi sabrımın taşını yuvarlarsın
uzatırım saçları, tırnakları, anları
beklesem büyür müsün sen çocuk?
ırmaklar genişliyor, dallanıp
budaklanıyor ağaç…

Sen şimdi sabrımın taşını yuvarlarsın
gizime bir ilmek daha atarım ben
böylece bir kakül iner o çıplak alına
alın o ki saçtan kırışmaz zerresi
kırışır seni beklemekle geçen zaman
belki hiç
gelmezsin!

Sen şimdi sabrımın taşını yuvarlarsın
bir yeti değil mi aradığımız ortak?
yangınlara alışma(!) , eğimler seni bilsin(!)
ilk tılsıma vurulmuşuz seninle ikimiz
yağmura şaşıyorum hala bak
senelerdir yağıyor halbuki…

Alper Gencer

dinmeyen Dinmeyen

Felsefe – Gül göçüğü

Felsefe

Denize yakın oturuyorum, evden
Geldim, birkaç dergi kitap
Aldım yanıma, kuşları çağırdım
Yorulup konmuşlar tele

Kötü alışkanlıklarım yok, sessiz
Sedasız okuyorum denizi, taşı,
Deniz kabuklarını, kamaşıyor gözüm
Güneşin terazisinde, akşam saatlerinde

Felsefedir bana çiçeğin açmazı
Taşın uğultulu sesi, rüzgârın çıkrığı
İnsan her zaman yalnız kalmaz
Bütün tabiat dolar içeri

Gül göçüğü

Bilmiyorum, gülün sesi var mı? Dokununca ‘eyvah!’ desin istiyorum. Gül yetiştiricilerini tükettik. Gül veren de yok. Hayal kurma dükkânlarını kapattık. Söz silahşorları bilge şairler dönemi bitti; şöyle çalımlı yürüyen ‘abdal’. Asfalt yerdeyiz, gül yetiştirilecek toprak kalmadı. Rüyalar eşyalaştı. Rüzgâr koyaklarında ya da bir papatyanın içinde yitmek istiyorum.

Gül göçüğü zamanı geçiyor bir yüzüğün içinden. Kalp burcu sokaklar gül kokmuyor. Varlığımız buharlaşıyor acemiliğimizden. İşte tam da bu yüzden hançerem patika türküleriyle dolu. Yürüyorum parka doğru.

Ahmet Ada

sar%25C4%25B1+gulum Felsefe - Gül göçüğü