Korkarım felekte bir gün
Bir bayram yemeğinde.
Anam, babam gibi kardeşlerimde,
En güzel dalgınlığında ömrün.
Beni gurbette sanıp
Keşke gelseydi bu bayram
Diyecekler.
Ve birdenbire yürekler,
Aynı acıyla yanıp
Hepsinin gözleri yaşaracak.
Öldüğümü hatırlayarak.
Şub 23
Bir Bayram Yemeğinde
Şub 23
Garip Kişi
Şub 23
Paydos
Paydos bundan böyle çılgınlıklara!
Sert konuşmaya başladı aynalar,
Yetişir koştum aşkın peşi sıra;
Bitirdi beni bu içki, bu kumar.
Ne saklayayım gaflet ettiğimi,
Elimle batırmışım gençliğimi;
Binip gideceğim en güzel gemi!
Aldığını geri vermez dalgalar.
Meyhaneler, sabahçı kahveleri,
Cümle eş dost, şair, ressam serseri,
Artık cümbüşte yoksam geceleri
Sanmayın tarafımdan hıyanet var.
Yaş ilerliyor… Artık geçti bizden;
Kişi ev bark edinmeli vakitken.
Gün gelince biz değil miyiz ölen?
Cenazemiz yerde kalmasın dostlar!
Cahit Sıtkı Tarancı
Şub 23
İki Gözyaşı
Şub 23
Ah/Sen
En güzelin güzeli
Kadife bir karanfil davetinde dururdu ellerin
Nazenin bir dal gibi
Uzanırdı göğe
Avuçlarından dualar dökülürdü
Ben toplardım tane tane
Yalnızlığa sarardım
Cami avlusunda
İkindiyi bekleyen ihtiyarlar gibi
Beklerdim gelişini
Oysa sen
Sehiv secdesi gibi geldin her seferinde
Bizimki iki tövbe arasında aşktı
Belli ki…
Ah/sen
Kalbim dağınık, bilesin
Seveceksen eğer,
Bir suzinak beste üflesin sonbahar
Toplasın dalgın sevinçlerimi
İnci bir tesbih dizeyim sana
Mütebessim bir imame ol
Kurul başköşesine dualarımın
İsmini ismimle zikredeyim
Dudaklarını süslerken ism-i celil
Vesile ol maksadıma
Sen Elifsin, (belli ki)
Ben bir Lam olayım yanı başında
Sarmaş dolaş, tek kalemde yazılsın
Lâ olsun adımız
Bizle başlasın ezel
Bizde gizlensin ebed
Edri, Lâ desin önce
İlla şartıyla donansın sonra
Dilleri şairlerin
Sen, yetimler annesi,
Çocuk sevinçlerinde gizlenirsin
Bulut gibi gölgelik
Yağmur gibi merhamet
Kimsesizin başını okşayan sen
Benimsin
Ah/sen
Kavminin en güzeli
Gün, eştir sana
Gece sırtıma yük
Kapadım gözlerimi
Anmadım adını bilesin
Halel getirmem orucuma
Lakin iftarım, iftiharımdır
Adını sustuğum yetmez mi
Yâr.
Ey cennetin tebessümü, söyle
Ya senin Meryem orucun
Ne vakit biter
Kır beni
Kırgınlığıma aldırmadan
Yine kır
Ve farkımda olmamakla bir daha
Sonra ben, senin
Vazgeçilmezliğinle imtihan edileyim
Yalnız Rabbimden sakınma beni
Gayrısı, zaten senin.
Ah/sen
Hüznümün göz bebeği
Ne zaman
Bir bebeği düşe kalka yürürken görsem
Bir şarkının sözleri uçup gitse aklımdan
Kıskansam, uzlete çekilmiş amcaları
Ne zaman uzağında bir ülkeye sığınsam
Yakınındayım, bil ki
Vakit tamam
İşgal ettiğim hayallerinden
Çekiliyorum
Yokluğum alnından öper şimdi senin.
Adige Batur
Şub 23
Münzevinin Aynaları
XXI
dua mı etmek istiyorsun, a ruhum,
a kuzum, a beyaz farecik,
dua mı etmek istiyorsun,
bir şey mi isteyeceksin O’ndan?
bak, bunun için O’na
dalkavukluk yapman gerekmez.
O’na dil dökmen –şöylesin, böylesin falan-
pohpohlamaya kalkman gerekmez.
O’nunla konuş, yalnızca konuş
ve boynunu eğip bükmeden
O’ndan açıkça iste, ne isteyeceksen!
O’nun yüceliğini, cömertliğini, merhametini
hatırında tutman ve yinelemen elbette iyi,
ama bu bilgi, O’na değil,
sadece ve sadece sana gerekli.
dostça şeyler söylemen yeter O’na;
bir kamp ateşinin başında,
bir yol arkadaşına söylenebilecek,
belki biraz buruk, çekingen,
biraz kederli şeyler mesela…
bu yeter, bence, bu yeter O’na,
O çok yalnız çünkü, çok yalnız,
senden kat kat fazla, senden
dünyalar kadar fazla…
neyi ki çok istiyorsan, dilini eğip bükmeden
ona geç hemen, O’na bunu söyle!
neyi ki yapmak istiyor ve yapamıyorsan,
neyi olmak istiyor ve olamıyorsan,
neye inanmak istiyor ve inanamıyorsan bir türlü
–bak, bu önemli-ona geç hemen,
bunları aç O’na, bunları paylaş O’nunla!
bunları iste O’ndan!
çünkü bunların hepsi O,
bunların hepsi O’nda,
bunların hepsi O’ndan!
XXII
gençken kulaklarımızı, gözlerimizi
açık tutmamız yetiyordu, a ruhum,
a kuzum, a beyaz farecik,
çünkü gönlümüz kendiliğinden açıktı zaten.
yaşlandık ve kulaklarımız ağırlaştı,
ayırt edemez olduk,
derinden derine işittiğimiz ses
bahçede öten çavuşkuşunun mu sesi,
sazın dudağında sabah rüzgârının mı?
yoksa dilini yeni yeni sökmeye başladığımız
Tanrının mı sesi?
yaşlandık ve gözlerimiz pustan
ayırt edemez oldu,
O, bir mi, üç mü, kırk mı,
yoksa, o güzeller güzelinin yüzü
bütün öteki yüzlere dağılmış da,
sayılara, sıfatlara, ilimlere ve âlemlere
sığmayacak kadar çok mu?
4 Kasım 2010
Şen Maneviyat Kitabı
Şub 23
Küfran
o rahvan atları anlaşılır kılan sabahlarda
göğsü kasvet sayrılarıyla çarpışıp
delişmen çocuklarını azdırırken dünya
şehrin çarşılarından esen telaş
hıçkırıklarla akşamı karşılayan bir aldanış gibi
babamın incinmiş sesine çökerdi.
yatağına ilk kez akan bir nehrin hırçınlığıyla
karın kapadığı rayları temizleyendi babam.
bir nasihatin başlangıcındaki parmağı hep tehdit,
bütün oğulları kaçgöç,
herkesin yalnız klarnet çalarken duyduğu
kendinin öksüzü ıslak bir adam.
benzemem diye düşünürken
müsvedde oldum ona.
bütün bozgunlara mâlik bir adamdı babam
mahzenlerde sakladığım kitaplar kadar müphem.
eski gazetelerle dönerdi akşamları
yani ki posta katarlarının artıkları..
okuturdu akşamların camlara çarpan geniş sesiyle.
oysa renksiz gazetelerdi çeken bizi
yani yıldız paylaşan üç kardeş
devlet ve babamızdan korurduk kitaplarımızı.
çünkü, sabahına sorardı şehir:
kimdi duvarlara bu kızıl harfleri düşürenler..
kavmim kadar ümmîydi babam
ya da herkes kadar sis.
dağılır bu kirli yarış diye düşünürken
yekûn oldum ona.
bilmediğim bir rabbin secdesine çağırırken beni
suya inen gözlerin tedirginliği sanırdım onu.
çünkü anlamazdı kimse
raylar boyunca hıçkıran bir adamın
bir boşluğa içinden konuştuğunu maraz gecelerini.
çünkü yalnızlık eski kıbleydi doğu’da
kendimizin kapısını çaldıkça başlayan küfrân.
çünkü boşaltılmış köylere fısıltıyla bakan babam
katarlar boyunca gözyaşı şişelerini görmezdi
o, karın kapadığı rayları temizleyendi sadece
yorulunca klarnet çalan, boş vagonlara.
yürürüm diye düşünürken
sebep oldum ona.
gözlerim sarındığım yazlar için ıslakken
onun sefer taslarında kaynamış taşlar,
önünde, gidemediği arafat dağı
solgun takvim yaprakları cebinde..
her akşam kurulan bir saatti babam.
öldürdüklerinin de namazını kılan
acıya vâkıf bir adam.
sırtından kayan hırkasını okşarken
bana yeter sanırdım içimdeki hayâ taşı.
oysa herkes adak,
her şey ses’ti doğu’da.
bu sözle dirilip
bu sözle yaklaşırdım sırtındaki hançere.
babasız büyüyen babamın
oğulsuzluğuna dokunurdum.
ummam, diye düşünürken
sebep oldum ona.
(yaban olaydım gelirdim merhamet sathına
içimdeki bu fazla yaldızı döker
makas değiştiren trenlerin permilerine sığınarak
uzak çocuklarıyla konuşurken
hep sesi titreyen babamın
ilmini anlardım o zaman:
ey bulanık geçmiş, onun gam oğulları
neden babalarla bu kadar sus çocuklar. )
çırpınan bir saralının, durulduktan sonra
dünyaya fırlattığı o mahzun bakış gibi,
babasına halef olan her çocuğun
bir şerden kopardığı parsa
gün gelir ona da serap olur, diyendi babam.
o zaman şakaklarımdaki parmaklar sâdık değildi
kursağımda daralan bu sözün anlamına.
çünkü lazım gelirdi ki
hiç bir söz bizi töhmet altında bırakmasın
ya da kurulanmasın
çocukluktan arta kalan gözyaşları..
babam kuytu konuşur ve susardı.
katrana bulanmış bir ağacın aleviydi o.
dönmem diye düşünürken
tavaf oldum ona.
kıssalarla büyüyen bir yol eriydi babam
yanlış bir hayatın doğrusunda ısrar.
istasyon çeşmelerinin üşüyen suları gibi
o fer gözlerden gideli çok
o çorak toprak ezel
birbirimizin ayazında bir ibre ve hata:
her baba aslında bir imâdır oğluna.
mevsimler, yıllar ve hayat
ah, böyle böyle geldim huzura.
çiğnedim babamın sancı sırtını
gittim raylarda unutulan hikâyelerin kahrına.
ben o dişi taşların oyuklarında duaydım artık.
alışır, alışır, diye düşünürken
merak oldum ona.
kilitlenen dişlerimi açmak için
bir sedâ kadına vardım sonunda.
oysa, hummayla kıvranırken
babamın yastığıma bıraktığı gazozlar
gibi köpürmüştüm aşklara:
başka biri seyrediyor gözlerinde
sanki bazen kaç kişi —
derdi o üzünç kadın.
bir başıma geçerdim ölüm mülkü vefa topraklarını
sabır çekerdim ağzımdan dökülen vedâ sularına.
soluksuz bir sabahın ayazında
uzun ve ıslak mühürlerle dönerdim sonunda.
fermandır: babayla bozgun her çocuk
hoyrattır elbet aşklarına.
çünkü zamansız yolcuya susar kavşaklar.
dedim, dedim ve
revân oldum ona
haddim bilsem, yorgun sazlıklardan
bir hırka için geçmezdim.
âh, anlardım: sokaklar evlerden de helâk.
bütün gece yağmurda ıslanmış bir köpek gibi
boynumu sebepsiz bir boşluğa uzatarak
bir duvar dibine tüneyip konuşurdum elbet:
babam neden bizden önce kalkardı sofradan..
ama artık geç bağışlanma dilemek ondan
çünkü kara örtüler atılırken üstüme
canıma kesilen paralar da hebâ.
hiç gitmedim kendimden uzağa, diye düşünürken
sıla oldum ona.
göğü ne kadar hatmetsem varamazdım
artık asayla yürüyen bir babanın efkârına.
varamazdım, çünkü gördüm:
yaşlandı babam bulanık sulara benzeyerek.
silinmiş el yazmaları,
boynundaki teslim taşı,
her cuma evimizden çıkan yetim yemekleri
kadar ferahtı giderek azalmış öfkesine..
laf körüğü dünya!
yaşlandıkça neden yalvaran kabirler
gibi bakardı babalar.
neden! diye düşünürken
medet oldum ona.
ezber bir dille uzandım sayfalara.
umarsız tepeler, suyu azalmış hürmetler dolandım
sabah ezanları kadar kimsesizdim artık.
oysa nasıl da yalandı geçtiğim âyetler
bunca küf, bunca batık ve sır neyi söylerdi
marifet miydi sümbüllerle açılan sesimin örgüsü
beni ehven-i şer’den öteye götürür müydü?
tâkatsiz dillerin esvâbını yırtan menkıbeler
küllenen bir ocağın başına oturtup
babama o giz sözleri söyletir miydi yeniden:
günüm ve zamanım nerdeyse orda tamamım
nerdeyse şer meleklerim orda hazırım..
rüzgarda dalgalanan bir perde kadar
dokunaklıydı onca aleve susan babamın gözleri.
bakmam diye düşünürken
nişân oldum ona.
yıllarla hatırladım:
kazâ ve belâ ondan yanaymış eski zaman.
kabuğuna alışmış bir yaraya
yeniden ilişmenin hazzı gibi
yaşlandıkça anılar ona yorgan:
keçesine sarınıp dağları uyuttuğu
şehri hınzır bir ıslıkla geçtiği
gençliğinin haram günleri.
ürperdikçe ağlayan babam..
ne bir şarkıya nefes kaldı onda
ne rabbin dağlarına heves.
bütün çocuklarına gizli gizli ağlayan
bir kolun sancısı oldu zamanla.
sabaha karşı, mağlûp trenlerin
sararmış istasyonlara yanaşması gibiydi babam.
herkesin kulak kesildiği bir salâ oldu sonunda.
unuturum diye düşünürken
mürekkep oldum ona:
artık buruşuk bir çarşaf gibi dağılan
yüzüne bakınca duydum ancak:
anneler erken
ölümlerine yakın sevilir babalar.
Şub 23
Ayrılık Provaları
V.
elin alnında
otların hışırtısına kulak verdiğimiz
o geceyi unutma.
içinde çok dönmüş
paslı bir anahtarla gelirdi ölüm sana
gözlerin o zamanlar bir dua sessizliğiydi
unutma.
halkalanan bir deftere yazdık o geceyi
harfler belki susar sandık
bütün kelimeler bizi de an der gibi bakıyordu bize
unutma.
kimselere demeden çözdük iplerimizi
unutuş dedik sabaha karşı
dünya uzun bir unutuş
bir meleğin kanatlarını elledik o gece
unutma.
sabahına ela bir ayrılıkla veda ettik..
konuştuklarımız değil
sustuklarımız doğruymuş o gece
unutma.
VI.
gittin!
senden razıydım
senden razıydım.
IX.
Dağından ayrı düşmüş bir kurt uluyor.
heves bende kaldı
adın hâlâ
bir alaçiçek gibi duruyor,
büyüyor şuramda.
X.
köpekler yalaya yalaya
iyi edebiliyordu yarasını
kurudu dilim
ben edemedim.
tarafe’nin avlusunda
bütün ayrılık sözleri gibi
fazladan bir ses etmeden,
oturdum ağladım
oturdum ağladım.
XI.
içimden çok geçirip adını anmadan
içimden çok geçirip adını anmadan
içimden çok geçirip adını anmadan
sargılı kanatlarım duvarlara çarpa çarpa…
adın geçtiğinde susmasını öğrenecektim güya.
her cama kan üfleyip
ortancaların sabrıyla bakacaktım dünyaya.
sesimi kimin kalbinde düşürdüğümü unutacak
uğrun uğrun giden rüzgâra katılacaktım güya.
olmadı!
sürdükçe zaman
yemin düşürdüğüm kelimeler de
döndü sırtını bana.
sesimde hüzün evleri
dudaklarımda kuyu:
bir kayaya yaslanıp
boz bulanık bir sudan içtim:
ölüm içtim
ölüm içtim
ölüm içtim
yarıldı dünya
duymadın mı sevgilim?
XV.
hevesim vardı, yolumda bir kaya duruyor dedim. artık götür
bu şakayık selini. bir kürt baladına kar yağıyor her gece: evdal,
dedim: evdal, daha incit kendini, daha incit dedim. yıldırım
düşür her gecene. ki, kalbini bir gülle değişmeye alıştın sen
dedim. bir yüzüm yaz, bir yüzüm ayaz. olmamıştı meyvem,
ham kopardın dedim. sende dolaşan çöl beni de aldı içine,
talibin unutma dedim. rüzgârın getirdiğini rüzgâr götürüyor.
on yıl önce tanrım öldür dedim. neden hâlâ bir inip bir çıkıyor
göğsüm, kaldıysa akıt zehrini dedim. biliyordun: düşecektim.
biliyordun: olmayacaktım. biliyordun: da neden vurdun
nefesin nefesime dedim. bağışla dedin. parmağını şeyh gâlip’in bir
gazeline koyup bittü dedin.
XXI.
senden kopan taş kapattı kuyumu
o harlı bahçede
ne yandım, ne söndüm.
sınırım oldun
sırrım oldun
gelip bana kurdu çadırını iki dağ:
sen ilmek ilmek eksilirken
ben yunus oldum.
kırıldı tenimdeki testi
damlada umman arayan hafız oldum.
XXIII.
ne gerek vardıyıllarla tartmaya
yüzüme ışık tutmaya bir vadide
o boşluk kokan aynalarda
hesap susmaya
ne gerek vardı?
aramızda akıp giden
ipince bir aşk
bizi yetiştiremedi bir cisme.
sonu gelmeyen bir avda
kaybolduk sonunda..
sen kimin kayığıyla vardın karşıya
ben kime kaldım,
bilmedik.
yaş aldık
ömür geçtik
kaç kasırga gelip geçti aramızdan,
ödeşmedik mi hâlâ?
XXVII.
adını bilmediğim bir kuşun suya batıp çıkan gagası. akasya ağacının altında uyuklayan bir adam. ellerini rüzgâra uçak yapan bir çocuk. gün akşam olunca etekliğini taşlara yayıp oturan bir kadın. yamaçtan aşağı yuvarlanan bir çakıl taşı mesela: yamaçtan aşağı kayan çocuklar… yok yere saklanmış bir fıkra diyelim ya da. leyleklerin sadakati üzerine gazeteden koparıp saklanmış bir haber. döne dolaşa dinlenmiş, beraber söylenmeyi beklenmiş bir şarkı: du/ du hast/ du hast mich. büyüsü bozulmasın diye adını yazmadığım çok ağlanmış bir film ya da… sırt ağrılarını dindiren bir ilaç. bazı atların neden ağladığına dair önemli bir bilgi. gelip bende duran bazı kelimeler mesela: du/ du hast/ du hast mich… karşıdaki balkonda her gece gizli gizli sigara içen bir kız. üst katta çaylarını yudumlayan bir anne ile baba. bir elimde kahve fincanı. kırık kolumun sargılarında senden bir işaret ya da… kiraz küpeli fotoğrafın duvarda duruyor: banabakmakta banabakmakta banabakmaktahâlâ: du hast mich. sokaktan geçen köpekler, sokaktan geçen yağmurlar, sokaktan geçen sirenler arasında, hiç geçmeyecek sanılan geceler mesela. senin adınla çağrılmış, senin yâdınla susulmuş aşklar ya da… biriktirdim hepsini. kar topladım. çığım bu yüzden kopuyor. çığlığım bu yüzden kapkara.
zaman olur
başka şeyler de anlatırım sana.
ama şimdilik:
can ile ten
cam ile taş
gibi kelimeler dönüyor ağzımda.
XXIX.
bir gün dön,
gel al emanetini.
bir çakıl taşıyım ben hâlâ
nehir boylarında
nehir boylarında.
XL.
bir ayrılık divanı boyınca
dövüp durduğum bu demir,
dilimdeki bu çatal:
-hem benüm diyen
hem du diye seslenen-
bu hafız ile yıldız,
daha en başından biliyordu:
karacaoğlan gibi
bütün kelimelerle tüterken ardından
söylenip duracaktım bu ovada:
göğsün cennet, koynun uçmağ dediler
âh ki
doymadan kalktım sofrandan!
XLV.
kapkara bir nehir oldum yollarında.
sonunda gidip
bir çöle döküldüm.
söndü yıldızım senden sonra.
odalardan odalara geçtim geceleri
yataklardan yataklara..
senin nefesinle üfledim
canımdaki sûr’a.
kıyamet
kıyamet
kıyamete kadar
kimseye çözmedim
çözmem artık gömleğim!
XLVI.
götürdün tozlarımı
götürdün tozlarımı
götürdün..
esrâr dede gibi inanmıştım sana.
XLVII.
vakti vardırmak sıram geldikçe
hep zifir bildim bahçemi.
herkes bir defa yanar ateşi avuçlarken
artık istesemde dönemem
o serin geceyi.
o büyülü aynada ki herkes kendisiyle sınanır
yıllar bir harfle gurbet düşürdü beni
şimdi ellerimde mor kelebek ölüleri.
tütmeyen ocak
boşalan kandil
yani kubbelerde bir sala sesi:
denize dokunsam dönemem suyu geri.
yıllar.. sade yıllar..
bu yaşımda da gel gör beni.
gel sen kapa gözlerimi!
Kemal Varol
Şub 23
Taş Bir Sözcük Düştü Parçalandı
Taş bir sözcük düştü parçalandı
Henüz yaşayan göğsümde.
Zararı yok, ben zaten hazırdım.
Gelirim bunun da üstesinden.
Başımda işim çok bugün:
Belleği sonuna değin öldürmek gerek,
Taşlaşması gerek ruhun
Ve yaşamayı yeniden öğrenmek.
İşte… Yazın hışırdayan sıcak soluğu
Bayram gibi sarıyor pencereyi.
Ben çoktan sezmiştim bu
Aydınlık günü ve boş evi.
Anna Ahmatova
Çeviri: Azer Yaran
Şub 23
Ne Çok İsteği Var Tatlı Yârin!
Ne çok isteği var tatlı yârin!
İsteksizdir elbet aşksız insan.
Sevinç duyarım suyun sâkin
Saydam buz altında kalışından.
Ve atların buza – yardım et Tanrı’m! –
O aydınlık ve kırılgan olan,
Sakla, sende kalsın mektuplarım,
Gelecek’tir bizi yargılayan.
Açık, apaçık olman için ve
Bilge görünmen için onlara,
Senin o şanslı yaşamöykünde
Hiç yer verilir mi boşluklara?
Her nimet tatlıdır bu dünyada.
Sıkı dokunmuştur ağları aşkın.
Benim adımı ders kitabında
Çocuklar okusun, farkına varsın,
Bıyık altından gülümsesinler,
Bu hazin öyküyü öğrenince…
Aşk ve huzur vermedin, bu sefer
Acı bir şöhret ver, hiç değilse.
1913
Anna AHMATOVA
Çeviri: Kanşaubiy MİZİEV – Ahmet NECDET







