Bahçem

                                  Yadullah Garay için,
                                  o güzel geçmişi hatırlayarak
.

Ey bulut, o giydiğin nemli, soğuk gocukla
Gel, yapraksız bahçede gökyüzünü kucakla.
Bahçe yalnız başına bütün gün, gece gündüz,
masum, üzgün ve sessiz.
.

Rüzgâr onun şarkısı, müziği yağan yağmur,
elbisesi çıplaklık, işte, üstünde durur.
Bir başka giysi ona gerekiyorsa, rüzgâr
altın iplikle diker.
.

Yeşerir mi bilinmez, kimbilir o nerede
bahçıvan da yok orda, yolu düşen kimse de
Gelecek ilkbaharı beklemeden, kendince
yitip gider o bahçe.
.

Gözlerinden ısıtan bakışlar saçmasa da
yüzünde gülümseyen bir yaprak açmasa da
“güzel değil” denemez o yapraksız bahçeye.
O bize şöylesine bir öykü anlatıyor:

Üstten bakan meyveler, bir zamanlar her şeye
şimdi toprak altında, mezarlarda yatıyor.
.
Mehdi Akhavan Sales
Çeviren: Caner Fidaner

bahcem Bahçem

Buluşma Vakti

Buluşma vakti yaklaşıyor
Yine çılgınım, sarhoşum ben
Yine sarsılıyor hem kalbim, hem ellerim
Yine bir başka dünyadayım sanki.

Sen ustura, sakarlık yapıp kanatma çenemi.
Ellerim, bozmayın siz saçımın fiyakasını.
Sen yüreğim, gözden düşürme beni.
– İçmeden sarhoş olmuşsun sen –
Buluşma vakti yaklaşıyor

Mehdi Akhavan Sales
Çeviren: Caner Fidaner

bulusma+vakti Buluşma Vakti

Dalgakıran ve Martı

Kara mı sayılmalı, deniz mi dalgakıran?
Ya üzerindeki yol, şu anda yürüdüğüm?
Her adım bir ürperti, içimi kıvrandıran
Sağımda dingin sular, solum mavi kördüğüm

Peşimsıra geliyor uzun bacaklı martı
Balıktır ona suda kıpraşan her karaltı

Yol bitti kaldım iki dünyanın ortasında
Duvar değil sanki bir sınırın üstündeyim
Önde sakin tekneler, fırtına arkasında
Ne dipte ne havada, suyun tam yüzündeyim

En uçtaki fenerin dibine çöküyorum
Konuşmadan martıya içimi döküyorum

Yanım yörem hep mavi yukarıda mavi renk
Bir dilim toprak beni yeryüzüne bağlıyor
İşte ufuk çizgisi, sonsuz geleceğe denk
Dün bitti, yarın orda, günüm bende ağlıyor

Ya bıktı ya sıkıldı hüzünlü sözlerimden
Martı birden uçuyor, kaçıyor gözlerimden

Caner Fidaner

dalgakiran Dalgakıran ve Martı

Günlükvari

Pencerem bahçenin zeminine paralel. Bazen ne kuş mu, sincap mı ne olduğunu ayırt edemediğim ritmik olmayan ciklemeler, bıcırtılı hayvan konuşmaları duyuluyor. Hava kararınca, gecenin ilerleyen saatlerinde bu nasıl bir canlı ki, şakır gibi konuşmakta, ıslıklar çalmakta.

Artık o cıvıltının hangi canlıya ait olduğunu umursamadan dinliyordum sadece. Sonra penceremden adımı seslendi biri. Kim olduğunu bilmek için görmem, iletişim kurmam gerekli, bu durum pek olası değil ama şaşırmak işe yarar şey değil. Gayet sakin “efendim?” diye yanıtlıyorum. Adımı seslenen gülmeye başlıyor, gülücüğünden tanıyorum ki sevdiceğim uçup gelmiş, pencereme tünemiş demek. Kalkıp perdeyi aralıyorum, gülmesini durdurup “İnsan bir şaşırır.” diyor. “Ben alışkınım,”diyorum, “gaipten gelen seslerim var benim.”. Kıkırdamaya devam ediyor sevimli pencere kuşum. Mini mini bir kuş donmuşta pencereme konmuş diye aldım onu içeriye, cik mik ne varsa ötsün diye.

Tüm ayrıntılarını emercesine dinliyorum o’nu. Gözlüğü buğulansın, içi ısınsın diye sıcak bir şey getireyim istiyorum, içmek istemiyor, içmek istemeyişini izliyorum. Üstüne kar yağan şapkasız sokak lambaları gibi, ıslak ve hep ışıltılı gözleri. saatin akreple yelkovanı, saniye kolu sökülüp göbeğinden yere düşsün, geçmesin zaman. Gök yüzü titresin de yırtılmasın mesela bu akşam. O’nun soluk alıp verişinde neye büyülendiğime bakıyorum. Nasıl böyle tek saç telinin kıvrımını takip ederken, döne döne uçuşuyorum. Sonra affediyorum saatin durmadan tik taklayışını. Pencere kuşumun uykulu gözlerini öpüyorum, nazlı çocuklar gibi kıpır kıpır bazen, durdurup sevemeyişimin acısını çıkarıyorum.

Mavi parlak deniz anaları ya akıntıya kapılıp ya plankton sevdasına yollarını şaşıp kıyıya vuruyorlar bazen. Uzun zehirli ipçikleri ve yakıcı torpilleri varsa da karanlıkta masmavi parlayışları çok çok güzel. Birbirlerinin zehirli ipçiklerine dokunmaktan, yiyeceksizlik ve susuzluktan ölüyor çoğu kıyıda. Crystal Jellyfish olarak da bilinen bu efsunlu yaratık, floresan protein denilen maddeyle karanlıkta mavi ışıltılar yayarak kıyıya vurduktan sonra üç dakika içinde de ölüyorlar. Öldükten sonra bir süre daha ışımaya devam etmelerine benzer bir his içimdeki. Pencere kuşumun uykulu güzelliğini izlerken içimdeki iklimin kıyılarına zehirli fakat güzellikle parıldayan anılar vuruyor, sonra da unutularak ölüyorlar. Deniz analarının kıyıya vurmasındaki gizemli neden gibi, yakıcı anılarımın ölüş nedenini arıyorum.

Tatlı uykunun yumuşak elleri çeker de ben gitmez miyim, hele sevdiceğim kokusuyla burnumun ucunda. Diyor ya azeri türküsünde “Küçelere su serpmişem, yar gelende toz olmasın.”, ah belki sevdiceğim gelir diye o’nun pencereden seslenişine dünden hazırmışım. “Eyle gelsin, eyle gitsin, aramızda söz olmasın.”diyor da, şarkı bitse bu söz yankılanıyor ağzımda. İstemiyor ki şarkıyı söyleyen, bu görülsün, pek beğenilsin, ya da istemiyor ki şarkıyı söyleyenin sevdiceği “ay ne yahşi eylemişsen, su serpişsen ben geçemde toz olmasın, aman ben sene vurulayazdım”desin. Huzurla uyusun, rüyasında beni görmesin sevdiceğim.

Bloga yazmayı, okumayı, yorum kutucuklarında sohbet etmeyi özlüyorum. Bir şey var beni eskisi gibi yazmaktan alıkoyan. Vakitsizlik veya zamanın yazılası akmaması değil.

Yazmaktansa konuşmaya çalışıyorum, çokça. Kendi sesime olan yabancılığımdan, öylesine sohbetlerin zihnimdeki imkansızlığından. Şu unutkanlığım mevsimsel denip teselli edilecek kadar geçici değildi, uyku düzenim, biyolojik saatim şaşmış ve kendimi en bildik yerlerde kaybolmuş bulduğumdan terapiye başladım. -Artık psikolog, danışman, terapist, ne denirse, hepsi kendini farklı tanımlıyor.- Topladığı verilerden ilk gözüne çarpan kendi sesime olan yabancılığım, anlatmaktaki acemiliğimdi. Oysa kelimelerle, ifade etmekle bir sorunum yoktu, konuşmaksa işkence. Beş yaşında heyecanlı bir çocuk gibi, anlatmak için debelenip, nefessiz kalıp, beceremeyişimin pek çok kökeni, travması vardı. Benim için oldukça duygusal yoğunluğu olan konularda uzun soluklar almazsam, boşluklar bırakmazsam cümleleri tersten kuruyordum örneğin. Örneğin kuruyordum tersten cümleleri bırakmazsam boşluklar, almazsam soluklar uzun konularda olan yoğunluğu duygusal oldukça için benim. Filmlerdeki deliler gibi. Ama bana kalem ve yeterli uzunlukta kağıt verin, dünyayı yerinden oynatmanın yüz pratik yolunu yazayım.

Neyse ki yavaş yavaş eski renklerini buluyor zaman. Gökyüzü çatlayıp parçalanmıyor, çay termosta, hala sıcak, leziz. Gece yarısı kalkıp salata yapmak-tamam sağlıklı değil ama- eğlenceli. Manav tezgahlarını izlemek, hangi otlar varmış diye bakınmak keyifli, öylece geçilip gidilmiyor yanından, balıklar gümüşi, biçimli. Korkak bir kedi balık köpüklerini yalarken, çöpe atılan birkaç ezik hamsiyi kediye vermek güzel. Kar yağınca üşüdüğüme sevinecek kadar mutluyum.

Atze (http://renksizcambaz.blogspot.com)

mavi+denizanalar%C4%B1 Günlükvari

Tuz Ayarı

Hep karlı doruklar göründü
Burada kirli akşamlar arasından
Bir telefonun ucunda oturdum
Üşümüş sesini bekledim
Evraklar ihanetler arasından

Kanat çırptıkça esir kirpikler
Yerini anımsayıp durdu gümüş yara
Metropollerden içeri bir çarpıntı
Haşhaş kapsülündeki hışırtı

Nasıl da kirlenmiş düşler denizinin kıyısı
Burçlarında tutunamıyor rüzgâr
Kurnazın nezaketi mi, aptalın yürek temizliği mi?
Hep o eksik şey, eksikliği tuzun eksikliği kadar şey

Arayıp da bulamazsan çıkıp gel
Birlikte bakınalım yürek hurdalıklarında

Tahir Abacı

tuz+ayari Tuz Ayarı

Biten Bir Aşkın Belirtileri

Doğaldır ki sular çekilir önce
Kirlenmeye dönüş, kaldığın yerden
İkinci belirti: Omzunda puhu
Üçüncüsü: Raydan çıkmış bir tren

Yüzlercesi var da, birisi var ki
Biten bir aşkın diyorum açıldı belirtisi
Açlığın sınırında, iflas yakındır
Küçük esnaf, veresiye defteri

Anadolu kentinde bir İstanbul vapuru
Şaşkın sular, kör iskele, yolcular
Evet bunlar da olacak, çok tuhaf belirtiler
Denizin olmadığı yerlerde

Güzel bir kadının boynunda akrep
Yani diyorum ki kolye yerine
Biten bir aşkın bir başka belirtisi
Soğuk, dağ ateşinden daha görkemli

Bir sürü çocuk öldü bu kısacık zamanda
Aşkın bitmesi demek; ihmal, kasıt, cinayet
Bir daha giy çok sevdiğim o mavi elbiseni
Son kez geçiver önümden güzel ürperti

Cinsellikle cömertliği yan yana
İnsan daha çok da aşkta görüyor
İnsan daha çok da aşkta görüyor
Dantel ile dokunuşu yan yana

Aşk neydi benim için
Evden biraz uzakta
İçimdeki sokakta
Olmaktı benim için

Enkazdan aracı bulsam kendime
Sorup gelse, onun için aşk neydi?
Surlarla çevrili odama kapandım da
Çığlıkla çekiyorum aşk bitti söylevini

Arkadaşıma açmıştım, olağandır demişti
Aşk biter, orman gider, kırık bir dal kalırmış
Bende biten onda süren bir aşkın belirtisi
Ben yuh’um baştan sona, arkadaşımsa alkış

Gündüz hızlı akıyor, geceler ağır
Geceler uykusuz da gündüzler sağır
Biten bir aşkın en büyük belirtisi
Ölüme diyorum az daha yaklaşılır

Abdülkadir Budak

biten+bir+askin+belirtileri Biten Bir Aşkın Belirtileri

Şehre Girdik Ve Tartıldık Ağırız

şehre girdik ve tartıldık ağırız
iki erkek bir kadınız yani biraz
                         sarmaşık
cebindeki taşların sesine dalıp
üç şarkı boyunca susan söylesin:
haziran kimin hakkı güz neyle
                         astarlanmış
(sevgilim yağmurun atını
                         koşturuyor
bulutlar aklı-
mı kırbaçlayan gözlerin
şimdilik önemsiz bölünmeler var)

temmuz büyük yalan ve yararsız
                                      yazımız
adından fazla bir gece düşüncesi
silik gölgeleri zifte karışan fihrist
bir öfkeyi bir ah’dan taşırmadan
teninin kafesinde tutan söylesin:
hangimizin bahçesi şeytan ve
                                   tavus
(sevgilim sen bende hiç yokkendi
üç ağustos geçti omuzlarımdan
ben hepsine durdu baktı ağladı)

ve eylül hiç yaşanmadı bir zaman
ısındı kar topladı sırtımız
gecikmek mümkündür elbet
                        sulara
dönerken uzun bir gece
                     uçuşundan
aşkın nektarına konan söylesin:
çiftleşirken döküldü kanatlarımız

(sevgilim / neye yarar
bir eylülü olmayan)

işte şehirden çıkarken
                     arandığımız
işte çok şey taşıdığımız
                   üstümüzde senden
keskin bir haziran dolu bir
                        temmuz
ve bir “kirli ağustos kahverengi
organıylan”
kanıtları bir eylül cinayetinin
ben kendimi susarım kim isterse
                       söylesin:
üç kişi bir olup unutacağız…

Nilay Özer

nilay+ozer Şehre Girdik Ve Tartıldık Ağırız

Verasus

Ben çok hüzünlü adamlar gördüm
hiçbir şey konuşmadım onlarla
karşılıklı iki keman gibi işlek çizdik omuzlarımızı…
sadece biri: ateş almaya mı geldin! dedi
çok hüzünlü adamlar gördüm
yalnız o beni gördü

iki kadın sevdim
birine siyahlar giyiniyordum giderken
diğerine böyle anlatılmaz
üstüm başım rüzgâr gidiyordum

ergani diyarbakır arasmda
tarlaya giden kızlar
her birinin içinden Dicle akar
herkesin evi varmış! olsun
göz göze gelince bütün evliler bekâr

tokat niksar arasında
ben çok hüzünlü türküler duydum
toplalanıp dağılan bir çift zar
baş başa vermiş iki mezar
yüzüne türkü söndürülmüş kadınlar

sivas şarkış’la arasında
cep aynamı düşürdüm
bir horoz dağılıp durdu sabaha kadar
sivas şarkış’la arasında
kurşunlanmış tabelalar…
oysa bu yolun tehlikeli olduğunu
insan içine ‘bakınca anlar

Ayaklarım ağzımın içinde
yerle gök arasında
ben çok baş aşağı durdum

Şeref Bilsel

verasus Verasus

Ecel Temennisi

Yarın kırkım okunur, ona göre giyin
yani şık ol dudakların seni tamamlasın,
akşama doğru istanbul’un bütün şamdanları yanar
sarhoşların mektupları kırkım gibi okunur
amin deme bana, bu söylediğin bana çok dokunur
saçma sapan bir laf gibi ortada kalırım
gecenin bir yarısı kalkar gider, amsterdam’a bir bilet alırım
çok canım çeker seni

inan çok canım var seni çeken, sürükleyen, seven, yıpratan
seni dağlara taşlara çöllere ummanlara atan, oralarda
bırakan, bak kestim işte yine kendimi, eşkenar üçgenlere
benzedim; iç açılarımın toplamı yok, sıfır, sıfırı anlasana

Yarın kırkım okunur, ona göre giyin;
çok kötü yazılmış bir dua olup kapanırım ellerinle Allah’a
ve bir ihtimal
sana… aşka, insafa, güzel insana…
vaktin var, bari sen ölme, ah mecbur sükunetim
fail kelimesinin meçhul kısmını anlasana!

Küçük İskender

ecel+temennisi Ecel Temennisi

Rüzgâr

Çözülüyor ruhundaki sıva, dökülüyor duvar
derin bir oyuk açılıyor içindeki mağarada
yıkılıyor kalbini koruyan oda, oradaki vaha

dönüşüyor güven duygusunu yitirmiş bir çocukluğa
doğru başlayan bir yolculuğa sürüklüyor seni
zalimlerin ruhundan esen bu nemli rüzgar
izin vermiyor uzaklaşmana içindeki vahadan
farksız bir varoluş başlıyor bu sokakta

hangi kulağa seslensen kapıları mühürlü mahzen
hangi yüze baksan perdeleri çekili pencere
hangi ele dokunsan panikle tutuşan dal
hangi sese kulak kesilsen yıldızını vermeyen gece

hatıra değil içine düşen kar tanesi,
düş değil peşinde gördüğün kâbus
soluk soluğa çıkıyor yüzünün yeraltından
çocukluktan mahsur kalmış her ben

koşarak geçiyor o sokaktan yıkılarak
giriyor o nemli yel içindeki mağaraya
titreyişten bir kilit vuruluyor, suskunluktan
belleğin ilkçağına açılan kapıya

varınca düşüyor varoluşun derin bir olanaksızlığa
çünkü orada her ben dinmemiş bir fırtına
savuruyor seni tekrar içindeki oyuktan
gözlerinin kıyısındaki ruhuna

Çözülüyor ruhundaki sıva, dökülüyor duvar
derin bir oyuk açılıyor içindeki mağarada
yıkılıyor kalbini koruyan oda, oradaki vaha
dönüşüyor güven duygusunu yitirmiş bir çocukluğa

doğru başlayan bir yolculuğa sürüklüyor seni
zalimlerin ruhundan esen bu nemli rüzgar
izin vermiyor uzaklaşmana içindeki vahadan
farksız bir varoluş başlıyor bu sokakta

hangi kulağa seslensen kapıları mühürlü mahzen
hangi yüze baksan perdeleri çekili pencere
hangi ele dokunsan tutuşmaktan korkan kuru dal
soluk soluğa çıkıyor yüzünün yeraltından
çocukluktan beri orada mahsur kalan ben

koşarak geçiyor o sokaktan yıkılarak
giriyor o nemli yel içindeki mağaraya
titreyişten bir kilit vuruluyor, suskunluktan
belleğin ilkçağına açılan kapıya

varınca düşüyor varoluşun derin bir olanaksızlığa
çünkü orada her ben dinmemiş bir fırtına
savuruyor seni tekrar içindeki oyuktan
gözlerinin kıyısındaki ruhuna

Yücel Kayıran

ruzgar Rüzgâr