Bir buzulun çatlağından nasıl sızarsa su

Bir buzulun çatlağından nasıl sızarsa su
ve nasıl iki yüzü varsa o suyun tadının,
bir ileri
bir geri ve nasıl biri tatlı öbürü sertse,

öyle ölüyorum ben de son kez her anında
bu günlerin,
bir yandan eski iç çekişler artık
salıvermezken beni,
bir yandan göremiyorum gideceğim yeri.

Osip Mandelstam

tumblr_mcmimpE7q81r4zr2vo1_500 Bir buzulun çatlağından nasıl sızarsa su

Koşmalar

Claudia, bu şiirleri sana sunuyorum, çünkü sen onların
     sahibisin.
Basit şiirler yazdım, anlayabilmen için.
Yalnız senin için bunlar, ama ilgini çekmezse,
belki bir gün tüm İspanyol/Amerika’da
     yaygınlaşacaklar…
Ve sevgiyi hiçe sayacaksan, bu satırların bana
     yazdırdığı,
düşleyecekler böylece başkaları bu sevgiyi, kendileri
     için yazılmış olmasa bile.
Ve belki o zaman göreceksin, Claudia, bu şiirlerin
(nasıl yazıldığını, seni elde etmek için) öpücükler
     uyandıracak
diğer sevgili çiftlerde, okuyanlarda,
öpücükler, ozanın senin içinde uyandıramadığı.

Seni yitirdiğimde, ikimiz de yitmiştik:
ben, çünkü sendin, en çok sevdiğim,
ve sen, çünkü bendim, seni en çok seven.
Ancak, sen benden daha fazla yitiriyorsun:
çünkü ben, bir başkasını sevebilirim, seni sevdiğim gibi,
ama seni, hiç kimse benim gibi sevmeyecek

Bana dediler ki, sen başkasını seviyormuşsun,
odama gittim
ve hükumete karşı bir yazı yazdım,
bunun için şimdi hapisteyim.


Ben bildiriler dağıttım,
haykırdım sokaklarda: Yaşasın Özgürlük!
Silahlı polisleri kışkırttım.
Nisan-Ayaklanmasına katıldım:
ancak, senin evinin önünden geçerken betim benzim
uçuyor, ve senin bakışınla titriyorum.

Costa Rica’dan bu gülleri kabul et
Myriam, bu sevgi şiiriyle:
şiirlerim sana anımsatacak, güllerin
çehresinin seninki ile aynı olduğunu; güller
sana anımsatacak, sevginin kesilmesi gerektiğini,
ve senin çehren eriyip gidecek, Yunanistan ve Roma gibi.
Artık sevgi olmayacaksa ve Costa Rica’dan güller
sen, Myriam, bu hüzünlü türküyü anımsayacaksın.

Sen bir dörtlük bile haketmedin.

Yığının içinde yalnızsın
ay gibi yalnız
ve güneş gibi yalnız gökyüzünde.

Dün gördüm seni sokakta, Myriam ve
sen bana güzel göründün, Myriam,
(ama nasıl anlatsam, nasıl bir güzellik gördüğümü!)
Sen bile Myriam, sendeki bu güzelliği, ne
gözlemleyebilirsin
ne de benim için bu kadar güzel olabileceğini, tasavvur edebilirsin.

Sen beni düşlerimde görmeye geldin
ancak bu boşluk, sen gittikten sonra geri kalan
bir gerçekti.
Hiç kimse bana yakın değil
senin kadar, her şeye karşın seni
uzun süredir yalnızca
düşlerimde görebiliyorum.

Ernesto Cardenal

Gecede Sözcükler Işıyor / de Yay. 1986 Çeviri: Mehmet Ünal

Ernesto+Cardenal Koşmalar

Her Taş Bir Kelime

Şiirlerimin hiçbir eskizini yok etmiyorum. İlk defter halinden son dosyalanmış haline kadar, arada defalarca yeniden yazılan şiirleri tutuyorum. Şiirin hikâyesini bütün bu yazılanlardan daha iyi o arşiv anlatır çünkü!

Bir şiirin hikayesini yazmak, şiirin gelişini yazmaktır. Gelir çünkü. Bir sestir başlangıçta. Çağırır… Çağırmakla kalmaz, ruhu ele geçirir. Gelen sesin ne söylediği size de açıklanmış değildir. Bir perdeyle var olur. Ruhuna gireceği şairi derinliğine çağıran büyük vakum. O vakumdan hangi harflerin aktığı, hangi kelimelerin size yağdığı hiçbir zaman bilinemez. O nedenle bir şiirin hikayesini yazmak, sesin hikayesini yazmaktır. Sesin gelişini, esir edişini…

Çünkü şiir başlangıçta sadece sestir. Kelimeleri yoktur. Anlam yoktur. Kağıt kaleme sahipsem bana kelime olarak görünen şeydir… Bu nedenle beş kitabın sonuncusundan başlamak istedim. Çünkü diğerlerine hiç benzemeyen bir kuvvetle geldi. Bir göktaşı gibi aktı ve düştüğü yerde büyük bir krater açtı. Bir ses krateri. Ve ben o kraterde bulduğum sesleri kelime yaparak taşa dönüştürdüm yeniden. Aslına dönüştürdüm yani. Sonsuzluktan süzülmüş küçük siyah taşlar. Parlaklığı ile kalbin sonsuzluğa ait olduğuna işaret eden…

Duyduğum sesin peşinden gittim

Bir ses duyduğunuzda o sesin nereden geldiğini hissedersiniz. Bir yönü vardır. Bana görünen bir şehirdi; Urfa’ya gittim ilkin. Duyduğum sesin peşinden gittiğimi orada daha çok anladım. İbrahim Peygamber’in dergâhında oturup kelimeleri bekledim. Geldiler… Diğer şiirleri de getiren bozkır manzarası perdeleri açtı önümde. Büyük bir hayret ve büyülenmeyle taşlarla konuşmaya başladım. Her taş bir kelimeydi. Orada anladım…

Soğmatar’da bir gün hatırlıyorum; yalın ayak tepeleri yürüyorum. Şiir zaten yürürken gelirdi… Tepeleri bir zar gibi örten taşlara basarken duyduğum sesler bir senfoninin notaları gibi zihnimde belirmeye başladı. Bir yapı kurmak o anda mümkün değildi belki ama heybemde hep taşıdığım kağıt, kalem yardım etti.

Bazen duyduğum bir ses o kadar yaklaşıyordu ki, kelime oluyordu. Benden doğumunu isteyen kelimeler, dizeler bir bir kağıda düşüyordu. Nefesimi kesen bir hızda yazıyordum. Bazen yorulacak kadar çok. Bir kaya kovuğunda, dağın gölgeli bir yüzünde, bir nehir kıyısında olmak fark etmezdi. Kelimenin beni durdurduğu her yerde durdum. Şiiri kaydetmekle görevliydim sanki. Bu görevin beni iyileştiren bir şey olması, devam etmemi sağladı. Şiir ağıt değil miydi zaten?

İlkinde on gün kaldım; İbrahim’in yurdunda İbrahim’le bir konuşma başlatmak, sürmekte olan o konuşmaya dahil olmak için. Aksi zaten mümkün olamazdı. O çağrıya kulak vermeyen biri, zihin akışını bozacak serüveni göze almış demektir! Sonra İstanbul’a döndüm. Evime… Ama İstanbul ev değildi artık. İstanbul’da duyamadığım o ses beni geri çağırdı. Tekrar gittim. İkinci defa. Ama bu kez sesin coğrafyası genişlemişti. Daha ileriye gitmeliydim. Karacadağ’ın taşlarını aşarak Diyarbakır’a gittim. Diyarbakır’da Kervansaray Otel’in avlusunda otağ kurdum. Orada günler geceler boyu şiiri dinledim.

Kervansaray’ın avlusunda sabahladığım gecelerde, şiir gökyüzünden yağmaya başlamıştı sanki. Taşa bakıyorum şiir, güle bakıyorum şiir, servi ağaçlarına bakıyorum şiir. Şadırvanda akan su şiir. O avluda duyduğum sesleri başka hiçbir mekânda o kadar güçlü hissetmedim.

Daha sonraları Kervansaray’ın eski adının “Deliller Hanı” olduğunu öğrendim. Delil, rehber demekmiş. Hacca giden yolculara rehberlik edenlere verilen ad. Hac yolcularının toplandığı bir durakmış Kervansaray. Güneye doğru yola çıkmadan konakladıkları, iyi dileklerini, huzurlarını bıraktıkları bir avlu. Oradaki huzur başka neyle açıklanır? Defalarca gittim geldim. İstanbul’a gitmek üzere bindiğim uçakta durmadan yazıyordum. Ama İstanbul’a iner inmez kesiliyordu. Tek kelime yazamıyordum.

Tekrar doğuya gitmek üzere yola koyulduğumda yine başlıyordu. Böylece iki ay boyunca gidip gelerek o sesi tamamladım. Daha doğrusu ses tamamlandığını bana gösterdi. Şiirin duvarı kalındır. Ardında ne var, çok göstermez. Duvar çekildiğinde neyi gizlediğini fark etmezsiniz artık. Böylece şiir kapandı. Elimde koca bir defter vardı. Ama diğer kitaplardaki gibi işçiliği uzun sürecek şiirler değildi. Dize yapısı akan bir formda, kısa oluşmuştu. Alt alta sırlanan kısa dizeler. Neredeyse bitmişti.

Ben şiirde seçmeye önem veririm. Çünkü vazgeçtiklerimizin bizi daha çok anlattığına inanırım. Bizi anlatan, sahip olduklarımız değil, vazgeçtiklerimizdir. Ne kadar çok kelimeden vazgeçersem, şiire o kadar çok yaklaşmış olurum diye düşünürüm hep. Bilemiyorum. Terki terk’e varmak isteği belki de! Şiiri bu bakımdan heykele benzetirim. Ekleme değil, eksiltme yaparım üzerinde. Yeniden yazdığım yahut eklediğim çok nadirdir. Yazım süreci bitince, nelerden vazgeçeceğim ilk okumada kendini az çok belli eder. İkinci okumada daha da netleşir. Böylece ilk okumalardan kalanlar kağıda geçirilir. Şiiri defterden kurtarıp beyaz bağımsız bir sayfada görmek önemli. Çünkü şiir, sükûnetini o aşamada kazanır. Kendi başına ne olduğunu o sayfada gösterir. Kağıtta gördüğüm şiirin hangi sıralama ile kitaba yerleşeceğini az çok bilirim. Yazılış ritmi, yerini az çok işaret eder çünkü. Şiirler yerlerini bilerek gelirler.

İbrahim kitabında şiirlerin işçiliği uzun sürmedi. Sadece sıralama ve bölümleme konusunda çalışmam gerekti.

İlk düzeltme, eksiltmelerden sonra daktiloda temize çektim. Daktiloda yazılmış halini beyaz kağıtlara geçirirken şuna dikkat ettim; ses nerde kapanıyor, imge kendi mantığını nerede oluşturuyor. Şiiri kendi sükûnetine bırakmak için ses nerede kapanıyorsa ve söylenen imgenin mantığı nerede tamamlanıyorsa orada kestim. Bundan sonraki aşama şiirlerin sesli okunmasıydı. Günün farklı saatlerinde, okumalar yaptım. Bazen sabah erken uyanıp yüksek sesle okuduğum oldu. Çünkü şiirin henüz gün doğmak üzereyken algılanışıyla gün ortasında yahut akşam algılanışı farklıdır. Bazen sevdiğim bir dizeden, günün başka saatlerindeki bir okumada hiç hazzetmediğim için elediğim oldu.

Şiirlerin hikâyesini anlatan arşiv

Son görevim sıralamayı yapıp, şiirlere başlık bulmak. Daha doğrusu başlıkları beklemek; çünkü isim günü vardır. Bazı şiirlerin adı önden gelir. Fakat çoğunun adı isim gününde zuhur eder. İsim için rüyaya yatmak gibi. O günü/günleri genelde hissederim. Böylece kitabın adını da koyacak bir isim halesi oluşur. Bütün o aşamaları geçen şiirleri bir dosya haline getirdikten sonra, şiir duygusu gelişmiş ama şair olmayan tanıdıklarıma okuturum. İbrahim kitabının dosyası hazırlandığında okumak üzere verdiğim herkesin bir solukta bitirdiğini gördüm. Ara vermeden süren o okumalar, ses dışında, akışı da çözdüğüm konusunda bana güven vermişti. Böylece çok da bekletmeden dosyayı yayıncıma ulaştırdım. Yayıncım şiirlerin tamamından etkilenmişti. Diğer kitaplarda olduğu gibi İbrahim’in Beni Terketmesi dosyasına da, yayıncıma iş bırakmayacak şekilde hazırlandım. İşimi tam olarak bitirip öyle sundum. Bu anlamda editoryal bir destek almıyorum.

Tabii bir de okuru kitaba çağıracak olan kapak var; kapak işin tek kolektif ve keyifli yanı. İbrahim şiirlerinde dolaşan kaplanı yayıncım hissetmişti. Bana “Bir kaplan gördüm ve bence kapakta o kaplan olmalı.” demişti. Somut bir kaplan tasviri yerine stilize, soyut çizgiler düşündük. Zaten şiirde de kaplanların çizgilerinden söz ediliyordu. Böylece kapak tamamlanmış oldu.

Şiirlerin ilk halinden, kitap olana kadar geçirdikleri evrimi yaşamış olmak bana fazlasıyla ilginç gelir. Şeyleri biriktirmeyi sevmediğim halde, bir gün başkalarıyla da paylaşmak üzere, hiçbir eskizi yok etmiyorum. İlk defter halinden son dosyalanmış haline kadar, arada defalarca yeniden yazılan şiirleri tutuyorum. Şiirin hikayesini bütün bu yazılanlardan daha iyi o arşiv anlatır çünkü!

Bejan Matur

1-sultanhan_kayseri Her Taş Bir Kelime

Şiir Nedir?

(A) Şiir nedir?
(B) Dilbilim açısından şiirsellik kıstasları nelerdir?

Bu soruların yanıtları sırasıyla şöyle verilebilir:
(A) Şiir Nedir?

Şiir dar bir alana sıkıştırılmış az sayıda sözcükle yoğun anlamlar aktarma gücüne sahip olan yazınsal bir iletişim aracıdır. Şiirde, anlam yoğunluğu, doku zenginliği, biçim sıklığı vardır. Her dize, her sözcük, her hareket hatta her yapının kendisi bile ikili bir anlam taşıyabilir. Şaire tanınan küçük alanda pek çok şey başarılır. (Miller ve Slote, 1964:509-516) Şiirde kimi zaman alışılmamış, sıra dışı ve mantık dışı gibi görülen, ancak aslında uyumlu olan sözcük ve tümceleri birlikte kullanarak okuyucusunu şaşırtmaktadır şair. Sözcüklerinin büyük bir bölümüne geniş anlamlar yüklemektedir.

Keating ve Levy (1991) şiirin, yazın sanatında, en az sözcükle en yoğun anlamların elde edilebildiği bir tür olduğunu belirmektedirler. Şair sürekli olarak, yeni, aykırı, özgür, özgün ve deneysel ifade biçimlerinin arayışı içindedir. Her şiirin, düzyazınınkine aykırı düşen, sadece kendine özgü, özel sözcük dizimi kuralları vardır. (1037) Kısacası, şiir, çok az sayıda sözcük kullanımıyla, çok yoğun duygular anlatmayı amaçlar ve içinde kişi, kişisel ses tonu, şiirsel söylem, sıra dışı sözdizimi, imgeleme, söz sanatları, ses yinelemeleri, bütünlük, belirsizlik, zirve, sapma ve önceleme gibi bir dizi sanatsal kıstaslar barındıran bir yazınsal metin türüdür. Sıra dışı sözcük birliktelikleri içerir. Okuyucunun beklentisine ters düşen ve okurken onu şaşırtan dil kullanımlarına sahiptir. Kimi zaman da, izleksel yapısının içinde bir zirve ya da dramatik bir değişiklik bulunur. Şair çoğu zaman, şiirin içindeki sapmaları öne çıkararak, okuyucusunu kendi hayal gücüne dayanan bir yorum yapmağa yönlendirir.. İşte bu nedenle de okuyucunun kendi kendisine böyle sıradışı bir dilin neden kullanıldığını sormasını sağlar.

(B) Dilbilim açısından şiirsellik kıstasları nelerdir?

Leech, şiire önce dilbilimsel açıdan, daha sonra da yazınsal yorum açısından yaklaşmaktadır. Leech, şiirin içindeki anlam ve değerleri açıklamağa yönelik biçem çalışmalarında, “sapma kavramı”nın önemine dikkat çekerek, bir dil öğesinin, biçemsel açıdan seçkin ve fark edilebilir kabul edilebilmesi için, onun, alışılagelmişlikleri karşılaştırılma yöntemiyle onaylanmış olan bir dizi olağan normlardan sapmış olması gerektiğini vurgulamaktadır. Leech söz konusu normları iki grupta incelemektedir : (1985:39)

__Can Yücel anlatıyordu. “Şiir nedir?” diye sorulmuştu ve o da şu cevabı vermişti. Ressam Pablo Picasso’nun komşusunun küçük bir kızı varmış ve asla Pablo Picasso’nun ilk ismini doğru söyleyemezmiş. Her zaman ona Tablo Picasso diye seslenirmiş. Şair “işte şiir budur” diyordu. İşte şiir bu..

__Derrida’nın “Şiir Nedir?” isimli kitabını dilimize çeviren Ahmet Sarı ile Ali Ömer Akbulut konuştu. Sarı, ‘Şiir otoyola çıkar çıkmaz (dile gelir gelmez) ölen (ölümle yüzleşmek zorunda kalan) bir şeydir’ diyor.

__Şairi “Arı bal yapar, fakat balı izah edemez”, “Ağaçtan düşen elma da arz cazibesi kanunundan habersizdir” cümleleriyle tarif eden Necip Fazıl’ı dünyada her halde Boudelaire, Rimbaud, Hölderlin ve Kleist ile mukayese etmek mümkündür. Bu dört büyük dahi de hafakanlarında boğulmuşlardır. Biraz merak sahibi olan, zerre kadar sorumluluktan nasibini almış zeka, varlığının ve içinde yaşadığı evrenin izahını gaye edinir. Toprak ve kayalardan oluşan, üzerinde yaşadığımız dünya, hiç değilse şimdiki bilgilerimize göre şuursuz ve cansızdır; Ay, Güneş, yıldızlar aynı şekilde. Nasıl oluyor da bilinmeyen bir zamandan, belki de milyonlarca yıldan beri hiç birbirine çarpmadan, hiç saniye şaşırmadan dönüp duruyorlar; hep 21 Aralık en kısa, 21 Haziran en uzun gün oluyor…

Bütün bunlara “Tabiat”la cevap bulmak ancak geri zekalıları tatmin eder. Dağarcığında azıcık zeka kırıntısı bulunanın soruları zincir misali uzayıp gider. Tatmin edici, doyurucu imanı ve ona dair bilgisi olmadı mı zeka sahibinin hafakanı başlar. O hafakanlar kumkumasından Abdülhakim Arvasi’nin sihirli elinin çekip çıkardığı Necip Fazıl, her düşünen insan gibi, şairi de bu konuda mutlak sorumlu sayar; bunun için şairin özelliklerine şunları ilave eder:

“Şairi cemat, nebat ve hayvandaki vasıflar gibi, kendi ilim ve iradesi dışındaki içgüdülerle dış tesirlerin şuursuz aleti farz etmek büyük hata… Şuur ve zat bilgisi, cematta sıfırdan başlayıp nebat ve hayvanda gittikçe kabaran bir asgariye varır, sonra insanda ilk kamil vahidine kavuşur ve mutlak ifadesini Allah’ta bulur. Şair de, bu ilahi idrak emanetinin insanda, insanüstü mevhibesini temsil etmeye memur yaratık..”…Bu idrakten mahrum olanın şairliğini de veciz bir şekilde şöyle ifade eder: “… Ulvi idrak memuriyetinin mahzarı şair, memuriyetini bizzat şuurlaştıramayınca, üstün idrak kıvamına erişemeyince, sadece kör ve sığ duygu planına mıhlı kalınca, insan postu içinde hayvanda bile bulunmayan bir bönlük, bir yersizlik, bir eksiklik arz eder.”

Yüce hakikatin sorumluluğuna sahip olan şairin anlayışı da elbette farklı olacak, “Şiir nedir?” sorusuna şöyle cevap verecektir: “… Bu sual, insanoğluna (Aristo)’dan bugüne kadar duman kıvrımlarındaki muadelenin tespiti kadar zor göründü. Bu yüzden gayet adi laflar ettiler. (Aristo)’dan (Pol Valeri)’ye kadar bütün poetik fikirciler, ya sahilsiz bir tecrit denizinde boyuna açıldılar, yahut aşağının bayağısı birtakım kaba tekerlemelere düştüler… Hepsi bu kadar… Ve şiirin ne olduğu, her büyük mefhum gibi meçhul kaldı.” İnsanoğlunun cevap bulamadığı bu soruyu şöyle açıklıyor: “Bizce şiir, mutlak hakikati arama işidir.” İşte Necip Fazıl ve benzeri dahiler hafakanlarında boğulmamışlarsa, şair ve şiiri yerli yerine oturtmalarındandır.

__Şiir konusunda öncelikle şu saptamaları -ardı ardına- sıralamalıyım: “Şiir, ne sadece gerçeğin ne de hayalin ürünüdür; şiir, gerçekle hayalin bileşimidir. Peki, gerçekle hayal nedir? Gerçek, nesnel ve dış dünyada var olanın iddiasıdır, hayal ise gerçekliğin ötesine varıştır.

Aristo bir sözünde: ‘Şiir olanı değil, olması gerekeni anlatmalıdır’ diyordu. Bu, bir duvarı örmede tuğlanın yanında harcın olmaması durumudur. Yani gerçekle hayalin arasından hayalin seçilmesi zorunluluğudur. Bir nevi gerçeği göz ardı etmektir bu. Oysa şiir, Cervantes gibi gerçek, Don Kişot kadar düştür.

Şiir biraz karanlıkta kalmadır, aydınlığa ışık saçmak için. Şiir gölgedir, kendini ele vermeyişindedir. Bir tül perdenin ardını seçmede sislerle oynaşabilmektir. ‘Ben sinüs/ Kin cosinüs/ sevgi tanjant/ 900’ mısralarındaki derinliği bulmada çaba sarf etmektir. ‘Bugün hava çok güzel/ şiir okuyorum/ gözlerim uzaklarda/ ağlıyorum’ mısralarındaki tekdüzeliğin, çok anlam ifade edemeyeceğini fark etmektir.

Bir şiirde derin ve çok yönlü manaların olması şiiri zenginleştirir, kalıcı kılar. Bu nedenle şiir, tek yönlü değil, çok yönlü olmalıdır. Çünkü tek yönlü şiir, tek celsede kaybedilmiş davadır.

Şiir, bir yemek masasında birçok yiyeceğin bulunmasındadır. Her nimetten tatmaktır şiir… Alanını dar bir çerçeveye sığdırmamış, farklı alanlara yönelmiş entelektüel arayıştır. Felsefeden tarihe, fizikten anatomiye, dinden siyasete… Akla gelebilecek bilim ve bilimdışı konuların entegrasyonudur.

Şiir, gökyüzü renkli bir kuşun gökyüzünde, dünyaya karşı kuşbakışı görünüşüdür. Birçok şeyi görebilmektir şiir…

Ya şair?

Ya o öleceğini bilerekten ölmemişliğin iksirini arayan Gılgameş’tır…” [1] Ve her şair bir Gılgameş’tır; her Gılgameş’ın da bir aşk olduğu gibi…

Şiirin de, aşk gibi canlı bir organizma gibi olduğunu düşünüyorum… Bu canlılığı sağlayansa şairin -Gılgameş’ın- yaratısındaki ustalıkla birleşen içtenliktir… Tek başına içtenlik bir şey ifade etmez, tek başına ustalık da ancak teknisyenlik olabilir… Ustalığın ve içtenliğin buluştuğu noktada aşk gibi canlı bir organizma ortaya çıkar ki, o şiirdir…
Bu nedenle şiir aşkla yazılır… Hem de tutkulu bir aşkla… Ve de tutkulu aşkın ütopyalarıyla… Sonra da ütopyalardan vazgeçmeyen bir ısrarla… Israrın kararlılığıyla… Ve en önemlisi de, hangi koşullarda ve nerede olunursa olunsun “Baharın Hâlâ İsyancı Olduğu”na ilişkin filinta endam umutlara ihanet etmemekle…

St. Augustine’in, “Amor meus, pondus meum: illo feror, quocumque feror”; ya da Newton’un, “Gece gündüz onu düşünerek,” vurgusuyla betimlediği aşk deyip geçmemelidir…

“D’Arcy’nin bir sözüyle: ‘Bütün edebiyatta aşka rastlanır. Ama geçici bir olay olarak değil, edebiyatın özü olarak ve şaşırtacak kadar değişik biçimlerde’…”

Aşk içimizdeki çocuktur, “Anne bak kral çıplak” diye haykıran cürettir; insanlıktır…

“Aşk bir Çingene çocuğudur, kanun tanımaz, diyorlar…” Ona ne şüphe! Elbette doğrudur…

“Kim ne derse desin aşk, sanrılı bir duygu depremidir.İnsanın kendini bulma, tanıma, savrulma serüvenidir üstelik…”

Ve “Sevgi, insanın insan olmasında önemli bir olanaktır. Onun erdemli, güzel, bilgili sağlıklı olmasında, onsuz edilemez bir yeri var. Sevgisiz ahlaklı, sevgisiz estetik, sevgisiz bilgili, sevgisiz sağlıklı olamazsınız. Sevgisiz gelişemezsiniz. Büyüyemezsiniz. Anlayamazsınız…”

Sahi….ŞİİR NEDİR ! / NE DEĞİLDİR !

Talat Sait Hamlan

siir+nedir Şiir Nedir?

Tefvizname

Tevfizname-1

Bir işi murad itme
Olduysa inad itme
Hak’tandır o, reddetme
Allah görelim n’eyler
N’eylerse güzel eyler

Hiç kimseye hor bakma
İncitme, gönül yıkma
Sen, nefsine yan çıkma
Allah görelim n’eyler
N’eylerse güzel eyler

Tevfizname-2

Gönlün Hakk’a perg eyle
Takdirini derk eyle
Tedbirini terk eyle
Allah görelim n’eyler
N’eylerse güzel eyler

Hoş sabr-ı cemilimdir
Takdir-i kefilimdir
Allah ki vekilimdir
Allah görelim n’eyler
N’eylerse güzel eyler

Her dilde anın adı
Her canda anın yadı
Her kuladır imdadı
Allah görelim n’eyler
N’eylerse güzel eyler

Naçar olacak yerde
Nagâh açar ol perde
Dermân eder ol derde
Allah görelim n’eyler
N’eylerse güzel eyler

Az ye az uyu, az iç
Ten mezbelesinden geç
Dil gülşenine göç
Allah görelim n’eyler
N’eylerse güzel eyler

Geçmişle geri kalma
Müstakbele hem dalma
Hâl ile dahi olma
Allah görelim n’eyler
N’eylerse güzel eyler

Her dem, anı fikr eyle
Zirekliği koy şöyle
Hayranlığı bul söyle
Allah görelim n’eyler
N’eylerse güzel eyler

Gel hayrete dar bir yol
Kendin unut, anı bul
Koy gafleti, hazır ol
Allah görelim n’eyler
N’eylerse güzel eyler

Her sözde nasihat var
Her şeyde zinet var
Her işte ganimet var
Allah görelim n’eyler
N’eylerse güzel eyler

Her söyleyeni dinle
Ol söyledeni anla
Hem eyle kabul-i canla
Allah görelim n’eyler
N’eylerse güzel eyler

Vallahi güzel etmiş
Billlahi güzel etmiş
Allah görelim n’etmiş
Ne itmişse güzel etmiş

Tevfizname-3

Hak, şerleri hayr eyler
Zannetme ki gayr eyler
Ârif anı seyr eyler
Allah görelim n’eyler
Neylerse güzel eyler

Sen, Hakk’a tevekkül kıl
Teslim ol ve rahat bul
Her işine razı ol
Allah görelim n’eyler
N’eylerse güzel eyler

Deme şu niçün şöyle
Yerindedir ol öyle
Bak sonuna, seyr eyle
Allah görelim neyler
N’eylerse güzel eyler

Sen adli zulüm sanma
Teslim ol, oda yanma
Sabr eyle sen, usanma
Allah görelim n’eyler
N’eylerse güzel eyler

Hakk’ın olacak işler
Boşdur gâm ü teşvişler
Ol hikmetini işler
Allah görelim n’eyler
N’eylerse güzel eyler

Erzurumlu İbrahim Hakkı

mevla+gorelim+neyler Tefvizname

Şiir Gücünü Nereden Alır

ŞİİR: GÜCÜNÜ KUTSALDAN ALAN BİR SÖZ SANATI
YA DA
SANA ŞİİRDEN SORUYORLAR. DE Kİ…

“Şiirin gücünü nereden alır?” sorusunu sormadan önce “şiir gerçekten güçlü müdür?” bunun da ötesinde “eğer güçlüyse ona bu gücü kim vermiştir?” soruları üzerinde durmak daha anlamlıdır diye düşünüyorum.

İşlevsel açıdan bakılacak olursa şiirin gücü, her yerde her zaman kendisini açıkça hissettirir. O, çeşitli toplantılarda ve mitinglerde coşkunluğun sembolü haline gelir. Gerek aşk ve hasret, gerekse gurbet ve asker mektuplarında özlemleri ve umudu, hatta bazen umutsuzluğu dile getirir. Günlük konuşmalar arasında uzun sözü hülasa eder. Başkaca bir şeyler demeye hacet bırakmaz. Hiç bir şey söylemeyen bol ve boş laflara izin vermez, kestirip atar. Bazen şiirlerle ahlakî öğütler verilir. Çoğu kere soyo-kültürel değerler onunla öğretip nesilden nesle aktarılır. Buna şiirin sosyalleştirme fonksiyonu da denebilir. Kimi zaman kelimelere sığmaz ve anlatılamaz olan dinî duygu ve düşünceler onunla ifşâ edilirken, kimi zaman da milli duygular yine onunla şaha kalkar. Tüm bunlarla birlikte o, kah ideolojik ve siyasal tavırlara eşlik eder, kah ölüm ve yalnızlığa kafa tutar. Liste istediğimiz kadar uzatılabilir. Bunun pek de önemi yoktur. Sözün özü şiir; “farklı ortam ve bağlamlarda” duyguları ürpertici ve düşünleri çatlatıcı bir güç olarak baş köşede hazır ve nazırdır. Sadece öyle kalsa iyi, kendisiyle iştigal edenleri keyifle izlemektedir, bazen öfkeyle bazen de memnuniyetle…

“Şiirin gücü” kavramı farklı çağrışımlara gebe bir ifadedir. Zira onun güçü işlevinden mi kaynaklanır, yoksa özünden mi beslenir, meselesi hâlâ çözüm bekleyen bir konudur. Eğer sadece işlevinden kaynaklanıyorsa, o zaman “şiirin birey ve toplum üzerinde nasıl bir etkisi vardır?” ya da “şiirin açık ve örtük etkileri nelerdir?” hatta “hangi şiir ya da ne tür şiir kimleri nasıl etkiler?” vb. sorulara cevap bulmak daha önemlidir. Ama ben şiirin gücünü kitlelerde uyandırdığı tesirden ziyade, yani işlevinden önce, özünde aranması gerektiğini düşünüyorum. Kuşkusuz gücünü özünden alan şiir işlevleriyle de güçlü olacaktır.

“Şiirin özü nedir?”

İki hafta önce birisi İslam Felsefesi, diğeri Türk-İslam Edebiyatı branşlarında akademik çalışmalar yapan iki arkadaşla farklı zamanlarda “İLHAM” konusunu tartıştık. “İlham” ile “vahiy” arasındaki benzerlik ve farklılıklar üzerinde epey konuştuk. Bu konuşma ve tartışmalar, gerek ilham gerekse vahyin (birbirinden belli açılardan farklı olmasına rağmen) metafizik bir karaktere sahip olduğu, bunun da “RUH” kavramıyla ilişkili olarak açıklanması gerektiği düşüncesini beraberinde getiriyordu. Tam o sırada “Sana ruhtan soruyorlar? De ki ruh…” (İsra, 85) ayeti canlandı zihnimde ve hemen bir analoji kurarak “Sana şiirden soruyorlar? De ki…” şeklinde bir başlık şekillendi. Evet bu bence iyi bir başlıktı. Çünkü ruhun bilin(e)mezliği ve tanımlanamazlığı gibi bir durum aynen şiir için de söz konusuydu. Nasıl ruh hakkında herkes bir şeyler söylese de ilim erbabı çok az insan çok az bir bilgiye sahipse, şiir hakkında da herkes bir şeyler söyler ama onun ne olduğu hakkında çok az kişi çok az bir bilgiye sahiptir. Şiirin nasıllığı konusu bu anlamda, göreceli olarak daha kolay bir konudur. Ama onun “ne”liğini tanımlamadan “nasıl”lığını nasıl ortaya koyabiliriz ki! “Sonra şiiri tanımlama iktidarı kimin/kimlerin elinde?” “Ona/onlara bu tanımlama iktidarını kim verdi?” “Tanımlama iktidarına sahip olduğunu söyleyenler gerçekten de tanımlamaya muktedir kişiler midir?” “Sadece şiiri değil acaba şairi tanımlamak mümkün müdür?” “Şiirle az ya da çok uğraşan her insan şair midir? “Sonra yazılan her şey şiir midir?” Bu sorulara verilecek cevaplar şu da bu şekliyle şiiri ve şairi tanımlamaya yöneliktir. Ancak dil felsefesi açısından bakılacak olursa, her tanımlama, her kavramlaştırma aynı zamanda alanı daraltma ve sınırlandırma eylemidir. Bundan dolayı şiir, hakkında yapılacak hiç bir tanımı tam olarak kabul etmez. Ancak her tanıma, hakikate ışık tuttuğu müddetçe kapısını aralık tutar.

“Acaba şiir neden tanımlanamaz?” “Bunun da ötesinde acaba şiir nedir diye sormaya ihtiyaç var mıdır? “Şair kimdir? sorusunun cevabını nerden ve nasıl bilebiliriz”. Bana göre şairi tanımlamak en azından sufiyi tanımlamak kadar zordur? Fazla abartılı bir iddia olabilir ama şiiri tanımlamak da kutsalı tanımlamak kadar problemlidir?
Ebu Hafs’a sorarlar: Sufi kime denir?

O şöyle cevap verir: Sufi, sufi kime denir, diye sormaz.

Bu cevabın açılımı yapacak olursak Ebu Hafs şöyle demek istiyor: Sufi; sufi kime denir diye sormaz. Çünkü sufi olan sufi olanı bilir. Sufi olmayan sufi olanı bilmez. Sufi olan sufi olmayana sufi olduğunu bildiremez.

Şair kime denir? Buna göre, şair olan şair kime denir diye sormaz. Yani şair olan şair olanı bilir. Şair olmayan şair olanı bilmez. Şair olan şair olmayana şair olduğunu bildiremez.

Bununla birlikte diyelim ki sorduk: “Şair kime denir?” Bu sorunun cevabı genellikle şu şekildedir. “Şair; şiir yazan kişidir”. Bu tanım oldukça yetersizdir. Çünkü tanımda geçen “şiir” kavramı öyle kolayca ele avuca sığan bir kavram değildir. Bu sebeple gerek şair unvanı verilen pek çok kişi, gerekse düşünsel ve bilimsel anlamda şiirle meşgul olanlar, yani onun teorisini, nasıllığını, geçirdiği aşamaları, biçimlerini, anlamlarını, ekollerini ve işlevlerini inceleyenler kendi perspektiflerinden tanımlar yapmışlardır. Her tanım gerçekliğin bir tarafını açıklar, onu aydınlatır. Ancak gerçeklik kavramlara mahpus olmayı istemediği için yapılan her tanımı çatlatır ve dışarı sızar. Belki de bu sebeple onu “efradını camii ağyarını mani” bir şekilde tanımlayamıyoruz. Ancak şiirin tanımlanamaması onu anlamaya ve tanımaya ve onun hakkında konuşmaya engel teşkil etmez. Çünkü hakkında konuşmak için zihnimizde şiir deyince canlanan bir takım stereotipik temsillerin olması gerekir. Bu tür stereotipik temsiller hepimizde vardır. Bu anlamda keşke Moskovici’nin sosyal temsiller kuramına dayanılarak bir çalışma yapılsa ve halkın günlük hayatın akışı içerisinde “şiir” deyince akıllarına ne geldiği tespit edilse, buradan hareketle sağduyusal bir bilgi olarak şiire yüklenen anlamlar belirlenebilse…ahh keşke… ne iyi olurdu.

Derslerde zaman zaman sosyal inşâcı yaklaşımı kabul ederek, bazı kavramlar hakkında öğrencilerin birbiriyle uzlaştığı ve farklılaştığı özellikleri tespit ederek, ilgili kavramın o an zihinlerde neler çağrıştırdığını anlamaya çalışırım. “Tanrı, kutsal, dua, kader, küreselleşme, kimlik vs. nedir?” şeklinde zaman zaman sorular sorar onların bu kavramlara bakışını, bunları algılayış biçimlerini anlamaya çalışırım.

Bir keresinde de “Sizce şiir nedir?” diye sordum. Küçük birer kağıt dağıttım ve cevaplarını en az üç kısa cümleyle yazmalarını istedim. 48 kişilik bir sınıftan 45 kişiden cevap geldi.

Cevaplar oldukça çeşitliydi. Ancak en çok dikkati çekenler şunlardı:

“Şiir; bir söz sanatıdır” (30 kişi).
“Şiir; şairin yazdığı ya da ürettiğidir” (7 kişi).
“Şiir sanattır” (4 kişi).
“Şiir; dizeleri alt alta getirme sanatıdır” (3 Kişi).
“Şiir; aşkın dillendirilmesidir” (2 kişi).
“Şiir; sevgiliye gönderilen mektupları süsleyen ifadelerdir” (2 kişi).
“Şiir; yerine göre aşk yerine göre öfkenin söze dökülmesidir” (2 kişi).
“Şiir; şuur altının kelimelerle dışa vurumudur. Çünkü şairler ruhsal kargaşa yaşayan insanlardır” (1 kişi).
“Şiir; düz anlatım varken kulağı tersten göstermektir” (1 kişi).
“Şiir; düzyazı olmayan şey neyse odur” (1 kişi).
“Şiir dil ile müziğin birleşmesidir” (1 kişi).

Buna benzer ifadeler vardı cevaplarda. Ancak bu cevaplarda asıl dikkati çeken husus şiir deyince “söz” ve “sanat” kelimelerinin akla gelmesidir.

Üniversiteli gençlerin “Şiir bir söz sanatıdır” şeklindeki cevaplarına bakılacak olursa, bunun şiirin hâlâ vazgeçemediğimiz bir tanımı olduğunu görürüz. Çünkü gerek sosyal çevrede gerekse okul hayatlarında kendilerine açık ya da örtük bir biçimde öğretildiği üzere şiiri hep bu şekilde tanımlamayı öğrenmişlerdir.

Öğrenciler tarafından bu tanımın anlamı ne kadar düşünülmüştür, onu bilmiyorum, ancak bana göre şiir için hâlâ en uygun tanım budur. Çünkü bu tanım şiire iki açıdan kutsallık katmaktadır. Bunlardan birisi “söz” diğeri ise “sanat”tır.
Yuhanna İncili’nin ilk üç ayeti şu şekildedir:

“Başlangıçta (önce) Söz vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi ve Söz Tanrı’ydı. Her şey Söz aracılığıyla var oldu.”

Bu durum “kelam” ile “lisan” arasındaki farklılığı meydana getirmektedir. Lisan sonradan oluşan/oluşturulan bir şeydir, halbuki kelam, yani söz önceden vardır. Batı dillerinde mesela Fransızca’da var olan “parole” ile “language” arasındaki farklılık aynen bizdeki “söz” ile “dil” ya da Arapça ve Osmanlı Türkçesi’ndeki “kelam” ile “lisan” arasındaki farklılığa benzer. İslam inancında Kur’anın ezeli kabul edilmesi de “lisan”dan, yani Arapça’dan dolayı değil, “söz”den dolayıdır. Bu sebeple Kuran-ı Kerim Lisanullah olarak değil, Kelamullah olarak tanımlanır.

Tevrat’ın “Tekvin” kitabında da Tanrı “ışık olsun der ışık olur, karanlık olsun der karanlık olur” (Tekvin, 3-5). Bu süreçte Tanrı’nın adını koyduğu her şey, yani Tanrı’nın isim verdiği, sözle var kılmayı dilediği her şey hemen var olur. İslam inancında da bu olguyu görmek mümkündür. Zira yaratılan her şey sözle var olur. Başka bir deyişle Allah “kün” yani “ol” der, o şeyde hemen oluverir “feyekûn”.

Buna göre tanımlama iktidarı sözü elinde bulunduranlarındır. İşte tam da bu noktada şiirin öncelikle bir söz, sonra da sanatsal bir ürün olması durumu ile karşılaşmaktayız. Esasen o gücünü de bu iki husustan almaktadır, ya da şiir, bu iki kaynaktan beslendiği için güçlü ve etkilidir.

İnsanı diğer canlılardan farklılaştıran hususlar sıralanırken öncelikle “o konuşan bir canlıdır”, “düşünen bir canlıdır”, “bilinçli bir canlıdır” vb. ifadeler sıklıkla kullanılır. Aslında bu özellikler “homa sapiens”e aittir. Halbuki “insan homo sapiens sapienstir.” Yani insan bilincinin bilincinde olan bir varlıktır. Bu onun düşündüğünün farkında olması demektir. Bunun da ötesinde düşünmeyi düşünen bir varlıktır. Bu durum en iyi ifadesini Descartes’ın “cogito ergo sum” önermesinde, yani “düşünüyorum o halde varım” cümlesinde bulur. Ancak insanın bir başka özelliği daha vardır. Bunu Cassier “insan sembol üreten / yaratan / oluşturan bir varlıktır” diye açıklar. Fromm ise sembol dilini insanlığın ortak dili olarak kabul eder. Bu dil, edebiyatta (özellikle şiirde, destanda ve masalda), dini-kutsal metinlerde, mitlerde, rüyalarda, heykel ve resim başta olmak üzere çok çeşitli sanat eserlerinde ortaya çıkar.

Dikkat edilecek olursa tüm bunları üreten insandır. Konumuz açısından edebiyatta sembol üretimi, bilincinin bilincinde olan insanın çoğu kere bilinçsiz bir şekilde, ancak ustalıkla yaptığı bir iştir. “Bilinçsiz, ama ustalıkla” ifadesi görünürde bir paradoks oluşturmaktadır. Buradaki bilinçsiz bilgisiz anlamında değildir. Yoğun bir düşünce aşamasından geçtikten sonra kendiliğinden oluşması ve şuur dışında mayalananın oradan şuur alanına neşet etmesidir. Sembol şuur dışını ne kadar çok yansıtırsa ve üzerinde daha sonra ne kadar çok ustalıkla çalışıp biçimlendirilirse o kadar etkili olur. Zira edebiyatta sembol basit bir anlatı değildir. Bilakis o kelamın, yani sözün aksi sedasıdır. Başka bir deyişle sembol; lisanın (dilin) dar kalıplarına indirgenen kelamın (sözün) özgürlük arayışıdır, özgürlüğe kanat açmasıdır. İşte bu noktada şiirin Yaratıcı Söz, yani Tanrı ile ilişkisi ortaya çıkar. Anlamı dile sığmayan söz sembollerle dile gelir/ getirilir. Şiirin gücü de buradan neşet eder, yani kullanılan sembolik dilden.

Yukarıda en kısa ve özlü tanımıyla “Şiir; bir söz sanatıdır.” demiştik. Söz üzerinde dururken, özellikle kutsal kitaplara atıf yaparken tek tanrılı (monoteist) dinlerde yaratmanın sözle olduğundan bahsedilmiştik.

Yaratma ve yaratıcılık İslam’da Allahın subutî sıfatları içerisinde yer alır. Yani temelde Allah’ın bir vasfıdır, ancak O bu vasfından insanlara da bahşetmiştir, tıpkı hayat, ilim, irade ve kelam sıfatlarından kısmen insanlara verdiği gibi. Şiir de söz ile yaratıcılığa katılma eylemidir. Bu sebeple o, basit bir üretme değildir, çünkü her basit üretim sanat olarak değer bulmaz. Başka bir deyişle şiir sözün sembollere dönüştüğü sanatlı bir üretimdir. Öyleyse şiirin etki ve etkileme gücünün birinci aşaması “SÖZ” ise ikinci aşaması “YARATMA”dır.

Söze sahip olanlar yaratma ve tanımlama iktidarını ellerinde bulunduranlardır. Bu anlamda şairler hem dilin gelişimi hem de sembol üretimi açısından nesirle uğraşanlardan bir adım daha öndedirler. Şairler temelde tanımlayıcıdır. Romancı ve hikayeciler ise daha ziyade tasvircidir. Tanımlamak gücü elde tutmayı gerektirir. Michel Faucault iktidar-bilgi ilişkisi açısından der ki; “İktidarda olan bilgiyi oluşturur.” Şair şiirinde tanımlama yapar ve bilgiyi oluşturulur. Ancak bu kuru, kupkuru bir bilgi de değildir. Bu bilginin içine insanın en karmaşık düşünceleri ve duyguları da karışmıştır. Şu halde şiirin gücü aynı anda hem duygu hem de düşünceyi birlikte sunmasından kaynaklanmaktadır, diyebiliriz.

Şiirde duygu ve düşüncenin çok önemli olması, bizi bir başka noktaya taşımaktadır. Psikologların hâlâ üzerinde bir türlü uzlaşamadıkları, tanımlaması en azından şiir kadar zor olan duygular şiirle dile gelmekte/getirilmektedir. Duygularını aktarırken düz yazıda kıvır kıvır kıvranan insan şiirde başka bir rahatlık yaşar. Çünkü elindeki malzeme itibariyle, gündelik dile, yani duyguları anlatmada yetersiz olan konuşma diline sahip olsa da, şair ucu açık ve çağrışımı zengin semboller üreterek bu yetersizliği ve kısıtlamayı aşmaya çalışır. Ciltlere sığmayan açıklamalar bazen bir mısraya, bir beyte ya da bir kıtaya sığabilir. Çünkü şair az sözle çok şey anlatır. Bu anlamda şiir tanımlanmayan duyguların tercümanıdır. Başka bir deyişle kendisi ele avuca sığmayan, gereği gibi tanımlanamayan şiir tanımlanamaz denilen şeyleri tanımlama gücünü elinde bulunduran bir söz sanatıdır. Kısaca şiir tanımlama iktidarına giden yoldur. Şair de tanımlama iktidarını elinde bulunduran kişidir. Şiir; bireysel, sosyal, edebî ve estetik gücünü işte buradan almaktadır.
Soren Kierkegaard “Korku ve Titreme” adlı eserinde bir çocuktan (kendisinden) bahseder. Hz. İbrahimin öyküsünü büyük bir hayranlıkla dinleyen. Ancak çocuk büyüdükçe öyküyü daha fazla anlamaz hale gelir. Hatta Kierkegaard “Hegel’i anlamak zordur, derler. Ben Hegel’i anladığımı düşünüyorum, ancak İbrahimi anlayamıyorum” der. Bu durum şiirin çilesini çeken şairler içinde geçerlidir. Eskiden şiiri daha fazla anladığını, şiiri bildiğini sanan pek çok kişi şiirin içine girmeye çalıştıkça onu daha az anladığını fark etmeye başlar.

Şiir bir serap gibidir çölde. “Tamam, buldum”, deyip üstüne atladıkça yapıştığınız şeylerin sadece kumlar olduğunu ve ötelere kaçan suyun size kışkırtıcı bir şekilde göz kırptığını görürsünüz. Bu sebeple şiirle tam bir vuslat olmaz. Sadece şimşek gibi gelip geçen, öznel, kısa süreli bir tecrübe yaşarsınız onunla. Tıpkı kutsalla ilişkide yaşadığınız gibi. Şiirin bu gizemli hali onu daha fazla çekici kılmaktadır.

Şiirin gücünü kutsaldan alması meselesinde Mevlana’nın müzik konusunda yaptığı açıklamayı desteğimize alarak yürüyebiliriz. “İnsanlar müziği neden sever? “Müzik neden çekici ve hayranlık uyandırıcıdır? sorularına Mevlana şöyle cevap verir. “Ruhlar aleminde (elest bezminde) Allah ruhlara doğrudan kendi sesiyle hitap etmiştir. O ses o kadar güzel, o kadar latif, o kadar çekicidir ki, ruhlar orada o sese hayran olmuştur. İşte insan yeryüzünde hep o sese benzer, o sesin verdiği lezzeti anımsatan sesleri arama peşindedir.” Eliade’ın kavramlarıyla söyleyecek olursak bu durum; ilk yaratılışa, ilk yaratılış anında yaşananlara duyulan özlemin kılık değiştirerek bazen dinî bazen de seküler bir şekilde yansımasıdır. Şiir içinde aynı şeyleri söylemek mümkündür. Buna göre müzik ve şiir kelimelerin anlatmada kifayetsiz kaldığı kutsal gücün ve kutsal güzelliğin insanî düzlemdeki yansımalarıdır. Din ve sanat ilişkisi perspektifinden bakılacak olursa, şair her yazdığı şiirde, okuyucu her okuduğu şiirde hep o sesi, yani elest bezmindeki o muhteşem sesin ahengini ve çekiciliğini arama peşindedir.Bu sebeple diliyle ve sesiyle iyi niteliği verilen her şiir, belki de müzikten daha fazla kişiyi etkileyicidir. Bu anlamda şiirin gücü elest bezminin gizemini, yani kutsalı ifşâ etme yeteneğinde yatmaktadır.

Şiir gücünü doğrudan doğruya kutsaldan ya da kutsalla ilişkili hususlardan alır, diyoruz. Ancak bu güç her insanda farklı şekilde tezahür eder. “Her okuma özneldir ve her okuma başka bir okumadır” varsayımı ile söyleyecek olursak, her insan içinde bulunduğu ortama ve bağlama göre okuduğu metinden ve şiirden farklı şekillerde etkilenir. İdeolojik tercihler, dünya görüşü, şiir anlayışı, entelektüel düzey, sosyo-ekonomik statü, karakter, kişilik, kimlik, hatta cinsiyet farklılıkları vs. şiirin bireyler üzerindeki gücünün nasıllığını ve derecesini etkileyen hususlardır. Bunun da ötesinde sadece farklı tipteki insanlar değil, aynı insan farklı zamanlarda ya da dönemlerde aynı şiiri farklı okuyup farklı anlamlandırabilir. Ergenlik ya da yetişkinlik dönemlerinde, mutluyken ya da mutsuzken, karnı açken ya da tokken, sevgiliyle birlikteyken ya da hasretle kucaklaşmışken, sağlıklıyken ya da hastayken, evinde ya da gurbetteyken, ilkbaharda ya da sonbaharda kısaca kişinin içinde bulunduğu biyo-psiko-sosyal bağlam değiştikçe şiiri anlama ve anlamlandırma düzeyi de değişir. Bu da belli bir şiiri algılama ya da anlamlandırmanın bağlama bağlı olarak değiştiği anlamına gelmektedir.

Şiirin evrensel bir gücü vardır, fakat bu güç farklı bağlam ve şartlarda farklı şekillerde tezahür edebilir. Mesela; aşk şiirleri bazıları üzerinde daha etkili olurken, bazıları dini-mistik şiirleri, bazıları ise dünyaya isyan ve öfke içeren şiirleri daha çok sevebilir. Kişinin eğitimi, aile yapısı, kültürü, yönelimleri, referansları, hayatı anlamlandırma biçimleri şiir ve şair tercihlerini belirlemede önemlidir. Bu anlamda ergenlik dönemindeki birisine aşk ya da ayrılık şiirlerinin tesiri ile, bir sufiye Yunus Emre’nin tesiri ya da hapisteki birisine Ahmet Arif’in tesiri farklı olacaktır. İşte şiir gücünü tam da buradan almaktadır, yani o her an herkese farklı biçimlerde etki edebilmektedir.

Şairler tanımlama iktidarını ellerinde bulundurdukları için, şiirin gücünü kullanarak ideolojilerini kitlelere daha rahat ulaştırabilirler. Şairler bir yandan şiirleriyle sosyal hareketleri beslerken, bir yandan da sosyal değişim ve dönüşüm arayışlarını yansıtırlar şiirlerinde. Mehmet Akif, Ziya Gökalp, Arif Nihat Asya, Nazım Hikmet, Ahmet Arif, Necip Fazıl, İsmet Özel vs. şiir sesi, şiir dili, ideolojileri, dünya görüşleri birbirlerinden oldukça farklı olan kişiler şiirle ideolojilerini yaymaya çalışırlar. Bu anlamda bunların hepsi, hedef farklı olsa da amaç itibariyle toplumsal sorunlarla ilgilenmişlerdir. Ancak İslamî duyarlılıkları fazla olanlar, Mehmet Akif, Necip Fazıl, Arif Nihat Asya ya da İsmet Özel’i, milliyetçili duyarlılığı ön plana çıkaranlar Ziya Gökalp’i, Türk İslam sentezciliğini savunanlar Necip Fazıl ve Arif Nihat Asya’yı, sosyalist gerçekçiliği savunanlar ise Nazım Hikmet ve Ahmet Arif’i daha fazla okur ve daha fazla etkilenir. Yani şiirin gücü ifadesi (işlevsel açıdan) hangi şiirin gücü ya da hangi şiirin kim üzerindeki gücü şeklinde sınırlandırılırsa daha yerinde olur.

Özetle şiir söz üzerine kurulu olduğu için sözün tesiri şiirin tesirini ortaya çıkartmaktadır. Öz ile işlev bu noktada birleşmektedir. Yunus’un dediği gibi;

Söz ola kese savaşı
Söz ola kestire başı
Söz ola agulu aşı
Bal ile yağ ede bir söz

Doç Dr. Asım Yapıcı

siirin+gucu Şiir Gücünü Nereden Alır

Nagehan aşkın sataştım dürr-i bi hemtasına

Nagehan aşkın sataştım dürr-i bi hemtasına
Can u baş u din ü dünya verdim aldım derd-i yar
Merhem ol derd oldu ancak yüreğim yarasına
İlm ü akl ü zühd ü takva çün h,cab oldu bana
Külli sevdadan geçüp düştünm anın sevdasına
Masivadan göz yumup gördüm anın didarını
Kendüzümden el yudum girdim fena sahrasına
Ol fenadan bir fenaya bir fenadan key fena
Key fenadan sonra eriştim anın bekasına
Bir bekadır ol beka hergiz fena irmez ana
Aklını ko gel eresin bu sırrın manasına
Akl ile aşka girilmez aşk aklı mahv eder
Akl aşkın ol sebebden gelemez yurasına
Akil ister cennet ü hur ü kusur gılman ola
Aşıkın hiç meyli yoktur cennet ü ni´masına
Aşık ol kim göresin Dost yüzünü bunda bugün
Mağrur olma zahidin ol va´de-i ferdasına
Va´de-i ferdaya göymez aşık-ı şurideler
Göz karar derd ü şer erer zülfünün karasına
Eşrefoğlu Rumi aşkdan hoş haber verdi yine
Müddeinin hiç kulak urmaz kuru da´vasına
Müddeinin her sözünde vardurur niçe garaz
Talib isen girme zinhar müddei arasına

Eşrefoğlu Rumi

esrefoglu+rumi+(2) Nagehan aşkın sataştım dürr-i bi hemtasına

Şair Nigâr Hanım’ın Hikâyesi

“Şair Nigâr Hanım çalışması esnasında en büyük problemim öznelliğimin beni tehdit etmesi oldu. Beni biraz tanıyanlar Nigâr Hanım’la özdeşleşeceğimi düşünüyorlardı. Fakat başka bir şey oldu. Onunla özdeşleşmedim ben, zamandan, mekândan ve cinsiyetten azade bir şekilde Nigâr Hanım’a âşık oldum.”

Öznesi iki dünya arasında ürpertili bir salınım olduğundan, Şair Nigâr Hanım’ı ben de iki dünya arasında yazdım. Şair Nigâr Hanım doğu ile batı arasında, güftesi şarklı, bestesi garplı kırık bir hikâyeydi. Ben düş ile gerçek, kurgu ile hayat arasında kaldım.

Şair Nigâr Hanım benim doçentlik tezim. Halide Edip Adıvar’ın 21 romanını teknik açıdan tahlil etmeye yeltenen telâşeli bir doktoranın ardından doçentlik tezi hazırlamaya sıra geldiğinde hocam Orhan Okay’la “Ne yapabiliriz?” diye düşündük önce. Hocam, doktora tezimin teknik meselelerle sınırlı bir çalışma olmasından bahisle, kütüphane ve arşiv çalışmalı, dipnotlu, belge ve bilgiye ulaşan klasik bir araştırma yapmamın uygun olacağını işaret etti, “Eski hocaların çalışmaları gibi.” Bana birkaç da isim önerdi. Bunların kim olduklarını hatırlamıyorum bile. Ama içlerinde Nigâr Hanım’ın ismi dikkatimi çekti ilk anda. Onun hakkında fazla bir şey bilmiyordum oysa. Hayatımın Hikâyesi isimli kitabı görmüştüm. Bir de çocukluğumun içinde geçtiği babamın kütüphanesindeki Hayat Tarih mecmualarından birinin kapak resmini hatırlıyordum. Nigâr Hanım’ın bir rüya güzelliği ile poz verdiği meşhur yaşmaklı portre. “Nigâr Hanım” olsun dedim.

Nigâr Hanım odasında

Hayatımın Hikâyesi, Nigâr Hanım’ın oğulları tarafından onun Aşiyan Müzesi’nde saklanan günlüklerinden yapılan çok küçük bir seçmeydi. Bu kitapçık bana yol haritasını verdi. Önce günlükler bulunup okunacaktı. Gerekli izinler alındı, Aşiyan Müzesi’nin yolunu tuttum. Girişte sol taraftaki oda o zamanlar Şair Nigâr Hanım odasıydı. Görevli, günlükleri getirip masanın üzerine yığdı. Kapıyı çekti, çekildi. İlk defteri elime aldım, evirdim, çevirdim. İlk sayfayı açtım. İlk cümleleri okudum. Mürekkebin kıvamı, kâğıdın dokusu, elinin izi. Zamanın genel geçer kurallarının tümüyle ihlâli. Kurgu ile hayat, düş ile gerçek arasındaki kamaşmalı alana ilk adımı attım. Bir daha da geri dönemedim. O gün oradan günlüklerin mikrofilmiyle ayrıldım

Ondan sonra Aşiyan Müzesi’ne, Nigâr Hanım odasına kaç defa daha gittiğimi bilemem. Defalarca. Bereketli bir çalışmaydı. Her defasında yeni bir şeyle karşılaştım. Karşılıklı yazılmış mektuplar, fotoğraflar, anılar, makaleler. Her biri diğerinin izini gösteren, iç içe açıldıkça açılan, genişledikçe genişleyen yeni bilgiler, belgeler. Günlükleri okudukça hepsi büyük hikâyenin bir parçasını aydınlattı.

Bu süreçte Nigâr Hanım’ın ailesiyle de tanıştım. Torun çocuğu Nigâr Alemdar, torun Selma Onat. Hepsinden büyük ilgi ve yardım gördüm. Ellerindeki malzemeyi saklamadan, kıskanmadan, hiçbir karşılık beklemeden önüme serdiler. Fakat bir kış öğleden sonrasında Selma Hanım’ın evinde geçirdiğim vakit bütün yaşadıklarımın zirvesini teşkil etti. O gün Selma Hanım bana birçok eşya gösterdi; Nigâr Hanım’ın fotoğrafları, kokusunu hâlâ saklayan boş parfüm şişeleri, kalemi, kâğıtları, zarfları vesairesi. Köşedeki küçük vitrinde porselen, geniş ağızlı bir çay takımı vardı; o fincanlarda çay ikram etti. Kış günü. Akşam erken indi. Ayrılırken de Nigâr Hanım’ın kare biçiminde sedef bir düğmesini bana hediye etti. O düğme iki taneydi, biliyordum. Çünkü Nigâr Hanım’ın yaşmak-feraceli bir fotoğrafında göğüs hizasında o düğmeler görünüyordu. Tıpkı biraz evvel çay içtiğimiz fincanların da bir fotoğrafta, Nigâr Hanım’ın meşhur salonundaki köşe rafında göründüğü gibi.

Şair Nigâr Hanım çalışması esnasında en büyük problemim öznelliğimin beni tehdit etmesi oldu. Elimin altındaki günlükte döneminin yıldız bir kadını kendi ağzından acılarını, aşklarını, sevgilerini, anneliğini, yalnızlığını anlatıyordu. Üstelik ben arka sayfada ne olacağını bilmeden okuyordum. Buna kayıtsız kalmak benim mizacımda biri için imkânsızdı. Beni biraz tanıyanlar Nigâr Hanım’la özdeşleşeceğimi düşünüyorlardı. Fakat başka bir şey oldu. Onunla özdeşleşmedim ben, zamandan, mekândan ve cinsiyetten azade bir şekilde Nigâr Hanım’a âşık oldum.

Şair Nigâr Hanım’ı yazdığım süre içinde tıkandığım gecelerde “Nigâr Hanım hakkında bir tez yapmaya kalkışan ama sonunda oturup sadece ona olan aşkını anlatan bir araştırmacının romanını yazacağım” deyip duruyordum. Böyle olmadı tabii. Dizginlenemez duyarlığımın denemeye çalar bir üslûp halinde hazırladığım monografinin her satırına sirayet etmesine rağmen kitap ortaya çıktı, ben de doçent oldum. Fakat belki o kitabı bitirebilmemi sağlayan başka bir şey daha çıktı ortaya. “Nigâr Hanım, Sevgili” hikâyesi. “N” ve “Nûn” köprüsünde Nun Masalları’nın son metni olan bu hikâye, Şair Nigâr Hanım kitabının arka planını verir aslında. O hikâyeyi yazmasaydım, o düşsel ürpertiyi sırtımdan böylesine atmasaydım, bölünen kimliğimin âşık yanını o hikâyeyle avutmasaydım, akademisyenlikle hoşça bir uyum içinde yürüdüğünü zannederek kendisini kandıran hikâyeciliğime bir sus payı vermeseydim büyük ihtimalle Şair Nigâr Hanım kitabını da çıkaramazdım.

Hayatımın en mutlu günleriymiş

Nigâr Hanım’ı çalıştığım sıralarda o dünya bütün evime, hayatıma ve aileme de sirayet etti. Evimin bahçesinden topladığım ve bütün yolculuk boyunca kucağımda taşıdığım hanımeli demetiyle mezarını ziyaret ettim örneğin. Hanımeli en sevdiği çiçekti ve “Mezarımda da bitmesini isterim” demişti günlüğünün bir yerinde. Veya; bir gün evin telefonu çaldı. Arayan Nigâr isimli bir tanıdıktı. Minicik kızım telefonu bana uzatarak, “Al” dedi “Nigâr Hanım, seni arıyor.”

Şimdi upuzun bir cümle kuracağım. Alaturka piyano eşliğinde bir günlüğün üzerinden sabahlara kadar harf be-harf geçerek, onu yazanın sırlarına, gözyaşlarına ortak olduğum gibi kendi sırlarımı da ona açarak, denizin uğultusuna dikkat kesilirken verdiğim molalarda başımı servilerin tepesine kadar inmiş yıldızlara kaldırarak, kurgu ile gerçek arasındaki o kamaşmalı koridorda sonuna kadar yürüdüğüm anlarda ellerimi iki yana açıp kendi etrafımda dönmekten başkasını aklıma getiremeyerek ve suya düşmüş mehtabın görüntüsünü de gülün güzelliği gibi ne yapacağıma karar veremeyerek geçirdiğim o geceler. Şimdi dönüp geriye baktığımda anlıyorum ki benim hayatımın en mutlu günleriymiş.

Nazan Bekiroğlu

nigar+hanim Şair Nigâr Hanım’ın Hikâyesi

Sen seni bil, sen seni.

Bilmek istersen seni,
Cân içinde ara cânı.
Geç cânından bul ânı,
Sen seni bil, sen seni.
Kim bildi ef´âlini,
Ol bildi sıfâtını,
Anda gördü zâtını,
Sen seni bil, sen seni.
Görünen sıfâtındır,
O´nu gören zâtındır,
Gayri ne hâcetindir,
Sen seni bil, sen seni.
Kim ki hayrete vardı,
Nûra müstagrak oldu,
Tevhîd-i zâtı buldu,
Sen seni bil, sen seni.
Bayram özünü bildi,
Bileni anda buldu,
Bulan ol kendi oldu,
Sen seni bil, sen seni.

Hacı Bayram Veli

sen+seni+bil+sen+seni Sen seni bil, sen seni.

N´oldu Bu Gönlüm N´oldu Bu Gönlüm

N´oldu bu gönlüm n´oldu bu gönlüm
Derd-u gam ile doldu bu gönlüm

Yandı bu gönlüm yandı bu gönlüm
Yanmada derman buldu bu gönlüm

Yan ey gönül yan yan ey gönül yan
Yanmadan oldu derdine derman

Pervane gibi pervane gibi
Şem´ine aşkın yandı bu gönlüm

Gerçi ki kandı gerçeğe yandı
Rengine aşkın cümle boyandı

Kendide buldu kendide buldu
Matlabını hoş buldu gönlüm

Sevad-ı a´zam sevad-ı a´zam
Belki oluptur Arş-ı muazzam

Matlab-ı canan matlab-ı canan
Olsa acep mi şimdi bu gönlüm

Seyr-i billahtır seyr-i billahtır
Li maallahtır fena fillahtır

Ayinesinde ayinesinde
Gird-i sivayı buldu bu gönlüm

El fakru fahrı el fakru fahri
Demedi mi ol alemler fahri

Fahrini zikrin fahrini zikrin
Mahv-u fenada buldu bu gönlüm

Bayramı imdi Bayramı imdi
Bayram edersin yar ile şimdi

Hamd-ü senalar hamd-ü senalar
Yar ile bayram kıldı bu gönlüm

Hacı Bayram-ı Velî

nooldu+bu+gonlum+nooldu N´oldu Bu Gönlüm N´oldu Bu Gönlüm

Muhammed Efendi, yazdığı Muhammediyye´yi hocası Hacı Bayram-ı Velî´ye takdim ettiğinde; “Ey Muhammed! Bu kitabı yazacağına, kalbinin nûrlanması için çalışsan, nefsini terbiye etmek için uğraşıp onu yola getirseydin daha iyi olmaz mıydı