Lodos Fırçası

İstanbul’un aklını asıl karıştıran lodostur. Yalnız bu bir çocukla oynanan sevimli oyunlara benzer. O sebepten çocuğun mu aklı karışır yoksa çocuk kendi saflığıyla asıl akıl karıştıran mı olur, bilemezsiniz.

Oynamaya doyamazsınız. Saatler erir, bilmeceler bulmacalara, dil oyunları beden bükülüşlerine katılır. Hatta, bazen elinde öyle bir fırça vardır ki bu çocuğun, deha bir ressam gibi sağdan soldan darbelerini indiriverir. Renk renge şekil şekile girer. Günlerdir gelip geçtiğiniz, gözünüzün alıştığı, seslerine aşina olduğunuz sokak onun darbeleriyle yabancılaşıverir, sizi bir diri yabansılık kaplar. Eğer bu şehri, İstanbul’u o bitmeyen yüzleriyle tanımak istiyorsanız lodosta kendinizi dışarı atın, yeter. Lodosu bekleyin. Lodosu fark edin. Onun tatlı balayını gözleyin.

Lodos aynı zamanda eli sabunlu eski zaman kadınlarına benzer ki, bu yüzü çamurlanmış, orası burası terden kirden çapaklanmış çocuğu başına vura vura paklar, temizler, sonra da kurulayıp köşesine oturtur. Aralık ayının sonbahar hüznüne eş içli bir ılıklık taşıdığı şu saatlerde dışarıya bakıyorum. Şimşeklerin dindiği, dipten gelen gök homurtularının sakinleştiği anlarda akşam, bütün erken saadetiyle inmiş de sanki uzun masalın dilini örüyor. Ve yağmur, nazlı nazlı, döne dolana, şiddetlene sakinleşe o dili döküyor. Hafıza telaşına düşmüş bir erişkin gibi aklının uzak kıyılarını da yokluyor. Yağmura ve rüzgâra direnen inatçı incir dalları, pır pır dönerek inen koyu sarı akasya yaprakları, gölge mağruru çitlembikler yağmurun kurduğu saltanata hizmet ediyorlar. Tabiat çocuk elinde fırça çalışıyor, hoyratça.

İstanbul, güneyden ve batıdan lodosa açık bir şehirdir. Hatta lodos bütün saltanatını en çok burada kurar. Çok yukarıdan, Trakya’nın saadetli kıyıları denizle öpüşür, Gelibolu yarımadasından, Doğu Marmara’nın saltanatla yaslandığı Gemlik Körfezi’ne kadar lodos sonsuz bir akış alanı bulur. Sonunda, Marmara içlerinden süzüle süzüle gelen lodos hışmı, Moda açıklarında, Sarayburnu sahilinde patlar, Üsküdar, Salacak eteklerinde perde perde yükselir, Yenikapı’dan neredeyse Tekirdağ açıklarına kadar hükmünü icra eder. Yüksek ve pençeli dalgaları, içinde taşıdığı ılık rüzgârla önce denizi sonra da şehri dalgalandırır. Başını döndürür. Nefes almasını zorlaştırır. Gözlerini nemlendirir. Başını ağrıtır. Kimse, kimse istemez bu sevimli barbarı, bu çılgın ressamı. Bu yaramaz oyunbaz çocuğu. Bu ne zaman şaha kalkacağı bilinmez gelin atını… Lakin gelir o. Karışa karıştıra, yüksele ine gelir.

İşin erbabı bilir ki lodos habercidir. Tabiatın kendi içinden geliştirdiği fısıltılı dil, lodosun ağzından ham notalar halinde sağa sola savrulur, kıyı bucak saçılır. Bu vaktin lodosu başka mevsimlerin savrumundan farklıdır. Refik Halid ve Tanpınar üstadlarımız bu konuların öncü bilicisidirler fakat bizim gördüklerimizi de onlar görmezler. Zaman denilen şey kendisini eskiterek yenilenir. Bir de onların yakalarını kaldıran lodos, sigaralarını yakmaya izin vermeyen lodos, bir tabiat kazası gibi değil bir uzaklardan gelen özlenmiş dost ziyareti gibi haneyi şenlendiren lodos başkadır. Huzur romanı yazarının bu konudaki dikkatleri hem çok keskindir hem de kurduğu ilgiler alabildiğine çeşitlidir. ‘Lodos İstanbul’un hem afeti hem de lezzetidir’ ona göre. Sisten, lüferden birlikte söz açar. Olsun, bizim de eksik değil, ne lüferimiz, ne de beklediğimiz sisimiz. ‘Hilkat günlerini andıran sislerini görmüşüzdür İstanbul’un’. Üstelik, lodosun her pençesinde muzdarip paşaların, kavukları Ahırkapı önlerinde düşmüş vezirlerin, Sarayburnu’na ebediyen gömülmüş öfkeli Nefi’nin de sırları barınır, sanırız, biliriz. Ağzımızdan çıkarken savrulan söz denize düşmez ruha konar, inanırız.

Tabiatın omuzlarımıza attığı şal…

Bu inanç, bu sanı, sanrı bile olsa, hep bilir, görür ve duyarız ki, lodos bir yeni zaman terk edilmişliğiyle de konar şehre. Eğer bitip tükenmeyen günlük politika kavgalarına, hiçbir söz burcuna hiçbir beyaz bayrak dikemeyecek gençlik atışmalarına bıyık altından gülme erginliğine varmış hissediyorsanız kendinizi, iptal edilen deniz seferlerinin, çalışmayan vapurların, ters dönmüş şemsiyelerin ötesinde, lodosun ressam fırçasının izlerini takip edin derim. Ondaki lezzeti, ondaki yeniliği içinize çekin. Dalgalarına, kıvrımlarına, minyatürünün kara gözlerine vurulun derim.

Nasıl olsa şehrin dünü artık hiç geri gelmeyecek. Haris eller marifetiyle o tepeden bu tepeye dikilen çok katlı binalara da sözümüz geçmeyecek. İstanbul ufkundan tabiatın bütün cömertliği ile omuzlarımıza attığı şu şalın dokunuşlarını hissedelim. Ben yaşadım, bildim ve görüyorum ki, bu lodos bir süre daha bizimle oynayacak, kaş göz edecek, ceviz içlerine sakladığı bilmeceleri kargalar vasıtasıyla sokağımıza düşürecek. Yağmur bütün içini sabaha kadar sokağa dökecek. Ve ben sabah erkenden incinecek bir damla kaldı mı diye iç geçireceğim. Yaprakların ezilmiş salyalarına acıyacağım.

Bana sorarsanız lodosun en büyük marifetlerinden birisi yarattığı mesafe fikridir. Denizin kabardığı, köpürüp patladığı yerlerden karaya, oradan da gökyüzüne doğru billur hatlar çizer. Paltoya, kazağa, üşüme duygusuna attığı kırmızı çentik yetmezmiş gibi, zamana kafa tutan yapraklarını da yaramaz çocukların kulaklarını çeker gibi kıvırır, kızıla boyar. Tabiatın bütün renkleri, her boy fırçası hazırdır her köşede değiştireceği çerçevelerine….

Yeditepeli şehrimizin sokakları, bazı gizli ufukları, neredeyse II. Meşrutiyet devrinden kalmış han kapıları, köhne yalıları ve son çırpınışlarla tevekleri dökülen semtleri bir şekilde denize göz kırpar. Denize açılmıyorsa bir köşe İstanbul’da henüz şehir değil demektir orası. Denizden kasıt, rüzgârıyla, kokusuyla ve cilvesiyle çırpınan deniz. Gökdelenlerin, çok uzaktan serap etkisiyle yalana duranların hissi değil. İşte o köşelerden bir sevgiliyi takip eder gibi izlemeli lodosun tatlı fitnelerini. Ki insan, Karayel ve kuru poyrazın sürükleyip getireceği kış soğuklarıyla karşılaşmadan önce bir ruh ılıklığı bir renk, ses ve yaşama şurası yaşasın diye böyle yapar lodos. Karışan şey güzelleşir, durulanır, durulaşır. Lodos İstanbul’u yeniden şehir kılar. Ona bir hamile kadın güzelliği bağışlar.

Ömer Erdem

istanbul-da-lodos Lodos Fırçası

Bir kadının erkeği olmak istedim

Bir kadının erkeği olmak istemiştim, ömür boyu.
Ama öyle sıradan bir kadının değil,
Özel bir kadının erkeği olmak.
Sadece güzellikle işim olmaz,
Ön yargılarla da.
Kim demiş ki
Erkekler aptal kadın ister diye,
Ben çok zeki bir kadının
Erkeği olmak istedim,
O kadar zeki olsun ki hem,
Neyi niçin yaptığımı da
O kendiliğinden anlasın istedim,
“Vallahi billahi” ile başlayan
açıklamalar yapmak zorunda
Kalmayacağım bir kadının
Erkeği olmak istedim
O kadar zeki olsun ki
Benimle oynadığı oyunlarda
beni yensin istedim.
Bazı kadınlar anlatırlar ya
Tavlada eşlerini nasıl yendiklerini,
işte o da güzeldir ama,
Tavla zar işi…
Ben öyle bir kadın istedimki
Satranç tahtasını bana dar etsin,
Fillerimi, atlarımı
Önüne katıp kovalasın istedim,
Beni o kadın mat etsin istedim…
Ben öyle özel bir kadın istedim ki,
Sığınmasın,
Ağlaşmasın,
Benden minnet beklemesin,
Hepsini söke söke
kendi yapsın istedim,
Kim demiş ki,
Erkekler sığınacakları bir kadın istemez,
Ben omzunda ağlayacağım bir kadın istedim.
Ama beni buna pişman etmeyecek,
O göz yaşlarının zayıflık değil,
Duygu seli olduğunu bilen
ve “Göz yaşına kurban olurum senin”
diyebilecek bir kadının
Erkeği olmak istedim.
Hamarat olsun istedim tabi ki,
Benide ateşlesin,
Yapmadığım ötelediğim işleri
bana yaptırsın istedim,
Ama öyle
klasik kadın yöntemi ile
kafamın etini yiyerek,
dırdır ederek değil,
Bana örnek olarak,
Beni utandırarak yapsın istedim bunu…
Yetenekli bir kadın olsun istedim,
Gerektiğinde hani,
Benim elim bir türlü değmemişse
bozuk prize,
eline tornavidayı alabilecek
bir kadın olsun istedim.
Yardımsever bir kadın olsun istedim,
Kendi parasınıda kazanan
bir kadın olsun ama..
Benim verdiğim paralardan da
zulaya atsın bir şeyler,
fakat o paralarla
mesela birilerine yardım etsin,
Sonra da bunu bana anlatsın istedim..
ki böylece, benimde zengin gönlümüm
yardımseverliğimin değerinide anlayabilecek
bir kadın olsun istedim.
O ay bütçede verdiğim açığın sebebi için
kafamın etini yemesin
birine el uzattığımı anlasın istedim…
Delikanlı bir kadının erkeği olmak istedim,
Hani,
Koy yüz erkeğin içine
Kızoğlan kız çıkanından…
Sokakta biri laf attığında,
Çantayı kafasına geçireninden olsun istedim.
Şöyle gözüpek bir kadın.
Kadınsı bir kadın istedim,
Delikanlılık kalbinde olsun ama…
Kendisi çok afilli bir kadın olsun istedim,
Albenisi yüksek bir kadın yani,
Çok bakımlı,
Vücuduna saygısı olan,
Kendine özen gösteren
bir kadının erkeği olmak istedim,
Bir gören ,
Gördüğü anda şöyle yamulup kalsın yani..
İşte öyle bir kadın olsun İstedim,
Kıskançlıkta yapabilirim bu durumda tabi ki,
İşte bunu da hoş görecek bir kadının
Erkeği olmak istedim.
Bana şiriler, öyküler yazdıracak kadar
Ruhumda fırtınalar koparacak,
Şiirlerimi ezberleyecek bir kadının
Erkeği olmak istedim.
Sinirli olduğumda üstüme gelmeyecek,
Ama sonradan canıma okuyacak
Bir kadının erkeği olmak istedim.

Ben kendi falına baktırmak için
Elinde fincanla dolaşan değil,
Benim kahve falıma bakacak,
Falımda bana bir kadın çıkarıp
Sonra da…
“Kim bu kadın bakayım” diye
Şakadan hesap soracak
Bir kadının erkeği olmak istedim.
Kapris yapmayanı olurmu demeyin,
Ben vallahi kapris yapmayacak
Bir kadının erkeği olmak istedim.
Ben,
Kanaatkar, tok gözlü, bir kadının
Erkeği olmak istedim,
Öyle bana,
“Ayşe hanımın kocası ne almış biliyormusun”
Demeyecek bir kadının erkeği olmak istedim.
Ben zenginliğide tatmış
Ama günü geldiğinde bütün o serveti
Elinin tersi ile itmiş,
Gerçekten soğan ekmek yenecek günlerde de
Bana destek olabilecek bir kadının
Erkeği olmak istedim.
Ben derdimi anlatmak istemediğimde
Beni deşebilecek…
Ama bunu,
Beni sıkmadan yapabilecek bir kadının
Erkeği olmak istedim.
Ben,
Onurum için mesela,
Rütbe ve makamlarımı terk etmek istediğimde,
“Ama biz ne olacağız, nasıl geçineceğiz” demeyen,
“Aslanım benim seninle gurur duyuyorum”
Diyebilecek bir kadının erkeği olmak istedim.
Ben bir eşi, ya da sevgiliyi
Sadece geleceğinin garantisi,
Huzur ve güvenin timsali olarak görmeyen,
Aşkın kıymetini bilen bir kadının erkeği olmak istedim.
Ben,
Kural tanımayan,
Toplum kurallarının aşkı zehirlediğini bilen..
Aşkı için hani tahtını da bırakabilecek,
Her şeyi ve herkesi,
Elinin tersi ile itebilecek
Bir kadının erkeği olmak istedim.
Ben cilveli, işveli bir kadının
Erkeği olmak istedim,
Sokakta ve bir mecliste tam bir hanımefendi,
Geceleri ise…
Koynumda bir yosma olabilecek
Bir kadının erkeği olmak istedim.
Ben,
Sır tutabilecek bir kadının,
Ben,
Halden anlayacak bir kadının
Erkeği olmak istedim…
Şefkatli olsun istedim ben o kadını,
Yeri geldiğinde anne gibi olabilecek,
Mesela,
Ben uyurken üstümü örtecek bir kadın olsun istedim,
ve örtüp gitmesin hemen,
Birde uykumda yanağımdan öpsün istedim..
Ben,
Bir söylüyorsam sevdiğimi,
İki defa söyleyen olsun istedim.
Durup durup sarılan,
Yanağımdan makas alan bir kadın istedim.
Ben yıldızları birlikte seyredebileceğim…
Dizine yatabileceğim
ve o sırada saçımı okşayacak
Bir kadının erkeği olmak istedim
Ben sofrada mum yakabilecek,
Şarkımız çaldığında
Gözümün içine bakıp gülümseyecek,
Yatmadan önce her gece
Beni dansa kaldırabilecek
Bir kadının erkeği olmak istedim.
Ben böyle istedim işte dostlar
Ben de böyleyim,
Var biliyorum…
Siz ne olur
Yerini söyleyin….

Muzaffer Alper

bir+kadin+sevmek+istiyorum Bir kadının erkeği olmak istedim

Sevgili

bir uçurtmaya tutunup gitmiştin buradan
belki de ben gitmiştim
kimsenin Fatiha bilmediği bir köyde ölmüştüm
“benim var olmadığımı” söyleyen hasta bakıcıyı
elindeki nehirle boğmaya çalışmıştın sen de

galiba biz seninle hiç karşılaşmadık
halbuki her soluk aldığımda genzimi yakıyordun
elimi cebime soktuğumda el ele tutuşuyorduk
çocukluğunu çekmede saklıyordun sen
acayip şeyler biriktiriyordun sonra
yolunu kaybetmiş bir kum fırtınası gizliydi saçlarında
göz altlarında kahverengi şiirler vardı

“neden hiç karşılaşmadık ki biz?” diye bağırmıştın bana
tren garlarındaki valizleri aramıştın beni bulmak için
beni kaç kez öpmüştün
keşke tanışsaydık sevgilim

Ayşe Sevim

sevgili Sevgili

bir gül bir mektup

Askeriyeden ayrıldım Alâeddin Abi
Dalına küsen bir yaprak gibi / kapı aralandı ve çıktım
Görülmüştür damgası silindi yakamda
Ne karakolda nöbetim, ne de suya atılacak mektuplarım var

Şu sıra seni özlüyorum
Karanfilden Balıkesir’e akan bir sokakta
Bu dünyada öleceğin Kerem’in
Öbür dünyada da sevebileceğin bir kalbin vardı senin
Yaraları yarayla saran gözlerin
Bulutlara saklı çeyizin
Kalbimin üstünde kalbin vardı senin

Yalnızlığımız gide gide Alâeddin Abi
Sırlı odalara sığındık
Telefonlarımız cevapsız
Yarimiz kalbiyle çarpmıyor toprağımıza
Düşlerime giriyor, kitaplarına bahçıvan Ramo
Hani Afife Ablası olan, Muhayyer hikâyeler yazan kardeşimiz
Yani o derin karanlıklardaki tebessüm
Babacığı, narin Ayşe Rikkatin

Senin gülün karşı tepelerdeydi,
Benimse sığınaklarda Alâeddin Abi
Senin gülün pastanelere taşındı,
Benim gülümün üstünde hâki gölgeler sayıldı
Senin sarışın denizlerin oldu
Islana, ıslana geçtin kalplerden
Bense, ağıtlara bulana bulana geçtim
İkimizi kucaklayan rüzgârlı bir ırmakta.

Cafer Turaç

cafer+turac bir gül bir mektup

iki kere gelmiş geçmiş ola

I.

Taşları eriterek önümüze döşüyor, yürüyüp gidiyoruz
“_ Son oyalanmasını göstermeyi kim keşfetmiş ilkin?
_ Çok köke inen bir soru bu, binayı çökertir, kovun bunu…”
Demek ki ben, sesimi asıp can çekiştirmeye yazgılıyım.

Çünkü başıyla oynanmış bazımızın, eti yavaş yavaş kelle olmuş
Büyüdüğü doğru ağaçların ama doğru değil çocukların
Büyümek istedikleri…

Susacak ne çok şey var…

II.

Kendime taziyem odur ki görüşeceğiz sanırım
Kendime vasiyetim o ki gelme benimle
Kendime salık veririm uzak durma benden
Kendime daha ne deyim ne gelir elden
Kendime aldım bunu kalacak sana
Kendime ayırdım desem de artmadı bana
Kendime geldim diyemem misafirinim ey dizlerim
Kendime konuşasım var sana ne diyeyim
Kendime baktım da şöyle bir babamım
Kendime baktım da şöyle bir babayım.

Susacak ne çok şey var
Gemiler ayrılacaklarını bilmiyor kıyıdan
Susacak ne çok şey var
Kıyı duruyor hep ayrılıyor gemiler.

Gemiler denizin üstünde
Etin üstünde jilet gibi.

Celal Fedai

susacak+ne+cok+sey+var iki kere gelmiş geçmiş ola

hatıra ormanı

bir masal zamanından yazıyorum
bu şiiri sana
istersen yanmış bir ormandan
hatıra diye sakla

sirklere düşmüş deniz kızlarını düşünür
bacağından vurulan atlı karıncaları
bir tanrıdır sıkılır gider kendi göğünden
her yalnızlıkta yaslı bir anlam var

yeşil mürekkeple yazar mektubunu
bir selanikli gibi uzanıp öper rüzgar
uyur portakal ağaçlaının göğsünde
içimde kederle yanan bir şey var

üsküpte biri çamaşır assa sakız kokan
burnunun kemiği sızlar burada Tatyos’un
derinden çalar şarkım kimse dinlemez
kolumdaki aşı lekesinde gizli bir çiçek var

yaşamadım diye yazıyorum
bu şiiri sana
kıyabilirsen bir ormanı yak da
benden hatıra diye sakla

Onur Caymaz

hatira+ormani hatıra ormanı

Cennetle Müjdelenen 11. Kişi – Aksi İspat Olunana Kadar- Benim

Ne zaman tıraş olmaya başlasam- sakal tıraşı- Napolyon’un askerdeyken taburumuza söylediği “ tıraşınızı sabahları olun” cümlesi gelir aklıma…

Ama anlatacaklarımın bununla bir ilgisi yok.

Ne zaman tırnaklarımı kesmeye başlasam, bir dostumun sevgilisinden söz ederken kullandığı – ki ben sevgili sözcüğüne hiç alışmış saymam kendimi. Çünkü ben karakalpliyim.- “ Beni o kadar çok seviyor ki tırnaklarımı bile kesiyor” cümlesi aklıma gelir.

Ama anlatacaklarımın bununla bir ilgisi yok.

Gökyüzüne bakıp durma sevgilim. İnan orada bile kelimelerden başka bir şey yok!

Ama anlatacaklarımın da bununla bir ilgisi yok.

Pazardan 4’e bölünmüş narlar alıyorum her hafta. Narcı öyle satıyor onları. Bazen onlardan değil de bölünmemiş olanlardan almamı, onların vitrin olduğunu söylüyor ve ben bölünmemiş olanlardan almıyorum.

Ama anlatacaklarımın bununla bir ilgisi yok.

Tam pasajın kapısını açıyorum ki arkamdan bir çocuk sesi kulaklarımı boyluyor: “Aaa anne okuldaki adam!” Beni göstererek. Böyle diyor ufacık bir ufaklık. Bıraktım kahkaham benden önce girsin pasaja.

Ama anlatacaklarımın bununla bir ilgisi yok.

“Beni seviyor musun” der adam. “Hayır” der kadın. “Beni seviyor musun” der adam. “Hayır” der kadın. “Beni sevmediğini duymak istiyorum” der adam. “Seni sevmiyorum” der kadın. Adam tekrar bunu duymak ister. “Seni sevmiyorum” der kadın. “Beni seviyor musun?” “Seni sevmiyorum.” “Beni seviyor musun?” “Seni sevmiyorum.” Ve bir zaman sonra adam kadının kendisini sevdiğini bildiği için seni sevmiyorumları seni seviyorumdan daha çok sevmeye ve daha mutlu dinlemeye başlar.

“Beni sevmiyor musun” der adam. “Seni sevmiyorum” der kadın.

Ama anlatacaklarımın bununla bir ilgisi yok.

Kendisini korkuları üzerinden ifade etmeye başladı. Bu da bir yok oluş meselesidir. Meselidir. Mahvolduğuna inanmaya başladı. Bana yazdığı mektup şöyle bitiyor: “ Ben, mutsuzken de Allah’ın varlığını iliklerime kadar duymak istiyorum”. “Mahvolduğuna inan ve kaldığın yerde yaşamaya devam et” dedim.

Ama anlatacaklarımın bununla bir ilgisi yok

Akıllı tarafı deliliğine, deli tarafı akıllı tarafına isyan eden iki kişilik bir adamdan söz ettim kendime. Deliliği aklının, aklı deliliğinin ölesiye farkında. Istırap budur! Ve mütemadiyen yaşanan geçişler ve mütemadiyen yaşanan geçişler…

Ama anlatacaklarımın bununla bir ilgisi yok.

Cennetle müjdelenen 11. kişi olmam, cennetle müjdelenen 11. kişi olduğum anlamına gelmez. Türkçenin dindar bir sokağına rahmet yağarsa ve Türk şiirinde bir akşam vakti adında bir şiir yazarsam ve kullanırsam “püskürtmek” ve “mülkiyet” kelimelerini o şiirde ve annemin yüzüne aydınlık bakabilirsem, üç çocuk İsra suresi…

Ama anlatacaklarımın bununla bir ilgisi yok

Her şeyin sebebi müziktir.
Her şeyin sebebi müziktir.
Her şeyin sebebi müziktir.

Ellerimi nereye koysam ikinci yenidir. Yunus Emre’ye hak vermek için yaşıyoruzdur. Soğuk hava yoktur, yoksulluk vardır. Limonata içenler de hüzünlü olabilir.

– Burada piyano sesleri olacak.

Süleyman Unutmaz

cennetle+mujdelenen+11+kisi Cennetle Müjdelenen 11. Kişi - Aksi İspat Olunana Kadar- Benim

her şeye tıpatıp uyan ve her şeyi çoktan bilenlerin şarkısı

bir şey yapılması gerektiğini ve de hemen yapılması gerektiğini
çoktan biliyoruz
ama daha erken olduğunu bir şey yapmak için
ama artık geç olduğunu bir şey daha yapmak için
çoktan biliyoruz

ve işlerimizin yolunda olduğunu
ve bunun böyle süreceğini
ve bunun anlamı olmadığını
çoktan biliyoruz

ve suçlu olduğumuzu
ve suçlu oluşumuzda bir suçumuz olmadığını
ve elimizden bir şey gelmeyişinde suçlu olduğumuzu
ve bunun bize yettiğini de
çoktan biliyoruz

ve belki de ağzımızı tutmanın daha iyi olacağını
ve ağzımızı tutmayacağımızı
çoktan biliyoruz
çoktan biliyoruz

ve kimseye yardım edemiyeceğimizi
ve bize kimsenin yardım etmeyeceğini
çoktan biliyoruz

ve yetenekli olduğumuzu
ve hiç ve gene hiç arasında seçme yapabileceğimizi
ve bu sorunu temelden incelememiz gerektiğini
ve çaya iki tane şeker attığımızı
çoktan biliyoruz

ve baskıya karşı olduğumuzu
ve sigaraların pahalılaştığını
çoktan biliyoruz

ve her seferinde bir şeyin olacağını önceden kestirdiğimizi
ve her seferinde haklı çıkacağımızı
ve bundan bir şey çıkmayacağını
çoktan biliyoruz

ve her şeyin yalan olduğunu
ve bir şeyi atlatmanın her şey değil de hiçbir şey olduğunu
ve bizim bunu atlatacağımızı
çoktan biliyoruz

ve bütün bunların yeni olmadığını
ve yaşamanın güzel olduğunu
ve bunun her şey olduğunu
çoktan biliyoruz
çoktan biliyoruz
çoktan biliyoruz

ve bunu çoktan bildiğimizi
çoktan biliyoruz.

Hans Magnus Enzensberger

coktan+biliyoruz her şeye tıpatıp uyan ve her şeyi çoktan bilenlerin şarkısı

Açık

Geceleri korkulu yollara gittiniz mi
Biz çok şeyi vakit yok pek kısa geçiyoruz
Limanda bilinen gemiler oysa açıklardadır
Kullanırız bir sözü ama hangi anlamda?

İnsan duyar bir yerde birdenbire uyanıp
Bir elin bir ışığı neden söndürdüğünü
Yandaki odalarda her zaman hasta vardır
Sağır duvarlarda eski inilti
Şiirlere üşenmemiz bir yerde iyidir
Hiç işittiniz miydi?

Bir top çizer havada, uzunca bir eğri
Ayağına, belki kader, geçmiş gün, bir kadının
Düşer bir karanfil.. (neyse kısa keselim)
Soğurken bir ölü, çok ince bir eli
Tutup ısıttınız mı?

Aşınmış tahtaları kim yeniler gelince
Döner azdan başımız, sonra uzar ıssız kır
Bir bizdik san sen, oysa gelir hep biri
Kurar yeni barınak kullanıp aynı taşları
Yani ne mi diyorum, çok kurak tarla
Çünkü asıl şiirler bekler bazı yaşları.

Behçet Necatigil

bazi+siirler+bekler Açık

l

Kavuşma Bitti

Cennette olacağım yaşa geldim
Her kelimeye bir sıfat sıkıştırmakla geçti ömrüm
Ne atının dizginlerine yapışan barbar
Ne de nezaket cümlesiydim buralarda
Eşyaların ve saatlerin güzel ruhu adına
Anlattıkça inandığım bir kader yazdım

Çocukluklardı bilincimin iskeleti
Çocukluklar mutfakta unutulan annemdi
Çocukluklar sarı ışıkların uzak odalarında
Çocukluklar yüklemi ertelenmiş cümlelerdi
Kardeşlerim yüzüme baktıklarında
Göç hazırlığıydım onlara
Sabahları hayatta olmak
Bir sürgünlükten diğerine fırlatılmaktı
Kapalı havalarda otobüslerde koridorlarda
Hep metalik hep kül rengi
Günahı boynumda pazartesilerdi
Kullanılmış yüz ifadeleri
Anlattıkça büyüyen sırr-ı kadim
Ölümden sonrasını çalan şarkılar
Çiçek satan yunan tanrıları
Çok sesli aşklar
Yani gökyüzünün malı ipi kopmuş uçurtmalar
Hurdası çıkmış büyü teknikleri
Özgürlük zehirlenmeleriydi
Omuzlarım titrerdi günlerden
Bir cinayetlik öfkeden kalan kırmızı
Balçık ve Yemin
Damarlarımda köpüren Moğol kanı
Silahı hedef yapan alnım
Oğulsuz bir adamın ormanlarında
Gazete köşelerinde hikmet arayan aklım
Kâğıttan sıkıntılar
Unutulmuş ağustoslar
Pusu kurmuş bezginlikler halinde
Toplandılar

Yeni bir yanlış dilemek için
Çöl görmüş adaklar adadılar
Yeryüzüne itilmiş bir taş gibi
Sert ve kırgın düştüler
Diyar-ı Rum’un boğulmuş denizlerinden
Buz tutmuş hayaller getirdiler
Omuz silktiler parmaklarının ötesinden baktılar
Hayatı taşınmaz bir yük gibi ağırladılar
Kadınlarının ısıttığı yataklarında
Sezai Karakoç okudular
Güzelliğe feda edilmiş ahlak
Ve edebi sevişmeler
Ve doğuya bakan kalp parçaları
Ve yürüyüşün kullandığı adamlar
Ve yer altı ayinleri
Sordular
Mesele nedir?

Karanlığı düelloya çağırmak dedim
Seni seviyorum şeklinde beklerken
Parçalamak imlayı
Şiirlerin kirlettiği ne varsa
İnsan olmaktan yana
Onu yitirmek dedim
Tüm yanlış kahkahaların gürültüsünde
Ağlaması inanç denen kırılganlığın
Anti-lirik şifalar yerine
Epik hastalıklara bulaşmak
Göz göze kalakalmak çocuklarla
Romantikler erken ölür derdim içimden
İçimden çıkarken ölmeye başlamak gibiydi
Sis yüklü kervanlarım inerken masallardan
Melankolik bir tanrıya inanmaktı

Sadece hayallere açılan
Kör bir kalp bağışlanmıştı bana
Herkes yüzümün bir parçasını dinlerken
Geçmişimde yarım kalmış yüzünü buldum onun
Bana baktığında gövdeme üniforma gibi yakışan
Göğüslerinden mürekkep damlayan bir kadına inandım
Nefesimi teninde gezdirirken
Bir ölümlük hatıralar edindim
Yaz gecelerinde ıssız çay saatlerinde
Taşradan taşan kötü mutluluklarda
Ben onun gençliğinin düşünü gördüm
O orada değildi ben gördüğümde
İkiye biçildikçe günahlar coğrafyası
Gençliğime sunulan kefaret gibi sevdim
Şehre tepeden bakmak gibiydi onu sevmek
Uykulu sesinde bahçelerle tanış olmak gibiydi
Kirazlar kadar
Ve sokakların istasyonların tahta merdivenlerin
Uzaklarda ateş saçan evleriyken Yeşil yurt
Geç kalmışlığımın
Yasını sımsıkı tuttum ellerinde
Kızıl saçlı ağlayışların kışından
Penceresine yağmurlar indirdim
Kem gözlü zamanlarda
Müzik çarpıntısının piç baharlarına
Dalgınlığımın şiddetinden çatlayan bir tohum bıraktım
Gittiğini anladım avucumdaki boşluktan
Ölümüne yalnızlığım kadardım

Arabesk inleyişler doldu sesime
Gecenin açtığı yaralardan kesilmiş süsler
Ve babamın yüzünü taşıdım yüzümde
Saçlarından saçıma düştü aklar
Eski bir oğul gibi baktı bana
Boğazından boğazıma bir
Bir…
Düğüm aktı
Bir düğüm aramızdaki yıllardan
Bir düğüm. Hayatla aramdaki mesafeyi Hayatım sandım
Ben kendi ölümümü tekrar ederken kelime kelime
Lime lime
Üstümde o nankör saltanat
Üstümde deliliğin dağlarından kopan kuşlar
Üstümde yoksulluğun kumaşından biçilen seferi atlas
Üstümde halkın çarşılarından yapılma naylon bulutlar
Üstümde notasız ezanlar
Üstümde safrası atılmış şiir artıkları
Evden çıkarken adımlarımı dolduran umut
Eve dönüşlerin insansızlıkları
Kâğıtlarımı kemiren ev yapımı böcekler
Paranoyak telaşları nefs-i emmarenin
Unutmayı hatırlatan mum fırtınalarıydı

Ey mum fırtınalarında kaybolanlarım
Ey birbiriyle söyleşen gözlerim
Ey çıplak bakışlarıma kılıf uyduranlar
Sizinle tanışmadım konuşmadım
Ve hiç birinizle susmadım sustuğumda
Bomboş bir şehrin 1430 yıllık yankısıydım
Çatı katında rüzgârlar beklerdi beni
İhtiyaçtan başka neydi Sonsuzluk?
Kimdi dilindeki yorgunluktan kendini arıtan?
Kim bulup çıkaracaktı parmaklarımı benden?
Hatırasız aşk isimlerinden yakarışlar değil miydim ben?
Eskitilmiş bir intiharın üslup travmasıyla
Tetikte pür dikkat harf harf kendime başlardım
Bir çift yüzük kanardı aynalarımda
Yusuf’un gömleğinden dökülen ağıtlardım
Buradayım derdim
Kasvetimin derinliğiyle buradayım
Kim olsa sarsılırdı kasvetimin uğultusundan

Düşünceydi aşkın bana düşen gölgesi
Düşünmekti beni aşka var eden
Aşk bir düşünceydi hayatta
Aşktı öpüldükçe çoğalan yalnızlıklar

Sonra öldüm sarkıtarak bir düşü ölüme
Düşümün ortasında geldi ölümüm
Cennette olacağım yaştaydım dünyada
Bozulmuş bekâretin bozuk sütü
Ağzımın kenarında.

karabatak, kasım- aralık 2012
Süleyman Unutmaz

kavusma+bitti Kavuşma Bitti