uzun bir şiirin son dizeleri

1

Hayatı bir gömlek gibi sıyırsam mı üstümden
Yüreğimde, kuyruğunu bırakıp giden bir kertenkelenin tedirginliği

Ya da yollar, yollar, yollar boyunca
Bastırıp dursam mı yarama ellerimi?
O kadar kolay değil unutmak
Ölüm bile istemez olur adamı gün gelir
Son anda göze ilişen bir çiçek,
Uzaktan duyulan bir çocuk sesi…

Kan mı tutuyorum avuçlarımda?
Yoksa ufaladığım güller mi?
(Nerden geldi bu kırmızılık?)
Ölüme en uzak bildiklerimiz bir bir ölüyor.
Mezarlığa giden yolda ayak izlerimiz çoğalıyor.

(Nerden geldi bu karamsarlık?)
Bağırıp çağırmayı o ölülerin anılarına yakıştıramıyorum
Söylevleri de dinlemiyorum artık
Sen ölmedin, yaşıyorsunları…
O ölüleri yaşatacak olanların çoğu
Kapılarını erkenden örtüyorlar akşamları.

O kadar kolay değil kurutmak
Yaşlarla dopdolu gözlerini anaların

Yumruklarımız bir bayrak gibi dalgalansa da
Bakışlarımız uzak bir yerde, dişlerimiz kenetli…
Ölümse eşikte soluk soluğa
Ve nicedir silah sesleri boğuyor
Bu dünyanın en güzel sözlerini.

2

Her yazdığım şiiri bir kez okuyup, sonra yakmak isterim
Ya da son bir şiir yazıp, bırakıp gitmek
Beynimde yaralı bir cırcır böceği var
Tek dileği, bir türkü daha söyleyip ölmek.

3

Yaşamayı nasıl kanıksıyorsam, ölümü de kanıksıyorum artık
(Başkalarının değil, kendi ölümümü)
Şurda bir silah patlasa, onun önüne ilk atılacak olan benim
Şurdan bir tren geçse, ancak beni ezer bu dünyada.

4

Belki bu, kapanan bir dönemdir hayatımda
Bilmiyorum belki de hayatımdır kapanan
Belki ölür, bir kurt olurum kırmızı bir elmanın içinde
Yaşarım ya da, ve taşırım o kurdu ölünceye dek yüreğimde.

5

Ölümle hayatın arasında bir yer varsa ben oradayım
Bekliyorum, gökyüzüne doğru açmayarak ellerimi
Ve bilmeyerek neyi beklediğimi.

6

Sözcükler taşa dönüşüyor boğazımda
Ve sular akıyor dört bir yanımdan iğrendirici, bulanık
Herkes o sulara girip yıkanıyor güle oynaya
Ben mırıldanıyorum: Şiir yazmayacağım artık!
Beynimdeki yaralı cırcır böceğini usulca elime alıyorum
O bulanık sulara alıyorum…

7

Beni bir denizin kıyısına bırakın,
Bir portakal ağacının dibine ya da
Ne olur, onun dallarına uzanıp kalayım
Belki yeniden bulurum türkümü
– O yitirdiğim türkümü
Bütün bu sözler benim değil çünkü
Beni bir denizin kıyısına bırakın
Bir çakıl taşının içine gömün orada
O zaman ölmüşsem bile ağlamayın
Deyin: – Son türküsü ölümdü!

8

Bir sevgilinin yüzü sızar gecenin karanlık duvarlarından
Benim ol, ve beni bir gecede yeniden doğur, derim ona
Mezarım ve beşiğim olsun rahmin
Bir gecede sevgilim, sabahında anam ol
Sana hiç dokunulmamış şiirler söyleyeyim.
Seni, uçurumun dibinde tutunduğum dal bileyim

9

Geceydi. Aldı başını avuçlarına.
Serdi sonra kucağına, bugüne dek yazdığı bütün şiirleri
Gün ışıyana kadar hepsini bir bir okudu.

Sabahtı. Ki sabah yeniden başlamanın öteki adıdır çoğu yerde
O, bunu da tersinden anladı
Kibriti çaldı, yazdığı bütün şiirlere.
Sonra, ağlarmışçasına kendi ölümüne
Uzun uzun ağladı…

10

Uzun bir şiirin son dizesindeyim
Bir sağnağın son damlası kaldı içimde
Bağıracak gücüm yok, fısıldasam kimse duymuyor
Sokaklara çıkıyorum ellerim yüreğimde

Benim gördüğüm şeyleri kimse görmüyor.
Bir nehir denize kavuşuyor düşlerimde
Kanım damarlarımdan sessizce çekiliyor
Bir şeyler sorup, yanıtlıyorum kendi kendime:
– Ölümün olmadığı o ülke nerde?
– Ölümdür, ölümün olmadığı tek ülke!
Uzun bir şiirin son dizesindeyim.
Artık yeni bir şiire başlayabilir miyim?

11

Bitiriyorum burada
Bütün silahlarımı içime akıtarak
Beni bu hayata bağlayan halat, gitgide inceldi

Ve gitgide soldu yüzüm
Aramam gereken dostlarımın adreslerini unuttum.
Ayışığı alnıma vurmuyor geceleri
Yıldızlara artık bakamıyorum.

Bitiriyorum burada
Bütün işlerimi görmüş gibiyim
Yazmış gibiyim bütün şiirlerimi

Bakıyorum tamamlanmış bir yapıya
Artık sevmiyorum dalgalı denizleri
Kuşların kanat çırpışları da içimi gıcıklamıyor
Beklemiş gibiyim yıllar boyu
Bulmuş gibiyim özlediğimi. 
Bitiriyorum burada
Boğazımda patlamamış bir çığlık
Bağırmak, ağlamak yok artık
Uzun bir şiirin dizelerini bir bir yaşadım
Uzun bir şiir oldu hayatım
Ben niye kimselerin ağlamadığı yerlerde ağladım?

Kopardığım çiçeklerden niye hep kan fışkırdı?
Ben sokağa çıktığımda kapılar kapanır,
Anneler içeri çekerlerdi çocuklarını
Irmak aktı denize, yaprak toprağa düştü
Bana çakıl taşları, bana kuru dallar kaldı.

Bitiriyorum burada.
Artık hiçbir şey sorma.

12

Dindi türküsü yaralı cırcır böceğinin
Sesini arıyor şimdi, unutulmuş bir yazın kuruyan dallarında
Masasını topluyor, kitaplarını, sigarasını
Yazı makinasını kapatıyor usulca
Dindi türküsü yaralı cırcır böceğinin
Onu artık kim sorar, kim anımsar?
Soluk dergi sayfalarında kalmış birkaç şiiri
Nasılsa bir yerde su eritir, ateş yakar.
Dindi türküsü yaralı cırcır böceğinin
Bir portakal çiçeğinin koynundaydı doğumu
Karlarına gömülürken dumanlı bir kentinBelki bundan, uzak bir denizin inleyişleri duyuldu
Dindi türküsü yaralı cırcır böceğinin
Bir yaşam boyu yarasını sözcüklerin ardına sakladı
Sevdi çoğu insanı, tükenircesine sevdi
Çoğu sevgisinde yanıldı

Sorarlarsa, onun karların üstüne düştüğü yerden
Bir portakal ağacı fışkırdı, dersin
Kanı özsu oldu, dallara yürüdü
Öldü dersin, ölümü uzun bir gülümseyişe dönüştü.

1980
Ahmet Erhan

Her Şey Vatan İçin

1

Kilisenin avlusunda bir melengiç ağacı titriyor
Metruk kalbim, damar damar oluyor alnım upuzun bir suda
Birdenbire atıldığı koca bir taşın, patladığı, dağıldığı
Metruk kalbim. O suda, o upuzun suda eksik bir damla
Gitgide eksilen bir damla gibi. Metruk kalbim. Kalıyor
Koca bir halkın gün yüzü görmemiş aynasında metruk
Kalbim, çoğaldıkça yeniliyor tarihin kadranında…

2

Yalnızlığı gün gibi aşikâr; iner çıkar, iner çıkar
Merdivenleri – gözucuyla baktığı şehri, o Süryani
Toprağı son kez sürer gibi oynattığı kirpiklerini
Tutar derin kuyulara batırır – sizin hiç ülkeniz öldü mü
Ey gönülsüz pasaportlara uygun adım mihmandarlar
Hani her şey vatan için’di… Saplar ve samanlar
Ayrışırdı zamanla kendiyle barışık bir kimya gibi

Bir geceyarısı merdivenleri ine çıka gitti.

3

Zulmün artsın! Gördün ya, dağların arasında incecik
Bir su inadına akar, mazlum ve çevik
Zulmün artsın! Duydun ya, göğümde dolaşır üç beş üvevik
Edirne’den Ardahan’a, Sinop’tan Anamur’a selâm götürür
Çapraz ateşinde devletlü gecelerin, pul ve mühür
Ve faili meçhul bir kalem elinde, yazar durur

Zulmün artsın! Ki ben de korkup adam olayım.

4

Ateş yakar, su boğardı, geç anladım
Metruk kalbim. Cesaretim uçurumlar boyuncaydı korkum dar’ül mekân
Soğuk üşütür, bıçak kanatırdı – o ki meramım
Göğsümdeki ayların yıldızların meseline kandım
Yoktu, hiçbir şey yoktu – metruk kalbim
Kuyuya atılan taş boşlukta uçtu durdu
Yaprak kımıldamadı, su titremedi, onca isyan
Bir yarasa telaşıyla derinliklere doldu
Saçlarımdaki akların bağırtısına uyandım

Bir Kalbimi dağladıkça, bombalandı dağlarım.

ek

Fazıl Hüsnü Dağlarca’ya

Türk olmak, yenilmek demektir
Dağbaşlarında, ıssız bir çoban yalnızlığında
Sabah ayazında üşümüş, yorgun
Upuzun bir vicdan sızlamasında
Türk olmak, acı demektir
Seviyorum ülkemi, Sinoplu bir balıkçının sevdiği kadar
Alnımda yağmur lekeleri, gözümde bir zeytin tanesinin kederi durur
Seviyorum ülkemi: Denizler, ırmaklar, dağlar
Kalbimde bir saka kuşu büyür
Ama yalnızım, konuşmuyor sokaklar

Acıyor çocukların gözleri: Baba öldü!
Acıyor anaların gözleri: Oğul öldü!
Acıyor, hep acıyor, hep acıyor acıyor…
Türk olmak, Plaza de Mayo’yu kıskanmak demektir.

Dağlar ıssız, ovalar boş, rüzgâr dinmiş
Ülkemin göğsündeki kanser dal budak salmış
Kalemim üşüyor, parmaklarım köz
Ve sürek avlarında yorgun düşmüş…
Gazetenin en derin köşelerinde insanlar ölüyor

Türk olmak, ölüm demekmiş…

1995-96

Ahmet Erhan

şano

Kuyruğumda arkadaş ölülerinden bir mahya
Alkolik bir babadan ıslaklık
Polis korkusundan bir çelenk
Askerlik şubelerinden bir son yoklama
Boynumda işsizlikten bir kement
Oğlumun sorularından bir yanıtsızlık
Karımın sabahlarından bir suçlama
Annemin hafta sonlarından bir hayırsızlık kaldı…

– Bu oyun burada bitti mi amca?
– Hayır, yönetmen yeniden başa aldı.

Yenilgimin oyuncularını ıslıklıyorum
Hücrelerimi haykırıyor: Bir yerde yanıldın sen!
Belki de her yerde yanıldım ben
Şunun şurasında kaç yıl yaşadım

Bağışlayın beni
Çünkü bağışlanabilecek pek çok şey yaptım…

1990
Ahmet Erhan

kadın, unutma…

Ardımdan ilk sen ağlayacaksın
Kadın, kemerlerini bağla
Ve beni unutma, sonum yakın
Bir arpa boyu uzaklıkta

Ölümün iksiri şırınga edilmiş
Doğumda bana, kadın unutma
Güzel şeyler de yaşadık şunun şurasında

Ellerim temiz, alnım pak
Kimseye bir zararım yok
Hayatın eleğinden düşmanlarımı sağıyorum
Kadın unutma… onur, inanç ve kavga

Ardımdan ilk sen ağlayacaksın
Ben ölüme güldükten sonra…

1993

Ahmet Erhan

şair, dünya sana küsmüş diyorlar

Şair, dünya sana küsmüş diyorlar
Sen barışamazken kendinle bile
Her varlık beyninin bir uzantısı olsa neye yarar
Çığrından çıkmış bu evrende?

Doğanın bir anlık dalgınlığından doğdun
Suyun ve toprağın yalnızlığından
Hep kendi içinde yürür durursun
Tanrılarının gücenik kalması bundan

Kumdan kaleler yapıp bozmakta üstüne yoktur
Beş duyunu yüzle çarptığın görülmüştür
Şimdilik yirmi dört bilinmeyenli bir denklem yaşamın
Bir gün elbet aylara, günlere de bölünür

Şair, dünya sana küsmüş diyorlar
Enlemleri, boy lamları birbirine karıştırdığın için
Bizimle uzlaşmadı, diye bağırıyor dinibütün olanlar
Sonun kötüye varacak, bildiririm…

1982
Ahmet Erhan

en büyük özgürlük

Damarlarıma yeniden yayıldığını duyuyorum kanımın
İçtenlikle söylüyorum, seviyorum bu hayalı
Ölmek istemiyorum ama ölebilirim şimdi
Varsa ölümümün bu dünyaya bir yararı.


Koca bir çınar gibiyim, az da olsa yaşım
Kopmaz köklerim var hayatın yüreğinde
Şimdi ağlayıp sızlanan körpe dallanın
Onlar toydur biraz, başları gökyüzünde.


Yaşamak, bizim en büyük özgürlüğümüz artık
Acıların, gözyaşlarının da bilincine vararak
Bağırıp çağırmadan, boyun büküp ağlamadan
Yaşamak… enginlerde salınıp, yücelerde coşarak.


Bağırıyor içimde bir kuş, durmadan bağırıyor:
Şair, bir taşı oyup da içine girmenin zamanı geçti!
Bir kez daha gülümseyerek yanıtlıyorum onu:
Ağladım. Biraz rahatladım. İyiyim şimdi.

1979
Ahmet Erhan

Eski Bir Duvar

Hiç söylenmeyecek sandığım sözler
Bir bir kayıyor artık dudaklarımdan
Hiç ayrılınmayacak sandığım dostlar
Gülümsüyorlar şimdi kendi yollarından

Avuçlarıma çeşmelerden su dolduruyorum
Üstüne tutuyorum yazdığım şiirlerin
Yazılar silinmiyor, daha belirginleşiyor
O buruk anıları yaşanmış günlerimin

Hayata da ölüme de öylesine uzağım ki
Yüreğim eski bir duvar gibi delik deşik
Bir sevda mı onaracak şimdi onu
Geçip gitmişken benden sevgililik?

Ahmet Erhan
1979

Resimli ‘Ahmetler’ Tarihi

1

Bir çocuğun resmi üstüme örtülü kaldı
Kalbimin çıkınında tıkış tıkış anılar
Kolalı yakasının beyazı keşke alnına vursaydı
Şimdi yıllardan kaç, kocaya mı vardı rakamlar
Oğluma ne kadar benzermişim, o bana benzemiyor
Bende tavanarası küfü, onda uysal isyanlar
Külümü karıştırsam hemen yalazlanıyor
Sanki her köşebaşında babama bir sözüm var
Yaraya tütün, kalbe hüzün adamım, ömre ölüm yakışır
Bul karıştır, tak takıştır, sonra bir de kaşın üstüne
Bütün cinnetlerine tamah ettiğim Hayat
Babamı ne kadar severmişim ah, oğlum beni sevmiyor
Şimdi yıllardan kaç? Şimdi yıllardan kaç?

2

Tesbih nerde koptu kesin bendedir
Babam külhanbey adam, sol taşağı mühürlü
Binüçyüzotuzsekizden beri Cumhuriyet çocuğu
Anası Rum, Dede Kafkaslar’dan, yüzbaşı…
Tesbih nerde koptu, kesin bendedir
Kırma döllerden karılmış şu Anadolu harası
Söyle şimdi oğlu Boşnak, babası devrimci midir?
Kırk yaşını aşarken kişneyerek ağladı
Tesbih nerde koptu, kesin bendedir
Ahmetler’den bir safkan, yüreği akıtmalı
Yine de oğlum iyi bak, adama benzer baban

Kirlenmemek için kendini alkolde saklar
Şu godoş dünyaya şu kazığı çaktık madem
Kişne sen de kendince, anlayan anlar
Tesbih bende koptu, elim sendedir

3

Fahişe yüzyıl, üç nesli emzirdin
Çoktan şiirden nesre göçtü adamlar
Elinden hiç değilse oğlumu kaçırdım
Sütübozuk yüzyıl, saat onikide donunu çıkar donan
Göndere çek, rüzgarlar bütün gece kussun
Geride boğulan bir Ahmet Erhan kalsın

4

Kara Mersin taşından üç kara boncuk
İzzet ve Deniz –iki cami arasında beynamaz bendeniz
Otuzyedi kardeştik, derdi babam
İki babadan ve bir çuval anadan
Ölüp gideceğim tapularıma bile kavuşamadan
Reddi miras eylesem belki gücenirsiniz
Biliyorum, biliyorum Mersin’i biz kurduk
Denizi gördük, asamızı taşa vurduk
Otuzyedi kardeşmiş… ben kendimi yolda görsem tanımam

5

Ben bu şiiri yazar mıydım hiç, azıcık drink alsam
Yetmişaltı yılında, bir haziran ayazında alkolden öldü babam
Bayrağı kaptığım gibi meyhaneye koştum
O gün bugündür camlarımda bir buğu
Boynum kırıldı kırılacak yetim bir kuğu
Ben bu şiiri yazar mıydım hiç, azıcık ayık kalsam
Şeytan diyor ki, yürü bre dağ bayır, bağır da bağır
Bir yerinde saklı tut solgun yüzünü
Ölünce kağıtlardan kazıyıp, kendime gömün beni…

6

Tarihim solgun:Milenyum! Milenyum!
Talihim beşte kalmış bir ganyan
Oğlum, tam şurada durup, boynuma sarılsan
‘Artık adam oldu diye babam.’
Şimdi yıllardan kaç, ne umurum?

Com. tr. –com. tr. – bippp. -aherhan?
Ah, Erhan!


Ahmet Erhan

Dünyayı Bekleyen Tehlike: Travmatik Yas

Ve umutlar sonsuzdur. Çünkü en büyük yaslar

En büyük ölümlerden sonra tutulur.

Edip Cansever, Tragedyalar.

İşte yine buradasın ölüm, evimizin aynı odasında. Odada sadece ikimiz varız, üç ayların başlangıcı, bir Cuma günü, pencere açık, odayı ezanlar ve bahar dolduruyor. 30 yıllık yol arkadaşımın, babamın gözleri kapalı. Ben de sıkı sıkı kapatıp açıyorum gözlerimi bu rüyadan uyanmak için ama olmuyor. Yatağın kenarına oturup elini tutuyorum, öpüp başıma koyuyorum. Yaşarken hiç boynuna sarılıp ‘’seni seviyorum’’ diyememiştim utancımdan ama seni çok seviyorum baba.

4 Şubat günü yakalandığını öğrendiğimiz pankreas kanseri 28 Şubat 2020’de yol arkadaşımı benden aldı.

Ölüm, usta bir öğretici ve insanoğlunun en temel endişesi. Tüm fobilerin altında ölüm yatar, destansı sanat eserleri ölüme karşı verilmiş bir reaksiyondur. İnsan ölmek istemez çünkü, varlığını sürdürmek, sevdikleriyle ve dünyayla kurduğu bağı sonsuza kadar devam ettirmek ister. Ölümden kaçar insan, hem bilinçli hem de bilinçdışı bir şekilde ölümden kaçar. Bilincimiz ölümü unutur, sevdiklerimizin ya da kendimizin başına gelmeyeceğini düşünürüz hep. Bir noktaya kadar sağlıklı olan da budur aslında. Eğer her gün kendimizin ve sevdiklerimizin öleceğini düşünseydik hayata konsantre olamaz ve inandığımız değerler için mücadele edemez, ortaya bir güzellik çıkartamazdık.

Ölümü unutmak ve inkar etmek iki farklı kavram. Ölümü unutmak bizi hayata adapte ederken, ölümü inkar etmek anlamlı bir hayat yaşamamızı engeller. Şu an halihazırdaki tüm sosyal ve ekonomik faaliyetler ölümün inkarı üzerine inşa edilmiş vaziyette. 7/24 yanıp sönen reklam tabelaları bu dünyadan başka bir dünya olmadığını hepimize kanıtlamanın peşinde.

Avcı ve toplayıcı toplumda insanlar hayatta kalmak ve beslenmek için her gün öldürmek zorundaydılar. Buzdolabı ya da dondurucu gibi teknolojik aletler olmadığı için günübirlik gerçekleşen av seremonisinde ölüm, tüm ailenin alıştığı ve şahit olduğu bir şeydi. Sonrasındaki tarım toplumunda da ölüm bir şekilde hayatın içindeydi. Her gün olmasa bile erkekler belirli aralıklarla ava gidip taze et temin etmeye çalışırdı. Tarlaya giren domuzu, tilkiyi ya da vahşi hayvanları köy halkı öldürme eğilimindeydi. Evin bahçesinde tavuğun, horozun ya da küçükbaş hayvanların kesilip akşam yemeği için pişirilmesi çocukların bile alışık olduğu, garipsemediği bir durumdu. Köylerin girişindeki ya da çıkışındaki mezarlıkları hatırlayın, köy halkı gün içerisinde mezarlıkları görür ve ölümü hatırlardı. Kısaca ölüm hayatımızın içinde sürekli gezen ve bize ait olan, tanıdık bir haldi.

Büyükşehirler başta olmak üzere Anadolu’nun birçok şehrine son derece lüks ve devasa siteler inşa ediliyor artık. Güvenlikli, havuzlu, otoparklı siteler. İçerisinde marketi, berberi, lokantası, alışveriş ve eğlence merkezi olan siteler. Her şeyi olan ama mezarlığı olmayan siteler. Bu fikir garip geliyor hepimize değil mi? Hiç olacak iş mi yani o devasa sitelerin içerisinde getirip de mezarlık inşa etmek, hem çocuklar korkar, akşam dışarıya çıkamayız.

Oysa bizim sokaklarımızda evliya kabristanları olurdu, yatırlar olurdu. Okula giderken, işten dönerken o kabristanlarda durup dua okumazsak işlerimizin yolunda gitmeyeceğine inanırdık. Mezarlıklar mahallemizdeydi, evimizin yanı başındaydı. Binlerce kişinin yaşadığı devasa sitelerde ise ölüm dışlanır, mezarlığa gerek yoktur, çünkü içinde bulunduğumuz sistem son ana kadar bizi ölmeyeceğimize inandırır. Peki o lüks sitelerde ölenleri nereye gömüyor sistem? Cevap verelim: Şehrin en uç noktasına, kuş uçmaz kervan geçmez yerlere, dağ başlarına gömüyoruz artık sevdiklerimizi, bayramdan bayrama gideceğimiz ıssız yerlere. Geçtiğimiz yıl bir yakınımın cenaze merasimine katılmıştım. Ölüm haberini aldığımda, tabutunu omuzladığımda ve üstüne toprak attığımda ağlamadım. Sadece etrafıma bakıp ‘’bu dağ başında ne yapacak şimdi’’ deyip gözyaşlarımı kolumla sildim. Sanki ölmesi değil de bu ıssız yere tek başına gömülmesi yıkmıştı beni.

Ölümü ve ölümü hatırlatacak her şeyi merkezden, gündemden uzaklaştırmak istiyor dünya. Ölüme dair meseleleri de kendi uhdesi altına alıyor. Aile büyükleri kendi odasında ölürdü eskiden, ölüm döşeği diye bir şey vardı ve tüm hane halkı yaşamdan ölüme uzanan bu yolculuğa şahit olurdu. Sahi evlerimizdeki ölüm döşeklerini nereye serdik şimdi?

Ölümü taşere ediyoruz artık, profesyonellerin eline bırakıyoruz. Hastalarımız bir hastane odasında, ritmik sesler çıkartan makinelerin arasında kimin elinde öldüğünü bile bilmeden bu dünyadan ayrılıyor. Son anlarında, son sözlerini, son bakışlarını görmeden sevdiklerimizden ayrılıyoruz. Elbette ki ağır ve gerekli vakalarda hastanın rahatı için hastane ortamı şart fakat ağrısı, sızısı olmayan sadece kişisel bakımı evdekilere zor geldiği için hastanelere taşınan sayısız hasta var. Ölümü ve ölümün yükünü evlerimizde de istemiyoruz artık.

Toplu ölümler ve hikâyelerimiz

Hepimiz kendimizi biricik hissederiz, özel ve değerli. Çevremizdeki insanların ve dünyanın da bize özel davranmasını isteriz. Yaşadığımız şeyler, tecrübelerimiz, hikâyelerimiz bizler için çok kıymetlidir. Muhakkak siz de karşılaşmışsınızdır ‘’ben bunları anlatsam, yazsam roman olur’’ diyenlerle, oysa sıradan ve basit bir hikâyesi vardır ama onun gözünde bu hikâye fazlasıyla ilgi çekicidir. Bu son derece normaldir, hepimizin hikâyesi kendine has ve biriciktir. Sadece yaşadığımız güzel günlerin değil, zorlukların ve ölümümüzün de bize yakışır bir şekilde özel ve değerli olmasını isteriz. Biricik bir hayat biricik bir ölümle noktalanmalıdır çünkü.

Kıtlık, savaş, doğal afet ve salgın hastalıklardan kaynaklanan toplu ölümler insanların biricik hikâyelerini tehdit eder ve ellerinden almaya çalışır. Ölüm kişisel bir şeydir, toplu ölümlerde ise bu kişisellik ortadan kalkarak bizi herkesleştirir. Son dönemde yaşadığımız Koronavirüs’ün etkilerinden biri de işte bu, ölümlerin herkesleşmesi. İnsanların sosyal medya hesaplarından Koronavirüs kaynaklı ölüm ya da iyileşme sayılarını ‘’342 kişi + babam/annem/eşim’’ şeklinde paylaştığına şahit olmuşsunuzdur muhakkak, bu aslında şu demek: ‘’Benim, babamın, annemin, eşimin hikâyesi bu 342 kişiden daha farklı, biricikliğimizi bu kalabalık içinde boğmayın’’. Son derece haklı ve insani bir arzu.

Koronavirüs kaynaklı ölümlerde, vefat eden kişinin ailesinin üzerine bir utangaçlık bulutu çöküyor bazen. Damgalanmaktan, ötekileştirilmekten, insanların kendilerinden uzaklaşmasından çekiniyorlar. Bir de bu dönemde yakınlarının ölümünü anlatmak zorunda kalanlar cümlenin sonuna ‘ama koronadan değil’ açıklamasını eklemek zorunda hissediyorlar. Çünkü ölümü duyanlar peşinden ‘koronadan mı öldü?’ sorusunu soruyor ve yaralı insanları bir kez daha yaralıyor.

Dünya bir dar boğazdan geçmekte, hepimizin psikolojik dayanıklılığı giderek düşüyor fakat bu süreçte cenaze sahipleri herkesten daha çok yorgun ve görünen o ki bu yorgunluk bir müddet daha kendilerini zorlayacak. Çünkü alışık olduğumuz bir ölüm, cenaze ve yas süreci yaşamıyorlar.

Biraz empati kuralım. Hayatta belki de en çok sevdiğimiz insan adını ilk kez duyduğumuz bir virüsün pençesine düşüp hastaneye kaldırılıyor; yanına gidip elini tutarak ‘’iyi olacaksın inşallah’’ bile diyemiyoruz. Bir sabah telefon çalıyor ve ‘’yakınınızı kaybettik’’ diyor telefonun ucundaki ses. Yüzünü göremediğimiz beyaz tulumlu cefakar doktorlar yine yüzünü göremediğimiz beyaz tulumlu cenaze görevlilerine canınızı teslim ediyorlar. Cenazeniz aynı önlemler altında gasilhanede yıkanıyor, kefenleniyor ve siyah bir ceset torbasıyla özel tabuta yerleştiriliyor. Cenazeye 5-10 kişi katılıyor, cenaze namazı da sosyal mesafeye dikkat edilerek aralıklarla kılınıyor.

Mezar yeri de malum önlemlerden dolayı kalabalık olmuyor, yakınları bile ‘bana da bulaşabilir’ endişesiyle cenazeye katılmıyor. Alınan tedbirler sebebiyle İstanbul’un Avrupa ve Anadolu yakasında belirlenmiş iki mezar yerinden birine yüzünü göremediğimiz kişiler tarafından, ceset torbası ve özel tabutla defnediliyor. Ömrü boyunca hep güzel işler yapmış, binlerce insanın hayatına dokunmuş, ibadetlerini hiç eksik etmemiş birinin böyle 5-10 kişilik maskeli, tulumlu insanlar tarafından tuhaf bir şekilde defnedilmesi ağırınıza gidiyor ama bu tuhaflıkta da bir hayır vardır deyip yutkunuyorsunuz.

Hastanede yanında olamadık, son nefesini verirken yanında olamadık, yıkanıp kefenlenirken yanında olamadık, toprağa vermeden son bir defa yüzünü görüp doya doya sarılamadık, ellerimizle mezara yerleştiremedik, vedalaşamadık. Eşimize, dostumuza bile sarılamadık bizde de virüs olabilir şüphesiyle uzak durdular biraz. Acımız öyle orta yerde, sahipsizce kaldı.

Peki tüm bunlar ne demek?

Pandemi sonrası travmatik yas

Ölüm, evrensel ve kaçınılmaz bir gerçeklik, doğduk ve öleceğiz. Her şey bu kadar açık ve gerçekken yine de ölüm karşısında kendimizi çok mutsuz, çaresiz ve hüzünlü hissederiz. Sevdiklerimizin mutlaka öleceğini biliriz fakat onlar öldükten sonra derin bir mutsuzluğa saplanıp uzun bir süre keder yaşarız. İşte biz bu mutsuzluğa saplanma haline ve sürecine yas süreci diyoruz. Yas kavramsal olarak kayıp sonrası ortaya çıkan şiddetli ve uzun süreli acı veya keder olarak tanımlanmaktadır ve kaybın doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan bir dizi fiziksel (ağız kuruluğu, nefes almakta güçlük), duygusal (şaşkınlık, öfke, şok, üzüntü), bilişsel (inanmama, karar vermede güçlük) ve davranışsal (uykusuzluk, iştah kaybı, ağlama) tepkilerin varlığını içermektedir.1

Yas süreci kişinin hayatına normal bir şekilde devam etmesi için muhakkak yaşanması gereken bir süreçtir. Yasın 6 ay ya da kişinin içinde bulunduğu koşullara göre 1 yıl sürmesini normal karşılıyoruz. Ölümü gelişimin son evresi olarak tanımlayan ve bu evrenin, yas süreci sayesinde yıkıcı bir durum olmaktan çıkıp kayıp yaşayan insanın gelişmesine yol açabilecek bir durum olarak nitelendiren Kübler Ross yas sürecini 5 farklı evre ile açıklar; inkâr ve izolasyon, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenmedir.2 Buraya kadar her şey normal fakat bir de travmatik yas dediğimiz kayıpların olağan dışı bir biçimde gerçekleşmesi sonucu oluşan yas türü vardır. Travmatik yas sevdiğimiz kişinin tuhaf, aniden ve beklenmedik ölümüyle ortaya çıkar ya da kişi içinde bulunduğu sosyal, psikolojik veya ekonomik nedenlerden ötürü yas durumunu travmatik olarak algılar.

Travmatik yas sorununda; travma sonrası stres bozukluğu belirtileri, vefat eden kişi hakkında gün boyu düşünme, uyuşma, amaçsızlık, kontrolü kaybetme, kaybı kabul etmede güçlük, ayrılık kaygısı belirtileri, yoğun özlem ve ölümü inkar etme gibi belirtiler ortaya çıkar.Pandemi sürecinde ölüm ve yas kavramlarıyla alakalı tüm dünyayı bekleyen iki büyük tehlike var. İlk tehlike ölümlerin travmatik bir şekilde yaşanması ve travmatik yasın doğması; ikinci tehlike ise yas sürecinin pandemi sebebiyle sağlıklı bir şekilde yaşanmayıp yasın travmatik yasa evrilmesi.

Yapılan araştırmalar dört temel etkenin kişinin yas tutmasına engel olduğunu ve kişinin zamanla travmatik yas sorunu yaşayabileceğini ortaya koyuyor. Bunlardan ilki çocuklukta yeterince ihtiyacı karşılanmayan kişilerin keder ve üzüntü hissetmelerini engelleyen duygusal yapıları, ikincisi kişinin kaybettiği yakınına aşırı bağımlı olması ve bitmemiş meselelerinin olması, üçüncüsü kişinin kaybettiği yakınını ani ve beklenmedik veya kötü bir şekilde kaybetmesi, dördüncüsü bireyin toplumsal kısıtlamadan dolayı yas tutma duygularını yansıtamamasıdır.4 Pandemi sürecinde duygusal olarak zorluklar yaşayan, sevdiği kişiyle henüz görecek güzel günleri olan, sevdiği kişi beyaz tulumlular tarafından toprağa defnedilmiş, yas sürecini korona tedbirleri sebebiyle yaşayamayan bir insan düşünün. Travmatik bir yas yaşaması için ne yazık ki tüm koşullar müsait.

Normal şartlar altında sevdiğini kaybeden kişi merhumun o süreçteki her haline tanık olur; hastane yatağında, gasilhanede, tabutta, musallada, kefenli haline ve en sonunda da toprağın içinde. Her basamak bizim sevdiğimizle vedalaşmamız için bir fırsattır fakat bu basamaklar pandemi sürecinde sekteye uğradı. İnsanlar sevdiklerine son bir defa sarılamadı, elleriyle toprağa teslim edemedi, hayatlarında ilk kez gördükleri bir cenaze merasimi yaşadılar, akrabaları virüs kaparız endişesiyle cenazelerine ve taziyelerine gelemediler.

Yas sürecinin travmatik yasa dönüşmemesi için en önemli faktör ailenin ve sosyal çevrenin desteği ve de bu kişilerle beraber dini ritüeller eşliğinde yas sürecini yaşamaktır. Fakat şimdi annesini, babasını kaybeden kardeşler bile birbirine sarılıp ağlayamıyor çünkü biri hastanede, öteki evinde karantinada. Eş dost zaten kapıyı çalamıyor. Bir araya gelip cenaze sahiplerine destek olmak, yalnız olmadığını hissettirmek için merhumun ardından yedisini, kırkını, elli ikisini beraberce okumak da mümkün değil. Haliyle ailesinden ve sosyal çevresinden destek alamayan kişi içine kapanıyor ve yasın içine gömülerek travmatik bir yas sürecinin eşiğine geliyor. Oysa yas beraber ağlayarak, sevdiklerimize sarılarak, inançlarımız doğrultusunda dini ritüelleri beraberce gerçekleştirerek çözülür. Ama bugün tüm çözüm yolları tıkanmış vaziyette.

Etrafımıza bakarken, insanların acılarını gözlemlerken, Koronavirüs kaynaklı bir ölüm haberi alırken lütfen bir yandan da o insanların içinde bulundukları ya da bulunacakları yas sürecini, yaşadıkları zorlukları düşünelim. Ölüm insanın en büyük acısı fakat ne yazık ki pandemi süreci bu acıyı yaşamamızı engelliyor aksine acıyı daha da derinleştiriyor. Acının derinleşmemesi ve kalıcı hale gelmemesi için bireysel ve toplumsal olarak neler yapacağımızın izini de önümüzdeki hafta burada sürelim.

Sevdiğini kaybeden ve hâlâ o acıyı gönlünde bir kor gibi taşıyan herkese sabırlar diliyorum. Allah hepimizin gönlüne ferahlık versin. Ne de olsa biz mahzun bir Peygamberin ümmeti değil miyiz?

Dipnotlar

1) Bonanno, G. A. ve Kaltman, S. (1999). Toward an Integrative Perspective on Bereavement. Psychological Bulletin, 125, 760–776.

2) Kübler-Ross, E. (1975). Death the Final Stage of Growth. New Jersey: Prentice Hall.

3) Boelen, P. A., van den Bout, J. ve de Keijser, J. (2003a). Traumatic Grief as a Disorder Distinct Study With Bereaved Mental Health Care Patients. American Journal of Psychiatry 160, 1339-1341.

4) Volkan, V. D. ve Zıntl, E. (2010). Gidenin Ardından. İstanbul: OA Yayınları.


Gökhan Ergür

Hiç kimse bizi kedi köpek gibi aşılayamaz.

Bugün uygulamada olan, sokağa çıkma yasağı, maske takma zorunluluğu, sosyal mesafe kuralı, seyahat kısıtlamaları, bunların tamamı hukuka aykırıdır. 

Valiler bizlere aklımızın almayacağı şeyler emredebilir

Uzatmamak için çok fazla tafsilata girmiyorum fakat Anayasada bunun nasıl yapılabileceği ayrıntısıyla düzenlenmiş. Onun haricinde başlangıçta büyük karışıklık vardı yani belirlilik te yoktu ortada. Vatandaş neyle muhatap olacağını bilmiyordu. İl İdaresi Kanunu zikrediliyordu. Bunun 11/c ve 66. Maddeleri uyarınca bu işlemlerin yapıldığı söylendi. Fakat bir kanunda Vali gereken tedbirleri alır denmesi bu kısıtlamalar için hiçbir şey ifade etmez. Yoksa Vali bize aklımızın almayacağı şeyleri de emredebilir. Temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılmasında dar yorum esastır. Kanunilik ilkesi caridir. Bunu bu kanuna istinaden yapamazsınız. 

Toplumun geneline yönelik bu şekilde kısıtlamalar düzenlemeler getirilmesi hukuken mümkün değildir. 

Kabahatler Kanununa gelecek olursak… O da mesnet olarak zikrediliyordu. Bunun da 32. Maddesi istismar ediliyor. Ancak ikinci fıkrası okunmadı. Çünkü birlikte değerlendirildiğinde görülür ki emrin yahut yasaklamanın kanunda açıkça düzenlenmesi gerekir. Fakat burada zımni bir düzenleme dahi bulunmamakta. En son Umum Hıfzıssıhha Kanunu uyarınca idari yaptırım kararlarının verilmesi kararlaştırılmış gibi görünüyor. Fakat kanun açılıp okunduğunda bu kanun da hem tedbirlerin -ki bu tedbirler arasında hukuka aykırı olduğunu zikrettiklerim bulunmamakta- hem hastalıkların ki bu hastalıklar arasında Kovid-19 yoktur, hem de tedbirlerin uygulanabileceği kişiler sınırlandırıldığı bu şekilde belirtildiği görülür. Kimdir o kişiler? İnsanlar ancak hasta olduğunda yahut hastalık şüphesi altında bu tedbirler uygulanabilir. Yani toplumun geneline yönelik bu şekilde kısıtlamalar düzenlemeler getirilmesi hukuken mümkün değildir. Bunlar hukuk devletinde olacak işler değil. 

Ortada soruşturma açılmasını gerektirir pek çok iddia varken aydınlatılmış rızanın varlığından bahsedilemez

Yine aşı ikna timleri kurulup insanlar aşılanıyor ve yine onam belgesi adı altında bir belge imzalatılıyor. Benim incelediklerimde Bio tıp sözleşmesinde hasta hakları gibi mevzuatın öngördüğü şartları sağlayan ibareler o metinlerde yer almıyor. Bu metinler hukuken çöp. Çünkü pek çok insanın tereddütleri varken ve bu tereddütler yetkililer tarafından giderilmezken ortada soruşturma açılmasını gerektirir pek çok iddia varken aydınlatılmış rızanın varlığından bahsedilemez. Kaldı ki bu zaten uygulamada doğru şekilde tatbik edilen bir şey de değildi. 

Yani ben aylardır müracaat savcılığı yapıyorum vatandaş pek çok kez gelip savcım ameliyata girmeden önce bana bir belge imzalattılar ne olduğunu kimse anlatmadı ben de bilmiyorum şu anda çocuğum sakat ben hastayım ve mesuliyet kabul edilmiyor demiştir. Türkiye’de belki milyonlarca dava vardır bu şekilde ve aşının prospektüsünde bulunan yan etkiler ikazlar dahi o metinde yazmıyorken orada aydınlatılmış rıza var denilemez. 

Sulh Ceza Hakimleri bu hukuksuz uygulamalar dolayısıyla verilen idari para cezaları patır patır iptal edecekler.

Yargıda da çok büyük tuhaflıklar oluyor. Kabul edilebilir şeyler değil. Mesela Bolu’da bir vatandaşa yazılan maske cezası oranın Sulh Ceza Hakimliği tarafından iptal edildi. Bunun üzerine dosya Kanun Yararına Bozma talebiyle Yargıtay’a gitti. Yargıtay 19. Ceza Dairesi isteyen bakabilir 2020/4353 esas 2020/14250 karar sayılı ilamıyla. Bunun tarihi 9 Kasım 2020. 17 sayfalık bir karar. Bir hakim 7 sayfalık muhalefet şerhi yazdı. İlk derece mahkemesi sosyal devlet ilkesine, bunun mali bir külfet getirdiğine dayanarak iptal kararı vermişti. Dairenin çoğunluğu idareyi yaptırımı ayakta tutmak izlenimi veren bir karar verdi. Mahkemenin araştırma yükümlülüğünden bahsetti. Farklı ihtimallerin değerlendirilmesi için kararı bozdu. Muhalefet şerhi yazan hakim ise hukukta böyle bir şeyin olmadığını söyledi özetle. Hem de interdisiplinel çalışarak… Anayasa hukuku, kabahatler hukuku, ceza hukuku hepsini birlikte alıp farklı ülkelerdeki uygulamaları da anlatarak bu en sonunda müeyyidesiz bir idari işlemdir dedi. Fakat tuhaf olan bir şey var biz uygulamacılar her türlü Yargıtay kararına ulaşabiliriz normalde. Fakat aradan aylar geçmesine rağmen bu karar hala UYAP a yüklenmedi. Çünkü pek ala biliniyor ki Sulh Ceza Hakimleri bu hukuksuz uygulamalar dolayısıyla verilen idari para cezaları patır patır iptal edecekler. Sonra Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca bu karara da itiraz edildi. Dosyayı yeniden ele alan Yargıtay Dairesi, 2021/267 esas 2021/464 karar sayılı ilamıyla bunun da tarihi 25 Ocak 2021, başsavcılığın itirazını kabul ettiler. Oy çokluğuyla yine bir muhalefet şerhiyle. Başsavcılık, Kanun Yararına Bozma talebinin dışında hukuka aykırılıklar saptandığını söyledi. Dairenin çoğunluğu da bunu kabul etti. Ve burada gerekçe 3 satır. Mevzuat gereği her türlü mahkeme kararında bir gerekçe bulunmak zorunda. Bir ilk derece mahkemesi hakimi bunu yapsa onun kararını bozarlar. Bu tavrı anlamak mümkün değil. 

Daha da vahimi bir vatandaş tarafından maske zorunluluğu getirilen genelgelerin iptali istemi ve yürütmenin durdurulması talebiyle bir dava açıldı. Ve şahıs davayı açarken medyada dahil ben maskenin gereksiz ve zararlı olduğuna dair onlarca çalışma sundum. Bakanlık tek bir bilimsel veri çalışma ortaya koysun ben davamı çekeceğim demesine rağmen Danıştay 10. Dairesinde görülen davada, bunun da esas numarası 2020/4961, 23 Kasım 2020’de kurulan ilk ara kararda daire bakanlığa dedi ki genelgeleri gönder sana 30 günlük süre veriyorum. İkinci ara karar 3 Mart 2021 tarihinde yaklaşık 3,5 ay sonra kurulmuş ve aynı ara karar kurulmuş. Yani içerikten anladığımız kadarıyla bakanlık genelgeleri göndermemiş, mahkemeye cevap vermemiş. Daire de aynı ara kararı tekrar kurmuş, 30 gün içerisinde gönder diye. Bunu anlamak mümkün değil. Yani İdari Yargılama Usulü Kanunun 27. Maddesinin 8’inci fıkrasında bu hususta nasıl bir yol izlenmesi gerektiği açıklanmış. Aynı kanunda sürelerin dahi kısaltılabileceği belirtilmiş. Ayrıca Hakimler Savcılar Kurul Teftiş Kurulunun idari yargı tavsiyelerinde iki husus, bir yürütmenin durdurulması talepli davalarda bu talep hakkında iki bu talep hakkında karar verildikten sonra esas hakkında ivedi karar verilmesi tavsiye edilmiş aksine davranışlar eleştirilmiş. Yani burada sorulması gereken sorular var. Yayımlanmış bir genelge neden istenir? Yani mantık buysa uygulanacak kanunların da TBMM’den istenmesi gerekir. Mahkemeye cevap vermemek ne demek? Yürütmenin durdurulması talebi neden geciktirilir? Yani genelge yayımlanmamışsa daha büyük bir problem var demektir. Başka Türkiye’nin birkaç istisna dışında pek çok Sulh Ceza Hakimliğinin yakinen biliniyor ki bu tedbirler dolayısıyla verilen idari yaptırım kararlarına itiraz dosyaları aradan yıl geçmesine rağmen kasten bekletiliyor. Bu suçtur. Adil yargılanma hakkının ihlalidir. Görevi ihmaldir. Ve bir suçun yaygın şekilde işleniyor oluşu o suçu cezalandırılabilir olmaktan çıkarmaz.

Ben aşı karşıtı birisi değilim. Mesleğim icabı adıma aşı tanımlandığı için araştırmaya başladım ve araştırırken medyada bilimsel verilerle de desteklenen tıp sahasında uzman kişilerin beyanlarını raporları gördüm. Bunlar kan dondurucu ifadeler. Ve bir Cumhuriyet Savcısı bunları ihbar kabul edip soruşturma yapmak zorunda. Fakat bu dillendirildiği zaman insanlar cesaret edemiyor. Ben işim gereği bu hususta gerekli cesareti gösteriyorum. Herkes de haberdar olsun. Yani mesela hepsini zikretmek mümkün değil. Zikretmek de istemiyorum. Mesela bölünmeden önceki ismiyle Aile Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı iş sağlığı ve güvenliği Genel Müdürlüğünün piyasada satışı arzedilen 41 marka ve model maskenin gerekli koşulları sağlamadığına dair raporu var. Yine Erkan İşgören imzalı Cumhurbaşkanlığına sunulmuş piyasadaki maskelerin yüzde 90’ının hijyen koşullarını sağlamadığına dair raporu var. Sonradan bunlar hakkında idari yaptırım dahi verilmemiş. Açılmış bir soruşturma bilmiyoruz.

Bilim Kurulu Üyelerinin ve ekranlarda boy gösteren pek çok işinin ehli doktorun çelişkili beyanları var. Hastalığın seyri dolayısıyla bir takımını anlayabiliriz. Fakat virüsün maske gözeneklerinden 7 kat küçük olduğu ve bu sebeple koruma sağlamayacağı, sağlıklı insanın maske takmasının güvenilir olmadığı şeklindeki beyanlar… Yani olayı karikatürize ediyorlar galiba. Virüsün semirdiği artık gözeneklerden çıkamadığı iddia edilmiyorsa ve şüphe çekmektedir.

Onun haricinde sağlıklı bir aşının iki ila beş yıl içerisinde kullanıma geleceği, mutasyona uğrayan bir virüse karşı aşı geliştirilemeyeceği, salgının sosyal bağışıklıkla sona ereceği şeklindeki beyanlar… Aşıdan sonra hastalanan ve hatta ölen kişiler olduğuna dair iddialar. Ki bunlardan bir kısmıyla bakanlık ilgilenmekte. 

Başka… Maskenin petrol türevi maddelerden üretildiği. Petrotoksit maddeler ihtiva ettiği. Soluma ile bunların inhale olacağı ve kemik iliğinin baskılanacağı. Son dönemde çocuklarda bu sebeple hastalık teşhisi yapıldığı şeklinde iddialar…

Kişilerin hayatı ve sağlığı bakımından tehlike oluşturabilecek şekilde ilaç yapma veya satma başlıklı suç kapsamında re’sen soruşturma başlatıyorum

Aşılar hakkında şu an zikredemeyeceğim pek çok ciddi iddia ve vakıa… Yani bu şekilde beyanda bulunan pek çok doktor var. Maskelerin içerisinde formaldehilid anilin, titanyumdioksit gibi zararlı maddeler bulunduğu şeklinde raporlar bulunmakta. Bunlar dolayısıyla her Cumhuriyet Savcısının bunları suç duyurusu kabul edip re’sen soruşturma başlatması gerekir. Yani Ceza Muhakemesi Kanunun 162. Maddesi açık. Bir suç işlendiği izlenimini gören Cumhuriyet Savcısının derhal hemen için gerçeğini araştırmaya başlayacağı düzenlenmiş. Yine farklı bir olaya ilişkin eski Adalet Bakanlarımızdan Cemil Çiçek’in beyanında, söz konusu görüntülerin internette yayıldığı artık savcıların bundan haberdar olduğu ve re’sen soruşturma başlatılması gerektiği beyan edildi. Ki böyledir. Mevzuat böyledir. Savcıların görev tanımı böyledir. Bir soruşturma başlatıyorum. 

Şöyle maskelerin içeriği hakkında az evvel çok cüzi bir kısmını saydığım iddialar dolayısıyla Türk Ceza Kanunun zehirli madde katma başlıklı 185. Maddesi kapsamında değerlendirilmek üzere. Yine aşılar hakkında aynı kanunun 187. Maddesi kişilerin hayatı ve sağlığı bakımından tehlike oluşturabilecek şekilde ilaç yapma veya satma başlıklı suç kapsamında değerlendirilmek üzere re’sen soruşturma açıyorum. Herkes böyle bir soruşturmanın varlığından haberdar olsun ve ellerindeki delilleri bu soruşturmaya göndersin. Bunlar çok ciddi iddialar. Ben zaten ilgili kurumlara müzekere yazıp bu hususta delil toplamaya başladım. Fakat ilgililer de bu noktada taşın altına elini koysunlar.

Başka… Tedbirlerin gerekli olduğuna dair de ciddi şüpheler var. Yani tedbir uygulanmayan ülkelerde korkutulduğumuz şekilde feci neticeler meydana gelmiyor. Yurt dışında pek çok fotoğraflar haberler görüyoruz. Bu tedbirler kaldırılıyor. Aşılama olmamasına rağmen kaldırılıyor yahut hiçbir tedbir alınmamasına rağmen kaldırılıyor. O ülkelerde de korkutulduğumuz neticeler yaşanmıyor.

Ben bunları söylediğim için muhtemelen işimi kaybedeceğim, başıma bela alacağım. Fakat haysiyetli bir hukukçunun bunu yapması lazım. Susan avukatların, baroların tavrını anlamak imkan dışı. Çıkıp cesurca konuşmak gerek. Ben Viranşehir’de savcılık yapıyorum. Burası uyuşturucu madde güzergahı. Ben aylardır onlarca çocuk dinledim. Birkaç yıldır uyuşturucu madde kullanıyor. Aileleri ile konuşuyorum fakat narkotik personeli yetersiz. Teknik donanımımız az. Benim işim 17.00’de bitmesine rağmen gece yarıları aramalar yapıyorum. Uyuşturucu ile mücadele eden personel zaten azken eldekiler de maske denetlemesi için görevlendiriliyor. Ben uyuşturucu madde engellemeye personel bulamazken maske için personeller görevlendiriliyor. İnsanlar maske takmasın, sosyal mesafeyi ihlal etsin ne olacak?

Ben görevim icabı haksızlığa karşı susmayı haysiyetime yediremediğim için böyle bir soruşturma açtım.

Yeterince insanımız intihar etti, yeterince insanımız iflas etti, bir takım grafiklerle, bunların söylenen boyutta olmadığı iddia ediliyor. Ben işim gereği günde onlar insan dinliyorum. Kimlik tespitinin yapılması bağlamında, mesleğini, aylık gelirini sorduğum zaman, onlarca insandan bu ilçede ‘falan işi yapıyordum fakat pandemi’ sözünü işittim. Hiçbirimiz yerden bitmedik, bu milletin evladıyız, yaşanana yakinen şahidiz. Bu tedbirler alınmasına rağmen, lebalep parti kongreleri yapılması, statüye göre cenaze törenleri düzenlenmesi tedbirlerin gereksizliğini ortaya koyar.

Ben görevim icabı haksızlığa karşı susmayı haysiyetime yediremediğim için böyle bir soruşturma açtım. Bu hukuksuzlukla hukuk çerçevesinde her türlü mücadeleyi edeceğim. Gördüğüm haksızlıklar karşısında yine beyanda bulunup işimi yapacağım. Ve bu saatten sonra işini titizlikle yapmaya gayret gösteren hiçbir cumhuriyet savcısı bu iddialar hakkında ben bilmiyordum diyemez.

Aşı konusunda vatandaşı zorlayamazsınız. Bu bir zorbalıktır. Haysiyetli hukukçular bu konuda gereğini yapar, benim ümidim bu yöndedir. Ben mesleğim gereği neyin ne olduğunu biliyorum. H

Bugün uygulamada olan, sokağa çıkma yasağı, maske takma zorunluluğu, sosyal mesafe kuralı, seyahat kısıtlamaları, bunların tamamı hukuka aykırıdır. 

Valiler bizlere aklımızın almayacağı şeyler emredebilir

Uzatmamak için çok fazla tafsilata girmiyorum fakat Anayasada bunun nasıl yapılabileceği ayrıntısıyla düzenlenmiş. Onun haricinde başlangıçta büyük karışıklık vardı yani belirlilik te yoktu ortada. Vatandaş neyle muhatap olacağını bilmiyordu. İl İdaresi Kanunu zikrediliyordu. Bunun 11/c ve 66. Maddeleri uyarınca bu işlemlerin yapıldığı söylendi. Fakat bir kanunda Vali gereken tedbirleri alır denmesi bu kısıtlamalar için hiçbir şey ifade etmez. Yoksa Vali bize aklımızın almayacağı şeyleri de emredebilir. Temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılmasında dar yorum esastır. Kanunilik ilkesi caridir. Bunu bu kanuna istinaden yapamazsınız. 

Toplumun geneline yönelik bu şekilde kısıtlamalar düzenlemeler getirilmesi hukuken mümkün değildir. 

Kabahatler Kanununa gelecek olursak… O da mesnet olarak zikrediliyordu. Bunun da 32. Maddesi istismar ediliyor. Ancak ikinci fıkrası okunmadı. Çünkü birlikte değerlendirildiğinde görülür ki emrin yahut yasaklamanın kanunda açıkça düzenlenmesi gerekir. Fakat burada zımni bir düzenleme dahi bulunmamakta. En son Umum Hıfzıssıhha Kanunu uyarınca idari yaptırım kararlarının verilmesi kararlaştırılmış gibi görünüyor. Fakat kanun açılıp okunduğunda bu kanun da hem tedbirlerin -ki bu tedbirler arasında hukuka aykırı olduğunu zikrettiklerim bulunmamakta- hem hastalıkların ki bu hastalıklar arasında Kovid-19 yoktur, hem de tedbirlerin uygulanabileceği kişiler sınırlandırıldığı bu şekilde belirtildiği görülür. Kimdir o kişiler? İnsanlar ancak hasta olduğunda yahut hastalık şüphesi altında bu tedbirler uygulanabilir. Yani toplumun geneline yönelik bu şekilde kısıtlamalar düzenlemeler getirilmesi hukuken mümkün değildir. Bunlar hukuk devletinde olacak işler değil. 

Ortada soruşturma açılmasını gerektirir pek çok iddia varken aydınlatılmış rızanın varlığından bahsedilemez

Yine aşı ikna timleri kurulup insanlar aşılanıyor ve yine onam belgesi adı altında bir belge imzalatılıyor. Benim incelediklerimde Bio tıp sözleşmesinde hasta hakları gibi mevzuatın öngördüğü şartları sağlayan ibareler o metinlerde yer almıyor. Bu metinler hukuken çöp. Çünkü pek çok insanın tereddütleri varken ve bu tereddütler yetkililer tarafından giderilmezken ortada soruşturma açılmasını gerektirir pek çok iddia varken aydınlatılmış rızanın varlığından bahsedilemez. Kaldı ki bu zaten uygulamada doğru şekilde tatbik edilen bir şey de değildi. 

Yani ben aylardır müracaat savcılığı yapıyorum vatandaş pek çok kez gelip savcım ameliyata girmeden önce bana bir belge imzalattılar ne olduğunu kimse anlatmadı ben de bilmiyorum şu anda çocuğum sakat ben hastayım ve mesuliyet kabul edilmiyor demiştir. Türkiye’de belki milyonlarca dava vardır bu şekilde ve aşının prospektüsünde bulunan yan etkiler ikazlar dahi o metinde yazmıyorken orada aydınlatılmış rıza var denilemez. 

Sulh Ceza Hakimleri bu hukuksuz uygulamalar dolayısıyla verilen idari para cezaları patır patır iptal edecekler.

Yargıda da çok büyük tuhaflıklar oluyor. Kabul edilebilir şeyler değil. Mesela Bolu’da bir vatandaşa yazılan maske cezası oranın Sulh Ceza Hakimliği tarafından iptal edildi. Bunun üzerine dosya Kanun Yararına Bozma talebiyle Yargıtay’a gitti. Yargıtay 19. Ceza Dairesi isteyen bakabilir 2020/4353 esas 2020/14250 karar sayılı ilamıyla. Bunun tarihi 9 Kasım 2020. 17 sayfalık bir karar. Bir hakim 7 sayfalık muhalefet şerhi yazdı. İlk derece mahkemesi sosyal devlet ilkesine, bunun mali bir külfet getirdiğine dayanarak iptal kararı vermişti. Dairenin çoğunluğu idareyi yaptırımı ayakta tutmak izlenimi veren bir karar verdi. Mahkemenin araştırma yükümlülüğünden bahsetti. Farklı ihtimallerin değerlendirilmesi için kararı bozdu. Muhalefet şerhi yazan hakim ise hukukta böyle bir şeyin olmadığını söyledi özetle. Hem de interdisiplinel çalışarak… Anayasa hukuku, kabahatler hukuku, ceza hukuku hepsini birlikte alıp farklı ülkelerdeki uygulamaları da anlatarak bu en sonunda müeyyidesiz bir idari işlemdir dedi. Fakat tuhaf olan bir şey var biz uygulamacılar her türlü Yargıtay kararına ulaşabiliriz normalde. Fakat aradan aylar geçmesine rağmen bu karar hala UYAP a yüklenmedi. Çünkü pek ala biliniyor ki Sulh Ceza Hakimleri bu hukuksuz uygulamalar dolayısıyla verilen idari para cezaları patır patır iptal edecekler. Sonra Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca bu karara da itiraz edildi. Dosyayı yeniden ele alan Yargıtay Dairesi, 2021/267 esas 2021/464 karar sayılı ilamıyla bunun da tarihi 25 Ocak 2021, başsavcılığın itirazını kabul ettiler. Oy çokluğuyla yine bir muhalefet şerhiyle. Başsavcılık, Kanun Yararına Bozma talebinin dışında hukuka aykırılıklar saptandığını söyledi. Dairenin çoğunluğu da bunu kabul etti. Ve burada gerekçe 3 satır. Mevzuat gereği her türlü mahkeme kararında bir gerekçe bulunmak zorunda. Bir ilk derece mahkemesi hakimi bunu yapsa onun kararını bozarlar. Bu tavrı anlamak mümkün değil. 

Daha da vahimi bir vatandaş tarafından maske zorunluluğu getirilen genelgelerin iptali istemi ve yürütmenin durdurulması talebiyle bir dava açıldı. Ve şahıs davayı açarken medyada dahil ben maskenin gereksiz ve zararlı olduğuna dair onlarca çalışma sundum. Bakanlık tek bir bilimsel veri çalışma ortaya koysun ben davamı çekeceğim demesine rağmen Danıştay 10. Dairesinde görülen davada, bunun da esas numarası 2020/4961, 23 Kasım 2020’de kurulan ilk ara kararda daire bakanlığa dedi ki genelgeleri gönder sana 30 günlük süre veriyorum. İkinci ara karar 3 Mart 2021 tarihinde yaklaşık 3,5 ay sonra kurulmuş ve aynı ara karar kurulmuş. Yani içerikten anladığımız kadarıyla bakanlık genelgeleri göndermemiş, mahkemeye cevap vermemiş. Daire de aynı ara kararı tekrar kurmuş, 30 gün içerisinde gönder diye. Bunu anlamak mümkün değil. Yani İdari Yargılama Usulü Kanunun 27. Maddesinin 8’inci fıkrasında bu hususta nasıl bir yol izlenmesi gerektiği açıklanmış. Aynı kanunda sürelerin dahi kısaltılabileceği belirtilmiş. Ayrıca Hakimler Savcılar Kurul Teftiş Kurulunun idari yargı tavsiyelerinde iki husus, bir yürütmenin durdurulması talepli davalarda bu talep hakkında iki bu talep hakkında karar verildikten sonra esas hakkında ivedi karar verilmesi tavsiye edilmiş aksine davranışlar eleştirilmiş. Yani burada sorulması gereken sorular var. Yayımlanmış bir genelge neden istenir? Yani mantık buysa uygulanacak kanunların da TBMM’den istenmesi gerekir. Mahkemeye cevap vermemek ne demek? Yürütmenin durdurulması talebi neden geciktirilir? Yani genelge yayımlanmamışsa daha büyük bir problem var demektir. Başka Türkiye’nin birkaç istisna dışında pek çok Sulh Ceza Hakimliğinin yakinen biliniyor ki bu tedbirler dolayısıyla verilen idari yaptırım kararlarına itiraz dosyaları aradan yıl geçmesine rağmen kasten bekletiliyor. Bu suçtur. Adil yargılanma hakkının ihlalidir. Görevi ihmaldir. Ve bir suçun yaygın şekilde işleniyor oluşu o suçu cezalandırılabilir olmaktan çıkarmaz.

Ben aşı karşıtı birisi değilim. Mesleğim icabı adıma aşı tanımlandığı için araştırmaya başladım ve araştırırken medyada bilimsel verilerle de desteklenen tıp sahasında uzman kişilerin beyanlarını raporları gördüm. Bunlar kan dondurucu ifadeler. Ve bir Cumhuriyet Savcısı bunları ihbar kabul edip soruşturma yapmak zorunda. Fakat bu dillendirildiği zaman insanlar cesaret edemiyor. Ben işim gereği bu hususta gerekli cesareti gösteriyorum. Herkes de haberdar olsun. Yani mesela hepsini zikretmek mümkün değil. Zikretmek de istemiyorum. Mesela bölünmeden önceki ismiyle Aile Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı iş sağlığı ve güvenliği Genel Müdürlüğünün piyasada satışı arzedilen 41 marka ve model maskenin gerekli koşulları sağlamadığına dair raporu var. Yine Erkan İşgören imzalı Cumhurbaşkanlığına sunulmuş piyasadaki maskelerin yüzde 90’ının hijyen koşullarını sağlamadığına dair raporu var. Sonradan bunlar hakkında idari yaptırım dahi verilmemiş. Açılmış bir soruşturma bilmiyoruz.

Bilim Kurulu Üyelerinin ve ekranlarda boy gösteren pek çok işinin ehli doktorun çelişkili beyanları var. Hastalığın seyri dolayısıyla bir takımını anlayabiliriz. Fakat virüsün maske gözeneklerinden 7 kat küçük olduğu ve bu sebeple koruma sağlamayacağı, sağlıklı insanın maske takmasının güvenilir olmadığı şeklindeki beyanlar… Yani olayı karikatürize ediyorlar galiba. Virüsün semirdiği artık gözeneklerden çıkamadığı iddia edilmiyorsa ve şüphe çekmektedir.

Onun haricinde sağlıklı bir aşının iki ila beş yıl içerisinde kullanıma geleceği, mutasyona uğrayan bir virüse karşı aşı geliştirilemeyeceği, salgının sosyal bağışıklıkla sona ereceği şeklindeki beyanlar… Aşıdan sonra hastalanan ve hatta ölen kişiler olduğuna dair iddialar. Ki bunlardan bir kısmıyla bakanlık ilgilenmekte. 

Başka… Maskenin petrol türevi maddelerden üretildiği. Petrotoksit maddeler ihtiva ettiği. Soluma ile bunların inhale olacağı ve kemik iliğinin baskılanacağı. Son dönemde çocuklarda bu sebeple hastalık teşhisi yapıldığı şeklinde iddialar…

Kişilerin hayatı ve sağlığı bakımından tehlike oluşturabilecek şekilde ilaç yapma veya satma başlıklı suç kapsamında re’sen soruşturma başlatıyorum

Aşılar hakkında şu an zikredemeyeceğim pek çok ciddi iddia ve vakıa… Yani bu şekilde beyanda bulunan pek çok doktor var. Maskelerin içerisinde formaldehilid anilin, titanyumdioksit gibi zararlı maddeler bulunduğu şeklinde raporlar bulunmakta. Bunlar dolayısıyla her Cumhuriyet Savcısının bunları suç duyurusu kabul edip re’sen soruşturma başlatması gerekir. Yani Ceza Muhakemesi Kanunun 162. Maddesi açık. Bir suç işlendiği izlenimini gören Cumhuriyet Savcısının derhal hemen için gerçeğini araştırmaya başlayacağı düzenlenmiş. Yine farklı bir olaya ilişkin eski Adalet Bakanlarımızdan Cemil Çiçek’in beyanında, söz konusu görüntülerin internette yayıldığı artık savcıların bundan haberdar olduğu ve re’sen soruşturma başlatılması gerektiği beyan edildi. Ki böyledir. Mevzuat böyledir. Savcıların görev tanımı böyledir. Bir soruşturma başlatıyorum. 

Şöyle maskelerin içeriği hakkında az evvel çok cüzi bir kısmını saydığım iddialar dolayısıyla Türk Ceza Kanunun zehirli madde katma başlıklı 185. Maddesi kapsamında değerlendirilmek üzere. Yine aşılar hakkında aynı kanunun 187. Maddesi kişilerin hayatı ve sağlığı bakımından tehlike oluşturabilecek şekilde ilaç yapma veya satma başlıklı suç kapsamında değerlendirilmek üzere re’sen soruşturma açıyorum. Herkes böyle bir soruşturmanın varlığından haberdar olsun ve ellerindeki delilleri bu soruşturmaya göndersin. Bunlar çok ciddi iddialar. Ben zaten ilgili kurumlara müzekere yazıp bu hususta delil toplamaya başladım. Fakat ilgililer de bu noktada taşın altına elini koysunlar.

Başka… Tedbirlerin gerekli olduğuna dair de ciddi şüpheler var. Yani tedbir uygulanmayan ülkelerde korkutulduğumuz şekilde feci neticeler meydana gelmiyor. Yurt dışında pek çok fotoğraflar haberler görüyoruz. Bu tedbirler kaldırılıyor. Aşılama olmamasına rağmen kaldırılıyor yahut hiçbir tedbir alınmamasına rağmen kaldırılıyor. O ülkelerde de korkutulduğumuz neticeler yaşanmıyor.

Ben bunları söylediğim için muhtemelen işimi kaybedeceğim, başıma bela alacağım. Fakat haysiyetli bir hukukçunun bunu yapması lazım. Susan avukatların, baroların tavrını anlamak imkan dışı. Çıkıp cesurca konuşmak gerek. Ben Viranşehir’de savcılık yapıyorum. Burası uyuşturucu madde güzergahı. Ben aylardır onlarca çocuk dinledim. Birkaç yıldır uyuşturucu madde kullanıyor. Aileleri ile konuşuyorum fakat narkotik personeli yetersiz. Teknik donanımımız az. Benim işim 17.00’de bitmesine rağmen gece yarıları aramalar yapıyorum. Uyuşturucu ile mücadele eden personel zaten azken eldekiler de maske denetlemesi için görevlendiriliyor. Ben uyuşturucu madde engellemeye personel bulamazken maske için personeller görevlendiriliyor. İnsanlar maske takmasın, sosyal mesafeyi ihlal etsin ne olacak?

Ben görevim icabı haksızlığa karşı susmayı haysiyetime yediremediğim için böyle bir soruşturma açtım.

Yeterince insanımız intihar etti, yeterince insanımız iflas etti, bir takım grafiklerle, bunların söylenen boyutta olmadığı iddia ediliyor. Ben işim gereği günde onlar insan dinliyorum. Kimlik tespitinin yapılması bağlamında, mesleğini, aylık gelirini sorduğum zaman, onlarca insandan bu ilçede ‘falan işi yapıyordum fakat pandemi’ sözünü işittim. Hiçbirimiz yerden bitmedik, bu milletin evladıyız, yaşanana yakinen şahidiz. Bu tedbirler alınmasına rağmen, lebalep parti kongreleri yapılması, statüye göre cenaze törenleri düzenlenmesi tedbirlerin gereksizliğini ortaya koyar.

Ben görevim icabı haksızlığa karşı susmayı haysiyetime yediremediğim için böyle bir soruşturma açtım. Bu hukuksuzlukla hukuk çerçevesinde her türlü mücadeleyi edeceğim. Gördüğüm haksızlıklar karşısında yine beyanda bulunup işimi yapacağım. Ve bu saatten sonra işini titizlikle yapmaya gayret gösteren hiçbir cumhuriyet savcısı bu iddialar hakkında ben bilmiyordum diyemez.

Aşı konusunda vatandaşı zorlayamazsınız. Bu bir zorbalıktır. Haysiyetli hukukçular bu konuda gereğini yapar, benim ümidim bu yöndedir. Ben mesleğim gereği neyin ne olduğunu biliyorum. Hiç kimse bizi kedi köpek gibi aşılayamaz. ‘Keyfine bak ben aşılıyım’ demek ne demek oluyor? Kimse korkmasın hukuk devletinde yaşıyoruz.

Eyüp Akbulut

Viranşehir Cumhuriyet Savcısı

https://www.youtube.com/watch?v=_pENNS96U_I&feature=emb_title