Yoruldum Yaşamaktan Yurdumda

Yoruldum yaşamaktan yurdumda,
İçimde engin kırlara açılma özlemi,
Bırakıp gideceğim kulübemi,
Çekip gideceğim hırsız ve hayta.

Kendime bir barınak arayarak
Gideceğim günün ak pürçeklerinde.
Ve en iyi dostum beni vurmak için
Bileyecek bıçağını çizmesinde.

Çayırlık boyunca kıvrılan sarı yol
İlkbahara ve güneşe bürünmüşken,
Adını kalbimde taşıdığım
Kovacak beni eşikten.

Yeniden döneceğim baba ocağına,
Yadırgı bir sevinçle avunacağım,
Ve yeşil bir akşam, altında pencerenin
Koluyla mintanımın kendimi asacağım.

Çit kıyısındaki akça söğütler
Başlarını daha bir sevecen eğecekler.
Ve öylece, yıkamadan beni
Köpek uluması altında gömecekler.

Ve ay yüzerek durmamacasına,
Göllere küreklerini indirerek,
Ve sürdürecek yaşamasını Rusya
Avlularda ağlayarak ve hora teperek.

Sergey Yesenin
Çeviri: Ataol Behramoğlu

Sergey+YESEN%C4%B0N Yoruldum Yaşamaktan Yurdumda

Hayır, Sanma Ki Acınmaya Değer Biriyim Ben

Hayır, sanma ki acınmaya değer biriyim ben,
Şimdi sözlerim dolu olsa da kederle,
Hayır! Tüm amansız acılarım benim
Çok daha büyük yıkımların önsezileridir sadece.

Gencim! Fakat sesler kaynaşıyor yüreğimde
Ve ne kadar çok isterdim Byron a ulaşmayı;
Ruhumuz bir onunla, acılarımız da öyle
Ne olur, yazgılarımız da bir olsaydı! …

Onun gibi unutuş ve özgürlük arıyorum,
Ve onun gibi ruhum
çocukken tutuştu daha,
Dağlarda batan günü, köpüren suları seviyordum
kapılır giderdim yeryüzü ve gökyüzü fırtınalarına.

Onun gibi dinginlik aramaktayım, boşuna,
Her yerde tek bir düşüncedir izleyen beni;
Korkunç bir geçmiş, geriye baktığımda,
Ve yok yakın bir can, baktığımda ileri!

(1830)

Lermontov

Hay%C4%B1r+Sanma+Ki+Ac%C4%B1nmaya+De%C4%9Fer+Biriyim+Ben Hayır, Sanma Ki Acınmaya Değer Biriyim Ben

Aklından Sonsuz Yazgı Çıkmayan Adam

Bir yolcu gibi sabah, tan vakti yola çıkan,
Aklından sonsuz yazgı çıkmayan mutlu adam,
Uyanıyor şafakta, ruhu hep düş içinde,
Elinde kutsal kitabı, dualar dilinde!
Duasını ederken başlıyor gün doğmaya
Güneş hem göğe doğuyor, hem onun ruhuna.
Solgun ışıkta beliriveriyor eşyalar,
Eşyalarla birlikte ruhunda başka şeyler,
Ondan başka herkes uykuda, böyle sanıyor,
Esrik bir mutluluğun huzuruna varıyor,
Oysa arkasında güler yüzlü melekler var,
Kitabın üzerine eğilmiş bakıyorlar.

(1856)

Victor Hugo
Fransızca’dan çeviren: Tozan ALKAN

victor+hugo Aklından Sonsuz Yazgı Çıkmayan Adam

Elveda! Boşa Gitmeyecek Dualarım

Elveda! Gitmeyecek dualarım boşa
Gökyüzüne taşıyacak ismini senin
Eğer Tanrılar aldırıyorsa dualara
Bizlere mutlu bir hayat sunmak için.
Sözcükler, iç çekişler, hıçkırıklar boşa
Kanlı gözyaşlarından daha fazla şey söyler
Feri kaçmış ve suçlu gözlerde gizlenen
Bir elveda sözcüğü, – Elveda! – Elveda!

Bu dudaklar suskun, bu gözler kupkuru
Ama yüreğimde, beynimin içinde
Bitmek tükenmek bilmeyen bir ağrı
Uykuya dalamaz bir daha düşünce
Ruhumda ne bir yakınma ne taviz
Acılar, tutkular ayaklansa bile
Tek bildiğim şey boşunaydı aşkımız
İçimdeki tek söz: – Elveda! – Elveda!

Lord Byron

elveda Elveda! Boşa Gitmeyecek Dualarım

Gözyaşını Gördüm

Gözyaşını gördüm –iri, saydam gözyaşını
O mavi gözden akan;
Ve sonra düştüğünü gördüm
Menekşe çiy tanesinin;
Gülücüğü, safirin ışığını gördüm
Senin yanında soldu
Güçlü ışınlarla dolu bakışının
Yeri doldurulamadı;

Bulutlar uzaklardaki güneşten
Akşamın karanlığını
Ürküten koyu, tatlı bir renk aldığında
En karamsar insanlara
İlettiğin o kıvançlı, şen yanını
Gökten usulca siler;
Oysa gözlerinin arkasındaki ışık
Solmaz yüreklerden.

Lord Byron

IMG_2819 Gözyaşını Gördüm

Artık Gezmeyeceğiz Başıboş

Artık gezmeyeceğiz başıboş, bunun için
Gecenin içine bu kadar geç vakit,
Hâla sevse de kalp,
Ve hâla parlak olsa da mehtap.

Çünkü kılıç kınını yıpratır,
Ve ruh göğsü eskitir,
Ve kalp mola vermeli nefes için,
Ve aşkın kendisi dinlenir.

Gece başıboş gezmek için yapılmış olsa bile,
Ve gün çok erken dönse de,
Artık başıboş gezmeyeceğiz gene
Yakınında ay ışığının biz.

Lord Byron
Çeviren: Vehbi Taşar

kalp+mola+vermeli Artık Gezmeyeceğiz Başıboş

Uzun Yıllardan Sonra

Mahzun, yarı kırık yüreklerimiz
Yıllarca uzak kalmak üzere
O gün, ayrıldığımızda ikimiz
Sessiz ve gözyaşları içinde;
Solduğunda, soğuduğunda yanağın
Öpücüklerin buz tuttuğunda…

Çoktan çalmıştı saati acıların…
Sabahın o serin, ürperten çiyi
Alnımda donuvermişti,
O çiyler belki bu hüzünlerimin
Gözyaşlarımın işaretiydi.
Ettiğin yeminler bir bir bozuldu
Gölge düştü güvenilirliğine;
Paylaştığım yalnızca acı oldu
Senin adını işittiğimde…

Gizlice buluşmuştuk seninle…
Sessiz, hüzünlenirim şimdi
Çünkü ruhun aldattı ruhumu
Yüreğin unuttu yüreğimi.
Eğer bir gün, uzun yıllardan sonra

Karşılaşırsak ikimiz yine
Nasıl bakabilirim, nasıl sana
Sessizce ve gözyaşları içinde

LORD BYRON

Uzun yıllardan sonra
Sana bir daha rastlarsam
Seni nasıl selamlamalıyım
Susarak mı, ağlayarak mı?
seni+nas%C4%B1l+selamlamal%C4%B1y%C4%B1m Uzun Yıllardan Sonra

Sükût İçindeyim

Tutunduğum pervanenin kanadını incitiyorum.

Zaman bir kum gibi akıyor ayaklarımın altından.
Kalbim bir saat gibi işliyor.
Aşk takatiyle çok yorgunluğa talibim.
Her çileden nasibimi arıyorum.
Her yaranın hissedarıyım.
Her acıdan pay alıyor, her ağlayışa gönüllü oluyorum.

Sükût İçindeyim.

Münire Daniş
S%C3%BCk%C3%BBt+%C4%B0%C3%A7indeyim Sükût İçindeyim

Gitmek biraz ölmektir

Biliyorum gideceksin. Bir eylül ayında ve günün herhangi bir vakti gideceksin. Ne eski bir şarkı engelleyebilecek gitmeni ne de yalnızca gözlerimde sakladığım aşkım. Usul usul ve ağır başlı adımlarla gideceksin. Her adımda gitmenin acısı yankılanacak sokakta. Bir törendeymişçesine göze batan bir yürüyüşle gideceksin ve ben çocuklar gibi bakacağım ardından. Sen geriye dönüp bakmayacaksın.

Gideceksin…

Yalnızca gözlerimde sakladığım aşkımı sukuta kurban vereceğim. ‘Keşke’ diyeceğim sonra ve sonraları da ve her zaman ‘keşke’ diyeceğim. Söylenmemiş sözlerin ateşi yakacak tüm bedenimi. Engizisyonlarda kurban edileceğim her gün. Geç kalmış infazın korkusu kemirecek beynimi. Duvarlara bakıp hayıflanacağım.

Biliyorum gideceksin…

Puslu bir eylül ayında gideceksin. Gözlerinle birlikte, saçlarınla birlikte gideceksin. Geride seni hatırlatan bir tek kelebekler kalacaklar. Bir tek kelebeklerin kanatlarına bakacağım özlemle. İlan edilmemiş bir aşkın hüznünü bırakacaksın bir de. Taşımayacak kadar yorgun olacağım sen yokken. Sonra yaşamak dediğimiz saltanatın soytarılığı kalacak üzerime. Sihirli sözlerin avutulucuğuna salacağım boyalı yüzümü. Kimse fark etmeyecek seni. Seni en kuytu bakışlarımda saklayacağım. Seni uykusuz gece yarılarımda saklayacağım. Başlayıp da bitiremediğim yazılarımda. Bir radyo istasyonunda çalınan Ortadoğu şarkısında.

Sen gideceksin… 

Ve aslında gitmelisinde..
Hem de bir eylül ayında gitmelisin.
Şehrin gece lambalarında dans etmeli veda bakışların.
Korkularımla yüzüstü kalakalmalıyım öylece basık bir kenar mahalle kahvehanesinde. Aşkınla demlenmiş sıcak bir çay içmeliyim. Küfürler saçıp etrafa, belalara bulaştırmalıyım ağrılı başımı.
Yokluğuna alışmamalıyım.
Alışamamalıyım…

Tarık Tufan

biliyorum+gideceksin Gitmek biraz ölmektir

İlişmek

Birilerinin beni aşkın, sevginin, sevdanın, adı ne ise, bunun olmadığına ikna etmesi çok zor. Bunun iyimserlikle ilgisi yok. Ben bir aşk çocuğuyum çünkü, nedeni bu. Babam anneme, annem de babama âşıktı. 1960’larda milliyetçi ve yaralı bir Ermeni adam, yetim bir Çerkes kadınına neden tutulsun ki! Annem yıllar sonra, “Aslında Markar” demişti, “Aklımın köşesinden bile geçmezdi bir Ermeni ile hayatımı birleştireceğim.” Öyle basit bir mücadeleden bahsetmiyorum. Burada ayrıntılarına da girmek istemiyorum. Sadece akrabasız büyüdüğümüzü söylemem yeterli olacaktır.

Son bir sahne hatırlıyorum…

Daha doğrusu sadece o sahne kazınmış görsel hafızama. Babam ilk felcini geçirmiş. Osmanbey’deki büyük evdeyiz. Yıl 1994 olsun. Annem babamı bebekler gibi giydirmiş, salonda, o eskiden oturup saatlerce kahve içip sohbet ettikleri berjerlerindeler yine, karşılıklı… Ben salonu gören Amerikan mutfakta çay dolduruyorum. İşe gitmek üzereyim. Gözüm onlara takılıyor bir an. Babam hâlâ çekici. Erkekliğinin şıklığından hiç taviz vermiyor. Bunu bildiğim için dükkâna gelen özel berberini eve getirtmeye devam ediyorum.

Annem ile babam göz gözeler, görüyorum.

Beni fark etmeleri mümkün değil. Mahcup da olsam birkaç dakika onları izliyorum. Kocaman adam olmuşum. Yine de bu muhabbetleri bana huzur veriyor. Kendimi çok, nasıl derler, “iyi” hissediyorum. Kahvelerini içiyorlar. Babamın suratında muzip bir gülümseme var. Ona hep öyle bakar. Annem ona bir şeyler söylüyor ara ara. O da onun söylediklerini ne kadar önemsediğini belli etmek için (konuşamıyor ve doktorlarından biliyorum ki aslında anlamıyor da) sanki duyduklarına çok şaşırıyormuş gibi başını aşağı yukarı sallarken, “hmm, hmm” diye sesler çıkarıyor.

Biliyorum ki, şimdi, anlamasına da gerek yok. Annem de çok önemli şeyler söylemiyor zaten. Tonton (babamın anneme hitap şekli, hiç romantik değil bence) onunla konuşmak, onu seyretmek istiyor sadece. Babam bunu biliyor. Beyine giden ana damarın tıkanması, babamın annemi sevdiğini “bilmesine” engel değil. Öyle saatlerce oturacaklar. Annem tüm telkinlere rağmen onu hastaneye yatırmayacak. Son gününe kadar “evinde” bakacak ona. Gittiği için ona hep kızacak. Kendi gidişine az kala, “Nefret ediyorum babandan!” diye bağırıp bana, onun resmini duvardan indirecek kadar kızgın, ona.

Pembe bir tablodan bahsetmiyorum. Evlilikleri kolay geçmedi. Evlilikler, ilişkiler öyle kolay geçmez. İlişkiler kolay değildir. Hiçbir şey kolay değildir. Evrende çürüme prensibi vardır çünkü. Varoluşun ilk ânı çürümenin başladığı andır da. Bu nedenle canlı kalmak için emek vermek mecburidir. Zor’un birlikte iyi edilmesinden hayat bulur sevgi. Gerisi tek kişilik oyunlardır. Sizin olması ile zor olması arasında doğrudan bir bağ vardır. Bu iyi bir haberdir.

Bir de neden kolay değildir biliyor musunuz? İki insan karşı karşıya geldiğinde, iki küçük evren karşılaşır, ya teğet değip geçerler, ya da çarpışmaya karar verirler. Çarpışmaya karar verirlerse, kaos ortaya çıkar. Kaos kötü bir şey değildir. Korkutucudur sadece. Birbirlerinin hikâyesini hiç bilmezler çünkü bu kararı verirken. İki kişiye ait iki kocaman yabancı- belirsiz geçmiş, çarpışır. Ne büyülü bir şey değil mi? Bu bir duygudur sadece, bir his. Bilimsel açıklamaları, feromonları, böbrek üstü bezlerini, Freud’u, Schopenhauer’in tezlerini biliyorum. Bunlar başlangıç sermayesidir belki. İlişki, bundan öte bir “şey” gerektirir. Birlikte sermaye yaratmayı. Tanımadığın o insana zarafetle zaman, mekân tanımayı. Birbirinin önünde ruhunu yavaş yavaş soymayı, çıplak kalmayı gerektirir. Bu bir taviz, iyilik veya ödün değildir. Öyle ilişkiler de çok. Bağlanmak ile bağımlı olmanın birbirine karıştırıldığı. Bağımlı olmak, adı üstünde, bir hastalıktır. Onun adı ilişki değil, çelişkidir. Çünkü insan ancak özgür iradeyle çarpışmaya engel olmadığında âşık olabilir, bağlanabilir. İhtiyaçlar, mantık, korku aşk üretmez. Mönüden balık seçip, “neden et yiyemiyorum” diye şikâyet edemezsiniz.

İnsanlar, karşılarına çıkan bir insana, yani yepyeni koca bir evrene, bir ayakkabının eskimesine tanıdıkları zamanı bile ayırmıyorlar değil mi? Ayırsalar bile, o kişiye kendi projeleri olarak bakıyorlar, değil mi? Oysa, büyük teminatlar vermeden, hayal yığması yapmadan, sadece yan yana durmak gerekirdi, belki. Yan yana durmak ve hayatın üzerinizden geçmesine izin vermek. Bakalım neler olacak? Dalgalar vurup geri çekildiğinde, geriye ne kalacak? İki kişi kalıyorsa, buna güvenebilirsiniz. Güvendiğiniz şey, o değil, siz’sinizdir çünkü.

İki kişiye, bir kişiden daha fazla güvenebilirsiniz. Basit bir matematik meselesi.

Markar ESAYAN
markar+esayan İlişmek