Çünkü hiç hazır olmadığım bir yaza girmek üzereyim ve çünkü geçen kışın soğuklarında, şimdi senin rüzgârlı bir tepesinde uyuduğun bu kentteki son sevdiklerim, beni, sevdiğim için öldürdüler!
Bazen kendi evini terk etmesi gerekir insanın. Tası tarağı toplayıp ardına son bir defa bile bakmadan çekip gitmek. Çünkü ağır geldiğini hissedersin bazı evlere, insanların sana “gitse de kurtulsak” gözüyle baktığını. Bunu fark ettiğin ama …
Rüzgâr, beyaz denizin geniş düzlüğü üzerinde kara bulutları topluyor Deniz ve bulutlar arasında, gururla açılmış bir kanat uçuyor Fırtına habercisi sanki siyah bir şimşek gibi Bazen bir kanadı dalgalara değmiş, bazen de bulutlara doğru atılmış bir ok gibi Fırtına habercisi haykırıyor Bulut ise mutlulukla kuşun korkusuz çığlığını dinliyor Bu sesin içerisinde, fırtınanın sesi, gazabın gücü ve hevesin kıvılcımı vardır Bulutlar bu çığlığın içindeki galibiyete olan tam inancın sesini dinliyorlardır Dalgıç kuşları da fırtınanın önünde inliyorlar Denizin üzerinde sakinlik için kanat çırpıyorlar Kendi korkularını ise suyun derinliklerine gizlemeye hazırdırlar Yaşamın tadından habersiz inliyor [bu] dalgıç kuşları Gök gürültüsünün gümbürtüsü korkutuyor onları Aptal penguense semirmiş vücudunu korkarak gizliyor kayalıklarda Sadece gururlu fırtına habercisidir Özgürce ve cesaretle uçar kabarmış denizin yukarısında Daha da kararmış ve ağırlaşmış bulutlar alçalıyor denize doğru Dalgalarsa şarkı söylüyor ve yükseliyordu gökyüzüne, gök gürültüsüne doğru Dalgalar gök gürültüsü ve gazabın elinde rüzgârla ediyor mücadele Rüzgâr ise dalga kümelerini zorla alıyor kucağına öfkeyle Vahşi bir darbe ile kayaların üzerine fırlatıyor dalgaları Kırılmış zümrüt parçaları gibi su damlalarına dönüştürüyor onları Fırtına Habercisi, siyah bir yıldırım gibi feryat ederek uçuyor Kanadı açılmış bir ok gibi bulutlardan geçip, kanadıyla dalgaları kazıyor, götürüyor İşte bu şekilde, tıpkı bir şeytan gibi uçuyor Fırtınanın şeytanı, övünçle kahkaha atarak gülüyor, zırıl zırıl ağlıyor… O, karanlık bulutlara doğru gülüyor ve mutluluğun şiddetinden inliyor! Gök gürültüsünün kahrıyla bir süredir yorulduğunu hissediyor O emin, bulut güneşi daha fazla örtemeyecek Hayır… güneşi daha fazla gizleyemeyecek Rüzgâr kuduruyor; şimşekler çakıyor Alevlenen bulut kümeleri, denizin derinliği üzerinde mor şekilde yanıyor ve parlıyor Deniz şimşekleri çalıyor ve kendi derinliklerinde onları söndürüyor Şimşeklerinse bükülüp kayboluyor deniz üzerindeki yansımaları, sanki ateşten yılanlar gibi kıvrımları Fırtına, daha çabuk ol fırtına diye kışkırtıyor isyanı İşte habercisidir bu cesur kuş fırtınanın Ki şimşekler arasında uçuyor mağrur şekilde Gazap dolu, gümbürdeyen denizin üzerinde Fethin öncüsü olarak haykırıyor: Bırak daha şiddetli kopsun fırtına [diyor] !!!
Rengi uçmuş ayın alacakaranlığı altında Duman gibi üzücü ve gönül çalan bir ışıkta Düşmüştü ve siyah saçları rüzgârın eline Dalgalı ve gönlü aldatan Gecenin aydınlığına karanlığın resmini çiziyordu. Irmak akıyor ve suyun hüzünlü sesi Arkadaşlarının hüznünü anlatıyordu sanki Ve uyuyan aşklar ve ölülerin kederi ile Gizlenmiş bir acıya sahipti Mehtabın soğuk ve yorgun ışığında, dağlık Uzak kalmış bir arzu gibi Ümit halesi gibi Ya da ipekte zarif ve hevesli bir ten gibi Görünüşte uyuyordu Ve sevinçli, suskun kırlardan geçiyordu Akşamüstü yavaşça O, canımın ümidi, o hayal gölgesi Kendi hayalinin sıcak alevinde yanıyordu Mehtabın parlayan alnından okuyordu Benim kederli efsanemi ve kendi sıkıntı şerhini.
Kayık hafif bir kuğu gibi sakince Sakince gidiyordu Karûn’un üzerinde Güneş sahildeki hurmalığa doğru Ufkun eteğinden çekiliyordu
Ufuk sularla oynaşırken Bürünüyordu bambaşka bir görkem ve gize Gelinciklerle dolu ovada sarhoş bir rüzgâr Sanki gidiyordu sendeleye sendeleye
Genç, dalgaların bağrında kürek çekip Sürüyordu kayığı ve kayıktaydı canı Hüzünlü sesini bırakmıştı rüzgâra Gönlü tutsak, gam hastası:
“İki zülfündür rebabımın teli Ne istersin bu harap halimden Bize yâr olmaya niyetin yokken Neden her gece düşüme girersin”
Kayığın içinde gece rüzgârından Dalgalanıyordu hafifçe saçları Kayıktan dalgalara eğilmiş bir kadın Parmak uçlarıyla okşuyordu suyu
Ses, gül kokusu gibi rüzgârda Yavaşça yayılıyordu her tarafa Hüznün sıcaklığıyla genç söylüyordu şarkısını Okşayan bir el ararken:
“Bana bal değilsen neden zehirsin Yârim değilsen neden yanımdasın Merhem değilsin gönül yarama Neden yaralı yüreğime tuz serpersin”
Ses yoktu ve kadının akşam alacasında Gece mavisi rengine bürünüyordu yüzü Gencin siteminden memnun ve mutlu Fikri onda, başkasındaydı gönlü
Karûn’un öte yanında küçük bir kayık Hafifçe sallanarak ilerliyordu dalgalarda Bir fener hafifçe aydınlatıyordu kamışlığı Yanık bir türkü tutturuyordu uzaktan
Bir esinti bu haberi getirip geçti “İki taraflı olunca ne hoştur sevgi” Genç adam hayıflanıp iç geçirdi “Tek taraflı sevmek bir baş ağrısı”
1. Mevlânâ’nın İranî-İslamî düşünce ve sanat alanındaki konumunun üstünlüğü ve kendine özgü dünya görüşünün önemi nedeniyle onun düşüncesinde kadının konum ve makamının incelenip değerlendiril-mesi üzerinde düşünülmeye değer bulunmaktadır. İnsanlık bilimi alanında böylesine etkin ve yapıcı bir kişilik çok az bulunur. Mevlânâ’nın üstatlık derecesi, onun şairlik konumundan önce gelir. Hakikatte de Mevlânâ, ilk önce görüş sahibidir, daha sonra sanatçıdır. Bundan dolayı dünyaya ve insana olan kendine özgü bakış açısı da önemlidir.
Kimilerinin düşüncesine göre, Mevlânâ’nın şeffaf ve parlak sözleri –en azından Mesnevî’de– göz önünde bulundurulduğunda ona göre, kadınların kemal noktasında gözle görülür bir değere sahip olmadıkları açıktır ve Mevlânâ’nın onları değerlendirmesi açıkçası olumsuzdur.
Burada konuyu değişik açılardan görmeyi ve kendi dayanak noktalarımızı da değerli okuyucuya sunmayı amaçlamaktayız.
Bu satırların yazarının kafasında ve bu yazının içinde var olan tek nokta, hüküm verme konusunda son derece dikkatli olmak ve insanların (hatta ileri kültür sahiplerinin) bilim ve bakış açılarının tarihsel tekamülüne dikkat etmektir. Yine zamanımızın tespitleriyle uyuşması düşüncesiyle yorum yaparak Mesnevî sahibinin bakış açısına kabul edilebilir bir şekil verilsin veya Mesnevî’nin eteklerinden eleştiri tozunu temizlesin diye bakış açılarının tekdüzeleştirilmesi taraftarı da hiçbir şekilde değildir. Zira böyle bir temizlik, cahillik davuluna vurmak ve böylesine bir savunma çatlak değirmene su taşımak gibidir.
2. Mesnevî, yazılı değil ilhama dayalı bir kitaptır. Mevlânâ’nın ruhuna girmiş olan anlam ve bilgiler, kendisinde meydana gelen haller, sanat dolu vakarlı ipek parçası üzerine çıkıp ediplerin kıskançlığı ve ariflerin gözyaşının mayası olmuştur.
Yüce Allah’ın dergahının alçakgönüllülüğünden ortaya çıkmış olan bu bilgiler (maarif), iki dilin çeşmesinden coşmuş ve müritlerinin sema mecrasından geçerek susamış canları doyurmuştur.
O halde Mesnevî, Mevlânâ’nın “Mesnevî Çengi”ni “Saz” yapıp işitenlerin halini mutlu kılmak üzere layık olan kulakları bekleyen ruhunun ve zihninin sızıntısıdır. Tufan esirlerini “ada”ya çağıran, kurtuluş bağışlayan sedası, hitap yüzü tüm “erkek ve kadın”a yönelik olan kavuşmayı arzulayan “feryad”ı ve “ruhları cilalamak” için sırçaya göz atan “tevhid dükkanı”dır.
Manevi okyanusa susayan olduysan Mesnevî adasında bir yarık aç. Öyle yarık aç ki her nefesinde Mesnevî’yi manevi olarak göresin Bizim Mesnevîmiz vahdet/birlik dükkanıdır. Vahid/bir dışında her ne görürsen o puttur Denizden sahile doğru dönünce Mesnevî şiirinin çengi saz ile birleşti Ruhların cilası olan Mesnevî’ye Geri dönüş, İstiftah günü idi
Mesnevî’nin ilhamî oluşu, söyleyicinin, herhangi bir ön hazırlık veya belirli bir plan ve program olmaksızın, irticalî bir şekilde konuları açıklamaya çalışmış olması ve görünürde Husâmuddîn Çelebi’nin eliyle düzenlenmiş olan bu sözlerin tespit ve düzenlenmesinden sonra Mevlânâ’nın, kesinlikle onları yeniden düzeltme ve tekrar gözden geçirme düşüncesinde olmamış olması anlamındadır. Şiirlerini teenni ve irticalen söylemiş olan kimi şairler, söyledikleri sözlerin lezzetliliği ve güzelliği artmış olsun diye şiirlerini söyledikten sonra onlar üzerinde düzeltmeler ve değişiklikler yapmakta, önüne ve arkasına cümleler, sözler eklemektedirler. Bu açıdan onlar için herhangi bir kötüleme ve yerme de söz konusu değildir. Burada sadece bu farklılığa işaret etmek için bir karşılaştırma yapılmıştır.
Mevlânâ ise zamanı düşünen ve kendi ifadesiyle, “İbnu’l-Vakt/anın çocuğu”, hatta “Ebu’l-Vakt/anın babası” bir şair idi. “İbnu’l-Vakt/anın çocuğu”, geçmişi ve geleceği düşünmemek ve asla geçmişe dönmemek, halin/anın hakkını vermek demektir. O söylenmiş beyitlerin düzeltilmesiyle uğraşmazdı. Ne başı “geçmiş”te idi ne de yüzü “gelecek”e yönelikti. Mesnevî’nin tamamında Mevlânâ’nın geçmişe döndüğü ve bir ifadeyle, “Kadmarra ve kad maza” yı (geldi ve geçti) dile getirdiği yer dört veya beş konuyu geçmez.
Sufi, (içindeki) anın çocuğu olur ey arkadaş, Yarın demek yolun şartından değildir. Yoksa sen sufi biri değil misin Var olan veresiye ile yok olur Sufi, boy pos sahibi olduğundan Geçmişe ait olan sözü geçmez olur Düşünce geçmiş ve gelecek üzerine olur Bu ikisinden kurtulunca sorun hal olur
Ayıklık geçmişi hatırlamaktandır Geçmiş ve gelecek Allah’a perdedir
3- Mevlânâ, sözden tam anlamıyla yararlanma noktasında hikayeler, misaller, ayetler, hadisler, kıssa ve benzetmelerden yararlanır. Bu hikayeler ve kıssaların her birinin farklı boyutları vardır:
Bunların bir bölümü kendi dönemindeki dostları, efendi ile uşak, fakir ile zengin, tüccar ile esnaf, hakim ile suçlu, ev sahibi ile misafir, kadın ile kocası, imam ile imama tabi olanlar, filozof ile kelamcıyı sözünün odağı yapmıştır.
Bir bölümü, peygamberlerin hikayeleri, tarihten bazı kıtalar, hadisler ve rivayetlerden oluşur.
Bir bölümü de aslında hayalî ve onun kendi çağrışımcı ve çevik zihninin ürünüdür.
Mevlânâ’nın konuların –burada kadınlar– çeşitliliği noktasındaki düşüncelerini kavramak için sadece hikayelerin ve misallerin görünür boyutu üzerinde hüküm yürütmek mümkün değildir. Zira böyle yapıldığı takdirde isabetli ve doğru bir hüküm vermemiş oluruz. Çünkü Mesnevî’nin konularının düzenlenmesi yazılı değil, coşkusu–ilhamî olduğunu söyledik. Onun için de sözün ruhunun ve renginin, sözü söyleyenin zamanının hal ve yazı üslubuyla sıkı bir bağı vardır ve her eserin onun etkileyicisinin ve yaratıcısının bilgi ve görüşü ile inkar edilemez bir ilgisi vardır. İnançlar ve görüşler, gizli veya açık, az veya çok, isteyerek veya istemeyerek eser üzerinde etkilidirler. Mevlânâ ise başka hallerden çok aşıklık halinde olmuştur. Gözünü, her şeyden daha çok maşukun cemaline dikmiş ve her şeyden daha önce aşk ile uğraşmıştır. Bundan dolayı da tüm konular bir şekilde aşıklık devletinin ilk bilgileri ve faydalarının şerh edilmesi ve açıklanması başlığı altında olmuştur.
Her ne kadar yeryüzünde yaşıyor idiyse de yüzü semaya doğruydu. Topraktan olanlar ile birlikteydi ve ufuklardakileri övüyordu. Mevlânâ’nın yöneldiği tek nokta bir şeydir, o da “Maşuk”tur. Sahip olduğu tek becerisi “aşıklık”, haykırdığı tek şey ise “aşk”tır.
Mevla aşkı Leyla’nınkinden nasıl az olur Onun için Top gibi dönmek daha uygun olur. Top ol, doğruluk çevresinde dolan dur Aşk çevgeni kıvrımında batıp kaybol
O halde sözün topunu nerede batıracağını belirleyen çevgen, Mevlânâ’nın mevlasıdır ve maşukun mevlası, aşk avlusundan başka yere sürmez.
4- Bundan dolayı (bu hikayelerden ve örneklerden çıkmış) ahlakî-irfanî sonuçları ona nispet etmekte şüphe etmemek gerekir. Zira dikkat ve düşünmeyle sözü oraya dayandırmıştır. Bu da ya aşıklık merdiveninden bir basamaktır ya da aşk doruklarından bir çatıdır.
“Sözcükler”in görünür boyutu üzerine kazara söylenmemiş bir düşüncenin Mevlânâ’nın boynuna atılması ve vekiliymişçesine onun yerine söz söylenmesi noktasında ise çokça düşünmek gerekir. Zira Mevlânâ, sözün kuralları darboğazına sığmaktan ve onun el ve ayak bağlarına esir olmaktan daha büyüktü. Anlamı ifade etmek amacıyla bir hikayeyi zikretmesi ve ondan yeni bir olguyu çıkarması pekala mümkündür. Ya da bir hikayeyi başta getirmesi de mümkündür. Ancak bunlarda önemli olan hikayenin kendisi değil de Mevlânâ’nın sonuç alışıdır. Hikaye, Mevlânâ’nın söyleyeceğini söylemesi için bir bahane, bir araçtır. Bu hikayelerin unsurları birçok konuda gerçek boyuttan yoksun, kişiler hayalî olup kesinlikle göz önünde bulundurulmazlar. Nihaî amaç, hikayeden çıkan ahlakî-irfanî sonuçtur.
Mevlânâ şöyle der:
Sözler ve isimler tuzaklar gibidir Tatlı söz ömür suyumuzun çakıl taşıdır. Söz manaya her zaman ulaşamaz, Ondan dolayı peygamber, “kad kelle lisân” dedi. Söylediğin söz yamuk, (ancak) anlamı doğru ise O sözün yamukluğu, Allah’ın kabulüdür. Sözü bu beden gibi bil, Anlamı da içindeki ruh gibi. Söz yuva gibidir, mana ise kuş, Beden su yatağı, ruh ise akan sudur.
Bu nedenle, eğer basitçe düşünme boyutuyla, edebî eserler kalıbında ve onun dışına çıkmış olan Mevlânâ gibi büyüklerin görüşüne bakacak olursak sözlerin, kinayelerin, kıssaların ve misallerin görünüşleri zihnimizi yoracaktır ve onlar hakkında yanlış hüküm vermiş oluruz. Örneğin Mesnevî’de, içinde ince sözler kullanılmış olan konular (özellikle V. Defterde) az değildir. Bu kavramların toplum karşısında kullanılması belki Mevlânâ’nın bizzat kendi zamanında bile çirkin sayılmıştır. Zira yüzeysel bir bakış açısıyla onlara yaklaşacak olur ve tarihsel yönünü, ahlakî dayanaklarını, kişisel boyutlarını vb. göz önünde bulundurmazsak onlardan çarpık bir düşünceye varmış oluruz. Ve belki de onu bir şaka olarak görür ve sadece kendimiz bu eserin mükerrer incelenmesi üzerine bir şey bulmamış olmayız –ki o düşünce üzerine kurulmuş olan hükmü göstermekle–başkalarının bu irfanî-ahlakî sermayeden yararlanmasına da engel olmuş oluruz.
O halde hikayeler ve misallerin görüntüleri, şekilleri ve kalıpları düşüncenin kaynağı ve doğrulama temeli olmamalıdır.
Şu örneğe dikkat edelim:
I. Defterde Mevlânâ, kurt ve tilkinin aslanın hizmetinde ava gitme hikayesine işaret eder:
Bir aslan, kurt ve tilki avlanmak için Av aramak üzere dağa çıkmışlardı. Birbirlerine yardım edip avlara Sağlam bağlar ve zincirler bağlamak üzere…
Hikayenin özeti şudur: Onlar avlarını elde edince kendi etrafında bulunanları denemek isteyen aslan, kurda yöneldi ve, “avı sen paylaştır” dedi.
Paylaşımda benim vekilim ol Böylece nasıl bir cevher olduğun anlaşılsın
Kurt da öküzü aslana, keçiyi kendine, tavşanı da tilkiye verdi. Kurdun (bencilliği ve aslanın konumuna verilmesi gereken değeri vermemesi nedeniyle) bu imtihanda kaybettiğini gören aslan, ona çetin bir ceza verdi ve tilkiye pay etmesini istedi. Zavallı kurdun halinden ibret alan tilki, her üç avı da aslana ayırdı. Aslan cevap olarak;
Dedi: Ey tilki, sen adalet aydınlattın. Böylesine bir paylaşımı kimden öğrendin Nerden öğrendin bunu ey ulu! Dedi: Ey dünya padişahı! kurdun halinden. Dedi: Bizim aşkımıza sen böylesine inandınsa Sen her üçünü de al, götür ve git. Ey tilki, sen her şeyinle biz olunca Seni nasıl incitelim, çünkü sen biz oldun
Bu noktada Mevlânâ sonuç alır:
Akıllı o kimsedir ki ibret alır Bela anında dostların ölümünden
Görüldüğü gibi bu hikayede tilki, akıllılık ve ibret almanın sembolüdür. V. Defterde zikrettiği bir başka hikayede (aslan, tilki ve eşek) tilki, eşeği kandırarak aslanın yanına avlayıp yemesi nedeniyle hilekar ve aldatan bir varlıktır.
Görülüyor ki bu görünenlerin temeli üzerine hüküm verecek olursak birçok zıtlaşmayla karşı karşıya kalırız. Tilkiden hoşlanıyor ve onu aklın bir sembolü olarak kabul ediyor diye Mevlânâ’yı suçlayamayız (ilk hikayeye dayanarak). Yine tilkiyi aldatmanın ve riyanın sembolü olarak gördüğünü ve ondan nefret ettiğini çıkarmak da mümkün değildir (ikinci hikayeye dayanarak). Her iki taraftan da hiçbirinin lehine hüküm verilemez. Çünkü aslında Mevlânâ’nın göz önünde bulundurmadığı tek şey hikayelerdeki kişilerdir. Tekrar edecek olursak sadece ahlakî -irfanî konular alanında tuttuğu sonuçlar ona nispet edilebilir ve onun doğruluk ve yanlışlığı noktasında irdelenebilir.
Mesnevî’de erkek ve kadının iki şekilde görünüşü de böyledir. Eğer dikkatli olmazsak o tertemiz ideleri/düşünceleri ve yüce fikirleri temelsiz şüphelerin ayağına kurban etmiş oluruz ve hayalci bir zaaf, zihnimize öylesine bir yapışır ki kitabın sahibinin yüce ruhunun gücü de onun üstüne çıkamaz.
Örneğin içinde kadın ve kocasının konuşmalarının da zikredildiği erkeği aklın sembolü, kadını nefsin sembolü olarak gördüğü hikayede;
Ya da hakimin Cuha’nın karısına aşık olması hikayesi (kadının tuzağı).
Veya kötü fiilli annesini öldüren adam.
Veya kocasına “o hayaller …”diyen kötü yapılı kadın hikayesi.
Veya bir söz söyleyip de durumu söylediğine ve iddia ettiği şeye uygun olmayan kimse hakkındaki hikaye.
Veya çocuğu olan dul kadınların ikinci kocaya karşı isteksiz olması ve onların kadınlardan üçüncü derecede, ikincisi içinde sınıflandırılması durumu daha iyi anlaşılsın diye soru soranın o büyüğü konuşmaya çekmesi.
Veya Şeyh Harakânî’nin kötü ahlaklı ve çirkin sözlü karısının hikayesi.
Ve bunun gibi başka konular, bayanlar için veya feminist düşüncelere sahip olanlar için incitici olabilir. Ancak zikri geçen bu deliller, endişe etmemeyi gerektirir. Zira Mevlânâ, bu tür hikayelerde kavram olarak erkek ve kadının farklı olduğunu açıklamış olup erkek cinsinin kadın cinsine göre daha üstün olduğu konumunda olmamıştır.
5- Buna ilave olarak birçok konuda Mevlânâ’nın kadınları güzel görme noktasında büyük deliller vardır.
Örneğin, Mesnevî’de annenin yüceltilmesi ve onurunun korunması noktasında birçok örnek bulmak mümkündür. Bunların bir kısmını burada zikredelim:
Anne hakkı ondan sonra gelir, zira o kerim, Onu senin cenininle borçlu kıldı. Onun cisminde seni şekillendirdi, Hamileliğinde ona rahatlık ve alışkanlık verdi. Bağlı bir parçası gibi seni gördü o, Bağlı parçayı ayırmayı düzenledi. Hak yüzlerce sanat ve fenni sağlamış Böylece anne sana şefkat gösterdi. Bir anne, bebeğin burnunu ovar Ta ki Uyansın da bir yiyecek arasın. Zira o habersizce aç halde uyumuş, O iki meme ise dışarı çıkmak için çırpınır.
Dadı ve anne, bahane arar durur, Bebeği ne zaman ağlar diye.
Bebeğin ayağı olmayınca anne, Gelir de görevi üstüne alır.
Veya peygamberin, “Akıllı ve güzel huylu insanlar, eşlerine yumuşaklıkla ve adaletli davranırlar. Hayvanî huya sahip olan insanlar ise kadınlara öfkeli bir şekilde “üstün” olurlar.” şeklinde üzerinde durduğu hadisin zikri gibi:
Peygamber şöyle dedi: Kadın, akıllılara ve Gönül sahiplerine (aşıklara) tam olarak galip gelir. Yine de kadınlara cahil olanlar üstün olur, Çünkü onlar sert ve çok serkeş hareket ederler. Onlarda incelik, nezaket ve insaf az olur, Çünkü hayvandır huylarına galip olan.
Ya da o kafir kadının henüz süt emme çağında olan çocuğuyla birlikte Mustafa (s)’ın yanına gelmesi ve İsa (a.s) gibi Resul (s)’ün mucizelerini dile getirmesi hikayesi ki bir anne kendi çocuğuyla birlikte peygamberin huzuruna çıkıp büyük bir feyiz bularak Müslüman oluyor. Bu hikayeden Mevlânâ’nın tekamülî süluka ermek için ölçüsünün erkeklik ve kadınlık dışında başka bir şey olduğunu anlamak mümkündür.
Veya Meryem (s.a.), Yahya’nın annesi ve Musa (a.s)’ın annesi gibi iyi huylu ve kemal sahibi kadınların övülmesi yada Mevlânâ’nın nazarında peygamberin yüksek derecesini göz önünde bulundurmakla birlikte peygamberin Sıddika35 ile sırdaş olması hikayesi.
6. Mevlânâ’nın İnsanbilimi apaçık bir şekilde şöyle der:
Fakat ruhun dişiliğinden korku yok, Ruhun erkek ve kadınla ortaklığı yok. Müennes ve müzekkerden daha üstündür, Bu, kuru ve yaştan olan o can değildir. Bu ekmekten çoğalan o can değildir. Ya bazen böyle olur bazen de öyle.
Veya;
Eğer sen bir erkeği Fatıma diye çağırsan, Erkek ve kadın hep bir cinsten de olsalar, Senin kanına mümkün olduğunca kasdeder Her ne kadar iyi huylu, halim ve sakin de olsa.
Mevlânâ’ya göre, ruhun dişi ve erkek yönü yoktur. Dişilik ve erkeklik ruhun vergilerindendir. Olgunluklar ise tamamen insanların ruhuna nispet edilirler.
7. Son olarak değerli okuyucunun dikkatini şu düşünce/inanca çekeyim: Bizim düşünce ve fikirlerimizin bizim zamanımızla daracık bir ilgisi olması ve içinde yaşadığımız toplumsal süreç içinde şekillenmesi gibi, büyüklerimiz de bu kuraldan müstesna olmamışlardır. Onlar da kendi zamanlarının çocukları idiler. Her ne kadar kendi toplumlarının seviyesinden daha yukarı çıkmışlar ve daha duru görüyorlar idiyse de “tüm varlıkları”yla kendi asırlarının kalbinden çıkmadan kendi zamanlarının renk ve kokusunu taşımışlardır. Bizim görüşlerimiz zamanımızın düşünceleri, adetleri ve davranışlarından kopuk değildir ve bizim devrimizdeki çeşitli toplumsal davranışlar bakış açımız üzerine etkilidirler. Örneğin kadınların her alana ayak bastıkları ve erkekler gibi güçlerini ispatladıkları günümüz dünyasında kadınların erkeklerin yarısı olduğu ve onlar için yaratıldıkları düşüncesi asla duyulmaz. Bizler de düşüncelerimiz ve fikirlerimiz üzerindeki etkiye bakarak böylesi bir sözü dile getirmeyiz ve kendi zamanımızın bilim ve geleneğini takip ederiz. Fakat örneğin Mollâ Sadrâ veya onun söyledikleri üzerine haşiye yazmış olan Molla Hâdî-yi Sebzvârî, bizim gibi düşünmezlerdi. Mollâ Hâdî-yi Sebzvârî, Mollâ Sadrâ’nın kadınları hayvanlar derecesinde zikrettiği ve onları hayvan olarak kabul ettiği–ki nikaha layıktırlar–cümlesini açıklarken şöyle der: “Erkeklerin onlara birlikte olmaktan çekinmemeleri ve onlarla nikahlanmaları için o kadınları insan suretine bürüdü.” Allah, bu hayvanları, onlarla konuşmak mekruh ve uygunsuz olmasın ve onları nikahlamaya rağbet olsun diye insan şekli ile örtmüştür. Aslında bayanlar da kendi tarihi geçmişlerini boşamışlardır. Belki de bu büyüklerin hükümleri o kadar yolsuz da olmayabilir. Zira kadınlar, ancak bu son asırlarda şaşırtıcı ilerlemeler göstermişlerdir. Elbette hak vermek gerekir ki kadınların geçmiş asırlarda kabiliyetlerinin gün yüzüne çıkmamasının nedenlerinden birisi de erkekler tarafından kendilerine uygulanan yasaklama ve sınırlandırmalar idi.
karaya oturmuş kayığımla feryat ediyorum: “saplandı bedenime azap bu harap sahilin zorluklarla dolu yolunda uzak düştüm sudan yardım edin bana ey dostlar”
oysa al al oluyor yüzleri onların halime gülmekten: bu alelade kayığıma, kuralsız kitapsız laflarıma haddinden fazla derdime
haddinden fazla derdim yüzünden bir feryat yükseliyor içimden: “ölüm vakti geldiğinde -sade yok olma korkusu ve tehlikesi değildir ki ölüm– eşek şakaları, sululuklar, iğrenç dedikodular yanlıştır tabii, ama neylersin!” yanlışları onların yanlışa sürüklüyor beni de. onur kırıcı sözleri acı veriyor bana kan sızıyor acımın derinlerinden! nasıl kurutayım bu suyu? feryat ediyorum. ben suratı asık ben kayığı karaya oturmuş anlarsınız meselemi sözlerimden: bir elin nesi var derler ya ihtiyacım var elinize.
feryadım düğümlenirse eğer boğazımda ve eğer duyarsanız yine de bilin ki bu feryat hem sizin derdinizedir hem kendiminkine. feryat ediyorum! feryat ediyorum!
Bana, geceleri sıkıntıyla ve uykusuzlukla nasıl baş ettiğimi soruyorsun. Bir mum gibi: Öyle ki, sabah olduğunda söndürüyor, ihtiyaç duyduğumda yeniden yakıyorum. Tersine, dün gece iyi uyudum. Ama ben uykuyu uykusuzluk için seviyorum. Yeniden hazırım. Öyle gözüküyor ki ben, uyumak denen bu rahatı, dışarıdan bir rahatsızlık gibi gözüken o şeye tercih etmeyeceğim. O rahatlık seninle benim ellerimizde ve o rahatlık… bu karanlık gecede, hayaletlerle ve umutsuzlukla uzayıp giden zamanda, ah, şeytan bile telkinini esirgiyor şairden. Pek çok kez telkin etti; kabul ediyorum. Yıllarca bunu arzuladım ve çok kötü şeyler yaptım: Gerçeklikle bağım koptu, uçtum, ayağım yerden kesildi. Bir kartal gibi dağa kaçtım. Deniz gibi çıplak ve dalgalıydım. Yaradılışın kötü doğası kalbimin kanını eli- me buladı. Kötülüğe iyilikle, iyi davranışla karşılık verdim. Yavaş yavaş bendeki iyi niyeti değiştirdiler. Kolay inanırlığı, rahatlığı, çocuk masumiyetini kötümserlikle, iç daralmasıyla ve acayip günahlarla değiştirdiler. Ah! İlahi azaplar ve cehennem ateşleri yalan olmasaydı, tanrı şairine acaba neler yapardı? Şimdi ben sırlarla dolu bir bohça gibiyim. Zamanın, payandalarını kararttığı bir yapıyım. Başım şiddetle dönüyor. Düşebilirim, Aliye, bana göz kulak ol. Doğru; tekinsiz çöllerden, tehlikeli yollardan ve vahşi ormanlardan kaçtım. Şimdi o manzaraların kalıntılarından korkuyorum. Niçin? Çünkü vefasız bir kızı seviyordum. Sendeki ona benzer güçlü yönlerin iyi bir kaynağı var. Öyleyse anlayışına muhtacım. Yaramın büyüklüğüne uygun bir ilaç hazırla ki yavaş yavaş önceki halime döneyim. Söylemiştim: Kalbimi aldım, korku ve titreme içinde getirip senin önüne koydum. Sevgili Aliye! Nedir o sözler; inanamıyorum! Kalbime güvenli bir mekân vereceksin. Don vurmuş bir yaban çiçeğinin iyileşmesi için düşünce ve sükunet gereklidir. Nasıl da güzel senin gülümseyişlerin. Nasıl da sıcak sesin, dudaklarının arasından kıvrılıp çıktığında.
Gülümseyişlerinin, sesinin ve öteki güzelliklerinin anısına tutkun olan kişi, Nima Yuşic
Çağdaş Arap şiirinin güçlü isimleri arasında kabul edilen Nizâr Kabbânî, 1923‟te Şam‟da dünyaya gelir. İlk ve orta eğitimini Şam‟da tamamlayan şair, yüksek öğrenimine Suriye Üniversitesi (bugünkü adıyla Şam Üniversitesi)‟nin Hukuk Fakültesinde devam eder. Buradan mezun olduktan sonra 1945‟te Suriye Dışişleri bakanlığına girerek, Mısır, İspanya, Türkiye gibi değişik ülkelerde çeşitli diplomatik görevlerde bulunur. 1998 yılında İngiltere‟de gözlerini hayata yuman ve kendi vasiyeti üzerine cenazesi Şam‟a getirilen şair, arkasından şiir ve nesir alanında kırka yakın eser bırakır.
Nizâr Kabbânî‟nin şiirleri, genel olarak kadın ve siyaset olmak üzere iki ana temadan meydana gelir. Kadın konusu, sanat yaşamının bütün safhalarında yer alır ve gelişim bakımından süreklilik gösteren en geniş tema olur. Yaşamının son yıllarına kadar bir kadın şairi olarak anılan Kabbânî, şiirlerinde kadını pek çok açıdan ele alır ve farklı şekillerde betimler. Bazen onu sanatının ilham kaynağı, bazen özgürleştirilmesi gereken sosyal bir varlık, bazen hayatın ve kâinatın idrâk unsuru bazen de karşılıksız bir aşk objesi olarak değişik özelikleriyle işler.
Kabbânî‟nin şiirlerine yansıyan çocuklara özgü sabırsızlık, hırçınlık ve masumiyet gibi nitelikler damgasını vurur. Şair, tıpkı çocuklar gibi ilgiye, sevgiye, bakıma ve korunmaya ihtiyaç duyar. Sevgilileri de kendisine karşı bir annenin çocuğuna davrandığı gibi davranırlar.Ona “yavrum”, “çocuğum” “küçüğüm” gibi hitaplarla seslenirler, onun sıkıntılarına ortak olurlar, onu şefkatli kollarına alırlar; sevgililerin böylesi davranış özellikleri gösterdiği şiirlerinde okuyucu, betimlenen kişinin kim olduğu sorusuna yanıt ararken, “anne” ile “sevgili” arasında gelgit yaşar. Örneğin şu şiirinde şair, sevgilisinin kendisine davranışını şöyle aktarır:
Kan, revan içinde ona geldim, bunun üzerine dedi ki: “ey aşkın ve şarkıların şairi ne oldu sana? Al şu küçük mendilimi de kirpiklerinin üzerindeki hüzün gözyaşlarını sil Şefkatli kollarımın arasında uyuyup kendine gel, ey çocukluk arkadaşım. Başını kaldır ve biraz bana dön, ey küçüğüm! Hüznünle beni de kederlendirdin” Beş parmağının uçlarıyla alnımı sildi ve birbirine karışmış olan saçlarımı düzeltti.
Bir başka şiirinde de kendisinin çocuksu haylazlığı karşısında sevgilisinin tepkisini şöyle aktarır:
Tıpkı çocuklar gibisin sevgilim! Her ne kadar üzerlerse de bizleri severiz onları Sen haylaz, Gururlu bir çocuksun, İster bir fırtına ol, .. istersen yağmurlu bir hava .. Her zaman kalbim bağışlayandır Öç alması olur mu hiç, Kuşların küçücük yavrularından? Bir çocuk gibi şefkatime ihtiyaç duyduğunda Ne zaman istersen dön kalbime Sen hayatımdaki havasın Sen yanımda yeryüzü ve gökyüzüsün.
Aynı şekilde Ahbirûnî (Bana Haber Verin) adlı şiirinde de sevgilisinin:
“Sen benim bebeğimsin, sen benim sevgilimsin Nasıl kıyarım ben, sevgilime, yavruma?”şeklindeki ifadelerle şaire seslenmesi de oldukça düşündürücüdür. Çünkü bu gibi ifadeler bir sevgilinin ifadelerinden çok bir annenin çocuğuna kullandığı ifadelerdir.
Sevgilisine hitaben yazdığı bir başka şiirinde, davranışlarını yaramaz bir çocuğun davranışları olarak değerlendirir ve sevgilisinin bu davranışları karşısındaki tahammülünü, bir annenin tahammülüne benzetir:
Bu çocuğun şımarıklığına, sen, çocuğunun şımarıklığına katlanan bir anne gibi katlandın.
Bazen de şairin şiirlerinde anne faktörü, belirgin bir şekilde öne çıkar ve sevgilisiyle buluşmasında bir engel teşkil eder. Örneğin İnde Cidâr (Bir Duvarın Dibinde) adlı şiirinde şair, annesinden habersiz bir şekilde dışarıya çıkıp sevgilisiyle oynar. Sevgilisinden ayrılmanın üzüntüsüyle göz yaşı içinde eve döner. Annesi oğlunun ağladığını görünce onu şöyle uyarır:
Yastığım ateşimle tutuştu, göz yaşlarımı gören annem
Duvardan Allah razı olsun, bir gün iki çocuktuk, onun arkasında gizlenmiştik.
Şair, olgun bir yaşta hatırladığı çocukluk günlerine ait bu olaydan âdeta rahatsızlık duyar bir haldedir. Belki annesinin kendisine olan sevgisini bir başkasıyla paylaşmak istemediği gibi değerlendirilebilecek bu çıkışında, şair anneye hak verir.
Yine Ene Mahrûma (Ben Mahrum Edilmişim) adlı şiirinde, annesinin kendisini sevgilisiyle buluşmaktan alıkoymasını sevgilisinin dilinden şöyle aktarır:
Ne onun annesi ne de annem yumuşadı, onun sevgisi iliğimde uyuyor.
Kabbânî‟nin özyaşam öyküsünde söylediği “Karşılaştığım her kadında annemin özelliklerini arıyorum.” biçimindeki sözünden kendisine sevgili olacak bir kadında annesinin özelliklerini aradığı anlaşılmaktadır. Hamsu Resâ‟il ilâ Ummî (Anneme Beş Mektup) adlı şiirinde dile getirdiği gibi, gurbette bulunduğu sırada tanıştığı kadınlar, belki de onun beklentilerini, arzu ve isteklerini yerine getirmedikleri için her zaman kendini gurbette hissetmiştir. Çünkü bu kadınlar, onun havada dağılan sarı saçlarını nasıl tarayacaklarını, yolda düştüğünde elinden nasıl tutacaklarını bilmiyorlardı. Bu yüzden elbisesiz kaldığında kendisini giydirecek, acıktığında doyuracak ve içinde bulunduğu yalnızlığı giderecek birini her zaman arar olmuştur:
Avrupa’nın kadınlarını tanıdım Tahta ve betonun duygularını yaşadım Yorgun medeniyeti tanıdım Hint ve Sind‟i (Çin), sarı dünyayı(uzak doğuyu) gezdim Ama bulamadım bir kadın, Sarı saçımı tarayacak, Çantasında bana düğün şekeri getirecek, Elbisesiz kaldığımda beni giydirecek, Düştüğümde beni kaldıracak.
Kabbânî, annesine hitaben kaleme aldığı bu şiirini, Suriye‟nin Madrit Büyükelçiliğinde çalıştığı sırada yazmıştır. Kasidenin yazılış tarihi ile ilgili kesin bir bilgi olmamakla birlikte, onun İspanya’daki görevi 1962 ile 1966 yılları arasındadır. Dolayısıyla şair, bu şiiri yazdığı sırada, yaklaşık kırk yaşlarındaydı. Her ne kadar ünlü Türk şairi Cahit Sıtkı Tarancı (öl.1956) otuz beş yaşı yolun yarısı olarak kabul etmişse de, psikanalizlere göre kırk yaş yolun yarısı olarak kabul edilmektedir. Onlara göre artık bu dönem, kişinin geriye dönüş yaptığı, anılarıyla baş başa kaldığı ve kendi kendini sorgulamaya başladığı bir dönemdir. Şair, yirmi iki yaşından itibaren görevi itibariyle Kahire, Türkiye, Londra gibi dünyanın değişik ülkelerinde bulunmuş ve buralarda uzun bir süre yaşamıştır. Bunun yanı sıra erken sayılabilecek bir yaşta evlenmiş ve iki çocuk babası olmuştur. Bütün bunlar onun gurbet hayatına ve özellikle annesinden ayrı yaşamaya alışmış olmasını gerektirmektedir. Ne var ki annesine yazdığı bu kasideyi incelediğimizde bunun böyle olmadığını, onun tıpkı küçük bir çocuk gibi hâlâ annesine büyük bir özlem içinde olduğunu görmekteyiz. Kabbânî, annesine hitaben yazdığı bu şiirlerde, dünyanın çeşitli ülkelerinde değişik kadınlarla yaşadığı hayal kırıklığını ve kadınların hiçbirisinde annesinin şefkat ve merhametini bulamadığını dile getirir.
Büyük olasılıkla şairin birinci evliliğinin başarısızlıkla sonuçlanması ve görevi itibariyle yalnız olarak ülkeden ülkeye seyahat etmesi, araştırmacı Haristo’nun ifade ettiği gibi onun ruhunda uyuyan çocuğu uyandırmasına, bu nedenle de kendisini himaye edecek ve onu koruyacak, yaşadığı yalnızlıktan kendisini kurtaracak bir anneye ihtiyaç duymasına neden olduğu kanısındayız. Öyle ki şair, baba olmasına rağmen hâlâ kendisini bir çocuk olarak hissettiğini, çarpıcı bir şekilde şu dizeleriyle ortaya koyar:
Ey anneciğim! .. Denizde yol alan çocuk benim Hâlâ şekerlerin gelini (Şam) onun zihninde yaşıyor Nasıl .. nasıl… anneciğim, Baba oldum da .. hâlâ büyüyemedim?
Belki de şair, sevdiği kişiyle evlenemediğinden dolayı kendini asarak intihar eden ve aşkında samimi olarak gördüğü ablasına özlem duymaktadır. Çünkü bazı ruhbilimcileri, ailede erkek çocuk için ablanın annenin, kız çocukları için de ağabeyin babanın yerini tuttuğunu ifade etmektedirler.
Dolayısıyla gurbetteyken farkında olmaksızın bilinçsizce bilinç düzeyine çıkan şairin çocukluk hissinin, sevgilerinde samimi ve örnek kadınlar olarak gördüğü annesi Fâize hanıma ve ablası Visâl’a özlem duymasına yol açmış olabileceği düşünülebilir. Bu nedenledir ki Kabbânî, hayatta karşılaştığı ve tanıştığı kadınlarda annesinin ve ablasının sevgilerini aramış, ancak bulamamıştır. Kendisi de bizzat karşılaştığı her kadında annesinin özelliklerini aradığını belirtmektedir. Dolayısıyla şair, ilgi ve sevgi, şefkat, bakım ve koruma gibi anneye özgü nitelikleri sevgilisi olacak kadınlardan hep bekler olmuştur. Aşağıdaki dizeler, özlemini duyduğu kadının annesiyle nasıl özdeş bir kadın olduğu konusunda yeteri derecede bir fikir vermektedir:
Asırlardır muhtacım Beni hüzünlendirecek bir kadına, Kollarında bir serçe gibi ağlayabileceğim bir kadına
Yukarıdaki mısralarda görüleceği üzere şairin “kollarında bir çocuk gibi ağlayabileceği bir kadının ” özlemini duyması onun ruhunun derinliklerinde yaşayan bir çocuğun var olduğunu gösteren önemli bir kanıttır. Kabbânî‟nin özellikle ileri yaşlarda yazdığı şiirlerinde çocukluk içgüdüsünün hafifleyip zayıflaması gerekirken tersine daha da çoğaldığını ve belirgin bir şekilde ortaya çıktığını görüyoruz.Buna da Eşhedu En Lâ İmra„a İllâ Enti (Senden Başka Bir Kadının Olmadığına İnanıyorum) adlı şiirini örnek verebiliriz. Kabbânî‟nin bu şiirinde betimlediği sevgilisiyle arasındaki ilişkinin, sevgililer arası o bildik ilişki olmadığı, tersine bir anne-oğul ilişkisini yansıttığı açıktır. Çünkü bu kadın, onunla oyunlarını paylaşır, öfkesini sinesine çeker, cinnet geçirdiğinde sabreder, kılık kıyafetini düzeltir, tırnaklarını keser, kitap ve defterlerini düzeltir, anaokuluna götürür ve susadığında ona kuş sütü içirir. Onu öylesine şımartır ki, bu yüzden ahlâkı bile bozulur:
Senden başka oyunu iyi oynayan bir kadının olmadığına inanıyorum. Tıpkı senin gibi o da on yıl benim ahmaklığıma katlandı Çılgınlıklarıma sabretti, senin sabrettiğin gibi Tırnaklarımı kesti, defterlerimi düzeltti, Anaokuluna koyan senden başkası değildir İki aylık bir bebek gibi bana davranan senden başka bir kadın olmadığına inanıyorum Bana çiçek, oyuncak ve kuş sütünü veren senden başkası değildir. Beni şımarttığın gibi şımarttı ve ahlâkımı bozduğun gibi o da ahlâkımı bozdu. Çocukluğumun ellilere kadar uzanmasına neden olan da senden başkası değildir.
Kabbânî, yukarıdaki şiirini 1979 yılında yazmıştır. Şair 1923 yılında doğduğuna göre bu şiirini yazdığında elli altı yaşındadır. Psikanalistlerin ifade ettiklerine göre bir insan yaşı ilerledikçe küçük çocuklar gibi kendinin zayıf ve güçsüz olduğunu hisseder ve pek çok alanda da başkalarına güvenme hissi artmaya başlar. Özellikle şairin oğlu Tevfîk‟in ölümünden sonra ve 1973 yılında kendisinin de bir kalp krizi geçirmesiyle ölümle burun buruna gelmesinin ardından yazdığı şiirlerinde çocukluğa dönüş arzusunun daha da artmaya başladığını görüyoruz. Bu arzuyu en güzel şekilde şu mısralarıyla dile getirir:
Aptallar hakkımda şöyle diyorlar: Şiirlerimle gökyüzünün (Tanrı‟nın) öğretilerine karşı çıktım Kim demiş ki aşk, gökyüzünün onuruna bir saldırıdır Tüm peygamberler gibi sevgiyi bir meslek edineceğim hep Onun altın saçlarını gökyüzünün altınıyla eritene dek Kendime meslek edineceğim hep çocukluğu, masumiyeti ve saflığı Sevgilimle ilgili yazmaya devam edeceğim İstediği gibi yıldızların duvarını karalayan bir çocuk olarak Umarım olduğum gibi kalırım ben.
Şairin bu dönemde yazdığı şiirlerinde ölümü düşünmeye başladığını ve meçhul bir akıbetten ve odanın karanlığından korkmaya başladığını, bu yüzden de şu dizelerinde olduğu gibi sevgilisinden kendisini bağrına basmasını, onunla beraber kalmasını ve onu soğuktan korumasını istediğini görüyoruz:
Aynı şekilde şair 1976 yılında vefat eden annesine hitaben yazdığı mersiyede annesinin ölümüyle artık kendisini koruyup kollayacak, yedirip içirecek, giydirip kuşandıracak kişi kalmadığını belirterek sokakta kalmış biri olarak görür kendini.
Annemin ölümüyle, Düşüyor bedenimi örttüğüm en son yün gömleği .. Son şefkat gömleği .. Son yağmur şemsiyesi .. Gelecek kış .. Caddelerde çıplak olarak dolaşırken bulacaksınız beni ..
Şiirinin bir başka yerinde de şöyle der:
Ey anneciğim, sevgili Fâize‟m! Elli yıldır beni korumakla görevlendirdiğin meleklere de ki: Beni yalnız bırakmasınlar … Tek başıma uyumaktan korkuyorum çünkü …
Freud, bir sanatçının annesinin ölümünün, o kişinin ruh dünyasında derin bir etki, kapanmayacak çocuksu bir yara bıraktığını, bunun da kişinin kendine olan güvenini zedelediğini; saptanamayan, kaynağı pek belli olmayan bir korkunun, kişinin duygularını ele geçirdiğini, çocukların tek başlarına karanlıkta uyuyamamalarının arkasındaki nedenin de kaynağı bilinmeyen bu korku olduğunu ifade eder. Şüphesiz ki şairi, içinde bulunduğu korku ve endişeden kurtaracak kişi varsa o da annesidir. Bundan dolayı şair, huzur içinde uyuması için sevgilisinden kendisine ninni ve masal söylemesini ister:
Çocuk hikayeleri anlat bana Yanıma uzan .. Şarkı (ninni) söyle bana ..
Nizâr Kabbânî, eşi Belkıs ile olan ikinci evliliğini 1969 yılında yapmıştır. Bu evlilikten önce şair, birinci eşinden ayrılmış ve uzun dönem sıkıntı ve acı dolu bir bekarlık hayatı yaşamıştır. Ancak ikinci evlilikten sonra eşi Belkıs’ın ona gösterdiği ilgi, sevgi ve şefkat nedeniyle mutlu ve huzurlu bir aile ortamına kavuşmuştur. Dolayısıyla Belkıs, onun için bir eş olmanın yanı sıra bir annenin yerini dolduracak davranış özellikleri de göstermiştir. Bir söyleşide de şair, bir gün hastalandığında eşi Belkıs‟ın bir anne şefkatiyle onu hastaneye nasıl yetiştirdiğini şöyle ifade eder:
“Eşim Belkıs sağ eliyle arabayı kullanıyordu. Sol eliyle de alnımdan akan soğuk terleri siliyordu. Sanki bir havuza düşmüş küçük bir çocuk gibiydim.”
Yine bir başka söyleşide, eşi Belkıs’ın çocukları Ömer ve Zeyneb’e nasıl davranıyorsa ona da aynı şekilde davrandığını da şu sözleriyle belirtir:
“Belkıs ile olan on iki yıllık beraberliğimin ardından evde onun bana olan bakışının en önemli tarafı, beni üçüncü çocuğu olarak görmesiydi. Evde her zaman bana sizler benim üç çocuklarımsınız (Ömer, Zeyneb ve Nizâr)‟derdi. Bu yüzden hastalandığımda, öfkelendiğimde bana da çocuklarına davrandığı gibi davranırdı.
Dolayısıyla Belkıs, şair için sadece bir eş değil, aynı zamanda onu, hayatın acımazsızlıklarına karşı koruyan şefkatli bir anne özelliğini taşıyan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Nitekim Beyrut’taki Irak Büyükelçiliğinin moloz yığınlarının altında can verdiğinde ona hitaben yazdığı mersiyesinde Belkıs’ın sevgisine olan ihtiyacını çocukları Zeyneb ve Ömer’in annelerinin sevgisine olan gereksinimleriyle özdeşleştirir.
Belkıs ..! Bizleri nasıl rüzgarda bıraktın .. Ağaçların titreyen yaprakları gibi? Bizleri -üçümüzü- bıraktın Yağmurda kaybolan bir tüy gibi .. Beni hiç düşünmedin mi? Ben senin sevgine muhtacım .. tıpkı Zeyneb veya Ömer gibi.
Kabbânî’nin yaşının ilerlemesiyle birlikte bir yandan içindeki korku artarken diğer yandan annesini arayan bir çocuk tavırları sergilediği de gözlerden kaçmamaktadır. Kabbânî, Lübnan’da yaşanan iç savaştan ötürü oradan ayrılıp Londra’da yaşadığı sırada 1985 yılında yazdığı Fâtime fî’rRîfi’l-Biritâni (Fatma Londra’nın Kırsalında) adlı şiirinde içinde bir korku hissettiğini, bakıma, sevgiye, ilgiye muhtaç bir çocuk olarak başını koynuna koyacak ve onu Londra’nın kasvetli soğuğundan koruyacak bir anneyi aradığını şu dizeleriyle ortaya koyar:
Londra .. pek soğuk Fatma ..! Üzerime sevgi şemsiyesini aç Londra çok sert .. Ve ben çok korkuyorum .. Bana güven duygularımı geri ver, Fatma, kaftanın altında beni sakla, Bir çocuk gibi .. Annem olmaya çalış .. zira sevgili oydu eskiden beri Çoktandır şefkatli bir göğse koymadım başımı …
Aynı şekilde 1986’da Fransa’da bulunduğu sırada yazdığı Ene ve’n-Nisâ’ (Ben ve Kadınlar) adlı şiirinde hayatın kaynağı olarak gördüğü anne göğüslerine yani çocukluk yıllarına geri dönüş arzusunu yalın bir şekilde şöyle dile getirir:
Bir namaz gibi masum yüzümü bir daha istiyorum Geri dönmek istiyorum annemin göğsüne, yaşamak istiyorum.
Kabbânî, eşi Belkıs’ı kaybetmesinden sonra daha önce yaşamış olduğu yalnızlığı, endişe ve korkuyu yeniden yaşar. Yeniden çocuk gibi ilgi sevgi ve şefkate ihtiyaç duyar. Bütün bunları kendisine sağlayacak bir anne özlemi içinde olur.
Kabbâni’nin şiirlerinde çocukluğa dönüş arzusunun yanı sıra, aynı şekilde dikkat çeken bir başka husus da su unsurunun belirgin bir biçimde şiirlerinde geniş yer tutması ve buna da sosyal bir mana yüklemesidir. Başka bir deyişle şair, su ile kadın arasında bir ilinti kurmaktadır.
Kabbânî, şiirlerinde sevgili ile su arasında bağlantı kurarken veya “denize dalmak” isterken aslında bilinç altında huzur ve güvenin sembolü olan anne karnına dönüşü arzu etmektedir. Onun Mi’etu Risâleti Hubb (Yüz Aşk Mektubu)’nun doksan üçüncü mektubunda iç içe bulunan bir cesedi:
“Yirmi yıldan beri ilk kez seninle beraber deniz evimize giriyoruz Dolayısıyla sanmam olsun onun bir çatısı .. ve duvarları .. İlk defa sevdiğim bir kadının göğsüne gömüyorum yüzümü .. ve diliyorum ki Hiç uyanmayayım .. Su damlacıkları, iç içe girmiş iki bedenin coğrafyasının başını şişiriyor. Nerede düşeceğini ve hangi yerde kayacağını bilmiyor. Ben ve sen bir altın kılıcı gibi suyun maviliğinde ekilmişiz biz.”
biçiminde nitelerken bu gibi ifadelerin onun için özel bir anlam içerdiğini de düşünmekteyiz.
Dolayısıyla suya dalmak, anne karnına veya cenin evresine dönüş demektir. Çünkü deniz, anne rahmindeki plâsentayı sembolize etmektedir. Aynı şekilde Psikanalistlere göre deniz, kadını, anneyi, veyahut C. G Jung’un ifadesiyle Anima‟yı sembolize etmektedir. Nitekim Risâle min Tahti’l-Mâ’ (Suyun Altından Bir Mektup) adlı şiirinde şair, aşkıyla sevgilisini denizin ortasına çekerken onunla bütünleşip tek bir vücut olma amacını güdüyordu:
Eğer bilseydim Denizin pek derin olduğunu, denize açılmazdım Güçlüysen .. Beni bu denizden çıkar … Çünkü yüzme sanatını bilmiyorum ben … Gözlerindeki mavi dalga derinlere doğru çekiyor beni … Mavi … Mavi … Mavi renkten başka bir şey yok Aşkta benin ne bir tecrübem Ne de bir kayığım var … Senin için değerliysem eğer ben .. Elimi tut .. Aşığım ben .. tepemden Tırnağıma kadar .. Suyun altında nefes alıyorum Boğuluyorum ben. Boğuluyorum .. Boğuluyorum ..
Kabbânî’nin şiirlerinde su unsurunun, önemli bir yer işgal etmenin ötesinde, baskın oluşu oldukça dikkat çekicidir. Kendisiyle yapılan bir televizyon mülâkatı sırasında “şiirinizi nasıl nitelersiniz” diye sorulduğunda, o da “suludur” diye karşılık vermiştir. Bu yanıtın da gösterdiği gibi, şairin şiirlerinde su unsurunun genişçe yer tutması tesadüf değildir. Şiirlerinden birisinde de sevgilisi ile deniz arasında şöyle bir bağ kurar:
Deniz dilini konuşmanı istiyorum Onunla oynamanı istiyorum Kumun üzerinde onunla yuvarlanmanı, Onunla aşkı yaşamanı istiyorum Çünkü deniz, çokluğunun efendisi .. bolluk … ve değişimdir. Senin dişiliğinde onun doğal uzantısıdır..
Freud ve Jung gibi pek çok psikolog, insanların dış âlem karşısında almış oldukları tavırlar üzerinde sosyal çevrenin etkisi olduğunu söylemekle birlikte, bunda bilinç altı faktörlerin büyük rol oynadığı görüşünü dile getirmektedirler. Bu görüşlere istinaden şairin bilinç altında “anne sevgisi’nin, “anne özlemi”nin büyük bir yer edinmiş olduğu, dolayısıyla da şiirlerinde anneyi simgeleyen su unsurunu öne çıkarttığı sonucuna varmak mümkündür. Şairin sık sık anne karnına duyduğu özlemi de, haricî âlemdeki güvensizlik, kargaşa ve benzeri olumsuzluklardan kaçıp sığınılacak güvenli bir liman arayışıyla açıklamak olasıdır. Çünkü hiç bir mekân, anne karnı kadar güven, huzur ve dinginlik sağlayamaz. Şair yetmiş bir yaşındayken yazdığı bir şiirinde bu özlemini şöyle dile getirir:
Annemin karnında yeniden yerimi almak istiyorum.
Psikanalist O. Rank’a göre çocuk ana karnındayken “Homeostatik” bir denge içindedir. Bu dönem, onun halinden memnun olduğu en mutlu dönemidir. Doğumdan sonra ise birey çeşitli engel ve sorunlarla karşı karşıya kalmaktadır. Birey, yaşamı boyunca, bilinçsiz olarak ana karnındaki yaşamının özlemi içindedir. Bütün davranışlarının gerisindeki güdü budur. Bir engelle karşılaşan bireyin kıyı bucak kaçmasının nedeni de burada aranmalıdır.
Kabbanî, sosyal hayattan uzak ve içine kapanık biridir. Tek başına kalmayı, insanlarla bir arada bulunmamayı tercih eden bir kişiliği vardır. Bir söyleşide kendisi bu yapısını dolaylı bir yolla ifade etmekte; bir lokantaya gittiğinde kimsenin bulunmadığı tenha bir köşeye oturmayı hep tercih ettiğini söylemektedir. Bu davranış biçimleri ve “anne karnına duyulan özlem”, onu pesimist bir kimliğe sokan çevresel faktörlerin bir sonucu olarak değerlendirilmelidir. Sonuç itibariyle Nizâr Kabbânî’nin şiir dünyasındaki çocuksu tavırların ya da eğilimlerin onun herhangi bir rahatsızlığından kaynaklandığını sanmıyoruz. Psikanalistler, kişinin çocukluğa dönüş arzusunu anneye bağlılık duygusu ile açıklarlar. Çünkü onlara göre çocuğun kişilik gelişmesinde anne önemli bir rol oynamaktadır. Nitekim Modern psikoloji de, emme dönemini, gerek kişinin daha sonraki yaşamında gerekse karakterinin oluşumunda ne kadar önemli bir rol oynadığını ortaya koymuştur. Bazı ruh bilimcilerinin görüşüne göre, anne bedeninin bir parçası olan çocuk, doğum olayı ile âdeta bir şok geçirmektedir. Çocuğu bu durumdan kurtaran anne sütüdür. Çocuk anne sütünden fizyolojik doygunluk kadar ruhsal doygunluk da elde etmektedir. Çünkü çocuk annesinin memesini emmekle, bilinçli ya da bilinçsiz olarak onun bir parçası olduğunu anlamaktadır. Bu aynı zamanda sevgi ve güven gereksiniminin karşılanmasına da olanak sağlamaktadır. Çocuğun zamansız ya da birdenbire sütten kesilmesi onun ruhsal yapısını zedelemektedir. Çocuğun normal olarak meme emmesi dokuz ile on iki aydır. Bu sürenin daha uzun olması, çocuğun anneye bağlı kalmasına yol açmaktadır.
Kabbânî’nin annesinin kendisini yedi yaşına kadar emzirmesi, on üç yaşına kadar ona eliyle yemek yedirmesi, kendisine karşı kardeşlerinin aleyhine göstermiş olduğu ayrıcalıklı ilgi ve sevgi, Kabbânî’nin bilinç altına anne sevgisini, anne kucağı huzurunu ve anne karnı güvenliğini yerleştirmiş olmalıdır. Divanlarında önemli bir yer tutan “anne”yi şu veya bu yönüyle işleyen şiirleri, bu açıdan bakıldığında daha ilginç ve farklı bir anlam kazanmaktadır.