manastırlı hilmi beye dördüncü mektup

Yıllar geçmedi, yıllar eskidi
Dokunduğum yerde kalıyorum
Yaşlı bir kelebek gibi.
Yeni bir renk buldum bugün, suyun atkısı rengi
Oyuğumdan çıktım
Çıkmamı duydum
Bir süre yürüdüm yürüdüm
Hiç kimsenin ağzını dayayıp da
Suyunu içmediği bir çeşme gibi durdum
Durdum ki
Önce bir elektrik mavisi çöktü içime
Sanki bir suya anlatıldım da bilinemedim
Ben
Benzersiz bir geyiği okşar gibi
Sevgisizliği okşayıp geçtim
Yol boyunca insanların
Uzak yakınlığını
Okşayıp geçtim
Sinema girişlerindeki fotoğraflara baktım -bir süre-
Çürük elma kokulu bir sokağa girdim
Küçük bir alana çıktım
Cemal’i okuldan aldım
Sonra..
Kestiydim saçlarını çoktan
Gözleri bir çift medüza şimdi
Cemal’in
Kurtuluş’ta unutulmuş bir bahçe için
Bahane Cemal
Kollan iğreti, kısa
Kır yollan gibi tekdüze bir anlatım yürüyüşünde
Anlamsız
Ve yanyana gelince beton yapılarla
Hep aynı soğuk ve yapışkan hüzün
Yedeğine alıyor ikisini de
Oysa pencerelerden sarkan ışıklar bile
Herbiri başka başka
Acılar başka başka
Her günkü sözler, her günkü konuşmalar
Aynı plaklarda aynı şarkılar
Tutmuyor hiç birbirini
Ve
Mutluluk
Bir kibrit çöpü ne kadarcık yanarsa.
Eski bir lokantadayız Hilmi Bey
Beyoğlu’nda, arka sokaklarda
Karşıdaki vitrinde
Yeni cilalanmış bir tabut
Bu garip gün sonundan sanki
Pespembe üç haç eklenmiş ağzına
Cemal’in
Sadece pasta yiyor şimdilik
Duvardaki denizkızına bakıyor ara sıra
Bir düğmesi kopuk ceketinin
Tırnakları tertemiz
Gömleği buruşuk -biraz-
Bazı belirtiler bazı belirtilerle buluşunca
Sözleşiyor kafasında insanın:
Bu çocuk beni hiç sevmedi
Sevmeyecek.
Kim kimi sevdi? kim kimle yaşıyor ki?
Bezik oynuyoruz, rakı içiyoruz
Ve konuşmuyoruz gerekmedikçe
Arada mektup yazıyorum sana
Ah, olmayan sana. Hiç olmadın ki
Bunu kendime, Cemile’ye söylüyoruz.

Bitti yalnızlıklar, bir büyük yalnızlık var artık
İki kaktüs gibiyiz Cemalle ben
Kendi çöllerimizden koparılmış.

Edip Cansever

manastirli+hilmi+beye manastırlı hilmi beye dördüncü mektup

manastırlı hilmi beye üçüncü mektup

Yaşamaya yerleşiyor seniha
Kendi yaşamına
-Güvercinsiz bir avlu mu? olabilir
Sırları dökülmüş bir ayna?-
Oysa çok geçti
Yıllar yıllar yıllar
Her geçen yıl elinde sanki
Yıprak, filizî yıllar
‘Şey’ sözcüğü gibi bağıntısız
Ağaççileği gibi durduğu yerde bir ezinti
Piyano tuşları -tek tek bakıldığında-
Çarçabuk bir göz atıldığında aynntısız -beyaz-
Yıllar
Seniha
Gözlerinin altı uzun menekşe.

Dün korkuttu beni -bazan oluyor-
Kocası İzmir’de yaşıyor, Karşıyaka’da
Sahici bir ayrılığın dikişini dikiyor Seniha
Mavi mavi
Usul usul yani
Kocası -ben sevmedim hiçbir zaman-
İkizini bulmuş diyorlar. Seniha aldırmıyor pek ,
Aldırmıyor da
Pudralar, kremler tiksindiriyor onu
Bu yüzden bohemya kâseyi kırdı dün sabah
Saçlarını kesecek oldu
Sonra da sustu sustu sustu
Akşama dek
Hüzünler acılaşıyor Hilmi bey
Geceler katı ve parlak
-Ansızın yere düşen
Laciverdî bir kestane sesi-
Acılar da acılaşıyor gittikçe
Sanki
Bir azarlanmayla ölümünü düşünen çocuklar gibi.

Ödünç alıyorum seni bazen
Çoğu kez geceleri
Niye almayayım -kaç güz geçti-
Islak kaputun gibi kokardı güzler
Seni sevdiğimi unutmuşum Hilmi bey
Seni de unutmak istiyorum artık
Unutmak! ama nasıl
Sözgelimi çok hızlı oynuyorum beziği
İçkiyi çabuk çabuk içiyorum
Her şey bir hıza dönüşüyor -çoğu zaman-
Odamı giyiniyorum
Odamı soyunuyorum
Yerlerini değiştiriyorum eşyaların
Dışarı çıksam, bir tramvaya binsem
Bir durak ötede hemen iniyorum.

Boynumdaki annemden kalma kolye
-Pembe bir buğu, uçup gidiyor-
Bazan koparıyorum, yeniden diziyorum
Gökyüzünde kalın sırça ben
Dünyaya tutuyorum kendimi, bakılıyorum
Nedense hep böyle sanıyorum
‘Nerdesin, akşam oldu’
Biraz anımsıyorum
Sen bahçe kapısından girerken
Bir kendim gibi caddelerdeyim
Zamanın minesi soldu Hilmi bey
Demeye getiriyorum.

Geçenlerde Nisuaz’a gittim
Cemal’e birlikte
Hasır koltuklara oturduk
Dışarda kar serpeliyordu. İki elma, külde pişirilmiş
Giderek küçülüyordu -gözleri Cemal’in-
Kahveyle konyak içtim
Cemal tarçın içti, konuştu biraz
Herkes bana bakıyor, herkes bana bakıyor, herkes
Bana bakıyor -bana öyle geliyor-
Bacaklarım -işte!- güzeldir çok
Aralık kapıdan kış kokusu doldu içeriye
Ürperdim -işte!- omuzlarım da güzeldir
Ama ben
Kaçarak yaklaşıyorum her görünmeye
Uzaktan uzağa gözgözeyim
Uzaktan uzağa öpüşüyorum
Uzaklarda biriyle sevişiyorum
Erkeğe benzer yalnız bir dişiyim ben.

Evet evet öyleyim
Hiç değilse öyle olmalıyım
Her neyse…
Az sonra Muhassen geldi -tanımazsın-
Kurtuluş’ta, aynı caddede oturuyoruz
Sevişmenin gölgesi gibidir yalnızken
Düşünmenin dişisi
Evini işletiyor -bana ne bundan-
Konyak içiyor o da
Sonra bir konyak daha
Kıpkırmızı gülüyor -gülsün, iyi-
Bütün gövdesiyle gülüyor
Bende gülüyorum
Vitrinlerdeki kesme bardaklar
Şarap şişeleri, bir gemi resmi
Gülüyor durmadan hepsi

Karşıda bir ev, kırk odalı sanki
Her odada bir boy aynası
Her boy aynasında
Beyoğlu’nun bir parçası
Durmaksızın gülüyor
Yağan kar hemen eriyor yere düşer düşmez
Gülmüyor, gülümsüyor
Makyajını tazeliyor Muhassen
Kalkıp gidiyor
Acının kış ayları, diyor birdenbire Cemal
İçine çekilip de soğuktan
Oyuncağını orda bulamayan
Bir çocuk gibi
-Evet, hiç çocuk olmadı Cemal
Olmayacak da-
Kalkacağız birazdan
Acının kış ayları
Ne yapsam belirsizim.

Eve dönüyoruz -soldu minesi zamanın-
Bugün de bir şey yaptık
Tam kapıdan gireceğiz
Uzakta bir laterna sesi
Bir kadın ağlaması
Pencereden sarkıtılmış bir sepet
Sepette bir karnıbahar patlaması
Sarı elmalar
İçeri giriyoruz
Bu kapı hiç değişmez mi, diyor Cemal
Bu kapı
Ve her şey.

Edip Cansever

hilmi+beye+mektup manastırlı hilmi beye üçüncü mektup

manastırlı hilmi beye ikinci mektup

Susmanın su kenarındayız bugün

ne kadar sevgiyle konuşsak -konuşuyoruz da-
korkuyoruz gözgöze gelince hilmi bey
korkuyoruz
sanki gözler rakiptir de birbirine -öyle değil mi-
ve bir yokuştan iner gibi oluyoruz
bir yokuştan bir yokuşa sürekli
– nereye?
– bilmem ki

Ellerimizde alkol sesleri, saçlarımızda
alkol sesleri
dağlarımızda, içdenizlerimizde
ve günler günlerin içinde öyle yavaş ki
yerine saplanıyor bir sürahi
pencereler şaşkın
perdeler bir uzak yol kadar uzun
ve balkon
kendi dudaklarında şimdi
donmuş bir tavus kuşu
bir tavus kuşu yontusu belki
ne tuhaf
demin de aşağıdan bir bando geçti
sormak isterdim sana
bir bando şefinin hüznü nedir hilmi bey
bir bando şefinin uykusu
nasıl bir uykudur ki hilmi bey
ne kötü
elimde bir çiçekle yaz geçti.
ve bugün
çepçevre oturduk masanın başına gene
bezik oynadık hilmi bey -her gün oynuyoruz ya-
giysisiz, sadece kombinezonlarımızla -öyle işte-

Oda çok sıcaktı -lal renkli çini soba-
seniha korse takıyor, yahudi matmazel
nerdeyse çıplaktı -terliyor terliyor terliyor-
ve cemal bir köşeden bize bakıyordu
bakmıyor gibi bakıyordu
durmuyor gibi duruyordu da
benim anlamadığım işte bu
dün dudağını kesti çarşıda
kırmızı bir balıkla oynuyordu
öptü bir ara balığı -neden-
öperken dudağını kesti
balık da kırmızıydı, kan da
ve balık yüzerekten geçti -gördüm iyice-
dudaklarından
durdu cemal gibi biraz ötede
durmuyor gibi durdu
ağlamadı, hiçbir şey söylemedi
bu çocuk anlaşılmayanın ta kendisi
yalnızca sordu, bu yüzden sana soruyorum ben de
melekler dişi midir hilmi bey
dişidir diye tutturdu
yani ben..
öyleyse neyim
elimde bir yapma çiçekle.

Adım cemile ya, çok seviyorum adımı ben
çocukluğudur insanın adı
cemal şimdilik cemal’dir -evet, öyledir-
benimkisi bir anımsama -cemile-
cemal – cemile: yeni fışkırmış bir marulun sesi
ezilmiş iki vişne
ve akşam
akşam ki sallanacak hamağını buldu
buluyor
sular menekşelendi hilmi bey
karpuz lambanın altında
yorgunum biraz -bütün gün içtim-
hepimiz içtik
cemal odasından çıkmadı hiç
tangolar çaldık üstüste
eski tangolar -bin dokuz yüz on beşlerde ne vardı
ben pencereden bakarken
kimseler ölmemişti
ölüm diye bir şey yoktu ki hilmi bey
var mıydı?-
yüzümden bir şeyler aktı aktı
içim de menekşelendi hilmi bey
gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk
hiçbir yere gitmiyor.
nedense odasına kapandıkça cemal
soyundukça soyunuyor yahudi matmazel
hırslı bir dişi gibi
ester, diyorum, ester
gülümsüyor hafifçe
bir başka gülümsemeyi karşılar gibi
öpüşürken gördün mü sen iki öpüşmeyi
hilmi bey
tam öyle
hızla giyiniyor sonra, dışarı çıkıyor
üç kişi kalıyoruz birden
yeni ısırılmış bir elma gibi kalıyoruz
parlıyor yeşil tarafımız kendi aydınlığında
içimde bir soğukluk
dışımda bir begonya.
karanlık iyice dışarısı
rakımızı bitirdik -üçümüz-
cemal odasından çıkmıyor
birazdan ester de gelecek
koltuğa çökecek, bir sigara yakacak
gene bir haç gibi olacağız dördümüz
bir evin içinde kocaman bir haç
kutsal değil, kirli
coşkulu değil, kırık dökük
sevinçle çekeceğiz onu kendimize.

Edip Cansever

edip+cansever manastırlı hilmi beye ikinci mektup

manastırlı hilmi beye birinci mektup

İşte şu yağmurlar, işte şu balkon, işte ben
İşte şu begonya, işte yalnızlık
İşte su damlacıkları, alnımda, kollarımda
İşte yok oluşumdan doğan kent
Hiçbir yere taşınıyorum, kendime sızıyorum yalnız
Ben dediğim koskocaman bir oyuk
Koltuğun üstünde, aynadaki yansıda
Bir oyuk! sofada, mutfakta, yatağımda
Yaşamayı tersinden kolluyorum sanki
Yetişip öne geçiyorum sık sık. Sözgelimi
Bir iki saatte bitiveriyor bir mevsim
iyi
Bugün pazartesi mi? kapının, pencerenin durumu
Salıyı gösteriyor.

Salondaki büyük saati sattım
Saatin ölçebileceği
Herhangi bir zaman parçası yok
Gittiği yeri bilmeyen böcekler gibiyim
Bir oyuğa, oyulmuş bir yaşama
Ne gereği var ki saatin
Balkona çıkıyorum sürekli
Yollar yollar yollar katediyorum sanki böylece
Bir semtin ilk rengini alıyorum
Örneğin Ümraniye’de bir cçy bahçesindeyim
Bazen
Anılardan anılara bir yol
Ve
Anılardan anılara sallanan bahçe
Hangi yaprağı koparsam son anı avucumda kalıyor
iyi.

Yeniköy’de bir kahve içer miyiz, dedim bu sabah
Bu sabah bu sabah
Oralı olmadı kimse —pazartesi miydi—
Oyuğumdan çıkmıştım tam, begonyamsa güller içinde
Nasıl?
Güllerse güller içinde yani
Ve balkon demirinde bir martı. Dedim ki
Deniz şuralarda bir yerde olmalı
Çıt yok evin içinde
Deniz şuralarda bir yerde olmalı
Çıt yok
Sanki dünyadaki bütün cay ocakları kapalı
Ve göklerden tepelere inen bir sokak
Ya da bir akarsuyum ben
Denizse
şuralarda..
Yok önemi bir iki gün kaldı —martı—
Balkonda
Deniz de öldü sonra, martı da
iyi iyi.

Suyu tutmak gibi bir şeydi hepsi
Günler —seni anımsadığım zaman—
Birden Kurtuluş’tan Taksim’e giden bir tramvay görüntüsü
Mavi bir elektrik çakımı tellerde
Sanki kar yağıyor da sürekli, Tepebaşı’ndayız
Karlar gıcırdıyor ayaklarının altında
Besbelli Gümüşsuyu’ndayız, Rus lokantasındayız
—Ne tuhaf, biz her zaman her yerdeyiz ikimiz—
Şarap içmişiz, üşüyoruz
Dışarda dünya silinmiş
ikimiz ikimiz ikimiz
Böyle birkaç defa ikimiz
Sonraki bir fotoğrafa dönüşüyor her şey
Nasılsa
Sarı emmiş, mordan çekinmiş, kahverengi bir fotoğrafa
Sahi, kalınca bir şeyler giyinmeliyim ben
Üşümüyorum da
Bende herkes var, diyen bir kızın titrek
Sesleri dökülüyor kucağıma
Dudaklarım kan mavisi bugün.

Biz burada iyiyiz, biz burada çok iyiyiz
Biz burada kırk yaşındayız hepimiz
Dördümüz bir kişiyiz de ondan
İçimizden biri uyuyor olsa, falan filan
Onu bekliyoruz bir kişi olmak için
Evet evet, yanılmıyorum ben
Bir iki kişi kaldığımız zaman yanılabilirim
Doğrusu ya
Yanılmak her şeyi yeniden görmek gibi bir şey oluyor
Duvardaki vitray, begonya
Begonya, vitray
Kurtuluşl’a Asmalımescit birbirine geçiyor
Bir tramvayın durmasıyla durmaması arasındaki ayrım
Karanfil kokuyorsa biraz
Yeni koparılmış bir demet karanfilim ben
Saçlarım soğuk ve uzun.

Ne diyordum? yağmurlar, evet
Üşümüyorum ürperiyorum sadece
Biçimini zorlayan bir kedi gibi
Dur biraz
Kapı çalındı, hayır, telefon
Telefon kapı telefon
ikisi birden mi yoksa
Yoksa
Ne telefon ne kapı
Bir şimşek sesi hiç olmazsa
O da değil
Ses filan duymadım ki ben
Yuvarlandıkça büyüyen
Bir kartopunun yumuşak sesi mi? belki
iki sesi taşıyan bir ses
Neden olmasın
Biraz önceki gibi
Üstümden biri kalkmıştı —yok canım—
Öyle değil, bir gölgeydi hepsi hepsi
Yer değiştiren gezgin bir gölge
Bahçedeki ceviz ağacından
içeri sürüklenen.

Edip Cansever

manastirli+hilmi+beye+birinci+mektup manastırlı hilmi beye birinci mektup

Yorulmaz İşçileriyiz Aşkın

Bütün gün kırlara bakmışım
Başaklarla kımıldanan
O bitek yalnızlığa
Burnumda gökyüzünün ince kokusu
Bütün gün sana bakmışım
Derin mırıltılarla ırmağa karışan
Çakıntılı gövdene senin

Uzanmışım terli toprağa
Yanına gözlerinin
Çıplak gecelere dokunuyorum
Yazın ve düşlerin sıcak kıvrımlarına
Denizi başlatıyor dudaklarının tuzu
Yüreğim konuşuyor şavkından
Ellerim böğürtlen moru

Yorulmaz işçileriyiz aşkın
Soluk soluğa ıslak taylar
Ürkek sokulmaların…
Ormanları uyandırıyor kanımın gürültüsü
Başdöndürücü yerlerindeyim dağın
Kollarımdan akan ırmak,
Sonsuza tamamlanıyorum

Mehmet Başaran
mehmet+basaran Yorulmaz İşçileriyiz Aşkın

kırık laleler kırık vazolarda çok yaşamaz

kırık laleler, kırık vazolarda çok yaşamaz.
gecelerden bir gece seç kendine, uzan boylu boyunca
gece ol, gece kal, gece giyin; ve öyle karanlık örtün üzerine,
gecelerde saklıdır hem en mağrur, hem en mağdur.
kırık laleler, kırık vazolarda çok yaşamaz.

insan bir şehre küser, küser de gider ucuna dünyanın.
ucu dünyanın, benim içimdeymiş meğer.
meğer Şiraze…

rahlede başladı tedrisim, hayâl meyâl hatırladığım zamanlar.
ara sokaklarda zeytin ağaçları, defneler ve Asi
hayâl meyâl şimdi çam dalına oturup ezberden geçtiğim satırlar.
bir ninem vardı, bastonuyla bir de gülüşüyle durur hep öyle,
hep öyle ninem vardı benim, hâlâ da var; cennet kapısında yolumu gözler.
kırık laleler, kırık vazolarda çok yaşamaz.

insan bıraktıklarına küser, küser de dönmez geri.
dönmek için, nerede olduğumu bilmeliymişim meğer.
meğer Şiraze…

hayâl meyâl bir hayat, hayâl meyâl yaşanmışlar.
sen hayâl meyâl, ben hayâl üstü hayâl; yokmuşuz gibi
yoksunuz gibi…
sadağından eksilen ok bende saklı, birgün kıracağım orta yerinden
kıracağım ve yüreğine sıçrayacak şerâresi.
kırık laleler, kırık vazolarda çok yaşamaz.

insan kaçarken küser, küser de yanında sürükler hep kaçırdıklarını.
hiçbir yere sığamayışım, kaçılacak yer olmayışındanmış meğer.
meğer Şiraze…

ekilmemiş yüreğime tohumları rengin,
laleler de siyah, lalelere dokunan eller de…
ben güneş dağının ateşini yaktım; sağ yanımda hep sevdiklerim,
sol yanımda hep sildiklerim; hem siyah, dem siyah, -den siyah.
telâfisiz her ne varsa siyah.
kırık laleler, kırık vazolarda çok yaşamaz.

damıtmadan güneşten, ne varsa ışık ve ısı ve görsellik dışında; uzatmadan devâsa hükümlerimi, huşû içinde küresel yaklaşımlarımı tanımlıyorum.
ekmeltü ne varsa artık, fehimtü…
yaptım olmadı Şiraze; ben duvarı aşamadım, kendime ait bir alan kuramadım, “şu” kimliğimi alamadım, “şunun” yanında silik kaldım,“şundan” dolayı ziyandayım, şununla” bağlantısından bunaldım, “şunu” işaretlemesini ben de sonunda mıhladım, “şusuz”um, “şuursuz”luğumdandır utancım, “şuh” ne varsa siyahımla kapattım, “şûle” giyindim de davrandım, “şuâ”yım haddimi aşıp şîvesiz ve memleketsiz ve –siz…

bir ufak “şukka” bütün sahip olduğum; adın, adım; yani asılsız iki isim, bu “şulide” hâl sebep hiçbir şeysizliğime, çiziyorum manzarasını “şur”umun ne yazdıysam hep; kesik, kopuk… idamımı verecekler “şûra”da ben bunu an’da yüreğimin kaydına aldım, sen ol şahidim, sen ol hapsim; başka “şurut”um yoktur benim.

Şiraze,
kırık laleler, kırık vazolarda çok yaşamaz…

şiraze’den şiraze’ye

Şiraze

kirik+vazo kırık laleler kırık vazolarda çok yaşamaz

Yanyana Dalgınlık

gözlerine bakıyorum
denizden çıkarılmış bir tabaktaki kuş resmi
dağınık köy evleri gibi orda burda
sepetteki sümbül soğanı gibi gölgeli

yüreğimiz öylesine aşmış ki düşüncemizi
yarışı başlatan tabanca sesi gibi
dudaklarımız koşuya çıktıktan sonra
duyuyoruz söylediklerimizi

Melih Cevdet Anday

yanyana+yalnizlik Yanyana Dalgınlık

Aşk bir mücadele değil âhenktir

Gerçek aşk sevgilinin bütün kusurlarını görür ve sever.. Aşk inanmanın şiiridir. Aşk şüphe etmez. Aşk kıskanmaz. Aşk iğrenmez. Aşk çirkin bulmaz. Aşk küçümsemez. Aşk bencilliğin, kendini sevgiliden daha üstün görmenin, buhranın ve kötümserliğin tam zıddıdır. Aşk istemez, yalnız verir. Aşk bir mücadele değil âhenktir.. Aşk bunun için ilâhidir.. Gerçek aşkın bir tek değişmez vasfı vardır: tükenmezlik.. Aşk engellere ve hücuma uğradıkça kuvvetlenen ihtirastır. Rakipsizdir, yenilmez.. Aşk kendi saadetini bir başkasınınkine feda etmektir.. Mârifet bize yâr olmayan sevgiliyi kalbimizin içinde öldürmek! İşte en haklı, en mâsum, en kudretli ve en muhteşem cinayet.

Aşkın tam bir tarifi yapılamaz. Şiir de böyledir. Yapılmış ve yapılacak tariflerden her biri, denizden alınmış bir kova suya benzer. Hiç şüphesiz bu, deniz suyudur, fakat deniz değildir. Aşkı denize, tarifi de kovaya benzetirseniz elde edilen şey, aşkın bir halini izahtan ibaret kalır. Enginsiz, kıyısız, renksiz, dalgasız, derinliksiz bir izah.

Peyami Safa
ask+ahenktir Aşk bir mücadele değil âhenktir

Dağ Rüzgarı

kaderde senden ayrı düşmekte varmış
doğrusu bunu hiç düsünmemiştim
seni tanımadan
hele seni böyle deli divane sevmeden önce
yalnızlık güzeldir diyordum
al başını kaç bu şehirden
ufukta bir çizgi gibi gördüğün dağlara
rüzgarın iyot kokularının karıştığı denizlere git
git gidebildiğin yere diyordum
oysaki senden kaçılmazmış
bilmiyordum!
yine de dayanmaya çalışıyorum işte
bir kır çiçeği koparıyorum gözlerine benzeyen
gezen bulutlara sesleniyorum ellerin diye
rüzgar güzel bir koku getirmişse
saçlarını okşayıp getirmiştir diye avunuyorum
yaşamak seninle bir başka zamanı
bir başka zamanda seni yaşamak
herşeyden önce sen
elbette sen
mutlaka sen
ister uzakta ol, ister yanıbaşımda dur
sen ol yeterki bu zaman icinde
ben olmasamda olur
seni bir yumağa sarıyorum yıllardır bitmiyorsun
çaresizliğim gün gibi aşikar
su olup çesmelerde akan güzelliğin
inceliğin ışık ışık yüzüme vuran
sen güneş kadar sıcak
tabiat kadar gerçek
sen bahcelerde cicek actiran
sudan havadan günesten yüce varlık
sen o tek sevgi içimde sen
görebildiğim o tek aydınlık
bir nefeste benim için al
havasızlıktan öldürme beni
bulutlara yildizlara benim için bak
susadım diyorsam bir yudum su işmelisin
ben yorulduysam sen oturmalısın
ellerim sevilmek istiyor
saçlarım okşanmak
dudaklarım öpülmek istiyor
anlamalısın
ağaçların yeşilliği kalmadı, gökyüzünün mavisi yok
kim bu çaresiz adam, bu kıpkırmızı gözler kimin
kaç gecedir uykusu yok
gündüzü yok, gecesi yok, yok, yok
anladım
sensiz yaşamanın dünyada imkani yok
beni bunca saracak ne vardı
kanıma girecek
gözbebeklerime oturacak
bir senfoni gibi kulaklarımdan eksilmeyecek
ne vardı
hiç karşıma çıkmasaydın
bu kör olası gözler görmeseydi seni
ne vardı
güzelliğini hiç bilmeseydim
bir dua gibi bellemeseydim adını
ne vardı bütün gece
gözlerimi tavana dikerek
seni düşünmeseydim…

Ümit Yaşar Oğuzcan

dag+yalnizligi Dağ Rüzgarı

Çöl öyküsü

çöl denilen o öyküyü
yazmak için konuşurken
sustum içimdeki türküyü.. .

anlasın doğan gün seni:
bir aşk ötekinden mi kalır?
ah, şiirin altın tüyü!..

hangi yalnızlık kapatır beni
var mıdır iyi bir gül, ki kovsun
o yazın içindeki kötüyü?

Hilmi Yavuz

sustum Çöl öyküsü