şizofren

kuzum
bir akıl hastasıyım ben
hem de en güzelinden
şizofren
yaprakların rüzgarla sevişirken
çıkardığı sesleri çığlık bilmem
her bakıştan kamyonlar yüklü
anlamlar çıkarmam
bu yüzden
ve seccadem
burnumdan öperken
ben
yatağımda bulunurum sayıklarken

tırnaklarım kenarlarına kadar çıplak
parmaklarım toğrağa kök besleyen bir çocuk
yaşarken mumyalanmak gibi bazen
çarpan bir kalbim varken hala
üstüme çöreklenen şizofren

sabahı zor eden bir aşık gibi
dillerim
ellerim çenesi düşmüş bir adam
dudak dudağa iki kadından başka
bir hiç şimdi güvercinler

ilmik ilmik uzun bir rüya
ışıklı kalabalık ve panayırlı bir cadde
şimdi gözlerim
ne de olmasa her şey bambaşka
ne de olsa şizofren  

Müşir Fuat

sizofren şizofren

Tufan Sonrası

Tufan anısı yatışır yatışmaz,
Bir tavşan, evliya otları, kıpır kıpır çan çiçekleri içinde
durdu, gökkuşağına yakardı örümceğin ağları arasından.
O güzelim taşlar, saklanan – bakıp duran çiçekleri daha şimdiden.
Pis ana sokakta kasap tezgâhları kuruldu; bakır oymaları gibi
yukarıya kat kat yığılmış denize çektiler kayıkları.
Kan aktı. Mavi Sakal’ın orda, – Tanrının mührüyle camları sararttığı
cambazhanelerde, mezbahalarda, Süt ve kan aktılar.
Kunduzlar yuva kurdu hep. “Fincanlar” tüttü kahvehanelerde.
Daha suları damlayan büyük cam evde eşsiz görüntülere baktı
yaslı çocuklar.
Bir kapı çarptı; köy alanında çocuk savurdu kollarını şakır
şakır sağanak altında, – fırıldaklar ve çan kuleleri tepesinde
bütün yel horozları oyunu anladılar.
Bayan Alplere bir piyano yerleştirdi. Ayin ve ilk “bağlaşım”lar
yüz binlerce sunağında kutlandı katedral’in.
Kervanlar yola düzüldü. Allak bullak olmuş kutup gecesiyle
buzlar içinde kuruldu Splandid- Otel.
O günden beri, keki çöllerinde cıvıldaşan çakalları işitti
ay – ve tahta kunduralı çoban şiirlerini, meyve bahçelerinde
gıcırdayan. Sonra tomurcuklanmış mor ulu ormanda Eucharis
baharın geldiğini söyledi bana.
Fışkır ey göl; köpük, köprülerden ak, ormanlar üzerinden aş;
-karaçuhalar, erganunlar, şimşekler, gök gürültüleri, yükselin,
yürüyün; -sular ve hüzünler, yükselin, getirin tufanları yeniden.
Çünkü onlar dağılan bir can sıkıntısı ki… -Ah güzelim taşlar,
gömülen; o açılmış çiçekler! – Ve Ece, gömleği içinde korları
ateşleyen Büyücü Kadın bildiğini hiçbir zaman anlatmak
istemeyecek bize.

Arthur Rimbaud

tufandan+sonra Tufan Sonrası

Ağrı

Kendime bir doğum günü hediyesi

Can evim ağrımıyor aşikâre
Ben uyanınca hayat uyanıyor
…Ona uyuyor rüya…
Her şekli alıyor toprak
çeşit çeşit, renk renk, kat kat…
ekmek, pasta, çörek…ismim tek
Bir kelime…daha demin
Bedenimi zapt eden âraz
Durmuyor zaman iki ayrı oda içinde

Kapılarla dolu kuş evim…iç içe

Büyük…firar başlamıyor yine de
Ben yürüyünce su yürüyor
…Ona uyuyor hayat…
Kök, dal, yaprak kardeş oluyor
Bir anda saplanıyor gece içime
Daha demin…bir isim…o yana
Yüzüm bu yana sürükleniyor
Uzakta, katı, donuk, sarı a ğ a ç
i s m i m… toplanıyor oradan oraya

Can evim ağrımıyor aşikâre!…Hayat!..
Ben uyanınca, rüya ona uyuyor, derinde
Tek bir ‘kelime’…yüzüm sığmıyor içine

Osman Hakan A.

blogger-image--554460798 Ağrı

Ömüryiyen

Nasıl bir hırsla çıktıysam o mahşeri kıtlıktan
Lanetlenmiş bir obur oluverdim sonunda
Her şeyi rüzgâr hızıyla tüketebilirim 

Hayalleri, umutları, ütopyaları
Olmamış sayabilirim bir anda
Yüzüm asitlerle yıkandıkça matlaştı 
Nefretimin aynasına dönüştü zihnim
Öfkemin salyasından serumlarla doyup
Kahrettiğim her şeyin donuna girdim
Hazlar acılar gündelik maskem oldu
Bazen iskeletimle bazen gölgemle
Bazen hıçkırığımla dans edebilirim
Hıncım bile zarifleşti zamanla
Duygusu belirsiz huylar edindim
Tükettim eski dostlarımı bir bir
Yenileri habersizce aldı yerlerini
Sıradan bir veda töreni buluşmalarım
Anılarını kemiren âşığa döndüm
Çocuklarını yutan devrime
Nehirleri kurutan güneşe
Taşkınsız yağmayan yağmura
Kayboldu ruhumdaki esirgeyen yas
Güdüler kulumken efendim oldu
Sözüm el sözü gibi geliyor bana
Bu halime bir de sağırlık ekledim
Bunlarla bir olup geçtim karşıma

Düştükçe büyüyen çığ gibiyim bu gidişle
Bir gün benden bir nem bile kalmaz dünyaya

Mahmut TEMİZYÜREK

blogger-image-309279934 Ömüryiyen

metalik gri

 

Yorgundum, 
yorgunluk maskesi takmıştım, 
zaten yorgun suratıma
vesikalık resmime bıyık çizip, 
seyretmiştim altı çarpı sekiz halimi
çizgilerine aldırmadığım avcumda
çizgileri olmayan yüzüm konuşmadı, 
konacak yer bulamadı besbelli
gönül kuşum hayatsız ağaçlarda

onlar yakılmayı bekledi, 
ben yanmayı
onlar ufaladı fotoğraflarını, 
ben mendil cebimde sakladım
ve sakladıklarımla saklandım

neden sonra bu şiiri yazdım, 
sonra neden bu şiiri yazdım
bilmiyorum

çünkü yorgundum, 
çünkü yorgunluğumu kendime uşak tutmuştum
çünkü gözlerimde bir ırmak kurudu
çocukluğuma dair bir yara buldum dizimde, 
çünkü bu eski bir hikayeydi
çünkü yorgundum

yorgundum lakin bezgin değil, 
galip veya mağlup değil, 
alim ve cahil değil
hiçliğe bağlanmamıştım, 
dünyaya da

yorgunluğumu alıp götürecek bir ilaç bulmuştum, 
yutmadım!
susmuştum içtenliğimle
beni konuşturacak biri çıksın diye, 
dualar okumuştum

yorgunsam da bildiğiniz yorgunluklardan değil, 
yine de büsbütün yabancı değilim size
diyeceğim o ki yorgunum, 
beni zehirlerinize karşı koruyan bu
ve beni size karşı zehirleyen

madem adımı yazdım durmak yakışmaz, 
durmak başkalarının ilacıdır zaten
durup bakarlar durduramadıkları hayata
ben ki zaten yorgunum, 
ve etrafımda zaten bilinen yalanlar…

Suavi Kemal Yazgıç

 
suavi-kemal-yazgic-768x1024 metalik gri

Milenyumun İlk Özeti

Şairlerin yağmuru es geçtiği yıllardayız
Tosbağa meraklısı diye ti’ ye alınanlar birer galip sayılır mağlup
Çocukların adlarını nüfus kütüklerinden silmek üzereyiz 

Damla
Çağla
Nehir
Bulut
Yok artık, hiç olmayacak uzun bir zaman 
Aşklar zaten birer cirit oyunuydu
Kimse duramıyor azgın atın üzerinde 
Herkes birbirine borçlu
Bir cebinden umut eksilten
Ötekine hüzün depoluyor anında
Yaşı yirmiye varan efor testinden yenik çıkıyor
Kırkı geçen biraz ‘ eski tüfek ‘, dayanıyor ayrılıklara 
Kapanın elinde kalıyor hayat, keşke biraz ağlayabilsek

Ama oyuncağımız kırıldığı için değil, kalbimize 
Kopasıca dilimizi biraz olsun tutup susabilsek
Belki yeni sözler birikecek hikâyemizde 
Birinci sınıf vatandaşız kapana kısılan fareler cumhuriyetinde
Nasılsa sınıf farkı da kalmadı, hepimiz dipteyiz. 
Batık bankadan parasını kurtaran en kahraman
Kredi kartının asgari tutarını ödeyen cengâver 
Dağınık bir yazboza benziyor ömrümüz
Ne zaman bir araya gelir parçalar
Nasıl kavuşur ırmak denize
Bütün feylesoflar bu muammanın peşinde
Olsaydı keşke gökyüzüne sırtını döneceğine 
Artık bizden geçti mi, yoksa bir bulutun arkasında mı saklı kaldı hayat
Bilmiyorum, bilmiyoruz, kimse bilmeyecek
Ama öyle bir bilmeceye dönecek ki insan
Yüzyıl daha soluk alacağız kendini keşfettiği yerde

Cihan OĞUZ

25 Milenyumun İlk Özeti

Bahtsız Deve, Çöl ve Kutup Ayısı

Kendime ilân ettiğim savaşta otuzdört yıl devrildi
Devirdim düşlerime bahşedilen çamları da
Niçin bütün güzel kadınları seviyorum ama birine aşığım?
Ah bu yanıtsızlık belki ömrümün nişânesi
Sayım yapıldı: Düşlerinden bir adım geridesin
 ve ömür böyle bitebilir
Aşk böyle sona erebilir,
 nasılsa alışıldı bir mevsimin henüz tamamlanmadan elvedasına

İklim böyleymiş, külâhıma anlat, güya bahanesi de hazır
 şarabı devirmenin
Oysa seninle her an karşılaşmanın o çıldırtan şarkısı
 çalınıyor kalbimde, yapayalnızım, bunu anlayacak kadar uzaktan dinliyorsun

Hayat bütün bağlılıkları bir yere bağlamış
öyle hissediyorum ellerini her gördüğümde
Nerdeyse tutacağım, şimdi kıyamet kopacak, çıldıracaksın
Çantan başıma inecek, fırlayıp gideceksin kendi gökyüzüne
bütün fallar boşuna bakılmış olacak

Ah içimde ukde kalır bu şaşkın skandal
Korkma, hiç yaşanmaz nasılsa,
 artık posta güvercinleri yetişmiyor düş bahçelerinde
Ulaşmaz ellerine parmak uçlarımda yazılı mahrem şiirler

Buyrun savcı bey, ilişikte belgesi de var, ilk kez burada itiraf ediyorum
O aşkı ilk ben yaraladım,
sonra bütün merdivenler kendi kendine yuvarlandı cehenneme
Evet savcı bey, çıkmazdayım, iyi bildiniz, bu da eksik kalmasın iddianamede
Hayat bazen çölde başlar, yamuk bir hörgüçte donakalır aşkın geleceği

Cihan Oğuz
8A2F2AA7-32A7-44E3-8BE6-E592ED24561B Bahtsız Deve, Çöl ve Kutup Ayısı

Batık Gemi

Batık bir gemi yüküyüm dalgıçları bekleyen
Bir dalgın dalganın elinde sürüm sürüm inleyen kim
Toprak çatlar çatışmalarda kahrından, dağlar sığınılmaz
Olur ayazına sığılmaz, buzuna ve yalnızlığına, artık kız
Kaçırmıyor delikanlılar al atlara binip naralarıyla
Kaçıyor akpak kızlar bir bir ellerden başka yataklara
Giden gelmiyor bu ne biçim iştir içli şarkılar dinlenmiyor
Pencere camları kirlenir kimse oturmuyor mu burda denir
Balkonlara su dökün de serinlesin biraz yandık kavrulduk
Her şey ateş pahası el yakıyor fiyatlar beyim
Kimse yok mu evladım aşağıda, oynasana biraz daha
Sular kesilmiş anne, hani yıkanacaktık hepimiz
Suya yazdım adını senin, denize kavuşacaksın ve orada
Batık bir gemi seni bekliyor içini açmış da sana
Bu filo buradan geçmeyecek ve bu kadınlar bu evleri
Boyamayacak, bu sokağın da ahlakı var ister inanın
İster inanmayın, bu sokağın da ahını alacaksınız
Vurguna dikkat edin vurgun yemiş adamlar çoğalıyor

Gültekin Emre
thursday-march-31-2011-scj1me50-242383-475-316 Batık Gemi

Karla Gelen

geldiğin gece kar yağmıştı kentin üstüne
gökyüzünden sorular düşüyordu hiç durmadan.
nasıl da kalabalıktın sen; bütün kollarımla
sarılıyordum da vücuduna, kapıda kalıyordu
yine de bir yarın… ilk o zaman anlamıştım
bu eve fazla gelen bir yanı vardı bu buluşmanın
ve daha o geceden belliydi, aşkımızın
boyumuzu aşan yüzlerce ayak izinden
ve kar sıcağı sorulardan yapıldığı.

alıştığımız bir şey değildi oysa, karda tipide
sulara düşmek bir ateşin ağzından,
yeni bir ejderha oluvermek buzul çağında
ve ansızın çatlatabilmek zamanı
en ağır yerinden.

yüreğini düşürmüş binlerce sevgiliden
kopuşa kopuşa mı buluşmuştuk seninle,
beynindeki canavarı mı öpmüştük
kentin bütün “kitap yüklü merkepler”inin?”1
ne çok avcı yağmıştı gözlerinin peşinden
ve ne çok çığ dayanmıştı kapımıza.
görmüşlerdi seni saksofon çalar gibi öptüğümü
ve yıllarca düş kırıklığı toplayan şairin
yerin altında artık bir aziz
kent maketi kurduğunu.

o gece ilk defa, aşkın bu kente
yenilmediği bir yerdi sokağımız.
ahlak masasına yatırılmış ömürlerden
çılgın saatler çalıyorduk çünkü hiç çekinmeden
ve bir gecede kimbilir kaç bin yıl yaşamıştık
unutulmuş bir uçurumu emzirirken.

lanetlenmiş yüksek tansiyon vakitlerinde
kalbimiz ancak bu kadar hızlı koşabilirdi
ve az kalsın yanıt verecekti durgun sulardan:
nedir çocuk ölmek her şey yaşlanıyorken.
gelişin çünkü kutsal bir okyanusu
yutmak istemesiydi iki küçük balığın;
kapı kolu, ip ve korkudan ibaret bir öyküyü
yere çalmasıydı çürük diş şövalyelerinin.

sen beni tuzlar kadar sevmiştin,
ben seni karlar kadar, sevgim sevginde erimiş
sevişmiştik, erimiştik kaynar sulara.
oysa bilirsin nicedir
bir yağmur bedduasıydı aşklar
ve her şey ne kadar da aşağılıktı.

geldiğin gece kar yağmıştı kentin üstüne
gökyüzünden gözlerin düşüyordu hiç durmadan,
kar sıcağı sorular kadar tehlikeli gözlerin.
ne kadar güzeldin, bütün resimlerin ve eşyaların
sözünü kesiyordu yüzün. bedenin dolusu
karadeniz kokuyordun… sendin elbet hayatın
altımdaki iskemleye vurması yakın bir ânında
kirpikleriyle ipimi kesen peri; soluğunu
tehlikeyle sıvayan kadın.

gözlerin her şeyi değiştirebilir miydi?
salıncağa binmiş bir zerre gibi kimbilir
kaç kez esrimiştim inanabilmek için buna.
ve yalnızca kellemi değil, bütün bir
bedenimi almıştım koltuğumun altına.
donmuş kan damardan kovulmalıydı çünkü
“böyle olmalıydı ve oldu işte.” 2

tabulardan koleksiyon kurmuş bir kent için
elbette ki toplumsal bir sorundu kalbin.
bütün avcıları peşine takacak kadar
çok sevmiştin çünkü uçmayı, yasaklı
serüvenler getirmiştin. ve nasıl da kalabalıktın
bu eve fazla gelen bir yanın vardı senin,
bütün kollarımla sarılıyordum da vücuduna
kapıda kalıyordu yine de bir yarın.

belli ki toplamadan gelmiştin ayak izlerini,
kilitlenmiş adımlarla örtülü bir kente
yalnızca kabına sıkışmış bir kıpırtı
kalmasın diye eyleminden…

o gece anlamıştım: her yerinden yüreği
taşan bir kadındır bir şaire gereken;
bir karla gelendir, bir kardelen.

Devrim Murat Dirlikyapan

bir+yilin+son+gunleri Karla Gelen

İlk Vasiyet

-Oğlum Deniz’e-

1
Ben bütün yenilgileri yaşadım
Kalmadı sana hiçbir şey
Oğlum, biricik muradım
Bir su damlasıdır kapıyı gözler

Tükürür gibi bakıyor yüzüme dünya
Kırılmış ağacımın o tek sürgüsünü
Oğlum, biricik muradım
Benden ötelere döndür yüzünü

2
Uzun bir sözcükse ömrüm
Oğlum, son iki hecesin sen
Günüm geceye ilikli
Yanımda yok bir kimsem

O küçücük odada soluğun
Mavi resimler çizer havaya
Avludaki kiraz içini çeker
Elma, armut, akasya

Artık evin erkeğisin sen
Erkencisin bu konuda
Seninle büyüyecek bil ki
Uzaktaki şu baba

3
Geçip gidiyor günler
Boğuk bir sis altında
Elimin ucunda defter
Köpürüp duruyor boyuna

Ne yazdımsa oğlum
Bugüne kadar böyle
Sanki bir yaz günü
Savruldu akşam esintisinde

Geçip gidiyor günler
Evim uzak, yol yakın
Ölüme kedere, acıya
Cennet, cehennem, intihar

4
Gecenin son otobüsü
Hoşçakal oğlum
Alnımda bir seğirme
Yüreğimde hüzün

Gecenin son otobüsü
Şimdi soluk bir ışık
Gençliğimin kenti
Dönüş yok artık

Gecenin son otobüsü..
Götür beni uzaklara
Gecenin son otobüsü
Oğlum gelir nasılsa

5
Yağmurun diliyle konuştum
Uzandım taşların eliyle
Oğlum seni düşündüm
Galata’da eski bir evde

Denizin dikeninde uyudum
Uyandım ter içinde
Oğlum seni düşündüm
Geçmiş zaman kipinde

Yolların arklarından baktım
Gözyaşların merceğiyle
Oğlum seni düşündüm
Hasretlerin ikliminde

Deniz…ölümde bile

6
Oğlum unutma adını
Sana boşuna konulmadı o
Oğlum unutma adını
Göğe çizilen resimleri hatırla
Oğlum unutma adını
Dağları teğelleyen suları
Oğlum unutma adını
Kardeşliği, cesareti ve yanılgıyı
Oğlum unutma adını
Tarihe karşı yürüyen bedenleri hatırla
Oğlum unutma adını
Ve tarih olan sonra
Oğlum unutma adını
Hep ipte olacak boynun
Oğlum unutma adını
Yaralı, acılı bir yurdun
Oğlum unutma adını
Kanı, çiçeği olarak…

Deniz…unutma adını

Ahmet Erhan

ilk+vasiyet İlk Vasiyet