Ey gül neye böyle ser-nigûnsun
Kim attı seni bu reh-güzâre
Yaprakların öyle pâre pâre
Topraklar içinde rû-nümûnsun
Hüsnün görünür bana ziyâde
Soldukça o rengi dil-pezirin
Ağlar sanırım senin nazîrin
Hemşiren olan felek semâda
Sahninde nihân hazin bir âvaz
Ey gönlümü hun eden zevâlin
Evler gibi rengi rû-yi âlin
Nur-ı ezeliye doğru pervâz
Ayrılmış o zülf-i pür-zerinden
Bir nâdire-i şefak-izârın
Yahud ki nesim-i nev-baharın
Düşmüş bu yere güzel perinden
Şub 23
Solan Gül
Şub 23
Solmuş Çiçekler
Nesi var sanki şu dehrin eleminden başka
Nesi var kahr u azâb ü siteminden başka
Yâri cânım diye pür-rahm ü vefâ sandığımın
Görmedim lûtfunu va’d-i kereminden başka
Rû-nümâ olmadı âyîne-i pür jeng-i hayât
Bana bahtım ile te’sîr-i gamından başka
Neşve-dâr olmadı gönlüm feleğin bezminde
Kalmadı çekmediğim câm-ı Ceminden başka
Dilberimle şu cihân bağını gördüm geçtim
Sevmedim bir çiçeği gonce feminden başka
Duymaz oldum bu tarab-gâh-ı emelde bir ses
Kırılan saz-ı dilin son negamından başka
Beni peyrevliğe teşvik iden olmaz Leylâ
O sühan-sâz-ı Nazîf’in kaleminden başka
Şub 23
Irak Akşamlarda
Iraksın benden
Akşamlarda arkadaşlarının arasında;
Karanlık üstümüze ışıltılarla kapanır…
Ve ben tüm hıyanetlere katlanırım.
Bulut saçaklarında ışıklar kızarırken
Her şey yalnızlığımızda kalır.
Ve bazen yumuşak bir hava gelir
Ve boyar senin ve benim yanaklarımı
Ve bu senin sesindir, beni çağırır
Salondaki tüm seslerden daha akıcı
-Ve beni kollarına alırken gökyüzünü çınlatır.
Oysa gözlerinde rahatı bulamıyorum
Sözlerin güç vermiyor avunmak için-
Aşka düşüyorum ve aşk bana ağır geliyor.
Herkesin içindeki cevher gibi,
Zerrelerimde ruhumun konuğu görünüyor.
Biliyorum, sadece beni sevdiğini…sadece
Ve senin için anlaşılmaz olduğumu da,
Tüm tatlı sözleri söylerken, yine de ağlıyorum.
Şub 23
Veda Mektubum
Ernest’e
Artık gözlerimi açamam
Gördüklerim zamanla birlikte yok oldular.
Sildi renklerini günbatımları
Altın ışıltıların güzelliğinden yoksunlar.
-Akşamın yıldızları çınlıyor
Ernest——
Ellerini sıkıca tutuyorum-
Senin ve benim
İkimizin yetişkin içtenliğiyle.
Otların arasındaki mandalin ağacında
Yuvadaki kuş şarkı söylüyor
Artık kızarmaktan utanmadığımı
Hüzünlerimin acısından da.
Ernest…
Bir kez ‘seni seviyorum’ de!
Dudakların eğer
Dört yapraklı yoncaya değerse-
Çiçek tarhlarında düş gülleri açar
Işıldar bedenim, Ernest.
Beni yükselen sulara bırak
İçinde yarınların uyuduğu
Terkedilmiş kentlere dön.
Yollarda kimsesiz, Ernest, şiirler.
Nasılsa karşılaşırız,
Artık senin ve benim olmayan
Anılarımızla, Ernest.
Cezam devam ediyor,
Geceler ağarana dek Ernest.
Yük arabasını çekiyor at
Umutsuzluğun yüküyle yorgun-
Ve –kırbaç darbeleriyle.
Yüreğim çimlerin üstünde
aşka inanışını, otlayan hayvanlara anlatır,
Beyaz ve kırmızı tomurcukların arasında, Ernest.
“Ah, hiçbir zaman ellerim ellerinde olmadı” –
zarflar içinde dizilir, Ernest
Sesindeki sevimli iletiler.
Sahra kumlarının üstünde bulutlar birikiyor
Bildik yataklarda
Göksel ışıkları karartmak için.
Başımı avuçlarına bırakıyorum
Avuçlarında dinleniyor ruhum, ellerin benim vatanım
Orda soluyor düşler, şiirler…
Şub 23
Sonbahar
Yolların son güzelliklerini topluyorum….
Bir melek bana ölüm giysisi dikiyor-
Kendimde farklı dünyalar taşıyorum.
Ebedi yaşam-‘onda’ aşkın varlığı söylenir
Her şeyi ayaklandırır insanda aşk
Sonra nefret başlar, meşale alevlerine benzer.
Aşka dair çok şey söylemek istiyorum
Güçlü fırtınalar estiği zaman,
Girdaplarda savrulurken ağaçlar,
Kalbimde onların ağırlığı var.
Acılar yaşadım….
Dolunaylar sorularını yanıtlar.
Günlere nasıl tutunduğumu ay görüyordu,
Parmaklarımın üstüne basarak geçtiğim korkular.
Else Lasker-Schüler
Şub 23
Sünbülzâde Vehbi Efendi
Bezm-u hamam edelim, sürtüştürem ben sana,
Kese ile sabunu, rahat etsin cism-u can.
Lal-u şarap içürem ve ıslatıp geçirem,
Parmağına yüzüğü, hatem-i zer drahsan.
Eğil eğil sokayım, iki tutam az mıdır ?
Lale ile sümbülü kakulene nevcivan.
Diz çökerek önüne ılık ılık akıtam,
Bir gümüş ibrik ile destine ab-ı revan.
Salınarak giderken arkandan ben sokayım,
Ard eteğin beline, olmasın çamur aman.
Kulaklarından tutam, dibine kadar sokam,
Sahtiyenden çizmeyi, olasın yola revan.
Öyle bir sokayım ki, kalmasın dışarıda hiç,
Düşmanının bağrına, hançerimi nagehan.
Eğer arzu edersen, ben ağzına vereyim,
Yeter ki sen kulundan lokum iste her zaman.
Herkese vermektesin, bir de bana versene,
Avuç avuç altını, olsun kulun şaduman.
Sen her zaman gelesin, ben Vehbi”ye veresin,
Esselamün aleykum ve aleykümselam.
Sünbülzâde Vehbi Efendi
Sünbülzâde Vehbi, Divan Edebiyatı şairlerinden olup 18. yüzyılda yaşamıştır. Arapça ve Farsçayı lügatlerini yazacak derecede bilen, başta kadılık olmak üzere birçok devlet hizmetinde bulunan Sünbülzâde Vehbi, III.Selim tarafından “Sultânü’ş-şuarâ” unvânıyla ödüllendirilmiştir.
Lakaplarının Sünbülzadeler olduğu, Maraş’ta doğup İstanbul’da öldüğü bilinen Sünbülzâde Vehbi’nin bazı internet sitelerinde Mora’lı olduğu da yazılmakta ve söylenmektedir. Onunla ilgili bir çalışması olan Yrd. Doç. Dr. Süreyya Ali Beyzâdeoğlu’nun hazırladığı Sünbülzâde Vehbi adlı kitapta Mora’lı olduğuna dair kayıt bulunmamaktadır.
Sünbülzâde Vehbi, Sünbülzâde Vehbi Efendi olarak da tanınmaktadır. Halk arasında divan şiirleri ile değil, en çok rücu sanatını gerçekleştirdiği “Bezm-i hamam edelim/Sürtüştürem sana ben” mısralarıyla başlayan şiiriyle tanınmaktadır. Sünbülzâde Vehbi Efendi denildi mi ilk akla gelen bu şiiridir. Bu şiiri Anadolu aşıklarının ezberindedir. Fakat Yrd.Doç. Dr. Süreyya Ali Beyzâdeoğlu’nun yayınladığı kitapta yer almamaktadır.
Rücu kelimesinin anlamı şudur: Rücu sanatının işlendiği bu sanat divan edebiyatı sanatlarından olup mesajın, ilk satırda tahmin edilenden çok farklı olduğunu ikinci satırda anlatma tarzıdır.
Rücu, geriye dönüş sanatı olarak da tarif edilir. Bir düşünceyi daha güçlü anlatmak için, söylenen sözden döner gibi davranmaya rücu denir. Sanatçı; nükte, üzüntü, sevinç, heyecan, dehşet gibi durumlarında anlatımı daha güçlü ve canlı kılmak için rücu sanatına başvurur. Rücu’da, önceki sözden dönüş yok, fakat döner gibi yapma vardır. Amaç, anlamı pekiştirmektir. Dönüşler art arda sıralanır.
Rücu Sanatı ile yazdığı bir şiiriyle tanınan Sünbülzade Vehbi’yi rivayete göre dönemin padişahı huzuruna çağırır ve der ki “Bana öyle bir şiir yazacaksın ki şiirin ilk iki satırı seni cellatın eline verecek, son iki satırı ise cellatın elinden azat edecek. Bunu başarırsan mükafatlandırılacaksın, başaramazsan öleceksin”
Sünbülzâde Vehbi, padişahın huzurundan ayrılır. Rücu sanatının en üst zirveye oturduğu bir şiir yazar. Şiirini bitiren Vehbi Efendi varır padişahın huzuruna çıkar. Padişah kütüğü meydana koydurur. Cellatın eline keskin bir satır verdirir. Vehbi Efendi’yi celladın yanına yollar. Vehbi Efendi’ye: Oku bakalım şiirini, der. Vehbi Efendi kendinden emin bir şekilde başlar şiirinin birinci dörtlüğünü okumaya: Bezm-i hamam edelim / Sürtüştürem sana ben, deyince Padişah: Bak bu münasebetsize diye kızarak celladına: Vur bunun kellesini, der. Cellat Vehbi Efendi’nin boynunu kütüğe yatırır. Tam keskin satırı vurma anında Vehbi Efendi şiirini: Kese ile sabunu / Rahat etsin cism-i can, diye tamamlar. Padişah: Azat et, diye ünler. Şiirin diğer kıtalarında da bu olay devam eder. En sonunda Vehbi Efendi yüzünün akıyla bu imtihandan çıkıp ödüller alır.
Bu şiir okunurken halkı düşünmekten daha çok gülmeye sevk eder. Bu yüzden de halk arasında çok yaygındır. Divan edebiyatından uzak, halk edebiyatına yakın olan halk bu şiir sayesinde Sünbülzâde Vehbi ile tanışır. Tıpkı Nasrettin Hoca ile tanışması gibi. Halk Sünbülzâde Vehbi’yi kendi içinden biri sayar. Onu Rücu Sanatı’nın dile geldiği şiir ile yaşatır.
Bu şiir kitaplarda yer almaz. Ancak birileri internet sitelerine yalan yanlış olarak geçmişler. Ben halk arasında tanındığı ve okunduğu gibi dörtlükler şeklinde, ağabeyim Sümer Küçük’ten ve Doğu Anadolu yöresi aşıklarından hemşerim Aşık Kemal Devrani’den aldığım gibi aktaracağım:
Sürtüştürem sana ben
Kese ile sabunu
Rahat etsin cism-i can
Lal-ı şarap içirem
Islatarak geçirem
Parmağına yüzüğü
Hatem-i zer dirahşân
Eğil de bir sokayım
İki tutam az mıdır
Lale ile sümbülü
Saçına ey nevcivan
Diz çökerek önüne
Ilık ılık akıtam
Bir gümüş ibrik ile
Destine ab-ı revan
Sen salınıp giderken
Ben ardından sokayım
Eteğini beline
Olmasın çamur aman
Kulaklarından tutam
Dibine kadar sokam
Sahtiyandan çizmeyi
Olasın yola revan
Öyle bir sokayım ki
Dışarda hiç kalmasın
Düşmanının bağrına
Hançerimi na-gehan
Herkese vermektesin
Bir de bana versene
Avuç avuç altını
Olsun kulun şadüman
Sen elinle tutmadan
Ben ağzına vereyim
Yeter ki sen kulundan
Lokum iste her zaman
Sen her sabah gelesin
Ben VEHBİ’ye veresin
Esselamünaleyküm
Ve aleykümselam
Sünbülzâde Vehbi
Şub 23
Yurdavarış, Hısımlara
1
Orada Alplerin içinde aydınlık gecedir daha, ve bulut,
Neşeliyi şiirleyerek örter orada esneyen koyağı.
Oraya buraya toslar, yuvarlanarak şakacı dağ havası,
Çamların arasından dikine pırıldar aşağıya ve yiter bir ışın.
Yavaşça ivedilenir ve dilegelir neşeden titreyen Kaos,
Biçiminde genç ama güçlü, kutlar sevgi çatışmasını
Kayaların altında, çalkalanır ve duraksar bengi sınırlar içre,
Çünkü daha Bakkhusca doğar orada gün.
Çünkü sonsuzca gelişir orada yıl ve kutsal
Saatler, günler, daha yüreklice düzenlenmişlerdir, birleşmişler.
Yine de, farkındadır zamanın şimşek kuşu ve dağların
Arasında, yükseklerde süzülerek çağırır günü.
Şimdi uyanır köy de, bakar oradan derinliklerin içine,
Korkusuz, yüksekliğe alışık, dorukların altından yukarılara.
Gelişmeyi sezerek, çünkü şimdiden yıldırımlar gibi düşerler eski
Su kaynakları, yıkılanın altındaki toprak nemlenir,
Ekho seslenir çepeçevre ve ölçülmez atelye
İşler durur gün ve gece boyu, bağışlar göndererek, yoksula.
2
Dingin pırıldar gene de gümüşsü yükseklikler,
Güllerle doludur şimdiden yukarıda ışınlı kar.
Ve daha da yüksekte, ışığın üstünde barınır saf
Kutlu tanrı, kutsal ışınların oyunuyla neşelenerek.
Dingin barınır o tek başına, aydınlık görünür çehresi,
Yaşam vermeye yatkın görünür o etherce,
Neşe yaratmaya, bizimle, nasıl, ölçüyü bilerek,
Bilerek soluklananları, çekinerek ve esirgeyerek gönderirse
Hakedilmiş mutluluğu kentlere, evlere, yavaş
Yağmurları, toprağı açmak için, olgunlaşan bulutları, ve sizi
En güvenilir havaları, sonra sizi, yumuşak baharları, gönderirse,
Ve yavaş eliyle neşelendirirse yeniden yastakileri,
Yenilerken zamanları, o yaratıcı, dingin
Yüreklerini yaşlı insanların tazeler, kavrarsa,
Ve gelip derinlere dek işlerse, açarsa, aydınlatırsa,
Sevdiği gibi, ve işte şimdi yeniden başlar bir yaşam,
Çiçeklenir yürek, eskisi gibi, çağın tini gelir,
Ve neşeli bir yüreklenme şişirir yeniden kanatları.
3
Çok şey söyledim ona, çünkü, şiirleyenler neyi anlasalar
Ya da şarkı yapsalar, çoğunlukla meleklere ve ona dairdir:
Çok yakardım, babayurdu aşkına, ki birden
Çağırılmadan buyurmasın hemen tin bize;
Çok şey size de, babayurdunda tasada olanlara,
Kutsal şükranın gülerek kaçakları geri getirdiği,
Yurttaşlar! sizin için, taşıdı beni gene de göl,
Ve dümenci oturdu dingince ve övdü yolculuğu.
Gölün yüzeyinde uyandı bir neşeli dalgalanma
Yelkenlerin altında ve şimdi çiçeklendi ve aydınlattı kent
Orada erkenden kendini, herhal gölgeli Alplerden
Geldi yönlendirilerek ve dineldi şimdi limanda gemi.
Kıyı ılık burada ve dostluklu açık koyaklar,
Patikalarla güzelce aydınlanmış, yeşilliklerini ve pırıltılarını gönderir bana.
Bahçeler uzanır barışmış, parlak yoncalar hareketlenmiş bile,
Ve kuşun şarkısı buyur eder gezgini.
Herşey tanıdık gözüküyor, çabucak gelip geçen selam bile
Dostlardan gelir gözüküyor, her yüz hısım gözüküyor.
4
Değil mi ya! doğduğun ülkedir, yurdun toprağı,
Aradığın, yakındır, gelip karşılıyor bile seni.
Ve boşuna durmuyor, bir oğul gibi, dalgalarla hışırtılı
Kapıda ve boşuna bakıp aramıyor senin için sevgi dolu adlar
Şarkılarla bir gezgin adam, kutlu Lindau!
En konuksever kapılarındandır ülkenin bu,
Çekiyor dışarıya gitmeğe, çok şey vadeden uzaklara,
Oraya, harikanın olduğu yere, oraya, tanrısal yabanılın,
Yüksek düzlüklerden aşağıya inen Ren’in gözüpek yolu açtığı,
Ve kayalardan şen şakrak koyağı çekip çıkardığı yere,
Oraya, aydınlık dağlardan geçerek, Komo’ya dek gezinmek,
Ya da aşağıya, günün değişimi gibi, geniş göle inmek;
Ama daha çekicisin sen benim için, kutsanmış kapı!
Yurdagitmeğe, bence bilindik çiçekli yolların olduğu,
Orada arayıp bulmağa toprağı ve güzel koyaklarını Neckar’ın,
Ve ormanlarını, kutsal ağaçların yeşilini, orada seve seve
Birlik kurduğu meşenin dingin kayınlarla, gürgenlerle,
Ve dağlarda bir yerin beni dostça tutsak ettiği.
5
Orada karşılarlar beni. Ey sesi kentin, ananın!
Gelirsin sen, uyandırırsın bende çok eskiden öğrenilmişleri!
Onlardır onlar hala! hala çiçeklendirir güneş ve neşe sizi,
Siz ey en sevgililer! ve neredeyse daha parlak gözlerde, eskisinden.
Evet, eskisi gibidir hala! Genişler ve olgunlaşır, gene de hiçbiri
Orada yaşayanlardan ve sevenlerden, geridurmaz sadakatten.
Ama en iyisi, bulgu, kutsal barışın
Kuşağı altında yatan, esirgenmiştir o gençlerden ve yaşlılardan.
Budalaca konuştum. Neşedir o. Gene de yarın ve gelecekte
Gidip seyrettiğimizde dışarıda yaşam dolu tarlayı,
Ağacın çiçekleri altında, baharın bayram günlerinde
Konuşurum ve umutlanırım çokça sizinle, ey sevgililer, onun üzerine.
Çok şey işittim büyük Baba’ya dair ve uzun süre
Sustum onun üzerine, o ki gezgin zamanı
Yukarıda yükseklerde tazeler ve hüküm sürer dağların üstünde,
O bahşeder bize hemen göksel armağanları ve çağırır
Aydınlık şarkıyı ve gönderir çokça iyi tinleri. Ah, gecikmeyin,
Gelin, siz koruyucular! yılın melekleri! ve siz.
6
Evin melekleri, gelin! damarlarına hepiniz yaşamın,
Bütün hepsini neşelendirerek, dağıtsın göksel olan kendini!
Soylulandırın! gençlendirin! ki insanca iyi hiçbirşey, ki
Günün tek bir saati kalmasın şenlerden uzakta ve hem de
Böylesi neşe, şimdiki gibi, sevenler yeniden bulurlarken birbirlerini,
Onlara ait olsun, kutsansın uygunca.
Kutluladığımızda ekmeği, kimi adlandırabilirim ve
Günün yaşamından dinlendiğimizde, söyleyin, nasıl getiririm şükranı ?
Yüceleri mi adlandırayım ? Yakışık almayanı sevmez bir tanrı,
Onu kavramak, neredeyse çok küçük geliyor neşemize.
Susmak zorunda kalırız sık sık; eksiktir kutsal adlar,
Yürekler çarpar ve gene de geri mi kalır söz ?
Ama çalınan bir çalgı ödünç verir her saate sesleri,
Ve neşelenir belki de göksel olan, yaklaşırken.
Hazırlar o bunları ve neredeyse varır şimdiden
Barışa tasa da, neşelinin altına gelip yerleşen.
Tasaları, bunun gibi, ister istemez, ruhunda
Taşımalıdır bir şarkıcı, sık sık, ama ötekiler değil.
Friedrich Hölderlin
Çeviri: Oruç Aruoba
Şub 23
Duy Tanrı
Gözlerimin altında gece
Bir halka misâli toplanır.
Aleve dönüştürürse de kanımı nabzım
Yine de her yanım karanlık idi.
Ey Tanrım, yaşam dolu şu günde,
Ölümü düşlerim nedense.
Suda içerim onu ve kuru ekmekle yutkunurum.
Ölçüsü yok acılarımın senin o terazinde.
Duy Tanrım…çok sevdiğin mavi renkte
Şarkı söyledim senin gökkubenden –
Ve günü uyandıramadım ebedi nefesinde senin.
Yüreğim utanır oldu sana karşı sağır yara izlerinden.
Nerede son bulacağım? – Ey Tanrım!! Çünkü yıldızlara,
Aya da baktım, senin tüm meyvalarının vâdisinde.
Daha üzümken bayatlar kırmızı şarap…
Ve acı – her yerde, her bir çekirdekte.
Şub 23
Bir Aşk Türküsü
Sascha’ya
Sen gittin gideli
Karanlık kaldı bu kent.
Gölgelerini topluyorum
Altında gezindiğin,
Hurma ağaçlarının.
Dallarda gülümseyerek rakseden,
Bir ezgi uğuldamalıyım hep.
Beni yeniden seviyorsun –
Kime anlatayım ki tutkunluğumu?
Akislerde mutluluğu duyumsayan,
Bir bilgeye mi yoksa bir evlenen mi?
İşte biliyorum hep,
Beni ne zaman düşündüğünü –
Kalbim çocuklaşır ansızın
Ve haykırır.
Her sokak girişinde
Durur ve düşlerim;
Güneşle çiziyorum güzelliğini
Ve evlerin bütün duvarlarına.
Gitgide eriyorum
Çizdikçe seni.
İnce sutünlere dolanıyor bedenim
Sarsılana dek.
Heryerde kanımızın,
Asi soylu tomurcukları parıldıyor;
Altuni oğlakların yünündeki,
Kutsal yosunlarda kayboluyoruz.
Uzansa gövdesiyle
Bir kaplan
Bizi ayıran uzaklığın üzerine,
Bize yakın bir yıldız misâli.
Erkenden düşer yüzüme
Soluğun.
Şub 23
İşte ben, Seni en çok o zaman..
Üryan-2011









