Herkes gitti, kimse dönmedi

I.

Hayır, ne yabancı kanatlar,
Ne bigane gökyüzü
Hiç birisi korumadı beni
Ben halkımın keder örtüsü altında yaşadım
O zamanlar
O mekanda.
II.
Herkes gitti, kimse dönmedi
Yaprakla örtülü asfalt yolda,
Uzun zaman kimseyi beklemeyeceksin
Yine birbirimize varacağız,
Vivaldi’nin Adagio’sunda.
Bir rüyanın sihrinde,
Yine mumlar sararıp sönerek karanlığa gömülecekler.
Ama Arşe hiç sormayacak
Gece yarısı evime nasıl girdiğini
Bu anlar da geçecek,
Belirsiz ve boğuk inlemeyle,
Avuçlarımın içinden okuyacaksın
Aynı mucizeleri,
Ve kapımdan seni itecek
Derin kaderin olan titremelerin
Sahile vurmuş
Donuk dalgaların dönüşü gibi.

Anna Ahmatova
Çeviri: Argos Ahıska

Herkes+gitti+kimse+d%C3%B6nmedi Herkes gitti, kimse dönmedi

Öncesi

Güneyin insanı olgunlaşmıyor. Zorlanıyor çocukluktan çıkmaya. Çocuk olmadığı anda birden yaşlanıyor.

Erken gelen yaşlılık utangaç kılıyor bizi. Kararları enine boyuna düşünmeye zorluyor. Tek tük soru soruyoruz çevremize; maksat, adet yerini bulsun. Yanıtları zaten biliyoruz. Bilgelik bacaklarımızı, ayaklarımızı bağlıyor, izin verdiği tek lüks birkaç küçük yanlış.

Gövdesi yaşlı, ruhları genç insanların ürkünçlüğü.

Güzel mevsim yaşamanın yararsızlığını daha ağrılı duyuruyor. Birikiyor doğa, güzelim bölgelerine çekiliyor ve yüzümüze sürgülüyor kapısını. Gökler, tüyler üzerinde sürüklenerek son ışık taneleriyle birlikte uzaklaşıyor.

Ancak hayatı reddettiğimizde tarihsiz zamanın, sonsuzluk akışının tadına varabiliriz belki. Çocukluğumda, kapalı evimin önünden geçer, onca uzak sevdiklerimin seslerini dinlemek üzere kapının arkasına sokulurdum.

Doğayı aşırı seven kişi dünyanın geri kalanını yitirme riskini taşır. Evrenin iltifatlarını elinin tersiyle itmelidir Şair. Masumlar, acizler, belki de budalalar için imâl edilmiştir doğa. Çocuk ama, yarattığı an zaten aşağılamıştır doğayı. Tıpkı şair gibi çocuk da açıklığın, görünenin düşmanıdır.

Meuse, Nil ya da Tiber’in kıyısında bir sıra eski ağaç bulup eskil duvarlara dirseklerimi dayayabileceğim bir yer çıktığında önüme, şiirsel iç çağrının yazgısallığı, gelip geçiciliği üzerine düşünürüm. Neden yazar şairler? Bu konuda bir şeyler anlayabilmek için çocukluklarının geçtiği koşulları kurcalamak gerekir. Kuşkusuz kaynakta, kendi öyküsünü biricik kılma, öyle tanımlama hülyası yatar genç şairin yüreğinde. Gizli bir törene katılmak üzere tarikata kabul edilen genç çırağın içgüdüsel kibirini andırır. Doğaldır, bu iman, tansığa açılmışlık, bu fiziksel gerilim yapma, yapıştırma unsurlarla beslenemez, hele kurala asla dönüşemez. Birkaç mevsim yaşar ve ölür Şair; ve yaşamını, alışkanlıklarını değiştirmek zorunda kalır. Tarihçi ya da hatip olabilir, kendi zavallılığından gevezelik hatta fayda üretebilir. Hakikat zararlıdır şiire. Şair için yegâne süt şiirdir. Şen zehirden, köpüklü şaraptan daha düz, daha opak, daha taşkın süttür. Şairlerin memelerine tutunur şair, şiirin iri, yapılı analarına.

Her geçen yıl bilincimizle birlikte kendimizi anlatma güçlüğümüz de büyüyor. Bunun nedeni, bizim için doğanın, hayatın ya da tarihin ritminin hiçbir sürpriz barındırmıyor olması sanıyorum. Her müdahalemiz bir sorun olup çıkıyor, yalnız cesaretten değil, keremden de yoksunuz. Bu yoksunluk içinde bilimin, hem de en derin bilimin içgüdüsel olduğunu düşünüyoruz. Neden gençler öğrenmeye bunca yetenekli de biz, yitik sesimizin ritmini bulmaktan bile aciziz?

Leonardo Sinisgalli
1908 – 1981
Çeviri: Işıl Saatçıoğlu
(Dünya Şiiri Antojisi s.678-9
X Yay. Hazırlayan Necmi Naz)

                                                    blogger-image-523292580 Öncesi

Burası

Şimdi nerde olmak isterdim
Kadıköy’de Fikirtepesi’nde
Murat Sineması’nın karşısındaki kahvede
Ya da
Sarıyer’de iskeleye çok yakın bir evde

Ama
Burası da iyi

Halim Şefik Güzelson

                                     

blogger-image--615793322 Burası

Güç Bela Kurulmuş Cümleler

“Ben demek kör şeytana yakışır” Dedem


Sen kalbi kırıkların Rabbisin

Yani önce, en çok benim
Çaresizlik nedir, çare nedir bilmeyenler için?
Ben artık hiç bir şey olmak istiyorum.
Galiba büyüdüm.
Yok bir teselli yaşamak gailesine
Bir türlü kapanmadı bilanço yazılmadı veresiye
Her gün yoklamalarda var yazılmış olmanın hüznü
Bir zaman sonra hangi şarkıyı söylesem eksik
Elveda ile merhabalar birbirine geçmiş
Yok neye baksam o göz alıcı yaşamak
Nerden baksam orası eksik
Sen kalbi kırıkların Rabbisin
Yani önce, en çok benim
Anlam yitmez hiç olmadığı yerlerde
Metinler metin olmaya yaramıyor
Neyin doğru karar olduğuna karar verecek güç yok
İş makinelerinin emeği daha kutsal
Sebeplenemediğimiz yağmurların hıncı
İnsanlar kendilerine bile tavsiye edemiyor hakkı ve sabrı
Yarı profesyonel dervişlerdeki noksanlıklar
Diriler ölülere rahmet okutuyor
Her gün, daha fazla
Büyük bir vebalin altına atılan imza
Allahını seven beni vursun, ben buraya ait değilim
Medeniyetinizden istifra ediyorum
İkinci bir emre kadar herkes kendini avutsun
Sen kalbi kırıkların Rabbisin
Yani önce, en çok benim
Bunu bilmek de bana yetsin.
Murat Özel

guc+bela+kurulmus+cumleler Güç Bela Kurulmuş Cümleler

Trenler De Gecikir

İnsan sessizlikte ve asansörlerde yaşlanmıyor
Bizim için cennetten yer ayırtacak diye uğurluyorsun ölüleri
İnsan haksızlığı ve atların titreyişini sevmiyor
Çünkü tatlı tatlı yaşlanmanın da keyfi yok
Kimsenin kimseye aşkı
Ortadoğu’da planları altüst etmiyor

Mermisini evde unutmuş avcının şaşkınlığı
Namlunun ucundaki kuşun hakikatine kader
Üzülme sen en güzel yarının bir öncesisin
Sen en kötü günün ta kendisisin
En güzel gün gelmeden
Asla şiir sevmemelisin

Sen şiir seversen uçaklar hakikate düşer
Sen hepimizin yağmuru olsan seni sevmezdik
Kimsenin yağmuru kimsenin sevgisine göre değil zaten

Annen çaya tek şeker atardı
Çayın bile çığlığını öpsün diye
Yüzü yere bakan dağları gösterirdi sana
İncinmiş iki çirkin haydut olurduk
Misafire çam kokulu ve süslü yorganlar çıkartan
Taşra kadınlarını anlatmak istemek, şiirdir

Sus ve en kırgın ismini sakla herkeslerden
Daha büyümeye niyetlenmemişsin
Tali yolları kullanıyorsun, iyi
Sana suyu hıfzetmek
Bana apansız, bana gücenik belalar kaldı

Yer yatağındaki tarağı erkeğin akrep sanılır
Sen ki kayıp kafiyeyi arama
Hasan’la Hüseyin’e devam et
Vefadır adı bunun
Trenler gecikirse, görüşürüz

Mustafa Akar

trenlerde+gecikir+mustafa+akar Trenler De Gecikir

                                              

Cenazemde ağladım

Banyo yaparken uzattığım bacağımı incitmeden tilifliyordum. O an, gasilhanede gassal tarafından yıkandığımı düşündüm. Yabancı bir el, hoyratça bacağımı sabunluyordu. Birden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Ağlarken bir yandan da -gayri ihtiyari- edep yerlerimi kapatıyordum…

tumblr_mhx96ufrXi1qzwh14o1_r1_500 Cenazemde ağladım

Evlilik

Küçük bir sarmaşığın yıllar içinde bir ağacı sarıp sarmalaması misali her geçen gün birbirini sessizce benimserler. Bir zaman sonra sarmaşığı ağaçtan ayıramazsın, söküp atmaya çalışırsan ağaçta izleri kalır, kuruyana kadar geçmez, sarmaşığınsa yeni bir ağaca tutunması zordur. Zamanları, anıları, zevkleri farklıdır. İkisi birbirine hiç benzemez; görünüşleri, yaprakları, mevsimlere dirençleri, hazan mevsimleri… Çoğu zaman bu ikiliden biri hayata erken veda eder; görüntünün şeklinden başka değişen bir şey olmaz. Ağaç kurumuşsa sarmaşık cansız gövdeye sarılmaya, önce kuruyan sarmaşıksa, ağaç onu taşımaya devam eder.

                                        blogger-image-1979933156 Evlilik

Meçhul Bir Kadına Mektup

Dağınık kaşlarınızın sınırlarını çizdiği o ışıltılı gözlerinizden bir pırıltı uçuverdiğini sanki görüyorum.

Aşkı aşk yapan duygunun, bütün kadınların peşine düştüğü o suçortaklığının tadını tadıyorsunuz.

Bu yazı size bir suç armağan ediyor.

Sanırım Stefan Zweig’ı pek okumadınız, zaten şu sıralarda pek moda değil… Eğer, Zweig’ı okusaydınız, onun bu yazının başlığının tam tersi bir başlık taşıyan muhteşem hikâyesini bilirdiniz… Hani şu ‘Meçhul Bir Kadından Mektuplar’ isimli şaheserini.

İnanin, o hikâyeyi çok severdiniz.

O, her kadının içinde saklı olan ‘meçhul bir kadın’ olma arzusunun bütün yakıcılığını, çekiciliğini ve acısını bir tek hikâyede yaşardınız.

Zweig’ın karısıyla birlikte intihar ettiğini de bilmiyorsunuz tabii.

Niye intihar ettiğini tahmin edemezsiniz.

Dünya Savaşı çıktığı ve insanlar birbirini öldürdüğü için, böyle bir dünyayı daha fazla paylaşmaya tahammül edemeyip kendini öldürdü… Halbuki o sıralarda, Latin Amerika’da savaştan epeyce uzakta ve güvenlikteydi.

Ama başkaları ölürken, kendini güvende hissetmeye dayanamayacak kadar ilgiliydi başkalarının hayatlarıyla. Bu ilgiyi kendi hayatıyla ödedi.

‘Ne kadar aptalca, ‘ demeyin ne olur, beni çok kırarsınız.

Zweig’ın karısının niye intihar ettiğini ise hep merak etmişimdir. Savaşa dayanamadığı için mi kocasıyla birlikte öldü, yoksa kocasını ölüme gönderirken yalnız bırakamadığı için mi? Dünyanın yanması mı o kadına daha çok acı veriyordu yoksa sevdiği bir erkeğin acı çekmesi mi?

Bütün yazarlar ölüme karşı Zweig gibi davranmaz elbet.

Zweig’ın görmeye tahammül edemediği savaşa Hemingway gönüllü gitmişti.

Eğer ikisi de bugün Türkiye’de yaşasalardı, Hemingway Güneydoğuda bir savaş muhabiri, Zweig İstanbul’da kendini vurmak için elden düşme bir tabanca arayan mutsuz bir yazar olurdu.

Graham Green buralarda olsaydı, istihbaratçıların, teröristlerin, kaçakçıların ortaklaşa gittikleri, sınır yakınlarında bir kerhanenin romanını yazardı.

John Le Carré, Türk, Alman ve Amerikan casusları arasında geçen görüşmeleri, yapılan anlaşmaları, ikili çalışan casusların psikolojisini anlatır, savaşsız ve düşmansız bir ortama kavuşan gelişmiş dünyanın, kendisini konusuz bırakan sıkıcılığından Türkiye sayesinde kurtulurdu.

Savaş ve ölüm, yazarların ilgisini çektiği kadar kadınların da ilgisini çekiyor mu sizce?

Avrupa’nın, PKK’yı desteklemekten vazgeçerek, PKK’yı güçsüzleştirirken Türkiye’deki darbe sevdalılarını da güçsüzleştirmesi günlük tartışma konularınız arasında mı?

Eğer içtenlikle konuşursak, bunlarla çok da fazla ilgilendiğinizi sanmıyorum.

Aşk sizin daha çok ilginizi çekerdi.

‘Acaba beni seviyor mu’ sorusu, ‘savaş çıkacak mı’ sorusundan daha heyecan verici gelirdi size.

Sevildiğinizi öğrenseniz, bu kez de ‘yeteri kadar sevilip sevilmediğinize’ takılırdı aklınız. Ah, biliyorum, hiçbir kadın ‘yeterince’ sevilemez. Sarah Bernard, boşuna ‘Aşk oburluktan ölür, ‘ demiyor.

Biliyor musunuz, Tanrı erkeklere ‘yaşanan günü’, kadınlara ise geçmişle geleceği armağan etti.

Siz yaşanan anla pek ilgilenmezsiniz, geçmişin hesaplaşması ya da geleceğin endişesi vardır sizde. Onun için size ‘o an’ hiç yetmez. Siz geniş bir zamana yayıldığınız için huzursuz, erkekler daracık bir zamana sıkıştıkları için anlayışsız olurlar.

Zweig gibileri ise ne o ana sığarlar, ne de geleceğin kancalarına takılırlar.

Onların hayatı, karanlık bir boşluktan, arkalarında ışıklı bir iz bırakarak ölüme atlamakla geçer.

İçinden geçtikleri boşluğu yazılarıyla ve bazan da aşklarıyla doldururlar.

Zweig’ı mutlaka okumalısınız.

Yazarların, nasıl yazı yazdıklarını incelediği bir denemesi var.

Müthiş bir tevazuyla kendini de sıradan insanlar arasına koyarak şöyle diyor:

‘İlk bakışta onlar da sizin benim gibi insanlardır.’

Yazarların da herkes gibi yaşadığını, herkes gibi giyindiğini, herkes gibi dolaştığını anlatıyor.

‘Bizim yaptıklarımızı yaparlar, ‘ diyor, ‘sonra da masanın başına geçerler ve bizim yapamadığımız bir şeyi yapıp yazı yazarlar.’

Aklına su soru takılıyor elbette!

Bize bu kadar benzeyen insanlar bizim yapamadığımız bir işi nasıl yapıyorlar?

Zweig’a göre, bir yazar yazı yazarken kendisinden başka bir şey oluyor. Ne yaptığını aslında kendisi de fark edemiyor.

Yazıyı yazdıktan sonra, ona yazıyı nasıl yazdığını sorsanız, o size, ‘işlediği cinayeti bilmeyen bir katil’ gibi bakacaktır.

Aynı sizin kimliğiniz gibi, yazının nasıl yazıldığı da meçhul kalıyor.

Meçhul kalan yalnızca bu değil ki…

Dağlarda birbirlerini öldürenler, bir insan öldürürken ne yaptıklarını biliyorlar mı, bir insan başka bir insanı öldürürken tam manasıyla kendinde mi? Herkes gibi âşık olan, herkes gibi seven, herkes gibi gülen biri, tüfeğini bir insana çevirdiği anda hâlâ kendisi midir, yoksa o anda başkası mı olur?

Cinayetin, yazının ve aşkın arasında garip bir ortaklık var gibi.

Bu üçünü de yaparken insanlar kendilerinden başka biri oluyorlar.

Âşık olan biri, kendinin âşık olmayan halinden ne kadar farklı.

Cinayeti işleyen, öldürmediği andaki kimliğinden ne kadar uzak.

Yazıyı yazan, yazmadığı zamanki yapısından ne kadar değişik.

Bir insanin, kendinden başka biri haline geldiği anı çok merak ediyorum. Tüfeği kaldırdığı, kalemi tuttuğu, özlemden yandığı anda ne değişiyor içinde?

Cinayet, yazı ve aşk, insanın tanrısallığa en çok yaklaştığı üç durum.

Biri öldürerek tanrısallaşıyor, biri yaratarak, biri de kendini çoğaltarak.

Cinayet, aşk ve yazı birbirine benziyor, ama Zweig cinayetlere dayanamadığı için kendini öldürüyor, Yesenin ise aşka dayanamadığından vuruyor kendini.

Siz Yesenin’i de bilmiyorsunuz.

Ben bütün bunları, size anlatabilmek için biliyorum.

Yesenin, Sovyet Devrimi sırasında yaşamış serseri bir şairdi. Herkes de onun serseri olduğunu söylerdi zaten.

Bir şiiri, yanlış hatırlamıyorsam, şöyle başlıyordu:

‘Bilmiyorum niçin bana su Yesenin rezili
Bilmiyorum bana şu şarlatan diyorlar.’

Devrime içi pek ısınamadı nedense, devrimciler de onu pek sevemediler.

Sonra, Isadora Duncan adlı o dans büyücüsüne aşık oldu. Onun peşinden dolaştı durdu dünyayı.

Devrimin katılığına ayak uyduramadığı gibi, aşkın acısına da katlanamadı.

İntihar mektubu yerine bir şiir bırakarak vurdu kendini.

Biliyor musunuz, mutlu yazar pek yoktur.

Mutlu katil ve mutlu âşık pek olmadığı gibi.

Mutluluk daha sıradan olanlara mı nasip acaba, yoksa daha sıradan olanlar mutsuzluğa daha kolay mı dayanıyor.

Siz soruları seversiniz, bütün kadınlar gibi… Cevapları sanki sorular kadar sevmiyorsunuz, sanki cevapsız soruları keşfetmenin peşindesiniz.

Erkekler cevapları arar, siz soruları ararsınız.

Siz sorularınızla huzursuz, erkekler cevaplarıyla SIKICIDIR.

Huzursuzluklarınız ve huzursuzluğunuza duyduğunuz merak, aşkı doğurur.

Siz Zweig’ı mutlaka okumalısınız.

Zweig, sevgilisiyle birlikte intihar eden bir Alman şairi olan Kleist’in biyografisini yazmıştı. Şöyle diyordu Kleist için:

‘Bazan, ölmeyi beceren ve ölümden zamanı aşan bir şair yaratabilen biri de bulunmalıdır.’

Yazdığı kitaptaki gibi, ölümden bir şiir yaratarak öldü kendi de.

Ölümlerin bu kadar çok olduğu ülkemizde, ölümden şiir yaratanların çok az olduğunu biliyorum. Ölümü, şiirinden soyduğumuz ve sıradan acılara, manasızlıklara çevirdiğimiz bir zamanda yaşıyoruz.

Ölümün manasızlaştığı yerde aşk da ölüyor.

Ben ölümden değil, şiirsiz bir ölümden kurtulmak için âşık oluyorum.

Zweig, ölümün manasızlaşmasına dayanamadığı için ölüyor.

Siz ise… Evet, biliyorum, siz mutlu bir gelecek var mı, diye merak ediyorsunuz. Ve, hep aynı soruyu soruyorsunuz kendinize:

‘Ne olacak? ‘

Dağınık kaşlarınız altında ışıldayan gözleriniz her yerde bu soruyu yaşıyor.

Zweig öldüğü ve ben âşık olduğum sürece mutlu bir gelecek var.

Zweig ölerek, ben âşık olarak, kendi geleceklerimizi yaksak bile…

Ahmet Altan

mechul+bir+kadina+mektup Meçhul Bir Kadına Mektup

Biraz Oyalanmak

Beni çevreleyen sükunet içimdeki sükunetle birleşti, ben sabahın solgun sessizliğine karıştım.
Küçük bir sazan balığı, bir dağ yemişi, bir zakkum çiçeği gibi o sakin güzelliğin bir parçası oldum.
Böyle bir sabah vakti inci grisi bir gölü, nefti dağları, sulara çizilmiş lacivert çizgiyi, kızılımsı zakkumları sevmek için buraların sahibi olmak gerekmiyordu, burası benim vatanım olmasa başkalarına ait bulunsa da hissettim ki ben orayı gene sevecektim.
Bu toprakların tarihi ise, binlerce yıldan beri oraların sahibi olmak için birbirlerini öldüren insanları, savaşları, baskınları, felaketleri anlatıyor.

O insanlar yok artık.
Hiçbir yerin sahibi değiller.
Bugün bu ıssız sabah vakti, onların ele geçirmek için savaştıkları göle bakan, huzuru huzursuzlukla karşılayan beyaz sakallı adam onların adını bile duymadıkları bir ırkın çocuğu; hâlâ bir yeri sevmek için oranin sahibi olmak gerektiğine inanan, hâlâ toprağı insandan önemli sayan, hâlâ tanrının kendi şaheserini insanlara tadını çıkarsınlar diye bağışladığını, tadını çıkarmak yerine bunu ölüme dönüştürmenin akılsızlığını anlamayan ırkıyla pek de anlaşamayan, herhangi bir sabahın parçası olmayı bir ırkın parçası olmaktan daha değerli bulan biri.

Onca insan, sonunda bu gölü bir sabah benim gibi biri seyretsin diye mi öldü; onlar ölmese belki tarih başka türlü yazılacak, belki bu sabah burada ben olmayacaktım ama başka bir adam olacaktı.
Başka biri yerine bu sabahı ben seyredeyim diye bunca insanın ölmesine değmezdi.

Bana sormuş olsalardı, ‘boşuna ölmeyin’ derdim onlara, ‘tanrı bir sabah bakıp, bir parçası olacağım o kadar çok güzellik yaratmış ki ben de gider onlardan birine bakarım, benim yerime de buraya bir başkası baksın.’
Yeter ki gördüğünü sevsin.

Kendini oranın sahibi değil de bir parçası gibi hissedebilsin.
Vakti geldiğinde herkes gibi görmüş olduklarından, yaşamış olduklarından minnettarlık duyarak buralardan ayrılacağını, yerini bir başkasına bırakacağını, kimsenin hiçbir yerin sahibi olmayacağını bilsin.

Seyrettikleriyle o seyrettiklerinin ardında duran tarihin birbirine değdiği anda Yunus Emre’den bir dize hatırlasın, bu hayata ‘biraz oyalanmaya’ geldiğini farketsin.
Yunus’un ‘oyalanmak’ dediği hayatın kısacık bir parçasını inci grisi bir gölün kıyısında geçirdim.
Ahmet Haşim’in dilediği gibi ‘bu dem göllerde kamış’ oldum.
Hiçbir şeyin sahibi değilim, ne toprağım, ne vatanım, ne ırkım var.
Bir sabah göle bakarım.
Minnettar bir sazan balığıyım.

Ahmet Altan

biraz+oyalanmak Biraz Oyalanmak

Sis

İki şehri var gecenin, biri gözümde
tütüyor, birinin dumanı üstünde yağmur
gibi çöken siste, bana bu uykusuz
şehri niye bıraktın, göze alamadığım
bir şehrin yerine bütün şehirlerdesin,
gece değil istediğin hayli karanlık
bakışlı bir şehrin gözleriyle çarpışmak
hevesindesin! Gözlerini anlıyorum henüz
bağışlayabileceği gözleriyle çarpışmadı kimsenin;
gözlerimizi uzaklıklar değil ki yalnız
göze alamadığımız yakınlıklar da acıtır,
ve gözleri ancak gözler bağışlayabilir,
öyle acıyor ki gözlerim kim bağışlayacak,
sis değil, uykusuzluk değil, iki uzak
şehir gibi ayrılıktan kavuşmuyor gözlerim :
Biri hepimizle gözgöze gibi hala uykusuz,
biri sis içinde kirpiklerine kadar açık,
bu sessizliği kim bıraktıysa, göremiyorum
konuşkan gözlerinde tek sözcük bile,
gözlerimiz birbirine değmiyor gecenin iki şehrinde

Kimsenin kimseye gözü değmiyorsa, şiir niye ?

Haydar Ergülen

goze+alamadigimiz+yakinliklar Sis