bir kadına dokunmayı özlüyorum

bir kadına dokunmayı özlüyorum
çünkü sevdiğim çok uzakta
bugün gelmedi
gelmeyecek yarın da.
kusursuz bir ten yok, kadınımın
kemiklerini saran ten gibi
ama yalnız kaldığımda
o öyle uzakta ki:
sanki hacıların ziyaret ettiği
papazların esinlendiği
şatolu bir kentteki
bir başyapıt gibi.
heyhat, ne böylesine derin
bir aşka gidebiliyorum
ne de korunmak istediğim bir sevginin
yanında uyuyabiliyorum.
ama bir kadına dokunmayı özlüyorum ben.
çünkü ten sıcak ve tatlı.
soğuk iskeletler geçiyor her gece
ayaklarımın dibinden.

Leonard Cohen

bir+kadina+dokunmayi+ozluyorum bir kadına dokunmayı özlüyorum

İyi Tarafım

Teslim oldum olalı
zalim tabiatıma
ve çığırından çıkmış hayatımın
gerisindeki miskinliğe,
iyi tarafım
( ki neresidir, pek kestirememiştim daha önce )
ortaya çıkmaya başladı
hiç tanımadığım
insanların düşlerinde.
Aldığım mektuplara göre
yararlı oluyormuşum kendimce,
bazen bir akıl vererek
bazen de, tehlikeli durumların
tam ortalık yerinde
bir kurtuluş yolu göstererek.

Kış güç topluyor giderek
zayıf naif stratejilerime karşı.
Yataktan çıkamaz oldum.
Yürü, küçük asker
ruhani görevlerinin peşinde
delip geç engin kanada gecesini
seni kimse tutamaz artık
o pırıl pırıl köprüyü
korkmadan yürü
O köprü ki, günlük hayatımın çöküşü
üstünde yükseldi gökyüzüne.

Leonard Cohen
Çeviri: Meltem Ahıska

leonard+cohen İyi Tarafım

“Karadut” şiirinin hikayesi

Karadut

Karadutum, çatal karam, çingenem
Nar tanem, nur tanem, bir tanem
Agaç isem dalımsın salkım saçak
Petek isem balımsın a gülüm
Günahımsın, vebalimsin.

Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan
Yoluna bir can koyduğum
Gökte ararken yerde bulduğum
Karadutum, çatal karam, çingenem
Daha nem olacaktın bir tanem
Gülen ayvam, ağlayan narımsın
Kadınım, kısrağım, karımsın.

II

Sigara paketlerine resmini çizdiğim
Körpe fidanlara adını yazdığım
Karam, karam
Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam
Sıla kokar, arzu tüter
Ilgıt ılgıt buram buram.
Ben beyzade, kişizade,
Her türlü dertten topyekün azade
Hani şu ekmeği elden suyu gölden.
Durup dururken yorulan
Kibrit çöpü gibi kırılan
Yalnız sanat çıkmazlarında başını kaşıyan
Artık otlar göstermelik atlar gibi bedava yaşayan
Sen benim mihnet icinde yanmış kavrulmuşum

N’etmiş, n’eylemiş, n’olmuşum
Cömert ırmaklar gibi gürül gürül
Bahtın karışmış bahtıma çok şükür.
Yunmuş, yıkanmış adam olmuşum.

Karam, karam
Kaşı karam, gözü karam, bahtı karam
Sensiz bana canım dünya haram olsun.

Bedri Rahmi Eyüboğlu

1949’da bir gün İstanbul Büyük Kulüp’teki bir toplantıda, davetliler Bedri Rahmi Eyüboğlu’ndan bir şiir okumasını istediler. Eyüboğlu ayağa kalktı ve Karadut’u okumaya başladı:

“Karadutum, çatal karam, çingenem/
Daha nem olacaktın bir tanem/
Gülen ayvam, ağlayan narımsın/
Kadınım, kısrağım, karımsın”…

Bedri Rahmi, şiiri okurken aniden gözlerinden yaşlar süzüldü.Salondaki herkes niye ağladığını anlamıştı; tabii herkesten çok, hemen yanı başındaki karısı Eren Eyüboğlu… Çünkü şiirde “kadınım, kısrağım, karımsın” dediği kadın, karısı değildi.Bu şiiri 3 yıl önce, bir başka kadın için yazmıştı: Mari Gerekmezyan…

“Kara saplı bıçak gibi”
Mari, Bedri Rahmi’nin asistanlık yaptığı Güzel Sanatlar Akademisi’nin heykel bölümüne misafir öğrenci olarak gelmişti.O dönem askerliğini yapmakta olan şair-ressamın sinesine, “kara saplı bir bıçak gibi” saplanmıştı. Mari, Bedri Rahmi’nin bir büstünü yapmıştı. Bedri Rahmi bu büstü, Mari’nin çeşit çeşit portresiyle ve ona yazılmış şiirlerle yanıtlamıştı.Artık aşklarından bütün İstanbul haberdardı. Bedri Rahmi, sanatında tam bir patlama yaşıyor, Eren Eyüboğlu ise sabırla eşinin kendisine dönmesini bekliyordu.

Yorgun yürek
“Karadut”, 1946’da menenjit tüberküloz kaptı. İyileşebilmesi için antibiyotik lazımdı. Savaş yeni bitmişti ve ilaç ateş pahasıydı.Bedri Rahmi, genç sevgilisine ilaç alabilmek için tablolarını elden çıkarmaya başladı. Ancak bu çabalar da sonuç vermedi ve o yıl İstanbul Alman Hastanesi’nden Mari Gerekmezyan’ın ölüm haberi geldi.Bedri Rahmi yıkılmıştı.Sevgilisini sonsuzluğa uğurladıktan sonra keder içinde eve döndüğünde kendisini teselli eden, yine eşi Eren olacaktı.O dönem içkiye başladı ünlü şair…

Aşağıdaki şiir, o dönemin ürünüdür:
“Türküler bitti/
Halaylar durdu/
Horonlar durdu/(..)
Hüzün geldi baş köşeye kuruldu /
Yoruldu yüreğim, yoruldu.”

Eren Eyüboğlu, eşinin bu zor dönemi atlatmasına yardımcı oldu. Onu yeniden sanatıyla buluşturmak için çabaladı.Başardığını sanıyordu.Ta ki Büyük Kulüp’teki o geceye kadar… “Karadut”u okurken, Bedri Rahmi’nin yanaklarından süzülen gözyaşları, sevda yarasının hâlâ kapanmadığının kanıtıydı.Bunun üzerine Eren, bir süre Paris’te yaşamaya karar verdi. Oradan eşine yazdığı bir mektupta “o gece”yi hatırlattı:

4 Ocak 1950 – PARiS
“Canuşkam,
Kulüpte bir gece, şiir okumuştun, hani! Hatırladın mı? Gözlerinden, birden yaşlar döküldüğünü görünce içimin karardığını hissetmiştim. Sesin, nasıl titremişti.Hey! Bütün bunları hatırlıyor musun? Sanki böğrüme, kızgın bir ütü yapmışmış gibi olmuştum. O gece… Senin seneler sonra bile olsa yanıp tutuştuğunu anlamıştım! Bedri’nin ruhuna, insan üstü bir gücün acıyıp, ona güç vermesi için dua etmiştim. Ruhunun çektiği acıları Allah dindirsin. Allah sana resim yapma sevinci versin ve bizim yanımızda yaşamaktan, mutluluk duyabilmeni sağlasın.
Eren.”

Bu dualar işe yaradı.Bedri Rahmi, 11 yaşındaki oğluyla eşine döndü. 1974’teki ölümüne kadar geçen çeyrek asrı, aynı evde çalışıp üreterek, diz dize birlikte tükettiler.

Esin Engin ve Mazi Kalbimde Yaradır…

bedri+rahmi "Karadut" şiirinin hikayesi

Aşk

çünkü sürüyor hayat
değişiyor herşey, aşk
aşk bizim en eski kederimiz
nehir yataklarından
deltalardan
biriktirdiğimiz

gün gelir, sorulur;
bir ağuyu çiğnemekten geliyoruz
ve aşktan
neredeydiniz?

Salih Bolat

ask+salih+bolat Aşk

Birini kendine âşık etmek

O bildik hikâye. Âşık olmuş, gönlünü kaptırıvermiş birine. Hayat “o” olmuş artık. Varsa da yoksa “o”. Sabah akşam “o”. Hakkında konuşmak istediği tek konu “o”.

“Nasıl oldu?” diye soracağım tutuyor. Sorunun önemine kendim de inanmadan, aslında cevabını en çok bildiğim bir şeyi soruyorum, bile bile. Sanki âşık olmanın “nasılı” varmış gibi.

Ellerini iki yana açarak, “Oldu işte,” diyor. “Ben de bilmiyorum. Göz göre göre âşık oldum.” Bir kibrit çakar gibi aniden, birden def’i bir şekilde gelişmiş her şey. Bir an gelmiş, artık sadece onu düşünür bulmuş kendini. Cevabında öyle gizemli, sıra dışı bir yan yok. Tahmin ettiğim şeyi söyledi. Ya ilk görüşte âşık olur insan; ya da adım adım, göre göre ama nihayetinde yine ani ve def’i bir şekilde.

Yok, sıradan bir cevap gibi göründüğüne aldanmayın. Ben de aldandım gerçi ilk anda. Öyle bir şey söyledi ki, vakti gelip de idrak ettiğimde, zihnimde bir şimşek çaktıracak, karanlık bir noktayı aydınlatacaktı sözündeki bir ayrıntı.

Bir kutu mendilin neredeyse yarısını bitirdi. “Hepsini kullanma, başkalarını da düşün,” diyorum. Hem ağlıyor hem gülümsüyor. “Güzel işte âşık olmuşsun. Birini seviyorsun. Gönlünü kaptırdın ona. Bunda ağlayacak ne var ki?” diye yarı takılarak soruyorum. Yok, sen beni hiç anlamıyorsun, der gibi bakıyor yüzüme.

“O beni sevmiyor ama.”

“Sevmesin, ne olacak ki, sen onu seviyorsun ya, yetmez mi?” diyorum üzerine giderek. Gıcık bir cümle olduğunun farkındayım. Ortamı biraz germek istiyorum nedense?

“İnsan sevilmek istiyor ama. Benim de sevilmeye ihtiyacım var.”

Doğru söze ne denir? İnsanın sevilmeye ihtiyacı var. İşin aslına bakılırsa canlı cansız her varlık sevilmek istiyor ama insanınki bir başka.

“Çok kızgınım,” derken sesinde kızgınlığın titreşimi hissediliyor. Kime kızgın acaba, ona mı kendine mi? Kendine niye kızgın olsun ki, elbette ona kızgın olacak. O beni sevmiyor, dedi ya. Yine de soruyorum.

“Kime çok kızgınsın?”

“Kendime tabii ki.”

“Tabii ki”yi öyle bir tonda söylüyor ki, bu soruyu sorarak ayıp etmişim sanki. Bu soru da sorulur mu şimdi dercesine. Oysa iyi ki sormuşum. Yoksa ben ona kızgın olacağını sanıp yaşadığı karmaşanın esasını kaçırmış olacaktım.

“Kendine kızgınsın, çünkü…” Çok sevdiğim bir teknik bu. Cümle tamamlama testi gibi. Cümlenin sonunu karşıdaki tamamladığında kendiyle ilgili çok önemli bir bilgi vermiş olacak.

“Kendime niye kızgın olmayayım ki, siz olsaydınız kendinize kızıp suçlamaz mıydınız? Onu kendime bir türlü âşık edemedim.”

Soru okkalı. Biraz düşünüyorum ama uygun bir cevap gelmiyor aklıma. Madem öyle ben de soruya soruyla karşılık veririm. “Onu kendine âşık edememek kendinle ilgili ne hissettiriyor sana?”

Şimdi de düşünme sırası onda. “Çok yetersiz olduğumu hissettiriyor. Kendimi sevdirmeyi beceremedim bir türlü. Bu yüzden kendimi çok suçluyorum. Bazı arkadaşlarım başarıyor bunu ama. Âşık olduklarını etkileyip sevdiriyorlar kendilerini.”

İşte bu kötü oldu, başka arkadaşlarının bunu başardığını sanması yani. Öyle bir şey söylemeliyim ki, bu onu ikna etmeli. Başım çatlayacak neredeyse zihnimin kıvrımlarında ona söyleyeceğim şeyi aramaktan.. İşte tam o anda masada kimin koyduğunu bilemediğim kibrit kutusu çarpıyor gözüme. Konuşmasının başında, “Kibrit çakar gibi bağlandım ona,” dememiş miydi o da?

“Şu kalemi kibrit kutusunun kavına sürterek yakar mısın?”

“Kalem yanmaz ki,” diyor, bir yandan da ne ne yaptığımı anlamaya çalışıyor yüzümü inceleyerek.

“Bir kalemi yakamadın ne kadar beceriksizsin diye kendine kızıp suçlamazsın yani?” Başını oynatmadan gözleriyle evet diyor. Kutudan bir kibrit çöpü çıkarıp yakmasını istiyorum. İsteksizce uzanıyor kibrit kutusuna. “Lütfen, gerçekten yapmanı istiyorum,” diyorum. Kibrit çöpü kolayca alev alıyor.

“Muhteşem bir iş başardım, bravo bana, der misin kendine şimdi?” diye soruyorum.

“Bunun neresi muhteşem yahu, kibrit çöpünü kutunun zımparalı kenarına sürttüm, o kadar, herkes yapabilir bunu.”

“O zaman ne demek istediğimi anladın.”

Evet anlamında başını sallayarak konuşmaya katılıyor. “Yani âşık olduğum çocuk demir metal gibi, ne yaparsam yapayım ateş almayacak, öyle mi?”

“Evet öyle. Ne yaparsak yapalım birini kendimize âşık etme gücümüz, kudretimiz yok. İşte bu yüzden, birisini niye kendime bağlayamadım demek haddi aşan bir ifade.”

“Ama arkadaşlarımdan yapan var.”

“Hayır, yok. Onların yaptık dedikleriyle senin kibriti yakman arasında fark yok. Kendini düşünsene, âşık olmak için ne yaptın, koca bir hiç. Kendin dedin ya kibrit çakar gibi oldu diye. Birisinin kalbi kibrit çöpünün o kavlı ucu gibi yanma yani âşık olma kıvamına gelmişse, ki bu Mutlak Varlığın iradesiyledir, insan sadece bu sevginin ortaya çıkmasına vesile olabilir. Birisi sana âşık olup sevdiyse bu senin başarın olmadığı gibi âşık olmaması da başarısızlığın değildir.”

“Kalpleri evirip çeviren O’dur yani?”

Evet, bütün mesele budur.

Mustafa Ulusoy

birini+kendine+asik+etmek Birini kendine âşık etmek

Daima Aynı

Çok zaman oldu. İki sevgili arasında geçen muhabbetti okumuştum. Aklıma geldi birden.

Kadın, sevgilisine soruyor:
“Bana olan aşkın neye benziyor?”

Erkek, sevgilisinin gözlerinin içine bakarak cevap veriyor:
“İpteki düğüme…”

Cevabı alan sevgili şaşırdı mı bilmem? Ya daha iyi anlamak için ya da o ânı uzatmak için soruyor:
“Bu nasıl bir sevgidir?”

Cevabı okuduğumda gözlerim dolmuştu.

Erkeğin, sevgilisine verdiği cevap kayıtlara şöyle geçmiş:
“Daima aynı…”

***

Erkek, sevgilisini hâlâ ilk günkü gibi seviyor. Kadın da erkeğini aynı şekilde seviyor olmalı.

İpi elime alıp şöyle sıkıca bir düğüm atsam. Gemici düğümü olmasa da olur. Sıkı bir düğüm… Bu düğüme on gün, on ay, on yıl sonra tekrar baksam hep aynı düğümü görürüm. İlk günkü sıkılığında. –Kaybetmemişsem on yıl içinde bu ipi -. (:

Bir insan diğerine âşık olduğunda yaşadıkları, hissettiği çoşku, sevgi nasıldır?… Bu aşka, aralarındaki bu sevgiye on gün sonra, on ay sonra, on yıl sonra tekrar baksam ne görürüm?…

Yaşadığım her yeni günü ilk günüm olarak yaşamak. Biricik olarak düşünerek yaşamak beni mutlu, çoşkulu, anlayışlı ve sevgi dolu biri yapacaktır diye düşünüyorum.

Her günümü ‘ilk defa’ yaşamak. İlk defa uyanıyorum gibi uyanmak. Sabah kahvaltıya hayatımda ilk defa öyle bir kahvaltı sofrasına oturuyorum gibi oturmak. Arkadaşıma ilk günkü çoşkuyla selam vermek. Gözlerinin içine bakmak ve gülümsemek. Annemin elini hep ilk defa öpüyorum gibi öpmek. Her zaman yürüdüğüm sokakta hep ilk defa yürüyorum gibi, sokağın farkında olarak yürümek. İlk defa uyuyorum gibi uyumak…

Yaşadıklarımın hakkını vererek yaşamak…

Şu anı yaşamak gerek diyorum vesselam.

20 Mayıs 2009 Çarşamba / Öğle üzeri, güneş sol yanımı ısıtırken.

Emine Okumuş

daima+ayni Daima Aynı

Güzde

sarayburnu aile çaybahçesindeki bir güz öğlesi
sen ben ve adını bile bilmediğimiz bir istanbul
oturmuş konuşuyoruz her şeyden
senin ellerin masanın üstünde
uzun bir koşuya hazırlanıyor
ben geçip giden gemileri kovalamaktan
soluk soluğa kalmışım
istanbul uykusuz gözlerini oğuşturuyor
bir martı beyazlığını düşürüyor masamıza
bir polis kimliğimizi soruyor
zaman geriliyor geriliyor geriliyor
wilhelm tel in eli titriyor ve kalbime saplanıyor ok
hemen ölüyorum orada ama duyuyorum sizi
cesedimin soğumaması için
istanbul güneşini açıyor üstüme
ölümüm dünyanın dengesini bozuyor
başucundaki sarsıntıdan anlıyorsun bunu
ağzındaki öpücüğün düşmesinden
sarayburnu aile çaybahçesii’nde bir güz öğlesi
sen be n ve adını bile bilmediğimiz bir istanbul
oturmuş konuşuyoruz her şeyden

ömrüm diyorum
– bir rüzgar düşüyor gömleğimin yakasına
saramış eskimiş bir rüzgar
usulca uzanıp alıyorsun onu
saatlerce oynayıp duruyorsun elinde
avucundaki terden ıslanıyor yırtılıyor
eriyip gidiyor sonunda
yalnızca bir serinlik kalıyor
ellerinden bana doğru yayılan –
işte böyle başlıyoruz her şeye
masallarına ihanet eden iki masal kahramanı gibi
iki gerçek oluyoruz seninle
yerküreyi masamızın üstüne koyuyoruz debelenip duruyor
gemiler rıhtımlara ayrılık boşaltıyor bugünlerde
istanbul bir yerlerde yaprak döküyor

bu güz gününde herkese yepyeni bir tanrı düşerken
bizim payımıza çok kullanılmış bir tanrı düşüyor
şimdi bu tanrıyı alsak götürsek
sisli bir kent ikindisinde
yedirsek içirsek elini yüzünü yıkasak
ikametgah ilmuhaberi istesek mahalle muhtarından
yalnızlığımızı yasallaştırsak
sonra tanrımızı götürüp bağışlasak
tanrı sevenler vakfına
bütün geliri size aittir desek
biz yalnızız yaralıyız henüz çocuğuz
kendi sularımızda çırpınıyoruz
bu tanrı bize fazla desek

hayatta herkesin mutlaka
bir sarayburnu aile çaybahçesi varsa
hayatta herkesin mutlaka bir istanbulu varsa
hayatta herkesin mutlaka bir tanrısı varsa
ve biz tanrısız kaldığımıza göre
sen benimle mi gelirsin
ben sen de mi kalırım
bunu bırakalım şu geçip giden bulutlar düşünsün

Salih Bolat

istanbul+sarayburnu Güzde

Payıma Düşen

herkes işinde gücünde
tohumu alınıp bostanda bırakılmış bir salatalık
gibi sararmış kurumuş elleriyle yün eğiren
şu nine işinde gücünde
arsa alım-satımıyla uğraşan profesör
ve öğrenmediği şeylerle sürekli sınanan
öğrenci işinde gücünde
saymakla bitiremediği paralarla
ellerinin ilişkisini araştıran veznedar
ve büyük kızını dün evlendiren
banka müdürü işinde gücünde
yeni bir sefere hazırlanan pilot
ve onun bir çok ülke dolaşmış olan çantası
kazasız belasız bir gün geçiren itfaiyeci
ve onun yangınlarla ilgili anıları
gece vardiyasına uyanan işçi
ve uyanmayan öfkesi
işinde gücünde şu çöplükteki tavuk
ki pamuk şekeri gibi civcivler hazırlanıyor

bana da oturup şiir yazmak kalıyor

Salih Bolat

payima+dusen Payıma Düşen

Gülün İlkesi

Dağa çizilmiş resimdir
Bir çocuğun babası olmak
Yakından balınca anlaşılmaz
Uzaktan belli eder kendini.

Taşrada yalnız yaşamaktır
Bir çocuğun babası olmak
Atlarla çarşıya girince köylüler
Upuzun bir turna katarı
Sonbaharın altını çizer.

Radyoda uygun bir istasyon aramak
Aynanın önünde yılların tortusunu taramak
Hep aynı dalda açmaktan yorulmak
Başka nedir, bir çocugun babası olmak?

Gülün ilkesidir vaktinde solmak.

Salih Bolat

gulun+ilkesi Gülün İlkesi

Taş da Çürür

Böyle dedi kaya mezarını temizleyen Rüstem Usta.

Taş da çürür.

İncir kokuşlu dar sokakları aştınsa, görmüşsündür
Kıyıda, küçük bir çocuk taş atıyor suya

Taş da çürür.

Eğil biraz, paslanmış kıyı babasına tutunarak sark
Suyla rıhtımın birleştiği yerlere bak

Taş da çürür.

Kumsalda, çam tahtasını astarlıyor sandalcı baba
Çocuk büyümüş; yüzmeyi biliyor, denizle oynamasını da
Yüreğim çürümez; gözyaşları işlemez, kurşunlarınız da

Taş çürüsün

Ali Cengizkan

tas+da+curur Taş da Çürür